alemlere rahmet olarak gönderilen Habib-i ekrem efendimiz Mekkeye umre için gittiklerinde, Eshabından Velid bin Velid hazretlerine; “Halid nerelerde? Onun gibi birinin İslamiyeti tanımaması, bilmemesi olamaz. Keşke o, bütün gayret ve kahramanlıklarını müslümanların yanında, müşriklere karşı gösterseydi ne kadar hayırlı olurdu. Kendisini sever, üstün tutardık” buyurmuştu. Velid bin Velid , daha önce de ağabeyine zaman zaman mektup yazar, müslüman olmasını teşvik ederdi. Peygamber efendimizin bu mübarek sözlerini de ulaştırınca, İslamiyete olan meyli gittikçe fazlalaştı. Umre ziyaretini yapan sahabiler, Medineye dönmüşlerdi. Aradan günler geçmiş, hicretin sekizinci yılına girilmişti. Halid bin Velid ise, artık yerinde duramıyor, bir an önce Medineye ulaşmak, alemlerin efendisinin huzurunda diz çöküp, müslüman olmakla şereflenmek için yanıp tutuşuyordu. Kendisi şöyle anlatmıştır:
“Allah bana Peygamber efendimizin muhabbetini ihsan etti. Kalbime İslamın sevgisini yerleştirdi. Hayrı ve şerri ayıracak hale getirdi. Kendi kendime; “Ben, Muhammed a karşı bütün savaşlarda bulundum. Ama her savaş yerini terk ederken, bozuk ve yanlış bir hal üzere olduğumu ve Onun bir gün mutlaka bize galip geleceğini biliyor ve bu hislerle ayrılıyordum. Resulallah , Hudeybiyeye geldiği zaman da, düşman süvarilerinin komutanı idim. Usfanda onlara yaklaşıp gözüktüm. Resulallah, bizden emin bir şekilde, Eshabına öğle namazı kıldırıyordu. Üzerlerine ani baskın yapmak istedik, ama mümkün olmadı. Böyle olması da hayırlı oldu. Resulallah, kalbimizden geçenleri anlamış olmalı ki, ikindi namazını temkinli kıldılar. Bu durum bana çok tesir etti. Bu zat her halde, Allah tarafından korunuyor olmalı dedim. Birbirimizden ayrıldık. Ben, çeşitli düşünceler içindeyken, Muhammed umre için Mekkeye gelince, Ona görünmedim. Kardeşim Velidle birlikte gelmişler ve beni bulamamışlardı. Kardeşim şöyle bir mektup bırakmıştı: “Bismillahirrahmanirrahim! Allaha hamd ü sena ve Resulallaha salat-ü selamdan sonra derim ki, hakikaten ben, senin İslamiyetten yüz çevirip gitmen kadar şaşılacak bir şey bilmiyorum. Halbuki, gittiğin yolun yanlış olduğunu anlamaktan aciz değilsin. Niye aklını kullanmıyorsun? İslamiyet gibi bir dini tanıyıp anlayamaman ne kadar tuhaf! Peygamber efendimiz, bana seni sordu. Senin, İslamiyeti tanıyıp, gayret ve kahramanlığını müslümanların arasında, müşriklere karşı kullanmanı arzu ediyorlar. Ey kardeşim! Çok fırsatları kaçırdın; artık daha fazla gecikme!”
Kardeşimin mektubu bana ulaşınca, müslüman olma arzusu bende çok kuvvetlendi. Gitmek için acele ediyordum. Resulallahın söyledikleri beni çok sevindirmişti. O gece uyurken, rüyamda sıkıntılı, dar ve çöl gibi susuz yerlerden, yemyeşil, geniş ve ferah bir yere çıkmıştım. Medineye varınca, bu rüyamı Ebu Bekre anlatıp, tabirini ondan sormaya karar verdim.
Ben, Resulallaha gitmek için toparlanırken; “Acaba, oraya giderken bana kim arkadaş olabilir?” diye düşünüyordum. O sıra Safvan bin Ümeyyeye rastladım. Vaziyeti ona anlattım. Teklifimi reddetti. Daha sonra İkrime bin Ebu Cehle rastladım. O da reddedince evime gittim. Hayvanıma binip, Osman bin Talhanın yanına vardım. Ona da müslüman olmak üzere, Resulallaha gideceğimi ve bana arkadaşlık yapmasını söyledim. Tereddütsüz kabul etti ve ertesi günü seher vakti birlikte yola çıktık. Hadde denilen yere vardığımızda, Amr bin as ile karşılaştık. O da müslüman olmak için Medineye gidiyordu.
