وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَۤاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ
EY KOZMOĞRAFYANIN ruhsuz meseleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu ayetin azametli sırrını o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektepli efendi! Şu ayetin semasına yedi basamaklı bir merdivenle çıkılabilir. Gel, beraber çıkacağız.
BİRİNCİ BASAMAK
Hakikat ve hikmet ister ki, zemin gibi semavatın da kendine münasip sekeneleri bulunsun. Lisan-ı şeride, o ecnas-ı muhtelifeye “melaike ve ruhaniyat” tesmiye edilir.
Evet, hakikat öyle iktiza eder. Zira, zemin, küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zihayat ve zişuur mahluklardan doldurulması ve ara sıra boşaltılıp yeniden zişuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki, şu muhteşem burçlar sahibi müzeyyen kasırlar hükmünde olan semavat dahi zişuur ve zevil-idrak mahluklarla doludur. Onlar dahi, ins ve cin gibi, şu alem sarayının seyircileri ve şu kainat kitabının mütalaacıları ve şu saltanat-ı Rububiyetin dellallarıdırlar. Çünkü, kainatı had ve hesaba gelmeyen tezyinat ve mehasin ve nukuş ile süslendirip tezyin etmesi, bilbedahe, mütefekkir istihsan edici ve mütehayyir takdir edicilerin enzarını ister.
Evet, hüsün elbette bir aşık ister. Taam ise aç olana verilir. Halbuki, ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu haşmetli nezarete ve şu vüsatli ubudiyete karşı milyondan birisini ancak yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibadata, nihayetsiz melaike envaı ve ruhaniyat ecnası lazımdır.
Bazı rivayatın işaratıyla ve intizam-ı alemin hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsam-ı seyyare, seyyarattan tut, ta katarata kadar, bir kısım melaikenin merakibidirler. Onlar bunlara izn-i İlahi ile binerler, alem-i şehadeti seyredip gezerler. Hem denilebilir ki, bir kısım ecsam-ı hayvaniye, hadiste “tuyurun hudrun” tesmiye edilen Cennet kuşlarından tut, ta sineklere kadar, bir cins ervahın tayyareleridirler. Onlar, bunların içine emr-i Hak ile girerler, alem-i cismaniyatı seyran edip o cesetlerdeki hasselerin pencereleriyle cismani mucizat-ı fıtratı temaşa ederler.
Elbette, kesafetli topraktan ve küduretli sudan mütemadiyen letafetli hayatı ve nuraniyetli zevil-idraki halk eden Halıkın, elbette ruha ve hayata münasip şu nur denizinden ve hatta zulmet bahrinden bir kısım zişuur mahlukları vardır. Hem çok kesretli olarak vardır. Melaike ve ruhaniyatın vücutlarına dair Nokta namında bir risalemde ve Yirmi Dokuzuncu Sözde iki kere iki dört eder derecesinde bir katiyetle ispat edilmiştir. Eğer istersen ona müracaat et.
İKİNCİ BASAMAK
Zemin ile gökler, bir hükumetin iki memleketi gibi birbirine alakadardırlar. Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muameleler vardır. Zemine lazım olan ziya, hararet ve bereket ve rahmet gibi şeyler semadan geliyor, yani gönderiliyor.
Vahye istinad eden bütün edyan-ı semaviyenin icmaı ile ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevatürüyle, melaike ve ervah semadan zemine geliyorlar.
Bundan, hisse karib bir hads-i kati ile bilinir ki, sekene-i arz için, semaya çıkmak için bir yol vardır. Evet, nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semaya gider. Öyle de, ağırlıklarını bırakan ervah-ı enbiya ve evliya veya cesetlerini çıkaran ervah-ı emvat, izn-i İlahi ile oraya giderler. Madem hiffet ve letafet bulanlar oraya giderler. Elbette cesed-i misali giyen ve ervah gibi hafif ve latif bir kısım sekene-i arz ve hava, semaya gidebilirler.
ÜÇÜNCÜ BASAMAK
Semanın sükut ve sükuneti ve intizam ve ıttıradı ve vüsat ve nuraniyeti gösterir ki, sekenesi, zeminin sekenesi gibi değiller; belki, bütün ahalisi mutidirler. Ne emrolunsa onu işlerler. Müzahame ve münakaşayı icap edecek bir sebep yoktur. Zira memleket geniş, fıtratları safi, kendileri masum, makamları sabittir.
