اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
İtminan-ı nefsime medar olacak, zulmeti dağıtacak şu ayetin nurundan Dört Şuaı göstermekle kör nefs ime bir basiret vermek için yazılmıştır.
BİRİNCİ ŞUA
Ey nefs-i nadan! Diyorsun ki: “Ehadiyet-i Zat-ı İlahiye ile külliyet-i efali; ve vahdet-i şahsiyesiyle muinsiz umumiyet-i Rububiyeti; ve ferdaniyeti ile şeriksiz şümul-ü tasarrufatı; ve mekandan münezzehiyetiyle her yerde hazır bulunması; ve nihayetsiz ulviyetiyle herşeye yakın olması; ve birliği ile her işi bizzat elinde tutması, hakaik-ı Kuraniyedendir. Kuran ise hakimdir. Hakim ise, akıl kabul etmeyen şeyleri akla tahmil etmez. Akıl ise, zahiri bir münafatı görüyor. Aklı teslime sevk edecek bir izah isterim.
Elcevap: Madem öyledir; itminan için istersen, biz de Kuranın feyzine istinaden diyoruz: İsm-i Nur çok müşkilatımızı halletmiş; inşaallah bunu da halleder. Akla vazıh, kalbe nurani olacak temsil yolunu ihtiyar ile, İmam-ı Rabbani gibi deriz:
نَه شَبَمْ نَه شَبْ پَرَسْتَمْ مَنْ غُلاٰمِ شَمْسَمْ اَزْشَمْسِ مِى گُويَمْ خَبَرْ
Temsil, icaz-ı Kuranın en parlak bir ayinesi olduğundan, biz dahi bir temsille şu sırra bakacağız. Şöyle ki:
Birtek zat, muhtelif meraya vasıtasıyla külliyet kesb eder. Cüzi-yi hakiki iken, umumi şuunata malik bir külli hükmüne geçer. Mesela, şems, bir cüzi-yi müşahhas iken, eşya-yı şeffafe vasıtasıyla öyle bir külli hükmüne geçer ki, ru-yi zemini timsalleriyle, akisleriyle dolduruyor. Hatta katarat ve parlak zerrat adedince cilveleri bulunuyor. Güneşin harareti ve ziyası ve ziyasının içinde olan yedi renkli elvan-ı sebası, herbirisi, mukabilindeki eşyaya muhit, amm ve şamil oldukları halde, herbir şeffaf şey dahi güneşin timsaliyle beraber harareti, hem ziyayı, hem elvan-ı sebayı gözbebeğinde saklıyor ve safi kalbini ona bir taht yapıyor.
Demek, şems, vahidiyet haysiyetiyle ona mukabil umum eşyaya muhit olduğu gibi; ehadiyet cihetiyle, herbir şeyde güneş çok vasıflarıyla beraber, bir nevi cilve-i zatıyla bulunur. Madem temsilden temessül bahsine geçtik. Temessülün çok envaından şu meseleye medar olacak üç nevine işaret ederiz.
Birincisi: Kesif, maddi şeylerin akisleridir. O akisler hem gayrdır, ayn değil; hem mevattır, ölüdür. Hüviyet-i suriyesinden başka hiçbir hasiyete malik değil. Mesela sen ayineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur. Fakat zihayat yalnız sensin. Ötekiler ölüdürler; hayat hassaları onlarda yoktur.
İkincisi: Maddi nuraninin akisleridir. Şu akis ayn değil, fakat gayr da değil. Mahiyeti tutmuyor; fakat o nuraninin ekser hasiyetlerine maliktir, onun gibi hayy sayılıyor.
Mesela, şems dünyaya girdi, herbir ayinede aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, güneşin hassaları hükmünde olan hararet, ziya ve ziyadaki elvan-ı seba bulunuyor. Eğer, faraza, güneş zişuur olsaydı—harareti ayn-ı kudreti, ziyası ayn-ı ilmi, elvan-ı sebası sıfat-ı sebası olsaydı—o vakit, o tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir ayinede bulunur, herbirisini kendine bir nevi arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mani olmazdı. Herbirimizle, ayinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.
Üçüncüsü: Nurani ruhların aksidir. Şu akis hem hayydır, hem ayndır. Fakat ayinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefsül-emriyesini tamamen tutmuyor.
Mesela, Cebrail , Dıhye suretinde huzur-u Nebevide bulunduğu bir anda, huzur-u İlahide, haşmetli kanatlarıyla Arş-ı azamın önünde secdeye gider, hem o anda hesapsız yerlerde bulunur, evamir-i İlahiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş bir işe mani olmazdı.