Medineye vardık. Elbisemin en güzelini giyip, Resulallah efendimizle görüşmeye hazırlandım. O sırada kardeşim Velid geldi ve; “Acele et. Çünkü Peygamber efendimize sizin geldiğiniz haber verilmiş O da çok sevinmiştir. Şimdi sizi bekliyor” dedi. Acele ile, O yüce peygamberin huzuruna vardım. Gülümsüyordu. Selam verdim; “Allahtan başka ilah olmadığına ve senin de Allahın peygamberi olduğuna şehadet ediyorum” dedim. “Seni hidayete erdiren, doğru yolu gösteren Allaha hamd olsun” buyurdu. Sonra günahlarımın affı için Allaha dua etmesini istedim. Benim için dua etti ve; “İslamiyet, kendisinden önce işlenmiş olan günahları kesip atar” buyurdu. Diğer iki arkadaşım da müslüman oldular.”
Böylece, Mekkenin en bahadırlarından, gözünü budaktan esirgemeyen, gayeleri uğrunda canlarını vermekten zerre kadar çekinmeyen bu üç pehlivan, gönüllerinden coşan bir samimiyetle Resulallah efendimizin huzurunda Eshab-ı kiramdan olmakla şereflenmişlerdi. Artık, bütün güçleriyle küfrü yok etmek için çalışacaklardı. Onların müslüman olmalarına, sahabiler çok sevinmişler, sevinçlerini; “Allahü ekber!” diye tekbirlerle açığa vurmuşlardı.
Hicretin sekizinci yılında, alemlere rahmet olan Server-i Kainat aleyhi efdalüs salevat efendimiz, İslamiyetin yayılması için yine çeşitli kabilelere, devletlere elçiler gönderdiler. Bunların bazılarından müsbet neticeler gelmiş, fakat Busra valisine gönderilen Haris bin Ümeyr hazretleri, Şamın Belka nahiyesinin Mute köyünde hristiyan askerleri tarafından tutuklanmıştı. Şam valisi Şürahbil bin Amrın yanına götürülen Haris, elçi olduğu halde, alçakça katledilip, şehid edilmişti.
Bu habere sevgili Peygamberimiz çok üzülmüşler ve derhal kahraman Eshabının toplanmasını emir buyurmuşlardı. Bu emri alan Sahabiler, çocuklarıyla helallaşıp acele Cürf ordugahında toplandılar. Habib-i ekrem efendimiz öğle namazını kıldırdıktan sonra; “Cihada çıkacak olan şu insanlara, Zeyd bin Hariseyi kumandan tayin ettim! Zeyd bin Harise şehid olursa, yerine Cafer bin Ebi Talib geçsin. Cafer bin Ebi Talib şehid olursa, Abdullah bin Revaha geçsin. Abdullah bin Revaha da şehid olursa, müslümanlar aralarında münasip birini seçsin ve onu kendilerine kumandan yapsın!” buyurdu. Bunun üzerine Eshab-ı kiram, isimleri sayılan kahramanların şehid olacağını anlayarak ağlamaya başladılar; “Ya Resulallah! Keşke sağ kalsalar da kendilerinden istifade etseydik!…” dediler. Peygamber efendimiz onlara cevap vermeyip sustular.
Bunları, orada bulunan Zeyd, Cafer ve Abdullah da işitmişler ve büyük bir sevince gark olmuşlardı. Çünkü en büyük gayeleri Allahın dinini yayarken şehid olmaktı. Artık müjde verilmiş ve bunu bizzat kendi kulakları ile işitmişlerdi. Mücahidler hazırlıklarını bitirmişler, kumandanlarını bekliyorlardı. Sevgili Peygamberimiz, beyaz İslam sancağını Zeyd bin Harise hazretlerine teslim etti. Ona, Haris bin Ümeyrin şehid edildiği yere kadar gitmesini ve İslamı tebliğ etmesini emretti. Kabul etmezlerse düşmanla çarpışmasını emir buyurdular.