Evet, zeminde ezdad içtima etmiş, eşrar ahyara karışmış, içlerinde münakaşat başlamış. O sebepten ihtilafat ve ıztırabat düşmüş. Ve ondan imtihanat ve müsabakat teklif edilmiş. Ve ondan terakkiyat ve tedenniyat çıkmış. Şu hakikatin hikmeti şudur ki:
Beşer, şecere-i hilkatin en son cüzü olan meyvesidir. Malumdur ki, bir şeyin semeresi en uzak, en cemiyetli, en nazik, en ehemmiyetli cüzüdür. İşte bunun için, semere-i alem olan insan en cami, en bedi, en aciz, en zayıf ve en latif bir mucize-i kudret olduğundan, beşiği ve meskeni olan zemin, asumana nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber, manen ve sanaten bütün kainatın kalbi, merkezi, bütün mucizat-ı sanatın meşheri, sergisi ve bütün tecelliyat-ı esmasının mazharı, nokta-i mihrakiyesi ve nihayetsiz faaliyet-i Rabbaniyenin mahşeri ve makesi ve hadsiz hallakıyet-i İlahiyenin, hususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva-ı sağiresinde cevadane icadın medarı ve çarşısı ve pek geniş ahiret alemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegahı ve mensucat-ı ebediyenin süratle işleyen destgahı ve menazır-ı sermediyenin süratle değişen taklitgahı ve besatin-i daimenin tohumcuklarına süratle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegahı olmuştur.
İşte, arzın bu azamet-i maneviyesinden ve ehemmiyet-i sanaviyesindendir ki, Kuran-ı Hakim, semavata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semavata denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semavatı bir kefede koyuyor; mükerreren رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ der.
Hem arzın şu mezkur hikmetlerden neşet eden süratli tahavvülü ve devamlı tagayyürü iktiza eder ki, sekenesi de ona göre mazhar-ı tahavvülat olsun.
Hem şu mahdut arz, hadsiz mucizat-ı kudrete mazhar olduğundandır ki, en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvalarına, sair zihayatlar gibi fıtri bir had ve hulki bir kayıt konulmadığı için, nihayetsiz terakki ve nihayetsiz tedenniye mazhar olmuşlar. Enbiyadan, evliya dan tut, ta Nemrutlara, ta şeytanlara kadar, uzun bir meydan-ı imtihanları peyda olmuştur. Madem öyledir; elbette firavunlaşmış şeytanlar, hadsiz şeraretiyle semaya ve ehline taş atacaklar.
DÖRDÜNCÜ BASAMAK
Bütün alemlerin Rabbi ve Müdebbiri ve Halıkı olan Zat-ı Zülcelalin, ahkamları ayrı ayrı pek çok namları ve ünvanları ve Esma-i Hüsnası vardır. Mesela, ashab-ı Nebi safında küffara karşı muharebe etmek için melaikeleri göndermesini iktiza eden hangi isim ve ünvan ise, o isim ve ünvan iktiza eder ki, melaike ile şeyatin ortasında muharebe bulunsun ve ahyar-ı semaviyyin ve eşrar-ı arzin mabeynlerinde mübareze olsun. Evet, küffarın nüfus ve enfasları kabza-i kudretinde olan Kadir-i Zülcelal, bir emirle, bir sayha ile onları mahvetmiyor. Rububiyet-i amme ünvanıyla, Hakim ve Müdebbir ismiyle bir meydan-ı imtihan ve mübareze açıyor.
Temsilde hata olmasın, görüyoruz ki, nasıl ki bir padişahın daire-i hükumeti itibarıyla ayrı ayrı pek çok ünvanları, isimleri bulunur. Mesela daire-i adliye onu Hakim-i adil ismiyle yad eder. Daire-i askeriye onu Kumandan-ı azam namıyla bilir.
Daire-i meşihat onu Halife ismiyle zikreder. Daire-i mülkiye onu Sultan namiyle tanır. Muti ahali ona Merhametkar Padişah derler. asi insanlar ona Kahhar Hakim derler. Daha bunlara kıyas et. İşte, bazı vakit oluyor ki, bütün ahali onun elinde olan o padişah-ı ali aciz, zelil bir asiyi bir emirle idam etmiyor. Belki Hakim-i adil ismiyle onu mahkemeye gönderir. Hem muktedir, hem sadık bir memurunu taltife liyakatini biliyor. Fakat hususi ilmiyle, hususi telefonuyla onu taltif etmiyor. Belki, haşmet-i saltanat ve tedbir-i hükumet ünvanıyla mükafata istihkakını teşhir etmek için bir meydan-ı müsabaka açar, vezirine emreder, ahaliyi temaşaya davet eder. Bir istikbal-i siyasi yaptırır, muhteşem bir imtihan-ı ulvi neticesinde bir mecma-ı alide onu taltif eder, liyakatini ilan eder. Daha başka cihetleri bunlara kıyas et.
