"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

On Yedinci Söz

اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى اْلاَرْضِ زِينَةً لَهَا لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعِيدًا جُرُزًا وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَۤا اِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ
Bu Söz, iki ali Makam ve bir parlak Zeylden ibarettir.

HaLIK-I RAHÎM ve Rezzak-ı Kerim, ve Sani-i Hakim şu dünyayı, alem-i ervah ve ruhaniyat için bir bayram, bir şehrayin suretinde yapıp, bütün esmasının garaib-i nukuşuyla süslendirip, küçük büyük, ulvi süfli herbir ruha, ona münasip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesapsız mehasin ve inamattan istifade etmeye muvafık ve havas ile mücehhez bir ceset giydirir, bir vücud-u cismani verir, bir defa o temaşagaha gönderir.

Hem zaman ve mekan cihetiyle pek geniş olan o bayramı asırlara, senelere, mevsimlere, hatta günlere, kıtalara taksim ederek herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hatta bir cihette herbir günü, herbir kıtayı, birer taife ruhlu mahlukatına ve nebati masnuatına birer resmigeçit tarzında bir ulvi bayram yapmıştır. Ve bilhassa ru-yi zemin, hususan bahar ve yaz zamanında, masnuat-ı sağirenin taifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakat-ı aliyede olan ruhaniyatı ve melaikeleri ve sekene-i semavatı seyre celb edecek bir cazibedarlık görünüyor. Ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütalaagah oluyor ki, akıl tarifinden acizdir.

Fakat bu ziyafet-i İlahiye ve bayram-ı Rabbaniyedeki ism-i Rahman ve Muhyinin tecellilerine mukabil, ism-i Kahhar ve Mümit, firak ve mevtle karşılarına çıkıyorlar. Şu ise, وَرَحْمَتِى وَسِعَتْ كُلَّ شَىْءٍ rahmetinin vüsat-i şümulüne zahiren muvafık düşmüyor. Fakat hakikatte birkaç cihet-i muvafakati vardır. Bir ciheti şudur ki:

Sani-i Kerim, Fatır-ı Rahim, herbir taifenin resmigeçit nöbeti bittikten ve o resmigeçitten maksut olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibarıyla, dünyadan merhametkarane bir tarzla tenfir edip usandırıyor, istirahate bir meyil ve başka bir aleme göçmeye bir şevk ihsan ediyor; ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslilerine bir meyelan-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor.

Hem o Rahmanın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, ahirette cismani bir vücud-u baki vererek Sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükafatlandırıyor.2 Öyle de, sair ziruh ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbaniyelerinde ve evamir-i Sübhaniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken ziruhların, onlara göre bir çeşit mükafat-ı ruhaniye ve onların istidatlarına göre bir nevi ücret-i maneviye, o tükenmez hazine-i rahmetinden baid değil ki bulunmasın; dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar. La yalemul-ğaybe illallah.

Lakin, ziruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyade istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve müptela olduğu halde, dünyadan nefret ve alem-i bekàya geçmek için, eser-i rahmet olarak, iştiyak-engiz bir halet verir. Kendi insaniyeti dalalette boğulmayan insan o haletten istifade eder, rahat-ı kalble gider. Şimdi, o haleti intaç eden vecihlerden, nümune olarak beşini beyan edeceğiz.

Birincisi: İhtiyarlık mevsimiyle, dünyevi, güzel ve cazibedar şeyler üstünde fena ve zevalin damgasını ve acı manasını göstererek o insanı dünyadan ürkütüp, o faniye bedel, bir baki matlubu arattırıyor.

İkincisi: İnsanın alaka peyda ettiği bütün ahbaplardan yüzde doksan dokuzu dünyadan gidip diğer bir aleme yerleştikleri için, o ciddi muhabbet saikasıyla, o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurane karşılattırıyor.

Üçüncüsü: İnsandaki nihayetsiz zayıflık ve acizliği bazı şeylerle ihsas ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekalifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istirahate ciddi bir arzu ve bir diyar-ı ahara gitmeye samimi bir şevk veriyor.

Dördüncüsü: İnsan-ı mümine nur-u imanla gösterir ki, mevt, idam değil, tebdil-i mekandır. Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil, nuraniyetli alemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şaşaasıyla, ahirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak ve müziç dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden alem-i rahata ve meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek ve mahlukatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahmana gitmek, bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.

Beşincisi: Kuranı dinleyen insana, Kurandaki ilm-i hakikati ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliğiyle, dünyaya aşk ve alaka pek manasız olduğunu anlatmaktır.Yani, insana der ve ispat eder ki:

“Dünya bir kitab-ı Samedanidir. Huruf ve kelimatı nefislerine değil, belki başkasının Zat ve sıfat ve esmasına delalet ediyorlar. Öyle ise manasını bil, al; nukuşunu bırak, git.

“Hem bir mezraadır.Ek ve mahsulünü al, muhafaza et; muzahrafatını at, ehemmiyet verme.

“Hem birbiri arkasında daim gelen, geçen ayineler mecmuasıdır. Öyle ise onlarda tecelli edeni bil, envarını gör ve onlarda tezahür eden esmanın tecelliyatını anla ve Müsemmalarını sev; ve zevale ve kırılmaya mahkum olan o cam parçalarından alakanı kes.

“Hem seyyar bir ticaretgahtır. Öyle ise alışverişini yap, gel; ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma.

“Hem muvakkat bir seyrangahtır. Öyle ise nazar-ı ibretle bak ve zahiri, çirkin yüzüne değil, belki Cemil-i Bakiye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faideli bir tenezzüh yap, dön; ve o güzel manzaraları irae eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla, akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme.

“Hem bir misafirhanedir. Öyle ise, onu yapan Mihmandar-ı Kerimin izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık, git. Herzekarane, fuzuli bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle manasız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma” gibi zahir hakikatlerle, dünyanın iç yüzündeki esrarı gösterip dünyadan mufarakati gayet hafifleştirir, belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şeninde bir izi bulunduğunu gösterir.

İşte Kuran şu beş veche işaret ettiği gibi, başka hususi vecihlere dahi ayat-ı Kuraniye işaret ediyor. Veyl o kimseye ki, şu beş vecihten bir hissesi olmaya.

On Yedinci Sözün İkinci Makamı
Bırak biçare feryadı, beladan gel, tevekkül kıl.
Zira feryat bela-ender, hata-ender beladır, bil.

Bela vereni buldunsa, ata-ender, safa-ender beladır, bil.
Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belabil, dema keyfinden güler hep gül mül.

Ger bulmazsan, bütün dünya cefa-ender, fena-ender hebadır, bil.
Cihan dolusu bela başında varken, ne bağırırsın küçük bir beladan? Gel, tevekkül kıl.