Abdullah bin Revaha hazretleri, yanındaki kumandan arkadaşlarıyla birlikte vedalaştıkları sırada, ağladı. Ona; “Ey Revahanın oğlu! Ne için ağlıyorsun?” diye sordular. Şair olan Abdullah bin Revaha ;
“Ağlamamın sebebi, değil dünya sevgisi,
Ve değildir vallahi, özleyeceğim sizi.
Asıl sebep şudur ki, Kuran-ı keriminde,
Şöyle buyurmaktadır, Rabbimiz bir ayette:
“Muhakkak biliniz ki, sizlerin içinizden,
Hiç bir kimse yoktur ki, geçmesin Cehennemden…”
İşittim bu ayeti, Resulallah okurken,
Cehenneme uğrarsam, nasıl sabrederim ben!”
dedi. Arkadaşları; “Allah seni, sevgili kulları zümresine ilhak etsin, salihlerden olasın!” diye dua ettiler. Sonra Abdullah bin Revaha hazretleri; “Fakat ben, Allahtan mağfiret olunmak diliyorum. Bir de, kanları fışkırtıp köpürten bir kılıç darbesiyle veya ciğer ve barsaklarımı kasıp kavuran bir mızrak saplanmasıyla şehid olmak istiyorum!…” dedi.
Ordu gitmeye hazırlandığı sırada, Abdullah bin Revaha, Peygamber efendimizin yanına varıp vedalaştıktan sonra; “Ya Resulallah! Bana ezberliyeceğim ve aklımdan hiç çıkarmayacağım bir şey tavsiye buyurur musunuz?” dedi. Peygamber efendimiz ona; “Sen, yarın Allaha pek az secde edilen bir ülkeye varacaksın. Orada secdeleri, namazları çoğalt” buyurdu. Abdullah bin Revaha; “Ya Resulallah! Bana, nasihatinizi çoğaltır mısınız?” deyince, sevgili Peygamberimiz; “Allahı daima zikret. Çünkü, Allahı zikr, umduğuna ermende sana yardımcı olur” buyurdu.
Üçbin kişilik İslam ordusu; “Allahü ekber! Allahü ekber!” tekbirleri arasında yürümeye başladı. Sevgili Peygamberimiz ve Medinede kalan sahabiler, mücahid gazileri Veda yokuşuna kadar takib ettiler. Burada alemlerin efendisi, mübarek İslam ordusuna şöyle hitab ettiler: “Ben size, Allahın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmanızı, yanınızdaki müslümanlara karşı hayırlı olmanızı ve onlara iyi davranmanızı tavsiye ederim. Allahın yolunda, Onun ismini söyleyerek harbediniz. Ganimet alınan mallara hıyanet etmeyiniz. Ahde vefasızlık göstermeyiniz. Çocukları öldürmeyiniz. Orada hristiyanların kiliselerinde, insanlardan ayrılıp kendilerini ibadete vermiş bazı kimseler bulacaksınız. Onlara dokunmaktan sakınınız! Onların dışında, başlarında şeytanların yuvalandıkları bazı kimselere de rastlayacaksınız ki, onların başlarını kılıcınızla koparınız. Siz, kadınları, yaşlanmış pir-i fanileri öldürmeyiniz. Ağaçları yakmayınız ve kesmeyiniz. Evleri de yıkmayınız!” Baş kumandan Zeyd bin Hariseye de; “Müşriklerden düşmanınla karşılaştığın zaman, onları üç husustan birine davet et!… (Eğer müslüman olurlarsa,) onları, Muhacirler yurdu olan Medineye hicret etmeye davet et! Davetini kabul ederlerse, Muhacirlerin sahip oldukları haklara kendilerinin de sahip olacaklarını ve onların mükellef oldukları vazifelerle kendilerinin de mükellef olacaklarını bildir. Şayet müslüman olup ülkelerinde oturmayı tercih ederlerse, müslümanlardan göçebe Arablar gibi olacaklarını ve onlar hakkında uygulanan ilahi hükmün, kendileri için de uygulanacağını, harp ganimetlerinden kendilerine bir şey ayrılamayacağını ve ganimetten ancak müslümanların yanında harbedenlerin faydalanacağını bildir! Eğer İslamı kabul etmezlerse, onları cizye vermeye davet et! İçlerinde bunu kabul edenlere dokunma! Cizye vermeye de yanaşmazlarsa, Allahın yardımına sığınarak onlarla harb et!…” buyurdular.