İşte, وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى Ezel, Ebed Sultanının pek çok Esma-i Hüsnası vardır. Tecelliyat-ı celaliye ve tezahürat-ı cemaliye ile pek çok şuunatı ve unvanları vardır. Nur ve zulmet, yaz ve kış, Cennet ve Cehennemin vücudunu iktiza eden isim ve ünvan ve şeni ise, kanun-u tenasül, kanun-u müsabaka, kanun-u teavün gibi pek çok umumi kanunlar misillü, kanun-u mübarezenin dahi bir derece tamimini isterler. Kalb etrafındaki ilhamat ve vesveselerin mübarezelerinden tut, ta sema afakında melaike ve şeytanların mübarezesine kadar, o kanunun şümulünü iktiza eder.
BEŞİNCİ BASAMAK
Madem arzdan semaya gidip gelmek var. Semadan arza inip çıkmak oluyor; ehemmiyetli levazımat-ı arziye oradan gönderiliyor. Ve madem ervah-ı tayyibeler semaya gidiyorlar. Elbette, ervah-ı habise dahi, ahyarı takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs edecekler. Çünkü vücutça letafet ve hiffetleri var. Hem şüphesiz tard ve red edilecekler. Çünkü mahiyetçe şeraret ve nuhusetleri vardır.
Hem, bilaşek vela şüphe, şu muamele-i mühimmenin, şu mübareze-i maneviyenin, alem-i şehadette bir alameti, bir işareti bulunacaktır. Çünkü, saltanat-ı Rububiyetin hikmeti iktiza eder ki, zişuur için, bahusus en mühim vazifesi müşahede ve şehadet ve dellallık ve nezaret olan insan için tasarrufat-ı gaybiyenin mühimlerine bir işaret koysun, birer alamet bıraksın. (Nasıl ki, nihayetsiz bahar mucizatına yağmuru işaret koymuş ve havarık-ı sanatına esbab-ı zahiriyeyi alamet etmiş.) Ta alem-i şehadet ehlini işhad etsin. Belki o acip temaşaya, umum ehl-i semavat ve sekene-i arzın enzar-ı dikkatlerini celb etsin. Yani, o koca semavatı, etrafında nöbettarlar dizilmiş, burçları tezyin edilmiş bir kale hükmünde, bir şehir suretinde gösterip haşmet-i Rububiyetini tefekkür ettirsin.
Madem şu mübareze-i ulviyenin ilanı, hikmeten lazımdır. Elbette ona bir işaret vardır. Halbuki, hadisat-ı cevviye ve semaviye içinde, şu ilana münasip hiçbir hadise görünmüyor. Bundan daha ensebi yoktur. Zira, yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan mancınıklar ve işaret fişeklerine benzeyen şu hadise-i necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar ensep düştüğü bedaheten anlaşılır. Halbuki, şu hadisenin, bu hikmetten ve şu gayeden başka, ona münasip bir hikmeti bilinmiyor. Sair hadisat öyle değil. Hem şu hikmet, zaman-ı ademden beri meşhurdur ve ehl-i hakikat için meşhuddur.
ALTINCI BASAMAK
Beşer ve cin, nihayetsiz şerre ve cühuda müstaid olduklarından, nihayetsiz bir temerrüd ve bir tuğyan yaparlar. İşte, bunun için, Kuran-ı Hakim öyle icazkar bir belağatle ve öyle ali ve bahir üsluplarla ve öyle gàli ve zahir temsiller ve mesellerle ins ve cinni isyandan ve tuğyandan zecreder ki, kainatı titretir. Mesela, “Ey ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, hudud-u mülkümden, elinizden gelirse çıkınız” meseline işaret eden
يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ فَبِاَىِّ اٰلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَنُحَاسٌ فَلاَ تَنْتَصِرَانِ
ayetindeki azametli inzara ve dehşetli tehdide ve şiddetli zecre dikkat et. Nasıl ins ve cinnin gayet mağrurane temerrüdlerini, gayet mucizane bir belağatle kırar. Aczlerini ilan eder. Saltanat-ı Rububiyetin genişliği ve azameti nisbetinde ne kadar aciz ve biçare olduklarını gösterir. Güya şu ayetle, hem وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ ayetiyle böyle diyor ki:
“Ey hakareti içinde mağrur ve mütemerrid, ey zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan cin ve ins! Nasıl cesaret edersiniz ki, isyanınızla öyle bir Sultan-ı Zişanın evamirine karşı geliyorsunuz ki, yıldızlar, aylar, güneşler emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler.
“Hem tuğyanınızla öyle bir Hakim-i Zülcelale karşı mübareze ediyorsunuz ki, öyle azametli muti askerleri var; faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerlerecmedebilirler.
“Hem küfranınızla öyle bir Malik-i Zülcelalin memleketinde isyan ediyorsunuz ki, ibadından ve cünudundan öyleleri var ki, değil sizin gibi küçücük aciz mahlukları, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kafir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri, şuvazlı nuhasları size atabilirler, sizi dağıtırlar.
“Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, o kanunla öyleler bağlıdır; eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreniz misillü yıldızları üstünüze yağdırabilirler.”