İşte, şu sırdandır ki, mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Peygamber aleyhissalatü vesselam, dünyada bütün ümmetinin salavatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirine mani olmaz. Hatta, evliyadan, ziyade nuraniyet kesb eden ve abdal denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zat, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş.
Evet, nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler ayine olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve alem-i misalin bazı mevcudatı ayine hükmünde ve berk ve hayal süratinde bir vasıta-i seyir ve seyahat suretine geçerler. Ve o ruhaniler, hayal süratiyle o meraya-yı nazifede, o menazil-i latifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler.
Madem güneş gibi aciz ve musahhar mahluklar ve ruhani gibi madde ile mukayyet nim-nurani masnular, nuraniyet sırrıyla, bir yerde iken pek çok yerlerde bulunabilirler. Mukayyet bir cüzi iken mutlak bir külli hükmünü alırlar. Bir anda cüzi bir ihtiyar ile pek çok muhtelif işleri yapabilirler. Acaba, maddeden mücerred ve mualla; ve tahdid-i kayıt ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberra; ve şu umum envar ve bütün nuraniyat Onun envar-ı kudsiye-i esmasının bir kesif zılali; ve umum vücut ve bütün hayat ve alem-i ervah ve alem-i misal nim-şeffaf bir ayine-i cemali; ve sıfatı muhita; ve şuunatı külliye olan bir Zat-ı Akdesin irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecelli-i sıfatı ve cilve-i efali içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi fert uzak kalabilir, hangi şahıs külliyet kesb etmeden ona yanaşabilir?
Evet, nasıl güneş kayıtsız nuru, maddesiz aksi vasıtasıyla sana senin gözbebeğinden daha yakın olduğu halde, sen mukayyet olduğun için ondan gayet uzaksın. Ona yanaşmak için çok kayıtlardan tecerrüd etmek, çok meratib-i külliyeden geçmek lazım gelir. Adeta, manen yer kadar büyüyüp, kamer kadar yükselip, sonra doğrudan doğruya güneşin mertebe-i asliyesine bir derece yanaşabilir ve perdesiz görüşebilirsin. Öyle de, Celil-i Zülcemal, Cemil-i Zülkemal sana gayet yakındır; sen Ondan gayet uzaksın. Kalbin kuvveti, aklın ulviyeti varsa, temsildeki noktaları hakikate tatbike çalış.
İKİNCİ ŞUA
Ey nefs-i bihuş! Diyorsun ki: اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ hem اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ gibi ayetler, vücud-u eşya sırf bir emirle ve defi olduğunu; ve صُنْعَ اللهِ الَّذِۤى اَتْقَنَ كُلَّ شَىْءٍ hem اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ gibi ayetler, vücud-u eşya ilim içinde azim bir kudretle, hikmet içinde dakik bir sanatla, tedrici olduğunu gösteriyorlar. Vech-i tevfiki nedir?
Elcevap: Kuranın feyzine istinaden deriz:
Evvela: Münafat yoktur. Bir kısım öyledir; iptidadaki icad gibi. Bir kısmı böyledir; mislini iade gibi.
Saniyen: Mevcudatta meşhud olan suhulet ve sürat ve kesret ve vüsat içinde nihayet intizam, gayet ittikan ve hüsn-ü sanat ve kemal-i hilkat, şu iki kısım ayetlerin vücud-u hakikatlerine katiyen şehadet eder. Öyle ise, şunların hariçte tahakkukları medar-ı bahis olması lüzumsuzdur. Belki yalnız “Sırr-ı hikmeti nedir?” denilebilir. Öyle ise, biz dahi, bir kıyas-ı temsili ile şu hikmete işaret ederiz.
Mesela, nasıl ki terzi gibi bir sanatçı, birçok külfetler, maharetlerle musanna birşeyi icad eder ve ona bir model yapar. Sonra onun emsalini külfetsiz, çabuk yapabilir. Hatta bazan öyle bir derece suhulet peyda eder ki, güya emreder, yapılır. Ve öyle kuvvetli bir intizam kesbeder—saat gibi—güya bir emrin dokunmasıyla işlenir ve işler.