Tevekkülle bela yüzünde gül, ta o da gülsün.
O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

Bil, ey hodgam! Bu dünyada saadet, terk-i dünyada.
Hüdabin isen, O kafidir, bıraksan da bütün eşya lehinde.

Ger hodbin isen helakettir, ne yaparsan bütün eşya aleyhinde.
Demek terki gerektir her iki halde bu dünyada.

Terki demek: Hüda mülkü, Onun izni, Onun namıyla bakmakta.
Ticaret istiyorsan ger, şu fani ömrünü bakiye tebdilde.

Eğer nefsine talipsen, çürüktür, hem temelsiz de.
Eğer afakı istersen, fena damgası üstünde.

Demek değmez ki alınsa, çürük maldır hep bu çarşıda.
Öyle ise geç, iyi mallar dizilmiş arkasında.

Siyah Dutun Bir Meyvesi
O mübarek dut başında Eski Said, Yeni Said lisanıyla söylemiştir.

Muhatabım Ziya Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır.
Mütekellim nefsim değil, tilmiz-i Kuran namına kalbimdir.

Geçen Sözler hakikattir, sakın şaşma, hududundan hazer aşma.
Ecanip fikrine sapma, dalalettir kulak asma, eder elbet seni nadim.

Görürsün en ziyadarın, zekavette alemdarın,
O hayretten der daim: “Eyvah, kimden kime şekva edeyim, ben dahi şaştım!”

Kuran dedirtir, ben de derim, hiç de çekinmem.
Ondan Ona şekva ederim, sen gibi şaşmam.

Haktan Hakka feryad ederim, sen gibi aşmam.
Yerden göğe dava ederim, sen gibi kaçmam.

Ki, Kuranda hep dava nurdan nuradır, sen gibi caymam.
Kurandadır hak hikmet, ispat ederim, muhalif felsefeyi beş para saymam.

Furkandadır elmas hakikat, dercan ederim, sen gibi satmam.
Halktan Hakka seyran ederim, sen gibi sapmam.

Dikenli yolda tayran ederim, sen gibi basmam.
Ferşten Arşa şükran ederim, sen gibi asmam.

Mevte, ecele dost bakarım, sen gibi korkmam.
Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem.

Ejder ağzı, vahşet yatağı, hiçlik boğazı—sen gibi görmem.
Ahbaba kavuşturur beni, kabirden darılmam, sen gibi kızmam.

Rahmet kapısı, nur kapısı, Hak kapısı, ondan sıkılmam, geri çekilmem.
Bismillah diyerek çalıyorum, arkama bakmam, dehşet de almam.

Elhamdülillah diyerek rahat bulup yatacağım, zahmeti çekmem, vahşette kalmam.
Allahu ekber diyerek ezan-ı Haşri işitip kalkacağım, Mahşer-i Ekberden çekinmem, Mescid-i azamdan çekilmem.

Lütf-u Yezdan, nur-u Kuran, feyz-i iman sayesinde hiç üzülmem.
Durmayıp koşacağım, Arş-ı Rahman zılline uçacağım, sen gibi şaşmam inşaallah.

Kalbe Farisi olarak tahattur eden bir münacat

هٰذِهِ الْمُنَاجَاةُ تَخَطَّرَتْ فِى الْقَلْبِ هٰكَذَا بِالْبَيَانِ الْفَارِسِى

Yani, bu münacat, kalbe Farisi olarak tahattur ettiğinden, Farisi yazılmıştır. Evvelce matbu olan Hubab Risalesinde derc edilmişti.

يَا رَبْ! بَه شَشْ جِهَتْ نَظَرْ مِى كَرْدَمْ، دَرْدِ خُودْرَا دَرْمَانْ نَمِى دِيدَمْ

Ya Rab! Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyarıma dayanıp derdime derman aramak için cihat-ı sitte denilen altı cihette nazar gezdirdim. Maatteessüf derdime derman bulamadım. Manen bana denildi ki: “Yetmez mi dert, derman sana.”

دَرْ رَاسْت مِى دِيدَمْ كِه: دِى رُوزْ مَزَارِ پَدَرِ مَنْست

Evet, gafletle sağımdaki geçmiş zamandan teselli almak için baktım. Fakat gördüm ki, dünkü gün, pederimin kabri; ve geçmiş zaman, ecdadımın bir mezar-ı ekberi suretinde göründü. Teselli yerine vahşet verdi.

وَدَرْ چَپْ دِيدَمْ كِه: فَرْدَا قَبْرِ مَنْست

Sonra soldaki istikbale baktım, derman bulamadım. Belki yarınki gün, benim kabrim; ve istikbal ise, emsalimin ve nesl-i atinin bir kabr-i ekberi suretinde görünüp, ünsiyet değil, belki vahşet verdi.

وَإِيمْرُوزْ: تَابوتِ جِسْمِ پُرْ اِضْطِرَابِ مَنْست

Soldan dahi hayır görünmediği için, hazır güne baktım. Gördüm ki, şu gün, güya bir tabuttur. Hareket-i mezbuhanede olan cismimin cenazesini taşıyor.

بَرْ سَرِ عُمُرْ جَنَازَۂِ مَنْ اِيسْتَادَه اَسْت

İşbu cihetten dahi deva bulamadım. Sonra başımı kaldırıp şecere-i ömrümün başına baktım. Gördüm ki, o ağacın tek meyvesi benim cenazemdir ki, o ağacın üstünde duruyor, bana bakıyor.

دَرْ قَدَمْ: آبِ خَاكِ خِلْقَتِ مَنْ وَخَاكِسْتَرِ عِظَامِ مَنْ اَستْ

O cihetten dahi meyus olup başımı aşağıya eğdim. Baktım ki, aşağıda, ayak altında, kemiklerimin toprağı ile mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış gördüm. Derman değil, derdime dert kattı.

چُونْ دَرْ پَسْ مِينِكَرَمْ، بِينَمْ: اِين دُنْيَاءِ بِى بُنْيَادْ هِيچْ دَرْ هِيچَسْت

Ondan dahi nazarı çevirip arkama baktım. Gördüm ki, esassız, fani bir dünya, hiçlik derelerinde ve adem zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem değil, belki vahşet ve dehşet zehrini ilave etti.

وَدَرْ پِيشْ: اَنْدَازَۂِ نَظَرْ مِيكُنَمْ، دَرِ قَبِرْ كُشَادَه اَسْت
وَرَاهِ اَبَدْ بَدُورِدِرَازْ بَدِيدَارسْت

Onda dahi hayır görmediğim için ön tarafıma, ileriye nazarımı gönderdim. Gördüm ki, kabir kapısı yolumun başında açık görünüp, onun arkasında ebede giden cadde, uzaktan uzağa nazara çarpıyor.