Evet, Kuranda bazı mühim tahşidat vardır ki, düşmanların kuvvetli olduğundan ileri gelmiyor. Belki haşmetin izharı ve düşman şenaatinin teşhiri gibi sebeplerden ileri geliyor.
Hem bazan kemal-i intizamı ve nihayet adli ve gayet ilmi ve kuvvet-i hikmeti göstermek için, en büyük ve kuvvetli esbabı, en küçük ve zayıf birşeye karşı tahşid eder ve üstünde tutar; düşürtmez, tecavüz ettirmez. Mesela şu ayete bak:
وَاِنْ تَظَاهَرَا عَلَيْهِ فَاِنَّ اللهَ هُوَ مَوْلٰيهُ وَجِبْرِيلُ وَصَالِحُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمَلٰۤئِكَةُ بَعْدَ ذٰلِكَ ظَهِيرٌ
Ne kadar Nebi hakkına hürmet ve ne kadar ezvacın hukukuna merhamet var. Şu mühim tahşidat, yalnız hürmet-i Nebinin azametini ve iki zaifenin şekvalarının ehemmiyetini ve haklarının riayetini rahimane ifade etmek içindir.
YEDİNCİ BASAMAK
Melekler ve semekler gibi, yıldızların dahi gayet muhtelif efradları vardır. Bir kısmı nihayet küçük, bir kısmı gayet büyüktür. Hatta gökyüzünde her parlayana yıldız denilir. İşte bu yıldız cinsinden bir nevi de, nazenin sema yüzünün murassa ziynetleri ve o ağacın münevver meyveleri ve o denizin müsebbih balıkları hükmünde, Fatır-ı Zülcelal, Sani-i Zülcemal onları yaratmış ve meleklerine mesireler, binekler, menziller yapmıştır. Ve yıldızların küçük bir nevini de şeyatinin recmine alet etmiş.
İşte bu recm-i şeyatin için atılan şahapların üç manası olabilir.
Birincisi: Kanun-u mübareze en geniş dairede dahi cereyan ettiğine remiz ve alamettir.
İkincisi: Semavatta huşyar nöbettarlar, muti sekeneler var. Arzlı şerirlerin ihtilatından ve istimalarından hoşlanmayan cünudullah bulunduğuna ilan ve işarettir.
Üçüncüsü: Muzahrafat-ı arziyenin mümessilat-ı habiseleri olan casus şeytanları, temiz ve temizlerin meskeni olan semayı telvis etmemek ve nüfus-u habise hesabına tecessüs ettirmemek için, edepsiz casusları korkutmak için atılan mancınıklar ve işaret fişekleri misillü, o şeytanları ebvab-ı semadan o şahaplarla red ve tarddır.
İşte, yıldız böceği hükmünde olan kafa fenerine itimad eden ve Kuran güneşinden gözünü yuman kozmoğrafyacı efendi! Şu Yedi Basamaklarda işaret edilen hakikatlere birden bak. Gözünü aç, kafa fenerini bırak, gündüz gibi icaz ışığı içinde şu ayetin manasını gör. O ayetin semasından bir hakikat yıldızı al, senin başındaki şeytana at, kendi şeytanını recmet. Biz dahi etmeliyiz ve رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ beraber demeliyiz.
فَلِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
On Beşinci Sözün Zeyli
(Yirmi Altıncı Mektupun Birinci Mebhası)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللهِ اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Hüccetül-Kuran aleş-Şeytan ve Hizbihi
İBLİSİ İLZAM, şeytanı ifham, ehl-i tuğyanı iskat eden Birinci Mebhas, bitarafane muhakeme içinde Şeytanın müdhiş bir desisesini, kati bir surette reddeden bir vakıadır. O vakıanın mücmel bir kısmını on sene evvel Lemeatta yazmıştım. Şöyle ki:
Bu risalenin telifinden on bir sene evvel, Ramazan-ı Şerifte, İstanbulda, Bayezid Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat manevi bir ses işittim gibi bana geldi, zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim. Baktım ki, bana der:
“Sen Kuranı pek ali, çok parlak görüyorsun. Bitarafane muhakeme et, öyle bak. Yani, bir beşer kelamı farz et, bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?”
Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelamı farz edip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezidin elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kuranın parlak ışıkları gizlenmeye başladı.
O vakit anladım ki, benimle konuşan şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor. Kurandan istimdad ettim. Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kati bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı.
Dedim: Ey Şeytan! Bitarafane muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir.
Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bitarafane muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bitaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kurana kelam-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Batılı iltizamdır, bitarafane değildir. Belki batıla tarafgirliktir.
Şeytan dedi ki: “Öyle ise ne Allahın kelamı, ne de beşer kelamı deme. Ortada farz et, bak.”