Öyle de, Sani-i Hakim ve Nakkaş-ı Alim, şu alem sarayını müştemilatıyla beraber bedi bir surette yaptıktan sonra, cüzi ve külli, cüz ve küll herşeye bir model hükmünde bir nizam-ı kaderi ile bir miktar-ı muayyen vermiştir. İşte, bak, o Nakkaş-ı Ezeli, herbir asrı bir model yaparak mucizat-ı kudretiyle murassa, taze bir alemi ona giydiriyor. Herbir seneyi bir mikyas ederek havarık-ı rahmetiyle musanna, taze bir kainatı o kamete göre dikiyor. Herbir günü bir satır yaparak dekaik-i hikmetiyle müzeyyen, mücedded mevcudatı onda yazıyor.
Hem o Kadir-i Mutlak, herbir asrı, herbir seneyi, herbir günü bir model yaptığı gibi, ru-yi zemini, herbir dağ ve sahrayı, bağ ve bostanı, herbir ağacı birer model yapmıştır. Vakit bevakit, taze taze birer kainatı zeminde kuruyor, birer yeni dünyayı icad ediyor, birer alemi alıp da diğer muntazam bir alemi getiriyor. Mevsim bemevsim, her bağ ve bostanda taze taze mucizat-ı kudretini ve hedaya-yı rahmetini gösterir, yeni birer kitab-ı hikmetnüma yazıyor, taze taze birer matbaha-i rahmetini kuruyor, mücedded bir hulle-i sanatnüma giydiriyor. Her baharda, herbir ağaca sündüs-misal taze bir çarşaf giydiriyor, lülü-misal yeni bir murassaatla süslendiriyor, yıldız-misal rahmet hediyeleriyle ellerini dolduruyor.
İşte, şu işleri nihayet hüsn-ü sanat ve kemal-i intizamla yapan ve şu birbiri arkasında gelen ve zaman ipine takılan seyyar alemleri nihayet hikmet ve inayet ve kemal-i kudret ve sanatla değiştiren Zat, elbette gayet Kadir ve Hakimdir, nihayet derecede Basir ve Alimdir. Tesadüf onun işine karışamaz. İşte, o Zat-ı Zülcelaldir ki, şöyle ferman ediyor:
اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
وَمَۤا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ deyip, hem kemal-i kudretini ilan, hem kudretine nisbeten haşir ve kıyamet gayet sehl ve külfetsiz olduğunu beyan ediyor. Emr-i tekvinisi kudret ve iradeyi tazammun ettiğini ve bütün eşya, evamirine gayet musahhar ve münkad olduklarını ve mübaşeretsiz, mualecesiz halk ettiği için icadındaki suhulet-i mutlakayı ifade için, sırf bir emirle işler yaptığını, Kuran-ı Mucizül-Beyan ile ferman ediyor.
Hasıl-ı kelam: Bir kısım ayetler, eşyada, hususan bidayet-i icadında gayet derecede hüsn-ü sanatı ve nihayet derecede kemal-i hikmeti ilan ediyor. Diğer kısmı, eşyada, hususan tekrar icadında ve iadesinde gayet derecede suhulet ve süratini, nihayet derecede inkıyad ve külfetsizliğini beyan eder.
ÜÇÜNCÜ ŞUA
Ey haddinden tecavüz etmiş nefs-i pürvesvas! Diyorsun ki:
بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ مَا مِنْ دَۤابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
gibi ayetler, nihayet derecede kurbiyet-i İlahiyeyi gösteriyor .
وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ تَعْرُجُ الْمَلٰۤئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ
ve hadiste varid olan “Cenab-ı Hak yetmiş bin hicab arkasındadır” ve Mirac gibi hakikatler, nihayet derecede budiyetimizi gösteriyor. Şu sırr-ı gamızı fehme takrip edecek bir izah isterim.
Elcevap: Öyle ise dinle.
Evvela: Birinci Şuaın ahirinde demiştik: Nasıl ki güneş, kayıtsız nuruyla ve maddesiz aksi cihetiyle sana, senin ruhun penceresi ve onun ayinesi olan gözbebeğinden daha yakın olduğu halde, sen mukayyet ve maddede mahpus olduğun için ondan gayet uzaksın. Onun yalnız bir kısım akisleriyle, gölgeleriyle temas edebilirsin. Ve bir nevi cilveleriyle ve cüzi tecellileriyle görüşebilirsin. Ve bir sınıf sıfatları hükmünde olan elvanlarına ve bir taife isimleri hükmünde olan şualarına ve mazharlarına yanaşabilirsin. Eğer güneşin mertebe-i aslisine yanaşmak ve bizzat, doğrudan doğruya, güneşin zatıyla görüşmek istersen, o vakit pek çok kayıtlardan tecerrüd etmekliğin ve pek çok meratib-i külliyetten geçmekliğin lazım gelir. adeta sen, manen tecerrüd cihetiyle küre-i arz kadar büyüyüp, hava gibi ruhen inbisat edip ve kamer kadar yükselip, bedir gibi mukabil geldikten sonra bizzat perdesiz onunla görüşüp bir derece yanaşmak dava edebilirsin.