Bu nasihatlerden sonra mücahidlerle vedalaştılar. İslam ordusu, tekbir sadalarıyla ayrıldı. Geride kalanlar, gidenlere el sallayıp; “Allah sizi her türlü tehlikeden muhafaza buyursun, yine sağ salim geri çevirsin…” diye dua ediyorlardı. Ufuktan kayboluncaya kadar, yaşlı gözlerle arkalarından gıbta ile baktılar… Zeyd bin Harisenin elindeki mukaddes sancak dalgalanıyor, mücahidler bilinmeyen uzun bir yolculuğa Allahın dinine hizmet için gidiyorlardı.
İslam ordusu, hızla Suriyeye doğru ilerliyordu. Yolculuk hadisesiz ve neşeli geçiyordu. Mücahidler, bir an önce düşmanla karşılaşmak için sabırsızlanyorlardı. Şehidliği isteyenlerin içinde en arzulu olanlardan biri de Abdullah bin Revaha hazretleriydi. Bunu Zeyd bin Erkam şöyle anlattı:
“Ben Abdullah bin Revahanın terbiyesi altında yetişmiş bir yetimdim. O, Mute seferine çıktığında, beni de devesinin arkasına bindirmişti. Geceleyin bir müddet gidince, dudaklarından şu beytler dökülüyordu.
“Ey devem! Kumluktaki, kuyuya eğer beni,
Oradan da dört konak, götürürsen ileri.
Çıkarmam artık seni, bundan başka sefere,
Sahipsiz kalacaksın, az sonra, ona göre.
Ben herhalde evime, geri dönmeyeceğim,
Umarım ki bu harpte, ben şehid düşeceğim.
Son konakta müminler, geçti beni hız ile,
Ey Revahanın oğlu, en yakınların bile.
Kardeşlik bağlarını, kopararak geçtiler,
Seni Hak tealaya bırakıp da gittiler.
Artık düşünmüyorum, geride ne malım var?
Hiç umurumda değil, ağaçlarla hurmalar!”
Bunları, işitince, ağladım. Abdullah bin Revaha bana kamçısıyla dokunarak; “Ey yaramaz! Sana ne oluyor? Böyle söylememin sana, ne zararı var? Allah, bana şehitlik nasib ederse, sen de hayvan üzerinde geri dönüp, yerine ulaşırsın. Ben ise dünyanın bütün dertlerinden, tasa ve üzüntülerinden, hadiselerinden kurtulur, rahata kavuşurum” dedi. İnip iki rekat namaz kıldı. Sonunda uzunca bir dua yaptıktan sonra bana; “Ey çocuk!” diye seslendi. “Buyur” dediğimde; “Bu seferde inşaallah şehitlik nasib olacaktır!” dedi.
Kahraman sahabiler, Suriyeye yaklaşırlarken Şam valisi Şürahbil bin Amr, İslam ordusunun yaklaşmakta olduğunu çoktan haber almıştı. Hemen Bizans kayseri Herakliüse durumu bildirip, büyük bir yardım alarak rahatlamıştı. Çünkü yaptığı istihbarata göre, müslümanlar ancak üç-beş bin kişiydi. Buna karşı kendi ordusu, yüzbini aşıyordu. Silahların ise, haddi hasabı yoktu.
Eshab-ı kiram aleyhimürrıdvan, Şam topraklarından Muana vardıkları sırada, Rumların yüzbin kişilik bir ordu ile üzerlerine geldiklerini öğrendiler. Orada konaklayıp iki gece kaldılar. Kumandan Zeyd bin Harise hazretleri, arkadaşlarını toplayıp durumu bildirdi. Rum ordusuna karşı ne yapmak lazım geldiği hakkındaki görüşlerini sordu. Sahabilerden bazıları; “Rum ordusuyla karşılaşmadan, ülkelerine ani baskınlar düzenleyelim. İnsanlarını esir alıp Medineye dönelim”; bazıları da; “Resul a mektup yazıp, düşmanın sayısını bildirelim. Bize acele asker göndermesini, veya ne yapmamız gerektiğini soralım” diyorlardı. İkinci görüşün daha uygun olduğuna karar verdikleri sırada, Abdullah bin Revaha hazretleri söze karışarak;
“Ey Kavmim ne sebepten, tereddüt edersiniz?