Ben dedim: O da olamaz. Çünkü, münazaun fih bir mal bulunsa, eğer iki müddei birbirine yakınsa ve kurbiyet-i mekan varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddei birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta, biri mağripte ise, o vakit, kaideten, sahibülyed kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak kabil değildir.
İşte, Kuran kıymettar bir maldır. Beşer kelamı Cenab-ı Hakkın kelamından ne kadar uzaksa, o iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, seradan Süreyyaya kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem ortası yoktur. Çünkü, vücut ve adem gibi ve nakızeyn gibi iki zıttırlar; ortası olamaz. Öyle ise, Kuran için sahibülyed, taraf-ı İlahidir. Öyle ise, Onun elinde kabul edilip, öylece delail-i ispata bakılacak. Eğer öteki taraf, Onun kelamullah olduğuna dair bütün burhanları birer birer çürütse, elini ona uzatabilir; yoksa uzatamaz.
Heyhat! Binler berahin-i katiyenin mıhlarıyla Arş-ı azama çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip, onu düşürebilir?
İşte, ey Şeytan, senin rağmına, ehl-i hak ve insaf bu suretteki hakikatli muhakeme ile muhakeme ederler. Hatta, en küçük bir delilde dahi Kurana karşı imanlarını ziyadeleştirirler. Senin ve şakirtlerinin gösterdiği yol ise:
Bir kere beşer kelamı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok burhanların metanetinde birtek burhan lazım ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Maneviye çaksın—ta küfrün zulümatından kurtulup imanın envarına erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bitarafane muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar.
Şeytan döndü ve dedi: “Kuran beşer kelamına benziyor; onların muhaveresi tarzındadır. Demek beşer kelamıdır. Eğer Allahın kelamı olsa, Ona yakışacak, her cihetçe harikulade bir tarzı olacaktı. Onun sanatı nasıl beşer sanatına benzemiyor; kelamı da benzememeli.”
Cevaben dedim: Nasıl ki Peygamberimiz (a.s.m.), mucizatından ve hasaisinden başka, efal ve ahval ve etvarında beşeriyette kalıp, beşer gibi adet-i İlahiyeye ve evamir-i tekviniyesine münkad ve muti olmuş. O da soğuk çeker, elem çeker, ve hakeza… Herbir ahval ve etvarında harikulade bir vaziyet verilmemiş—ta ki ümmetine efaliyle imam olsun, etvarıyla rehber olsun, umum harekatıyla ders versin. Eğer her etvarında harikulade olsaydı, bizzat her cihetçe imam olamazdı, herkese mürşid-i mutlak olamazdı, bütün ahvaliyle rahmeten lil-alemin olamazdı.
Aynen öyle de, Kuran-ı Hakim, ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemale rehberdir, ehl-i hakikate muallimdir. Öyle ise, beşerin muhaveratı ve üslubu tarzında olmak, zaruri ve katidir. Çünkü, cin ve ins münacatını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesailini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşeretini ondan taallüm ediyor, ve hakeza, herkes onu merci yapıyor. Öyle ise, eğer Musa ın Tur-i Sinada işittiği kelamullah tarzında olsaydı, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci edemezdi.
Hazret-i Musa gibi bir ulülazm, ancak birkaç kelamı işitmeye tahammül etmiştir. Musa demiş:
اَهٰكَذَا كَلاَمُكَ ؟ قَالَ اللهُ : لِى قُوَّةُ جَمِيعِ اْلاَلْسِنَةِ
Şeytan döndü yine, dedi ki: “Kuranın meseleleri gibi, çok zatlar o çeşit meseleleri din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?”
Cevaben, Kuranın nuruyla dedim ki:
Evvela: Dindar bir adam, din muhabbeti için, “Hak böyledir, hakikat budur, Allahın emri böyledir” der. Yoksa, Allahı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allahın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz. فَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللهِ düsturundan titrer.
Ve saniyen: Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten insanları iğfal ederler; fakat daimi iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, ala külli hal, etvar ve ahvali içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar sahtekarlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.
Eğer sahtekarlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, mesela adi bir adam İbn-i Sina gibi bir dahiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki, “Bu sahtekardır!”
İşte—haşa, yüz bin defa haşa—Kuran beşer kelamı farz edildiği vakit, nasıl bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz, hakiki bir yıldız olarak rasat ehline görünsün?
Hem bir sinek, bir sene tamamen tavus suretini tasannusuz temaşa ehline göstersin? Hem sahtekar, ami bir nefer, namdar, ali bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin? Hem müfteri, yalancı, itikadsız bir adam, müddet-i ömründe daima en sadık, en emin, en mutekid bir zatın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telaşsız göstersin, dahilerin nazarında tasannuu saklansın? Bu ise yüz derece muhaldir; ona hiçbir ziakıl mümkün diyemez. Ve öyle de farz etmek, bedihi bir muhali vaki farz etmek gibi bir hezeyandır.