Öyle de, o Celil-i Pürkemal, o Cemil-i Bimisal, o Vacibül-Vücud, o Mucid-i Küll-i Mevcud, o Şems-i Sermed, o Sultan-ı Ezel ve Ebed, sana senden yakındır. Sen Ondan nihayetsiz uzaksın. Kuvvetin varsa, temsildeki dekaiki tatbik et.
Saniyen: Mesela, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى bir padişahın çok isimleri içinde Kumandan ismi çok mütedahil dairelerde tezahür eder. Serasker daire-i külliyesinden tut, müşiriyet ve ferikiyet, ta yüzbaşı, ta onbaşıya kadar, geniş ve dar, külli ve cüzi dairelerde de zuhur ve tecellisi vardır. Şimdi, bir nefer, hizmet-i askeriyesinde, onbaşı makamında tezahür eden cüzi kumandanlık noktasını merci tutar, kumandan-ı azamına şu cüzi cilve-i ismiyle temas eder ve münasebettar olur. Eğer asıl ismiyle temas etmek, ona o ünvanla görüşmek istese, onbaşılıktan ta serasker mertebe-i külliyesine çıkmak lazım gelir.
Demek padişah, o nefere ismiyle, hükmüyle, kanunuyla ve ilmiyle, telefonuyla ve tedbiriyle ve—eğer o padişah, evliya-i abdaliyeden nurani olsa—bizzat huzuruyla gayet yakındır. Hiçbir şey mani olup hail olamaz. Halbuki o nefer gayet uzaktır. Binler mertebeler hail, binler hicaplar fasıldır. Fakat bazan merhamet eder; hilaf-ı adet, bir neferi huzuruna alır, lütf una mazhar eder.
Öyle de, emr-i كُنْ فَيَكُونُ a malik, güneşler ve yıldızlar emirber nefer hükmünde olan Zat-ı Zülcelal, herşeye herşeyden daha ziyade yakın olduğu halde, herşey Ondan nihayetsiz uzaktır. Onun huzur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zulmani ve nurani, yani maddi ve ekvani ve esmai ve sıfati yetmiş binler hicaptan geçmek, her ismin binler hususi ve külli derecat-ı tecellisinden çıkmak, gayet yüksek tabakat-ı sıfatında mürur edip ta İsm-i azamına mazhar olan
Arş-ı azamına uruc etmek, eğer cezb ve lütfu olmazsa binler seneler çalışmak ve süluk etmek lazım gelir. Mesela, sen Ona Halık ismiyle yanaşmak istersen, senin Halıkın hususiyetiyle, sonra bütün insanların Halıkı cihetiyle, sonra bütün zihayatların Halıkı ünvanıyla, sonra bütün mevcudatın Halıkı ismiyle münasebettarlık lazım gelir. Yoksa zıllde kalırsın, yalnız cüzi bir cilveyi bulursun.
Bir ihtar: Temsildeki padişah, aczi için, kumandanlık isminin meratibinde müşir ve ferik gibi vasıtalar koymuştur. Fakat بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ olan Kadir-i Mutlak, vasıtalardan müstağnidir. Vasıtalar sırf zahiridirler. Perde-i izzet ve azamettirler. Ubudiyet ve hayret ve acz ve iftikar içinde saltanat-ı Rububiyetine dellaldırlar, temaşagerdirler. Muini değiller; şerik-i saltanat-ı Rububiyet olamazlar.
DÖRDÜNCÜ ŞUA
İşte, ey tenbel nefsim! Bir nevi mirac hükmünde olan namazın hakikati, sabık temsilde bir nefer mahz-ı lütuf olarak huzur-u şahaneye kabulü gibi, mahz-ı rahmet olarak Zat-ı Celil-i Zülcemal ve Mabud-u Cemil-i Zülcelalin huzuruna kabulündür. Allahu ekber deyip, manen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyattan tecerrüd edip, bir mertebe-i külliye-i ubudiyete veya küllinin bir gölgesine veya bir suretine çıkıp, bir nevi huzura müşerref olup,
اِيَّاكَ نَعْبُدُ hitabına—herkesin kabiliyeti nisbetinde—bir mazhariyet-i azimedir. Adeta, harekat-ı salatiyede tekrarla Allahu ekber, Allahu ekber demekle kat-ı meratip ve terakkiyat-ı maneviyeye ve cüziyattan devair-i külliyeye çıkmasına bir işarettir ve marifetimiz haricindeki kemalat-ı kibriyasının mücmel bir ünvanıdır. Güya herbir Allahu ekber bir basamak-ı miraciyeyi katına işarettir. İşte, şu hakikat-i salattan manen veya niyeten veya tasavvuren veya hayalen bir gölgesine, bir şuaına mazhariyet dahi büyük bir saadettir.