Şehid olmak kasdiyle, cenge gelmedik mi biz?
Silahça, süvarice, çokluk olduğumuzdan,
Dolayı savaşmadık, kafirlerle hiç bir an.
Allahın, bize ihsan ettiği,
Şu din kuvveti ile, savaştık aslan gibi.
Gidiniz, çarpışınız, muhakkak iyilik var,
Bu işin neticesi, ya şehadet ya zafer.
Bedr günü vallahi, vardı iki atımız,
Uhudda tek at ile, pek azdı silahımız.
Bu cenkte galip gelmek, varsa eğer kaderde,
Zaten böyle vadetti, Allah ve Peygamber de.
Hak teala vadinden, dönmez asla geriye,
Ey müminler öyleyse, yürüyün ileriye.
Şehidlik varsa eğer, bizim kaderimizde,
Kavuşuruz Cennette, şehid kardeşimize.”
dedi. Abdullah bin Revahanın bu sözleri, mücahidleri cesaretlendirmişti. “Vallahi Revahanın oğlu, doğru söylüyor” dediler.
Artık karar alınmıştı. Şehid oluncaya kadar harbe devam edeceklerdi, Şanlı sahabiler, Mute isimli köye geldiklerinde, yüzbin kişilik Rum ordusuyla karşılaştılar. Dağ taş düşman askeri ile dolmuştu. Bir tarafta, Allahın dinini yaymak için ta Medineden kalkıp Şama kadar gelen üçbin kişilik bir İslam ordusu; öte yanda, İslamı boğmak için toplanan yüzbin kişilik bir kafir sürüsü bulunuyordu… Görünüşte, mukayese kabul etmez bir kuvvet dengesi vardı. Buna göre, bir müslümanın otuzdan fazla Rum ile çarpışması icab ediyordu.
Her iki taraf da harp düzenine girdiler. Bu sırada, Peygamber efendimizin emri gereği, İslam ordusundan bir heyetin, Rum ordugahına doğru ilerlediği görüldü. Bunlar Rum ordusuna, İslama gelmelerini, yoksa cizye vermelerini teklif ettiler. Fakat onlar, bu daveti reddettiler. Artık kaybedilecek zaman yoktu. Kumandan Zeyd bin Harise hazretleri, elinde mukaddes İslam sancağı olduğu halde, ordusuna hücum emrini verdi. Bu anı bekleyen mücahidler; “Allahü ekber!” nidaları ile ok gibi ileri fırladılar. Şimşek gibi kılıçlarını çekip, fırtına gibi düşmanın ortasına daldılar… At kişnemeleri, kılıç şakırtıları, tekbir sadaları ve vurulanların feryadları ayyuka çıkıyor, daha harbin başında, meydan, kan gölü haline geliyordu. Şanlı sahabiler, her kılıç sallayışlarında ya bir baş, ya bir kol düşürüyorlardı. Elinde Resulallahın beyaz sancağı olan Zeyd, düşmanın ta ortalarında; “Allah Allah” diyerek vuruşuyordu. Salladığı kılıçlarla etrafını bir anda açıyor, düşmanı karşısına çıktığına pişman ediyordu. Kumandanlarının kahramanca çarpışmasını gören şanlı sahabiler, ondan geri kalmıyor, tek başına otuz düşmana kılıç yetiştirip onları tepelemeye çalışıyorlardı. Bir ara, bir kaç mızrağın birden, kumandan Zeydin mübarek göğsüne saplandığı görüldü. Arkasından diğer mızraklar, onu takib etti. Şanlı sahabinin vücudu, delik deşik olmuştu. Derken Zeyd bir Harisenin sıcak toprağa düştüğü ve çok özlediği şehadet şerbetini içtiği görüldü.