Aynen öyle de, Kuranı kelam-ı beşer farz etmek, lazım gelir ki, alem-i İslamın semasında bilmüşahede pek parlak ve daima envar-ı hakaiki neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemalat telakki edilen Kitab-ı Mübinin—haşa—mahiyeti bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu daima ali ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytanette ileri gitsen, buna imkan verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız manen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.
Salisen: Hem, Kuranı beşer kelamı farz etmek, lazım gelir ki, asarıyla, tesiratıyla, netaiciyle alem-i insaniyetin bilmüşahede en ruhlu ve hayatfeşan, en hakikatli ve saadetresan, en cemiyetli ve mucizbeyan, ali meziyetleriyle yaldızlı bir Furkanın gizli hakikati—haşa—muavenetsiz, ilimsiz birtek insanın sahtekar, adi fikrinin tasniatı olsun ve yakından onu temaşa eden ve merakla dikkat eden büyük zekalar, ulvi dehalar onda hiçbir zaman, hiçbir cihette sahtekarlık ve tasannu eserini görmesin; daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlası bulsun.
Bu ise, yüz derece muhal olmakla beraber, bütün ahvaliyle, akvaliyle, harekatıyla bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlası, ciddiyeti, istikameti gösteren ve ders veren ve sıddıkinleri yetiştiren en yüksek, en parlak, en ali haslet telakki edilen ve kabul edilen bir zatı en emniyetsiz, en ihlassız, en itikadsız farz etmekle, muzaaf bir muhali vaki görmek gibi, Şeytanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı küfridir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kuran kelamullah olmazsa, Arştan zemine düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik iken, menba-ı hurafat olur. Ve o harika fermanı gösteren zat-haşa, sümme haşa-eğer Resulallah olmazsa, ala-yı illiyyinden esfel-i safiline sukut etmek ve menba-ı kemalat derecesinden maden-i desais makamına düşmek lazım gelir, ortada kalmaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en edna bir dereceye düşer. Bir sineği daimi bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsafını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lazım ki buna ihtimal versin.
Rabian: Hem, Kuranı kelam-ı beşer farz etmek, lazım gelir ki, nev-i beni ademin en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) mukaddes kumandanı olan Kuran, bilmüşahede kuvvetli kanunlarıyla, esaslı düsturlarıyla, nafiz emirleriyle, o pek büyük orduyu iki cihanı fethedecek bir derecede bir intizam verdiği ve bir inzibat altına aldığı-maddi ve manevi teçhiz ettiği ve umum o efradın derecatına göre akıllarını talim ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshir ve vicdanlarını tathir, aza ve cevarihlerini istimal ve istihdam ettiği halde—haşa, yüz bin defa haşa—kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzme farz edip, yüz derece muhali kabul etmek lazım gelmekle beraber; müddet-i hayatında ciddi harekatıyla Hakkın kanunlarını beni ademe ders veren ve samimi efaliyle hakikatin düsturlarını beşere talim eden ve halis ve makul akvaliyle istikametin ve saadetin usullerini gösteren ve tesis eden ve bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, Allahın azabından çok havf eden ve herkesten ziyade Allahı bilen ve bildiren ve nev-i beşerin beşten birisine ve küre-i arzın yarısına bin üç yüz elli sene kemal-i haşmetle kumandanlık eden ve cihanı velveleye veren ve şöhretşiar şuunatıyla, nev-i beşerin, belki kainatın elhak medar-ı fahri olan bir zatı—haşa, yüz bin defa haşa—sahtekar, Allahtan korkmaz ve bilmez, haysiyetini tanımaz, insaniyetin adi derecesinde farz etmekle, yüz derece muhali birden irtikap etmek lazım gelir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kuran kelamullah olmazsa, Arştan düşse, orta yerde kalamaz. Belki yerde en yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lazım gelir. Bu ise, ey Şeytan, yüz derece sen katmerli bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi ikna edemezsin.
Şeytan döndü, dedi: “Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur akıllerine Kuranı ve Muhammedi inkar ettirdim.”
Elcevap: Evvela: Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadar denilebilir.
Saniyen: Hem tebei ve sathi bir nazarla bakılsa, gayet muhal birşey mümkün görünebilir.
Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilalini görmek için semaya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı ay zannetmiş, “Ayı gördüm” demiş. İşte, muhaldir ki, hilal o beyaz kıl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve o saçı tebei ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için, o muhali mümkün telakki etmiş.
Salisen: Hem kabul etmemek başkadır, inkar etmek başkadır.
Adem-i kabul bir lakaytlıktır, bir göz kapamaktır ve cahilane bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.
Amma inkar ise, o adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur.