مَرَا جُزْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى چِيزِى نِيسْت دَرْ دَسْت

İşte şu altı cihette ünsiyet ve teselli değil, belki dehşet ve vahşet aldığım onlara mukabil, benim elimde bir cüz-i ihtiyariden başka hiçbir şey yoktur ki, ona dayanıp onunla mukabele edeyim.

كِه اوُجُزْءْ هَمْ عَاجِزْ، هَمْ كُوتَاهُ، وَهَمْ كَمْ عَيَارَاسْت

Halbuki o cüz-i ihtiyari denilen silah-ı insani hem aciz, hem kısadır. Hem ayarı noksandır. İcad edemez. Kisbden başka hiçbir şey elinden gelmez.

نَه دَرْ مَاضِى مَجَالِ حُلُولْ، نَه دَرْ مُسْتَقْبَلْ مَدَارِ نُفُوذَاسْت

Ne geçmiş zamana hulul edebilir, ne de gelecek zamana nüfuz edebilir. Mazi ve müstakbele ait emellerime ve elemlerime faidesi yoktur.

مَيْدَانِ أُو إِينْ زَمَانِ حَالْ، وَيَكْ آنِ سَيَّالَسْت

O cüz-i ihtiyarinin meydan-ı cevelanı, kısacık şu zaman-ı hazır ve bir an-ı seyyaldir.

بَا إِينَ هَمَه فَقْرَهَا وَضَعْفَهَا، قَلَمِ قُدْرَتِ تُو آشِكَارَه
نُوِشْتَه اَسْت، “دَرْ فِطْرَتِ مَا”: مَيْلِ اَبَدْ وَاَمَلِ سَرْمَدْ

İşte, şu bütün ihtiyaçlarımla ve zayıflığımla ve fakr ve aczimle beraber, altı cihetten gelen dehşetler ve vahşetlerle perişan bir halde iken, kalem-i kudretle sahife-i fıtratımda ebede uzanan arzular ve sermede yayılan emeller aşikare bir surette yazılmıştır, mahiyetimde derc edilmiştir.

بَلْكِه هَرْچِه هَسْت، هَسْت

Belki dünyada ne varsa, nümuneleri fıtratımda vardır. Umum onlara karşı alakadarım. Onlar için çalıştırıyorum, çalışıyorum.

دَاۤئِرَۂِ اِحْتِيَاجْ مَانَنْدِ دَآئِرَۂِ مَدِّ نَظَرْ بُزُرْكِى دَارَسْت

İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir.

خَيَالْ كُدَامْ رَسَدْ اِحْتِيَاجْ نِيزْرَسَدْ
دَرْ دَسْت هَرْچِه نِيسْت دَرْ اِحْتِيَاجْ هَسْت

Hatta, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hacet vardır. Belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise hadsizdir.

دَآئِرَۂِ اِقْتِدَارِ هَمْچُو دَآئِرَۂِ دَسْتِ كُوتَاهِ كُوتَاهَسْت

Halbuki daire-i iktidar, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır.

پَسْ فَقْرُو حَاجَاتِ مَا بَقَدَرِ جِهَانَسْت

Demek, fakr ve ihtiyaçlarım dünya kadardır.

سَرْمَايَۂِ مَا هَمْچُو: “جُزْء لاَ يَتَجَزّٰا” اَسْت

Sermayem ise, cüz-i layetecezza gibi cüzi bir şeydir.

اِينْ جُزْءِ كُدَامْ وَاِينْ كَاۤئِنَاتِ حَاجَاتِ كُدَامَسْت؟

İşte, şu cihan kadar ve milyarlar ile ancak istihsal edilen hacet nerede? Ve bu beş paralık cüz-ü ihtiyari nerede? Bununla onların mübayaasına gidilmez, bununla onlar kazanılmaz. Öyle ise başka bir çare aramak gerektir.

پَسْ دَرْرَاهِ تُو، أَزْاِينْ جُزْءْ نِيزْ بَازْمِى كُذَشْتَنْ چَارَۂِ مَنْ اَسْت

O çare ise şudur ki: O cüz-i ihtiyariden dahi vaz geçip, irade-i İlahiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenab-ı Hakkın havl ve kuvvetine iltica ederek hakikat-i tevekküle yapışmaktır. Ya Rab! Madem çare-i necat budur; Senin yolunda o cüz-i ihtiyariden vaz geçiyorum ve enaniyetimden teberri ediyorum.

تَا عِنَايَتِ تُو دَسْتَكِيرِ مَنْ شَوَدْ، رَحْمَتِ بِى نِهَايَتِ تُوپَنَاهِ مَنْ اَسْت

Ta, Senin inayetin, acz ve zaafıma merhameten elimi tutsun. Hem, ta Senin rahmetin, fakr ve ihtiyacıma şefkat edip bana istinadgah olabilsin, kendi kapısını bana açsın.

آنْ كَسْ كِه بَحْرِ بِى نِهَايَتِ رَحْمَتْ يَافْتَ اسْتْ، تَكْيَه
نَه كُنَدْ بَرْاِينْ جُزْءِ اِخْتِيَارِى كِه يَكْ قَطْرَه سَرَابَسْت

Evet, her kim ki rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre serap hükmünde olan cüz-i ihtiyarına itimat etmez, rahmeti bırakıp ona müracaat etmez.

أَيْوَاهْ! اِينْ زَنْدِكَانِى هَمْ چُو خَابَسْت
وِينْ عُمْرِ بِى بُنْيَادْ هَمْ چوُ بَادَسْت

Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzeran-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgar gibi uçar, gider.

اِنْسَانْ بَزَوَالْ دُنْيَا بَفَنَا اَسْت، آمَالْ بِى بَقَا آلاَمْ بَبَقَااَسْت

Kendine güvenen ve ebedi zanneden mağrur insan zevale mahkumdur, süratle gidiyor. Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder. Emeller bekàsız, elemler ruhta baki kalır.

بِيَا اَىْ نَفْسِ نَا فَرْجَامْ! وُجُودِ فَانِى خُودْرَا فَدَا كُنْ
خَالِقِ خُودْرَا كِه اِينْ هَسْتِى وَدِيعَه هَسْت

Madem hakikat böyledir. Gel, ey hayata çok müştak ve ömre çok talip ve dünyaya çok aşık ve hadsiz emellerle ve elemlerle müptela bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al! Nasıl ki yıldızböceği kendi ışıkçığına itimat eder, gecenin hadsiz zulümatında kalır. Balarısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur; bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyasıyla yaldızlanmış müşahede eder.

Öyle de, kendine, vücuduna ve enaniyetine dayansan, yıldızböceği gibi olursun. Eğer sen fani vücudunu, o vücudu sana veren Halıkın yolunda feda etsen, balarısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücut bulursun. Hem feda et. Çünkü şu vücut sende vedia ve emanettir.