Zeyd bin Hariseyi takib eden Cafer, hemen sancağı kaptı. İslam sancağının dalgalandığını gören mücahidler, yeni bir aşk ile savaşa devam ediyorlardı. Cafer de, Zeyd bin Harise gibi kahramanca çarpışıyordu. Bir taraftan düşmana saldırıyor, diğer yandan da arkadaşlarına cesaret ve heyecan veriyordu. Yiğitçe çarpışan bu yeni kumandan, daha hızlı, daha seri hareketlerle kılıç sallıyor, düşmana göz açtırmıyordu. Cafer, kendisinden geçmiş bir halde çarpışırken, arkadaşlarından bir hayli ileri gitmişti. Rumların ortasında tek başına dövüşüyor, her birine ayrı ayrı kılıç vuruyordu. Fakat bu gidişin, dönüşü olmadığını anlamakta gecikmedi. Kahraman kumandan; “Bana düşen, kafirlerin her birine kılıcımla vurmaktır!” diyor, Allahın mübarek ismini dilinden düşürmüyor ve bitmez bir güçle çarpışıyordu. Nihayet bir düşman askeri, Caferin sağ koluna bir kılıç vurdu. Sağ eli kesilen Cafer, mukaddes İslam sancağını sol eliyle yere düşmeden yakaladı. Kaldırıp yine dalgalandırdı. Derken bir kılıç darbesi daha… Sol eli de kesilmişti. Bu defa sancağı, kesik kollarının arasında göğsüne bastırarak dalgalandırmaya çalıştı. Fakat bir biri peşinden şiddetle inen düşman kılıçları ile çok özlediği şehadet mertebesine kavuştu. Mübarek ruhu, Cennetin en yüksek derecelerine uçmuştu… Bedeninde doksandan ziyade kılıç ve mızrak yarası sayılmıştı.
Kumandanlarının şehid düştüğünü gören kahraman mücahidler, yere düşen İslam sancağını kaptıkları gibi, Abdullah bin Revaha hazretlerine teslim ettiler. O da, atının üzerinde sancağı dalgalandırarak düşmana şiddette saldırdı. Bir taraftan önüne gelen düşmanı tepeliyor, bir taraftan da, şöyle diyordu:
“Ey nefsim, bana boyun eğeceksin elbette,
Bugün şehid olurum, yemin ettim bu harpte.
Ya sen kendiliğinden, razı olursun buna,
Ya kabul ettiririm, bunu ben, zorla sana.
Eğer öldürülmezsen, şayet sen bu savaşta,
Hiç ölmeyecek misin, ey nefsim söyle bana.
Cafer bin Ebi Talib ve Zeyd bin Harisenin,
Yaptığını yaparsan, bil ki iyi edersin.
Onlar şehid oldular, ey nefsim durma geri,
Sonra bedbaht olursun, haydi atıl ileri.”
Hazret-i Abdullah da; “Allahü ekber!” nidaları arasında düşmanla amansız bir mücadeleye tutuşmuştu. Bir ara bir kılıç darbesi parmağına isabet etti ve kesik parmak elinde sallanmaya başladı. Allahın ve Resulünün aşkıyla yanan bu mübarek kumandan, derhal atından yere atladı, çarpışmasına engel olan yaralı parmağını, ayağının altına alıp; “Sen sadece, yaralı bir parmak değil misin? Zaten bu kazaya da Allahın yolunda uğramış bulunuyorsun!” diyerek çekip kopardı. Şimşek gibi atına atlayıp, olanca gücü ile yine çarpışmaya başladı. Fakat bu kadar çarpışmasına rağmen, şehitlik mertebesine kavuşamadığı için kendi kendini kınamaya başladı… Tekrar tekrar düşmana saldırdı. Sonunda bir mızrak darbesi ile yere düştü. Allah ve Resulü yolunda çarpışırken şehid olup, mübarek ruhu Cennete uçtu…
O anda Abdullahın yanında çarpışan Ebül-Yüsr Kab bin Umeyr , sancağı dalgalandırmaya çalıştı. Gözlerini Eshab arasında dolaştırarak kendisinden daha yaşlı ve olgun birini araştırdı. Sabit bin Ekremi görünce, sancağı ona teslim etti. Sabit, sancağı mücahidlerin önüne dikdikten sonra; “Ey kardeşlerim! Acele içinizden birini kumandan seçiniz ve ona tabi olunuz” dedi. Onlar; “Seni seçtik” dedilerse de, Sabit bunu kabul etmedi. Gözleri Halid bin Velid hazretlerine takıldı. Ona; “Ey Ebu Süleyman! Sancağı sen al!” dedi. Müslümanlar arasına yeni katılan Halid, edebinden mukaddes sancağı almak istemedi ve mübarek dudaklarından; “Ben bu sancağı senden alamam! Sen buna benden daha çok layıksın. Zira daha yaşlısın ve Bedr gazasında Resulallahın yanında çarpışmakla şereflenmişsin!…” sözleri dökülmüştü. Fakat zaman kıymetli idi. Etraflarındaki Eshab-ı kiram, düşmanla kıyasıya vuruşuyor, yüzbin kişilik düşmanı geriletmeye çalışıyordu. Sabit, sözünü tekrarladı: “Ey Halid! Resulallahın mukaddes sancağını çabuk al! Vallahi, bunu sana vermek için almıştım. Sen, harbin usulünü benden daha iyi bilirsin!” dedi ve etrafındaki mücahidlere; “Ey kardeşlerim! Halidin kumandan olmasındaki görüşünüz nedir?” diye sordu. Onlar da hep bir ağızdan; “Onu başımıza kumandan yaptık” dediler. Bunun üzerine Halid, alemlerin efendisinin mübarek eliyle teslim ettiği sancağı, büyük bir hürmet ve edeb ile alıp öptü. Atına allayıp düşmana bütün haşmet ve heybetiyle saldırdı.