O halde, senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır, sonra inkarı ona yutturur. Hem, ey Şeytan, batılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalalet ve safsata ve inat ve muğalata ve mükabere ve iğfal ve görenek gibi şeytani desiselerle, çok muhalatı intaç eden inkar ve küfrü, o bedbaht, insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun.
Rabian: Hem, Kuranı kelam-ı beşer farz etmek, lazım gelir ki, alem-i insaniyetin semavatında yıldızlar gibi parlayan asfiyalara, sıddıkinlere, aktablara bilmüşahede rehberlik eden ve bilbedahe mütemadiyen hak ve hakkaniyeti, sıdk ve sadakati, emn ve emaneti umum tabakat-ı ehl-i kemale talim eden ve erkan-ı imaniyenin hakaikiyle ve erkan-ı İslamiyenin desatiriyle iki cihanın saadetini temin eden ve bu icraatının şehadetiyle bizzarure hak ve halis ve safi hakikat ve gayet doğru ve pek ciddi olmak lazım gelen bir kitabı, kendi evsafının ve tesiratının ve envarının zıddıyla muttasıf tasavvur edip—haşa, sümme haşa—bir sahtekarın tasniat ve iftiralarının mecmuası nazarıyla bakmak, sofestaileri ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şeni bir hezeyan-ı küfri olmakla beraber; izhar ettiği din ve şeriat-ı İslamiyenin şehadetiyle ve müddet-i hayatında gösterdiği bilittifak fevkalade takvasının ve halis ve safi ubudiyetinin delaletiyle ve bilittifak kendinde görünen ahlak-ı hasenesinin iktizasıyla ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatin ve sahib-i kemalatın tasdikiyle en mutekid, en metin, en emin, en sadık bir zatı—haşa, sümme haşa, yüz bin kere haşa—itikadsız, en emniyetsiz, Allahtan korkmaz bir vaziyette farz etmek, muhalatın en çirkin ve menfur bir suretini ve dalaletin en zulümlü ve zulmetli bir tarzını irtikap etmek lazım gelir.
Elhasıl: On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde denildiği gibi, nasıl kulaklı ami tabakası, icaz-ı Kuran fehminde demiş: “Kuran, bütün dinlediğim ve dünyada mevcut kitaplara kıyas edilse, hiçbirisine benzemiyor ve onların derecesinde değildir.” Öyle ise, ya Kuran umumun altındadır veya umumun fevkinde bir derecesi vardır. Umumun altındaki şık ise, muhal olmakla beraber, hiçbir düşman, hatta Şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öyle ise, Kuran umum kitapların fevkindedir; öyle ise mucizedir.
Aynen öyle de, biz de ilm-i usul ve fenn-i mantıkça sebr ve taksim denilen en kati bir hüccetle deriz:
Ey Şeytan ve ey Şeytanın şakirtleri! Kuran ya Arş-ı azamdan ve İsm-i azamdan gelmiş bir kelamullahtır veyahut—haşa, sümme haşa, yüz bin kere haşa—yerde, sahtekar ve Allahtan korkmaz ve Allahı bilmez, itikadsız bir beşerin düzmesidir. Bu ise, ey Şeytan, sabık hüccetlere karşı bunu sen diyemezdin ve diyemezsin ve diyemeyeceksin. Öyle ise, bizzarure ve bilaşüphe, Kuran Halık-ı Kainatın kelamıdır. Çünkü ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz. Nasıl ki kati bir surette ispat ettik; sen de gördün ve dinledin.
Hem Muhammed aleyhissalatü vesselam ya Resulallahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlukatın efdalidir; veyahut—haşa, yüz bin defa haşa—Allaha iftira ettiği ve Allahı bilmediği ve azabına inanmadığı için, itikadsız, esfel-i safiline sukut etmiş bir beşer farz etmek lazım gelir ki bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa feylesofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o feylesofların en müfsitleri ve o Asya münafıklarının en vicdansızları dahi diyorlar ki: “Muhammed-i Arabi (a.s.m.) çok akıllıydı ve çok güzel ahlaklıydı.”
Madem şu mesele iki şıkka münhasırdır. Ve madem ikinci şık muhaldir ve hiçbir kimse buna sahip çıkmıyor. Ve madem kati hüccetlerle ispat ettik ki, ortası yoktur. Elbette ve bizzarure, senin ve hizbüşşeytanın rağmına olarak, bilbedahe ve bihakkılyakin, Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselam Resulallahtır ve bütün resullerin ekmelidir ve bütün mahlukatın efdalidir.