وَمُلْكِ اُو وَاُودَادَه فَنَا كُنْ تَا بَقَا يَابَدْ، اَزْاَنْ
سِرِّى كِه: “نَفْىِ النَفْى” اِثْبَاتَ سْت

Hem Onun mülküdür, hem O vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, feda et, ta bekà bulsun. Çünkü nefy-i nefy ispattır. Yani, yok yok ise, o vardır. Yok, yok olsa, var olur.

خُدَاىِ پُرْ كَرَمْ خُودْ مُلْكِ خُودْرَا مِى خَرَدْ اَزْتُو
بَهَاىِ بِى گِرَانْ دَادَه بَرَاىِ تُو نِگَاهْ دَارَاسْت

Halık-ı Kerim, kendi mülkünü senden satın alıyor; Cennet gibi büyük bir fiyatı verir. Hem o mülkü senin için güzelce muhafaza ediyor, kıymetini yükselttiriyor. Yine sana hem baki, hem mükemmel bir surette verecektir. Öyle ise, ey nefsim, hiç durma. Birbiri içinde beş karlı bu ticareti yap. Ta beş hasaretten kurtulup, beş ribhi birden kazanasın.

فَلَمَّۤا اَفَلَ قاَلَ لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ
لَقَدْ اَبْكَانِى نَعْىُ ﴿ لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ﴾ مِنْ خَلِيلِ اللهِ

İbrahim dan sudur ile kainatın zeval ve ölümünü ilan eden nay-ı لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ beni ağlattırdı.

فَصَبَّتْ عَيْنُ قَلْبِى قَطَرَاتٍ بَاكِيَاتٍ مِنْ شُؤُنِ اللهِ

Onun için kalb gözü ağladı ve ağlayıcı katreleri döktü. Kalb gözü ağladığı gibi, döktüğü herbir damlası da o kadar hazindir; ağlattırıyor, güya kendisi de ağlıyor. O damlalar, gelecek Farisi fıkralardır.

لِتَفْسِيرِ كَلاَمٍ مِنْ حَكِيمٍ اَىْ نَبِىٍّ فِى كَلاَمِ اللهِ

İşte o damlalar ise, Nebiyy-i Peygamber olan bir hakim-i İlahinin Kelamullah içinde bulunan bir kelamının bir nevi tefsiridir.

نَمِى زِ يبَاسْت “اُفُولْدَه” گُمْ شُدَنْ مَحْبُوبْ

Güzel değil batmakla kaybolan bir mahbup. Çünkü zevale mahkum, hakiki güzel olamaz. Aşk-ı ebedi için yaratılan ve ayine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.

نَمِى اَرْزَدْ “غُرُوبْدَه” غَيْب شُدَنْ مَطْلُوبْ

Bir matlup ki gurupta gaybubet etmeye mahkumdur; kalbin alakasına, fikrin merakına değmiyor. amale merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye layık değildir. Nerede kaldı ki, kalb ona perestiş etsin ve ona bağlansın, kalsın!

نَمِى خَواهَمْ “فَنَادَه” مَحْو شُدَنْ مَقْصُودْ

Bir maksut ki fenada mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünkü faniyim. Fani olanı istemem, neyleyeyim?

نَمِى خَوانَمْ “زَوَالْدَه” دَفْن شُدَنْ مَعْبُودْ

Bir mabud ki zevalde defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem. Çünkü nihayetsiz muhtacım ve acizim. aciz olan, benim pek büyük dertlerime deva bulamaz, ebedi yaralarıma merhem süremez. Zevalden kendini kurtaramayan nasıl mabud olur?

عَقْل فَرْيَادْ مِى دَارَدْ، نِدَاءِ ﴿ لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ﴾ مِى زَنَدْ رُوحْ

Evet, zahire müptela olan akıl, şu keşmekeş kainatta perestiş ettiği şeylerin zevalini görmekle meyusane feryad eder. Ve baki bir mahbubu arayan ruh dahi, لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ feryadını ilan ediyor.

نَمِى خَواهَمْ نَمِى خٰوانَمْ نَمِى تَابَمْ فِرٰاقِى

İstemem, arzu etmem, takat getirmem mufarakati!

نَمِى اَرْزَدْ “مَرَاقَه” إِيْن زَوَالْ دَرْ پَسْ تَلاٰقِى

Der-akap zevalle acılanan mülakatlar, keder ve meraka değmez; iştiyaka hiç layık değildir. Çünkü zeval-i lezzet elem olduğu gibi, zeval-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecazi aşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitapları, şu tasavvur-u zevalden gelen elemden birer feryattır. Herbirinin bütün divan-ı eşarının ruhunu eğer sıksan, elemkarane birer feryat damlar.

أَزْاۤنْ دَرْدِى كِرِينِ ﴿ لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ﴾ مِى زَنَدْ قَلْبَمْ

İşte, o zeval-alud mülakatlar, o elemli mecazi muhabbetler derdinden ve belasındandır ki, kalbim İbrahimvari لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ağlamasıyla ağlıyor ve bağırıyor.

دَرْ اِيْن فَانِى بَقَاخَازِى بَقَاخِيزَدْ فَنَادَنْ

Eğer şu fani dünyada bekà istiyorsan, bekà fenadan çıkıyor. Nefs-i emmare cihetiyle fena bul ki, baki olasın.

فَنَا شُدْ، هَمْ فَدَا كُنْ، هَمْ عَدَمْ بِينْ، كِه اَزْ دُنْيَا “بَقَايَه” رَاهْ “فَنَادَنْ”

Dünyaperestlik esasatı olan ahlak-ı seyyieden tecerrüd et, fani ol. Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı Mahbub-u Hakiki yolunda feda et. Mevcudatın ademnüma akıbetlerini gör. Çünkü şu dünyadan bekàya giden yol, fenadan gidiyor.

فِكْرِ فِيزَارْ مِى دَارَدْ، أَنِينِ ﴿ لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ﴾ مِى زَنَدْ وِجْدَانْ

Esbab içine dalan fikr-i insani, şu zelzele-i zeval-i dünyadan hayrette kalıp meyusane fizar ediyor. Vücud-u hakiki isteyen vicdan, İbrahimvari

لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ eniniyle mahbubat-ı mecaziyeden ve mevcudat-ı zaileden kat-ı alaka edip Mevcud-u Hakikiye ve Mahbub-u Sermediye bağlanıyor.