Kahraman sahabiler yeni kumandanlarının peşinde tekrar hücuma geçtiler. Halid görülmemiş bir cesaret ve maharetle çarpışıyordu, önüne geleni devirip düşürüyordu. Bir ara Kutbe bin Katade hazretleri, düşman kumandanlarından Malik bin Zafilenin başını gövdesinden ayırdı. Rumların maneviyatları bozulmuştu. Fakat vakit daralmış, akşam olmuş ve hava kararmaya başlamıştı. Karanlıkta savaşmak oldukça tehlikeliydi. Çünkü yanlışlıkla kendi arkadaşlarını vurabilirlerdi…
Bu sebeple her iki taraf da karargahlarına çekildi. Yaralılar tedavi altına alındı. Halid, harp sanatında dahi idi. Sabahleyin düşmanın karşısına yeni bir taktikle çıkmak ve onları şaşırtmak istiyordu. O gece, askerlerin yerlerini değiştirdi. Sağ taraftakileri sola, soldakileri sağa, öndekileri arkaya, arkadakileri de öne aldı.
Sabahleyin tekrar hücuma kalkan kahraman mücahidler, “Allahü ekber” nidaları arasında çarpışmaya başladı. Düşman askerleri, kendilerine saldıran askerleri ilk defa görüyordu. Bunlar dünkü çarpıştıkları kimseler değildi. Herhalde, Müslümanlara yeni bir ordu yardıma gelmişti!… Bunları büyük bir korku içinde düşünen Rum askerlerinin maneviyatları bozuldu. Paniğe kapıldılar. Bunu fırsat bilen Halid ve kahraman sahabiler, o gün çok daha güzel çarpışarak düşmana kılıç vurdular ve binlercesinin canını Cehenneme gönderdiler. O gün Halid bin Velid hazretlerinin elinde dokuz kılıç kırılmıştı. Allahın ihsanı, Resulallah efendimizin duaları bereketiyle üçbin mücahid gazi, yüzbin düşman askerini bozguna uğratmıştı. Bu büyük meydan muharebesinde onbeş şehid verilmişti. Böylece, Bizans imparatorluğuna, haddi bildirilmiş, daha güneye akınlar düzenlemelerine engel olunmuştu…
Resulallah ve Nebiyy-i muhterem efendimiz, kendisine harp meydanından bir haber gelmeden önce, Mutede olanları bildirmek üzere Eshabını mescide toplamıştı. Sevgili Peygamberimizin mübarek yüzlerinden çok üzüntülü olduğu anlaşılıyor, daha çok üzülür korkusu ile kimse bir şey soramıyordu. Nihayet Eshab-ı kiramdan biri; “Canımız sana feda olsun ya Resulallah! Sizde olan üzüntüyü gördüğümüzden beri içimiz kan ağlıyor, üzüntümüzün derecesini ancak cenab-ı Hak bilir!” dedi. Sevgili Peygamberimizin mübarek gözlerinden yaşlar boşandı ve buyurdular ki: “Bende gördüğünüz üzüntü, beni hüzün içinde bırakan şey, Eshabımın şehid olmaları idi. Bu hal, onları, Cennette karşılıklı tahtlar üzerinde oturmuş kardeşler olarak görünceye kadar devam etti. Zeyd bin Harise, sancağı eline aldı. Nihayet şehid edildi. O şimdi Cennete girdi. Orada koşup duruyor. Sonra sancağı Cafer bin Ebi Talib aldı. Düşman ordularına saldırdı. Çarpıştı ve nihayet o da şehid oldu. O, şehid olarak Cennete girdi ve yakuttan iki kanat ile dilediği gibi uçup duruyor. Caferden sonra sancağı, Abdullah bin Revaha aldı. Elinde sancak olduğu halde düşmanlarla çarpıştı ve şehid oldu ve Cennete girdi. Onlar, Cennette altından tahtlar üzerinde bana gösterildi. Ey Allahım! Zeydi mağfiret eyle!… Ey Allahım! Caferi mağfiret eyle! Ey Allahım Abdullah bin Revahayi mağfiret eyle!”