عَلَيْهِ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ بِعَدَدِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَۤانِّ
Şeytanın İkinci Küçük Bir İtirazı
Sure-i قۤ وَالْقُرْاٰنِ الْمَجِيدِ i okurken,
مَا يَلْفِظُ مِنْ قَوْلٍ اِلاَّ لَدَيْهِ رَقِيبٌ عَتِيدٌ وَجَۤاءَتْ سَكْرَةُ الْمَوْتِ بِالْحَقِّ ذٰلِكَ مَا كُنْتَ مِنْهُ تَحِيدُ وَنُفِخَ فِى الصُّورِ ذٰلِكَ يَوْمُ الْوَعِيدِ وَجَۤاءَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَعَهَا سَۤائِقٌ وَشَهِيدٌ لَقَدْ كُنْتَ فِى غَفْلَةٍ مِنْ هٰذَا فَكَشَفْنَا عَنْكَ غِطَۤاءَكَ فَبَصَرُكَ الْيَوْمَ حَدِيدٌ وَقَالَ قَرِينُهُ هٰذَا مَا لَدَىَّ عَتِيدٌ اَلْقِيَا فِى جَهَنَّمَ كُلَّ كَفَّارٍ عَنِيدٍ
Şu ayetleri okurken Şeytan dedi ki: “Kuranın en mühim fesahatini, siz onun selasetinde ve vuzuhunda buluyorsunuz. Halbuki şu ayette nereden nereye atlıyor! Sekerattan, ta kıyamete atlıyor. Nefh-i surdan,muhasebenin hitamına intikal ediyor ve ondan Cehenneme idhali zikrediyor. Bu acip atlamaklar içinde hangi selaset kalır? Kuranın ekser yerlerinde, böyle birbirinden uzak meseleleri birleştiriyor. Böyle münasebetsiz vaziyetiyle selaset ve fesahat nerede kalır?”
Elcevap: Kuran-ı Mucizül-Beyanın esas-ı icazı, en mühimlerinden belağatinden sonra icazdır. Îcaz, icaz-ı Kuranın en metin ve en mühim bir esasıdır. Kuran-ı Hakimde şu mucizane icaz o kadar çoktur ve o kadar güzeldir ki, ehl-i tetkik, karşısında hayrettedirler. Mesela,
وَقِيلَ يَۤا اَرْضُ ابْلَعِى مَۤاءَكِ وَيَا سَمَۤاءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ الْمَۤاءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ
وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
kısa birkaç cümleyle Tufan hadise-i azimesini netaiciyle öyle icazkarane ve mucizane beyan ediyor ki, çok ehl-i belağati, belağatine secde ettirmiş.
Hem mesela,
كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوٰيهَا اِذِ انْبَعَثَ اَشْقٰيهَا فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللهِ نَاقَةَ اللهِ وَسُقْيٰيهَا فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوّٰيهَا وَلاَ يَخَافُ عُقْبٰيهَا
İşte, kavm-i Semudun acip ve mühim hadisatını ve netaicini ve su-i akıbetlerini böyle kısa birkaç cümle ile, icaz içinde bir icaz ile, selasetli ve vuzuhlu ve fehmi ihlal etmez bir tarzda beyan ediyor.
Hem mesela,
وَذَا النُّونِ اِذْ ذَهَبَ مُغَاضِبًا فَظَنَّ اَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ فَنَادٰى فِى الظُّلُمَاتِ اَنْ
لاَ اِلٰهَ اِلاَّۤ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ
İşte, اَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ cümlesinden فَنَادٰى فِى الظُّلُمَاتِ cümlesine kadar çok cümleler matvidir, o mezkur olmayan cümleler ise fehmi ihlal etmiyor, selasetine zarar vermiyor. Yunus ın kıssasından mühim esasları zikreder, mütebakisini akla havale eder.
Hem mesela, Sure-i Yusufta فَاَرْسِلُونِ kelimesinden يُوسُفُ اَيُّهَا الصِّدِّيقُ ortasında yedi sekiz cümle, icaz ile tayyedilmiş; hiç fehmi ihlal etmiyor, selasetine zarar vermiyor. Bu çeşit mucizane icazlar Kuranda pek çoktur. Hem pek güzeldir.
Amma Sure-i Kafın ayeti ise, ondaki icaz pek acip ve mucizanedir. Çünkü, kafirlerin pek müthiş ve çok uzun ve bir günü elli bin sene olan istikbaline ve o istikbalin dehşetli inkılabatında kafirin başına gelecek elim ve mühim hadisata birer birer parmak basıyor, şimşek gibi fikri onlar üstünde gezdiriyor. O pek çok uzun zamanı, hazır bir sahife gibi nazara gösteriyor; zikredilmeyen hadisatı hayale havale edip ali bir selasetle beyan eder.
وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
İşte, ey Şeytan, şimdi bir sözün daha varsa söyle.
Şeytan der: “Bunlara karşı gelemem, müdafaa edemem. Fakat çok ahmaklar var, beni dinliyorlar. Ve insan suretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar. Ve feylesoflardan çok firavunlar var, enaniyetlerini okşayan meseleleri benden ders alıyorlar, senin bu gibi Sözlerin neşrine sed çekerler. Bunun için sana teslim-i silah etmem.”