بِدَانْ اَىْ نَفْسِ نَادَانَمْ ! كِه: دَرْهَرْ فَرْد اَزْ فَانِى دُو رَاهْ هَسْت بَا بَاقِى، دُو سِرِّ جَانْ جَانَانِى

Ey nadan nefsim! Bil ki, çendan dünya ve mevcudat fanidir; fakat her fani şeyde, bakiye isal eden iki yol bulabilirsin ve can ve canan olan Mahbub-u Layezalin tecelli-i cemalinden iki lemayı, iki sırrı görebilirsin. An şart ki, suret-i faniyeden ve kendinden geçebilirsen…

كِه دَرْ نَعْمَتْهَا إِنْعَامْ هَسْت وَپَسْ اٰثَارَهَا اَسْمَا بِكِيرْ مَغْزِى، وَمِيزَنْ دَرْ فَنَا اۤنْ قِشْرِ بِى مَعْنَا

Evet, nimet içinde inam görünür, Rahmanın iltifatı hissedilir. Nimetten inama geçsen, Münimi bulursun. Hem, her eser-i Samedani, bir mektup gibi, bir Sani-i Zülcelalin esmasını bildirir. Nakıştan manaya geçsen, esma yoluyla Müsemmayı bulursun. Madem şu masnuat-ı faniyenin mağzını, içini bulabilirsin; onu elde et, manasız kabuğunu, kışrını acımadan fena seyline atabilirsin.

بَلِى آثَارَهَا گُويَنْد: زِاَسْمَا لَفْظِ پُرْ مَعْنَا بِخَانْ مَعْنَا، وَمِيزَنْ دَرْ هَوَا آنْ لَفْظِ بِى سَوْدَا

Evet, masnuatta hiçbir eser yok ki, çok manalı bir lafz-ı mücessem olmasın, Sani-i Zülcelalin çok esmasını okutturmasın. Madem şu masnuat elfazdır, kelimat-ı kudrettir; manalarını oku, kalbine koy, manasız kalan elfazı bilaperva zevalin havasına at. Arkalarından alakadarane bakıp meşgul olma.

عَقْل فَرْيَادْ مِى دَارَدْ، غِيَاثِ ﴿ لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ ﴾ مِيزَنْ اَىْ نَفْسَمْ

İşte, zahirperest ve sermayesi afaki malumattan ibaret olan akl-ı dünyevi, böyle silsile-i efkarı hiçe ve ademe incirar ettiğinden, hayretinden ve haybetinden meyusane feryad ediyor. Hakikate giden bir doğru yol arıyor. Madem uful edenlerden ve zeval bulanlardan ruh elini çekti. Kalb dahi mecazi mahbuplardan vaz geçti. Vicdan dahi fanilerden yüzünü çevirdi. Sen dahi, biçare nefsim, İbrahimvari لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَ gıyasını çek, kurtul.

چِه خُوشْ گُويَدْ اُو شَيْدَا “جَامِى” عَشْقِ خُوىْ:

Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i cam-ı aşk olan Mevlana Cami, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak, ne güzel söylemiş:

يَكِى خَواهْ ، يَكِى خَوانْ ، يَكِى جُوىْ ، يَكِى بِينْ ، يَكِى دَانْ ، يَكِى كُوىْ demiştir. Yani;

1. Yalnız Biri iste; başkaları istenmeye değmiyor.
2. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor.
3. Biri talep et; başkaları layık değiller.
4. Biri gör; başkaları her vakit görünmüyorlar, zeval perdesinde saklanıyorlar.
5. Biri bil; marifetine yardım etmeyen başka bilmekler faidesizdir.
6. Biri söyle; Ona ait olmayan sözler malayani sayılabilir.

نَعَمْ صَدَقْتَ اَىْ جَامِى هُوَ الْمَطْلُوبُ هُوَ الْمَحْبُوبُ هُوَ الْمَقْصُودُ هُوَ الْمَعْبُودُ

Evet, Cami, pek doğru söyledin. Hakiki mahbub, hakiki matlub, hakiki maksud, hakiki mabud yalnız Odur.

كِه ” لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ ” بَرَابَرْ مِيذَنَدْ عَالَمْ

Çünkü bu alem, bütün mevcudatıyla, muhtelif dilleriyle, ayrı ayrı nağamatıyla, zikr-i İlahinin halka-i kübrasında beraber لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ der, vahdaniyete şehadet eder. لاَ اُحِبُّ اْلاٰفِلِينَin açtığı yaraya merhem sürüyor ve alakayı kestiği mecazi mahbuplara bedel bir Mahbub-u Layezaliyi gösteriyor.

Bundan yirmi beş sene kadar evvel İstanbul Boğazındaki Yuşa Tepesinde, dünyanın terkine karar verdiğim bir zamanda, bir kısım mühim dostlarım beni dünyaya, eski vaziyetime döndürmek için yanıma geldiler. Dedim: “Yarına kadar beni bırakınız; istihare edeyim.” Sabahleyin kalbime bu iki levha hutur etti. Şiire benzer, fakat şiir değiller. O mübarek hatıranın hatırı için ilişmedim. Geldiği gibi muhafaza edildi. Yirmi Üçüncü Sözün ahirine ilhak edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı.

Birinci Levha
Ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder levhadır.
Beni dünyaya çağırma, …. Ona geldim fena gördüm.
Dema gaflet hicab oldu …. Ve nur-u Hak nihan gördüm.
Bütün eşya u mevcudat …. Birer fani muzır gördüm.
Vücut desen, onu giydim, …. Ah, ademdi, çok bela gördüm.
Hayat desen onu tattım …. Azap-ender azap gördüm.
Akıl ayn-ı ikab oldu, …. Bekàyı bir bela gördüm.
Ömür ayn-ı heva oldu, …. Kemal ayn-ı heba gördüm.
Amel ayn-ı riya oldu, …. Emel ayn-ı elem gördüm.
Visal nefs-i zeval oldu, …. Devayı ayn-ı da gördüm.
Bu envar zulümat oldu, …. Bu ahbabı yetim gördüm.
Bu savtlar nay-ı mevt oldu, … Bu ahyayı mevat gördüm.
Ulum evhama kalb oldu, …. Hikemde bin sekam gördüm.
Lezzet ayn-ı elem oldu, …. Vücutta bin adem gördüm.
Habib desen onu buldum, …. Ah, firakta çok elem gördüm.

İkinci Levha
Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder levhadır.

Dema gaflet zeval buldu, …. Ve nur-u Hak ayan gördüm.
Vücut burhan-ı Zat oldu, …. Hayat, mirat-ı Haktır, gör.
Akıl miftah-ı kenz oldu, …. Fena, bab-ı bekàdır, gör.
Kemalin leması söndü, …. Fakat şems-i cemal var, gör.
Zeval ayn-ı visal oldu, …. Elem ayn-ı lezzettir, gör.
Ömür nefs-i amel oldu, …. Ebed ayn-ı ömürdür, gör.
Zalam zarf-ı ziya oldu, …. Bu mevtte hak hayat var, gör.
Bütün eşya enis oldu, …. Bütün asvat zikirdir, gör.
Bütün zerrat-ı mevcudat…. Birer zakir, müsebbih gör.
Fakrı kenz-i gına buldum, …. Aczde tam kuvvet var, gör.
Eğer Allahı buldunsa…… Bütün eşya senindir, gör.
Eğer Malik-i Mülke memluk isen…. Onun mülkü senindir, gör.
Eğer hodbin ve kendi nefsine maliksen… Bila-addin beladır, gör,
Bila-haddin azaptır, tad, …. Bila gayet ağırdır, gör.
Eğer hakiki abd-i hüdabin isen, …. Hudutsuz bir safadır, gör,
Hesapsız bir sevap var, tad, …. Nihayetsiz saadet gör.