İşte, hacda pek kesretli Allahu ekber denilmesi şu sırdandır. Çünkü, hacc-ı şerif, bilasale herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubudiyettir. Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta, ferik dairesinde, bir ferik gibi padişahın bayramına gider ve lütf una mazhar olur. Öyle de, bir hacı, ne kadar ami de olsa, kat-ı meratip etmiş bir veli gibi, umum aktar-ı arzın Rabb-i Azimi ünvanıyla Rabbine müteveccihtir, bir ubudiyet-i külliye ile müşerreftir. Elbette, hac miftahıyla açılan meratib-i külliye-i Rububiyet ve dürbünüyle nazarına görünen afak-ı azamet-i Uluhiyet ve şeairiyle kalbine ve hayaline gittikçe genişlenen devair-i ubudiyet ve meratib-i kibriya ve ufk-u tecelliyatın verdiği hararet, hayret ve dehşet ve heybet-i Rububiyet Allahu ekber, Allahu ekber ile teskin edilebilir. Ve onunla, o meratib-i münkeşife-i meşhude veya mutasavvere ilan edilebilir.
Hacdan sonra, şu mana-yı ulvi ve külli muhtelif derecelerde, bayram namazında, yağmur namazında, husuf, küsuf namazında, cemaatle kılınan namazda bulunur. İşte, şeair-i İslamiyenin, velev sünnet kabilinden dahi olsa ehemmiyeti şu sırdandır.
سُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ خَزَۤائِنُهُ بَيْنَ الْكَافِ وَالنُّونِ فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ
شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ رَبَّنَا لاَ تُؤٰاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَاْنَا رَبَّناَ لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى رَسُولِكَ اْلاَ كْرَمِ مَظْهَرِ اِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاِخْواَنِهِ وَاَتْبَاعِهِ اٰمِينَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِين
Küçük bir zeyl
Kadir-i Alim ve Sani-i Hakim, kanuniyet şeklindeki adatının gösterdiği nizam ve intizamla kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesadüf işine karışmadığını izhar ettiği gibi; şuzuzat-ı kanuniye ile, adetinin harikalarıyla, tagayyürat-ı suriye ile, teşahhusatın ihtilafatıyla, zuhur ve nüzul zamanının tebeddülüyle meşietini, iradetini, fail-i muhtar olduğunu ve ihtiyarını ve hiçbir kayıt altında olmadığını izhar edip yeknesak perdesini yırtarak ve herşey, her anda, her şende, her şeyinde Ona muhtaç ve rububiyetine münkad olduğunu ilam etmekle gafleti dağıtıp ins ve cinnin nazarlarını esbabdan Müsebbibül-Esbaba çevirir. Kuranın beyanatı şu esasa bakıyor.
Mesela, ekser yerlerde bir kısım meyvedar ağaçlar bir sene meyve verir. Yani rahmet hazinesinden ellerine verilir, o da verir. Öbür sene, bütün esbab-ı zahiriye hazırken, meyveyi alıp vermiyor.
Hem mesela, sair umur-u lazımeye muhalif olarak, yağmurun evkat-ı nüzulü o kadar mütehavvildir ki, mugayyebat-ı hamsede dahil olmuştur. Çünkü vücutta en mühim mevki hayat ve rahmetindir. Yağmur ise, menşe-i hayat ve mahz-ı rahmet olduğu için, elbette o ab-ı hayat, o ma-i rahmet, gaflet veren ve hicap olan yeknesak kaidesine girmeyecek. Belki, doğrudan doğruya Cenab-ı Münim, Muhyi ve Rahman ve Rahim olan Zat-ı Zülcelal, perdesiz, elinde tutacak, ta her vakit dua ve şükür kapılarını açık bırakacak.
Hem mesela, rızık vermek ve muayyen bir sima vermek, birer ihsan-ı mahsus eseri gibi ummadığı tarzda olması, ne kadar güzel bir surette meşiet ve ihtiyar-ı Rabbaniyeyi gösteriyor. Daha tasrif-i hava ve teshir-i sehab gibi şuunat-ı İlahiye yi bunlara kıyas et.