Yirmi beş sene evvel Ramazanda, ikindiden sonra Şeyh Geylaninin (k.s.) Esma-i Hüsna manzumesini okudum. Bana bir arzu geldi ki, Esma-i Hüsna ile bir münacat yazayım. Fakat o vakit bu kadar yazıldı. O kudsi üstadımın mübarek Münacat-ı Esmaiyesine bir nazire yapmak istedim. Heyhat! Nazma istidadım yok. Yapamadım, noksan kaldı. Bu münacat, Otuz Üçüncü Sözün Otuz Üçüncü Mektubu olan Pencereler Risalesine ilhak edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı.

هُوَ الْبَاقِى
حَكِيمُ الْقَضَايَا نَحْنُ فِى قَبْضِ حُكْمِهِ … هُوَ الْحَكَمُ الْعَدْلُ لَهُ اْلاَرْضُ وَالسَّمَۤاءُ
عَلِيمُ الْخَفَايَا وَالْغُيُوبُ فِى مُلْكِهِ …. هُوَ الْقَادِرُ الْقَيُّومُ لَهُ الْعَرْشُ وَالثَّرَۤاءُ
لَطِيفُ الْمَزَايَا وَالنُّقُوشِ فِى صُنْعِهِ…. هُوَ الْفاَطِرُ الْوَدُودُ لَهُ الْحُسْنُ وَالْبَهَۤاءُ
جَلِيلُ الْمَرَايَا وَالشُّؤُونُ فِى خَلْقِهِ…. هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ لَهُ الْعِزُّ وَالْكِبْرِيَۤاءُ
بَدِيعُ الْبَرَايَا نَحْنُ مِنْ نَقْشِ صُنْعِهِ…. هُوَ الدَّۤائِمُ الْبَا قِى لَهُ الْمُلْكُ وَالْبَقَۤاءُ
كَرِيمُ الْعَطَايَا نَحْنُ مِنْ رَكْبِ ضَيْفِهِ…. هُوَ الرَّزَّاقُ الْكَافِى لَهُ الْحَمْدُ وَالثَّنَۤاءُ
جَمِيلُ الْهَدَايَا نَحْنُ مِنْ نَسْجِ عِلْمِهِ…. هُوَ الْخَالِقُ الْوَافِى لَهُ الْجُودُ وَالْعَطَۤاءُ
سَمِيعُ الشَّكَايَا وَالدُّعَۤاءِ لِخَلْقِهِ…. هُوَ الرَّاحِمُ الشَّافِى لَهُ الشُّكْر ُوَالثَّنَۤاءُ
غَفُورُ الْخَطَايَا وَالذُّنُوبُ لِعَبْدِهِ…. هُوَ الْغَفَّارُ الرَّحِيمُ لَهُ الْعَفْوُ وَالرِّضَۤاءُ

Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:
Faniyim, fani olanı istemem.
acizim, aciz olanı istemem.
Ruhumu Rahmana teslim eyledim; gayr istemem.
İsterim, fakat bir yar-ı baki isterim.
Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim.
Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.

Barla Yaylası, çam, katran, ardıç, karakavağın bir meyvesidir

Makam münasebetiyle buraya alınmış. On Birinci Mektubun bir parçasıdır.

Bir vakit, esaretimde, dağ başında, azametli çam ve katran ve ardıç ağaçlarının heybetnüma suretlerini, hayretfeza vaziyetlerini temaşa ederken, pek latif bir rüzgar esti. O vaziyeti, pek muhteşem ve şirin, velvele-alud bir zelzele-i raksnüma, bir tesbihat-ı cezbe-eda suretine çevirdiğinden, eğlence temaşası nazar-ı ibrete ve sem-i hikmete döndü. Birden, Ahmed-i Cizrinin Kürtçe şu fıkrası:
هَرْكَسْ بِتَمَاشَاگِه حُسْنَاتَه زِهَرْ جَاى تَشْبِيهِ نِكَا رَانْ بِجَمَالاَتَه دِنَازِنْ
hatırıma geldi. Kalbim, ibret manalarını ifade için şöyle ağladı:

ياَ رَبْ! هَرْ حَىْ بِتَمَاشَاگِه صُنْعِ تُو زِهَرْ جَاى بَتَازِى زِنَشِيبُ اَزْ فِرَازِى مَانَنْدِ دَلاَلاَنْ بِنِدَاءِ بِآوَازِى دَمْ دَمْ زِ جَمَالِ نَقْشِ تُودَرْ رَقَصْ بَازِى زِكَمَالِ صُنْعِ تُو خُوشْ خُوشْ بِگَازِى زِ شِيرِينِى آوَازِ خُودْ هَىْ هَىْ دِنَازِى أَزْوَىْ رَقْص آمَدْ جَذْبَه خَوازِى اَزِيْن آثَارِ رَحْمَتْ يَافْت هَرْ حَىْ دَرْسِ تَسْبِيحُ نَمَازِى اِيسْتَادَسْت هَرْ يَكِى بَرْ سَنْكِ بَالاَ سَرْفِرَازِى دِرَاز كَرْدَسْت دَسْتَهَارَا بَدَرْ كَا هِ إِلٰهِى هَمْ چُو شَهْبَازِى بَه جُنْبِيدسْت زُلفْهَارَا بَه شَوْقَ اَنْگِيزَ شَهْنَازِى بَبَالاَ مِيزَنَنْد أَزْ پَرْدَه هَاىِ “هَاىِ هُوىِ” عَشْق بَازِى مِيدِهَدْ هُوشَه گ يرِ ينْهَاىِ دَرِينْهَاىِ زَوَالِى اَزْ حُبِّ مَجَازِى بَرْ سَرِ مَحْمُودْهَا نَغْمَه هَاىِ حُزْن اَنْگِيز اَيَازِى مُرْدَهَارَا نَغْمَهَاىِ اَزَلِى أَزْ حُزْن اَنْگِيز نَوَازِى “رُوحَه” مِى آيَدْ اَزُو زَمْزَمَۂِ نَازُو نِيَازِى قَلْب مِى خَوانْد أَزِينْ آيَاتْهَا: سِرِّ تَوْحِيدْ زِعُلُوِّ نَظْمِ إِعْجَازِى نَفْس مِى خَواهَدْ دَرْاِينْ

وَلْوَلَهَا.. زَلْزَلَهَا: ذَوْقِ بَاقِى دَرْ فَنَاىِ دُنْيَابَازِى عَقْل مِى بِينَدْ اَزِينْ زَمْزَمَهَا.. دَمْدَمَهَا: نَظْمِ خِلْقَتْ، نَقْشِ حِكْمَتْ، كَنْزِ رَازِى آرْزُو مِيدَارَدْ هَوَا اَزِينْ هَمْهَمَهَا.. هُوهُوَهَا مَرْگِ خُودْ دَرْ تَرْگِ اَذْوَاقِ مَجَازِى خَيَالْ بِينَدْ اَزِينْ اَشْجَارْ: مَلاَئِكْ رَا جَسَدْ آمَدْ سَمَاوِى، بَاهَزَارَانْ نَىْ اَزِينَ نَيْهَا شُنِيدَتْ هُوشْ: سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ وَرَقْهَارَا زَبَانْ دَارَنْدَ هَمَه “هُو هُو” ذِكْرآرَنْد بَه دَرْ مَعْنَاىِ: حَىُّ حَىْ چُو “لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُو” بَرَابَرْ مِيزَنْد هَرْ شَىْ دَمَادَمْ جُويَدَنْد “يَا حَقْ” سَرَاسَرْ کُويَدَنْد: “يَا حَىْ” بَرَابَرْ مِيزَنَنْد: “اَللهْ”

فَيَا حَىُّ يَا قَيوُّمُ بِحَقِّ اِسْمِ حَىِّ قَيوُّمِ
حَيَاتِى دِهْ بَايِنْ قَلْبِ پَرِيشَانْ رَا اِسْتِقَامَتْ دِهْ بَايِنْ عَقْلِ مُشَوَّشْ رَا… اٰمِينْ

Barla Yaylası, Tepelicede çam, katran, ardıç, karakavak meyvesi hakkında yazılan Farisi beyitlerin manası:

هَرْكَسْ بِتَمَاشَا كِه حُسْنَاتَه زِهَرْ جَاى تَشْبِيهِ نِگَارَانْ بِجَمَالاَتَه دِنَازِنْ

Hatırıma geldi; kalbim dahi ibret manalarını ifade için şöyle ağladı:

Yani, Senin temaşana, hüsnüne, herkes her yerden koşup gelmiş. Senin cemalinle nazdarlık ediyorlar.

ياَ رَبْ! هَرْ حَىْ بِه تَمَاشَاگِه صُنْعِ تُو زِهَرْ جَاىْ بَتَازِى

Her zihayat, Senin temaşana, sanatın olan zemin yüzüne her yerden çıkıp bakıyorlar.

زِنَشِيبُ اَزْ فِرَازِى مَانَنْدِ دَلاَلاَنْ بِنِدَاءِ بِآوَازِى

Aşağıdan, yukarıdan dellallar gibi çıkıp bağırıyorlar.

دَمْ دَمْ زِ جَمَالِ نَقْشِ تُوزِ هَوَاىِ شَوْقِ تُودَرْ رَقْص بَازِى

Senin cemal-i nakşından keyiflenip, o dellal-misal ağaçlar oynuyorlar.

زِ كَمَالِ صُنْعِ تُو خُوشْ خُوشْ بِگَازِى

Senin kemal-i sanatından neşelenip güzel güzel sada veriyorlar.

زِ شِيرِينِى آوَازِ خُودْ هَىْ هَىْ دِنَازِى

Güya sadalarının tatlılığı, onları da neşelendirip nazeninane bir naz ettiriyor.

اَزْوَىْ رَقْصَه آمَدْ جَذْبَه خَوازِى

İşte ondandır ki, şu ağaçlar raksa gelmiş, cezbe istiyorlar.

اَزِيْن آثَارِ رَحْمَتْ يَافْت هَرْ حَىْ دَرْسِ تَسْبِيحُ نَمَازِى

Şu rahmet-i İlahiyenin asarıyladır ki, her zihayat, kendine mahsus tesbih ve namazın dersini alıyorlar.

اِيسْتَادَسْت هَرْ يَكِى بَرْ سَنْكِ بَالاَ سَرْفِرَازِى

Ders aldıktan sonra, herbir ağaç yüksek bir taş üstünde Arşa başını kaldırıp durmuşlar.

دِرَاز كَرْدَسْت دَسْتَهَارَا بَدَرْ گَا هِ إِلٰهِى هَمْ چُوشَهْبَازِى

Herbirisi, yüzler ellerini Şehbaz-ı Kalender gibi dergah-ı İlahiye uzatıp muhteşem bir ibadet vaziyetini almışlar.

بَه جُنْبِيدسْت زُلْفهَارَا بَشَوْقَ اَنْگِيزْ شَهْنَازِى

Oynattırıyorlar zülüfvari küçük dallarını; ve onunla, temaşa edenlere de, latif şevklerini ve ulvi zevklerini ihtar ediyorlar.

بَبَالاَ مِيزَنَنْد اَزْ پَرْدَه هَاىِ “هَاىِ هُوىِ” عَشْق بَازِى

Aşkın “Hay Huy” perdelerinden en hassas tellere, damarlara dokunuyor gibi sada veriyorlar.

مِيدِهَدْ هُوشَه گِيرِ ينْهَاى دَرِينْهَاىِ زَوَالِى اَزْ حُبِّ مَجَازِى

Fikre şu vaziyetten şöyle bir mana geliyor: Mecazi muhabbetlerin zeval elemiyle gelen ağlayış, hem derinden derine hazin bir enini ihtar ediyorlar.

بَرْ سَرِ مَحْمُودْهَا نَغْمَهَاىِ حُزْن اَنْگِيز اَيَازِى

Mahmudların, yani Sultan Mahmud gibi mahbubundan ayrılmış bütün aşıkların başlarında, hüzün-alud mahbuplarının nağmesinin tarzını işittiriyorlar.

مُرْدَهَارَا نَغْمَهَاىِ اَزَلِى اَزْ حُزْن اَنْگِيز نُوَازِى

Dünyevi sadaların ve sözlerin dinlemesinden kesilmiş olan ölmüşlere ezeli nağmeleri, hüzün-engiz sadaları işittiriyor gibi bir vazifesi var görünüyorlar.

رُوحَه” مِى اٰيَدْ اَزُو زَمْزَمۂِ نَازُو نِيَازِى”

Ruh ise, şu vaziyetten şöyle anladı ki: Eşya, tesbihat ile Sani-i Zülcelalin tecelliyat-ı esmasına mukabele edip, bir naz-niyaz zemzemesidir, geliyor.

قَلْبْ مِيخَواندْ اَزِينْ اٰيَاتْهَا: سِرِّ تَوْحِيدْ زِعُلُوِّ نَظْمِ اِعْجَازِى

Kalb ise, şu herbiri birer ayet-i mücesseme hükmünde olan şu ağaçlardan sırr-ı tevhidi, bu icazın ulüvv-ü nazmından okuyor. Yani, hilkatlerinde o derece harika bir intizam, bir sanat, bir hikmet vardır ki, bütün esbab-ı kainat birer fail-i muhtar farz edilse ve toplansalar, taklit edemezler.

نَفْس مِى خَوَاهَدْ دَرِينْ وَلْوَلَهَا.. زَلْزَلَهَا: ذَوْقِ بَاقِى دَرْ فَنَاىِ دُنْيَابَازِى

Nefis ise, şu vaziyeti gördükçe, bütün ru-yi zemin velvele-alud bir zelzele-i firakta yuvarlanıyor gibi gördü, bir zevk-i baki aradı. “Dünyaperestliğin terkinde bulacaksın” manasını aldı.

عَقْل مِى بِينَدْ اَزِينْ زَمْزَمَهَا.. دَمْدَمَهَا: نَظْمِ خِلْقَتْ، نَقْشِ حِكْمَتْ، كَنْزِ رَازِى

Akıl ise, şu zemzeme-i hayvan ve eşcardan ve demdeme-i nebat ve havadan gayet manidar bir intizam-ı hilkat, bir nakş-ı hikmet, bir hazine-i esrar buluyor. Herşey çok cihetlerle Sani-i Zülcelali tesbih ettiğini anlıyor.

آرْزُو مِيدَارَدْ هَوَا اَزِينْ هَمْهَمَهَا.. هُوهُوَهَا مَرْگِ خُودْ دَرْ تَرْگِ اَذْوَاقِ مَجَازِى

Heva-yı nefis ise, şu hemheme-i hava ve hevheve-i yapraktan öyle bir lezzet alıyor ki, bütün ezvak-ı mecaziyi ona unutturup o heva-yı nefsin hayatı olan zevk-i mecaziyi terk etmekle bu zevk-i hakikatte ölmek istiyor.

خَيَالْ بِينَدْ اَزِينْ اَشْجَارْ: ملاَئِك رَا جَسَدْ آمَدْ سَمَاوِى، بَاهَزَارَانْ نَىْ

Hayal ise görüyor: Güya şu ağaçların müekkel melaikeleri içlerine girip herbir dalında çok neyler takılan ağaçları ceset olarak giymişler. Güya Sultan-ı Sermedi, binler ney sadasıyla muhteşem bir resm-i küşatta onlara onları giydirmiş ki, o ağaçlar camid, şuursuz cisim gibi değil, belki gayet şuurkarane, manidar vaziyetleri gösteriyorlar.

اَزْيِنْ نَىْ هَا شُنِيدَتْ هُوشْ: سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ

İşte, o neyler, semavi, ulvi bir musikiden geliyor gibi safi ve müessirdirler. Fikir, o neylerden, başta Mevlana Celaleddin-i Rumi olarak bütün aşıkların işittikleri elemkarane teşekkiyat-ı firakı işitmiyor. Belki, Zat-ı Hayy-ı Kayyuma karşı takdim edilen teşekkürat-ı Rahmaniyeyi ve tahmidat-ı Rabbaniyeyi işitiyor.

وَرَقْهَارَا زَبَانِ دَارَنْد هَمَه “هُوَ هُوَ” ذِكْرآرَنْد بَدَرْ مَعْنَاىِ: حَىُّ حَىْ

Madem ağaçlar birer ceset oldu. Bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek herbiri, binler dilleriyle, havanın dokunmasıyla Hu, Hu zikrini tekrar ediyorlar. Hayatlarının tahiyyatıyla, Saniinin Hayy-ı Kayyum olduğunu ilan ediyorlar.

چُو “لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُو” بَرَابَرْ مِيزَنْد هَرْ شَىْ

Çünkü, bütün eşya لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُو deyip, kainatın azim halka-i zikrinde beraber zikrederek çalışıyorlar.

دَمَادَمْ جُويَدَنْد “يَا حَقْ” سَرَاسَرْ گُويَدَنْد: “يَا حَىْ” بَرَابَرْ مِيزَنَنْد: “اَللهْ”

Vakit-be-vakit, lisan-ı istidat ile, Cenab-ı Haktan hukuk-u hayatını “Ya Hak” deyip hazine-i rahmetten istiyorlar. Baştan başa da, hayata mazhariyetleri lisanıyla “Ya Hayy” ismini zikrediyorlar.

فَيَا حَىُّ يَا قَيُّومُ بِحَقِّ اِسْمِ حَىِّ قَيُّومِ
حَيَاتِى دِهْ بَايِنْ قَلْبِ پَرِيشَانْ رَا اِسْتِقَامَتْ دِهْ بَايِنْ عَقْلِ مُشَوَّشْ رَا… اٰمِينْ

Bir vakit Barlada, Çam Dağında, yüksek bir mevkide, gecede semanın yüzüne baktım. Gelecek fıkralar birden hutur etti. Yıldızların lisan-ı hal ile konuşmalarını hayalen işittim gibi bu yazıldı. Nazım ve şiir bilmediğim için, şiir kaidesine girmedi. Tahattur olduğu gibi yazılmış. Dördüncü Mektup ile Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfının ahirinden alınmıştır.

Yıldızları konuşturan bir yıldızname
Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine,
Name-i nurin-i hikmet bak ne takrir eylemiş.

Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:
“Bir Kadir-i Zülcelalin haşmet-i sultanına,

Birer burhan-ı nurefşanız vücud-u Sania,
Hem vahdete, hem kudrete şahitleriz biz.

Şu zeminin yüzünü yaldızlayan
Nazenin mucizatı çün melek seyranına,

Bu semanın arza bakan, Cennete dikkat eden
Binler müdakkik gözleriz biz.

Tuba-yı hilkatten semavat şıkkına
Hep kehkeşan ağsanına,

Bir Cemil-i Zülcelalin dest-i hikmetle takılmış
Pek güzel meyveleriyiz biz.

Şu semavat ehli ne birer mescid-i seyyar
Birer hane-i devvar, birer ulvi aşiyane,

Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar
Birer tayyareleriz biz.

Bir Kadir-i Zülkemalin, bir Hakim-i Zülcelalin
Birer mucize-i kudret, birer harika-i sanat-ı Halıkane,

Birer nadire-i hikmet, birer dahiye-i hilkat
Birer nur alemiyiz biz.

Böyle yüz bin dille yüz bin burhan gösteririz
İşittiririz insan olan insana.

Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü,
Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen ayetleriz biz.

Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize musahharız. Müsebbihiz, zikrederiz abidane
Kehkeşanın halka-i kübrasına mensup birer meczuplarız biz” dediklerini hayalen dinledim.