alemlerin efendisinin mübarek gözlerinden hala yaşlar boşanıyordu. Göz yaşları arasında şöyle devam ettiler: “Abdullah bin Revahadan sonra sancağı Halid bin Velid aldı. İşte şimdi harp şiddetlendi. Ey Allahım! O (Halid bin Velid), senin kılıçlarından bir kılıçtır. Onu yardım eyle!…” buyurdular.
Sevgili Peygamberimiz, Allahın izni ile bin kilometreden daha uzak olan harp meydanındaki durumu, bir mucize olarak görmüş ve Eshabına bildirmişti. Cafer bin Ebi Talib hazretlerinin şehid düştüğü gün bu hadiseyi anlattıktan sonra kalktılar, Caferin evine gittiler. Hanımı Esma, evinin işlerini bitirmiş, çocuklarını yıkayıp saçlarını taramıştı. Sevgili Peygamberimiz: “Ey Esma! Caferin oğulları nerede? Onları bana getir!” buyurdular. Esma Hatun çocukları getirince, Resulallah efendimiz onları bağrına bastı ve doya doya öpüp kokladı. Mübarek kalbleri dayanamadı, mübarek gözlerinden yaşlar sicim gibi akmaya başladı. Bunu gören Caferin hanımı; Anam-babam, canım sana feda olsun ya Resulallah! Niçin oğullarıma yetimlere yaptığınız merhameti gösteriyorsunuz? Yoksa Cafer ve arkadaşlarından acı bir haber mi aldınız?!” diye yalvararak sordu. alemlerin efendisi, çok müteessir olmuştu: “Evet!… Onlar, bugün şehid oldular!…” buyurdu. Esma validemiz de yetim yavrularını bağrına basarak ağlamaya başladı. Bu manzaraya sevgili Peygamberimiz fazla dayanamamış, oradan ayrılmışlardı.
Seadethanelerine dönen Habib-i ekrem efendimiz, zevce-i mutahharalarına; “Caferin ailesi için yemek hazırlamayı ihmal etmeyiniz!” buyurdu. Üç gün şehid ailelerine yemekler gönderildi.
Aradan günler geçmişti ki, Medineye müjde haberini Yala bin Ümeyye hazretleri ulaştırdı. Olup bitenleri daha söylemeden Resulallah efendimiz, ona; “İstersen olanları sen haber ver, istersen ben sana söyleyeyim!” buyurarak harp meydanında olanları teferruatıyla anlattılar. Bunun üzerine Yala bin Ümeyye ; “Seni hak din ve Kitabla peygamber olarak gönderen Allaha yemin ederim ki, mücahidlerin başından geçen hadiselerden anlatmadık bir tek hadise bırakmadın” dedi. Efendimiz de; “Allah, benim için aradaki mesafeyi kaldırdı da, harp meydanını gözlerimle gördüm” buyurdular.
Bir kaç gün sonra haberciler, İslam ordusunun Medineye yaklaştığını bildirdiler. Peygamber efendimiz, Eshabı ile kalktılar, Medinenin dışına karşılamaya çıktılar. Uzaklardan bir toz bulutu kalkıyor, mukaddes İslam sancağı dalgalanyordu. Kılıç, kalkan parıltıları, etrafı ayna gibi ışıldatıyordu… Herkesde, derin bir heyecan göze çarpıyordu. Biraz sonra başlarında Halid bin Velid hazretleri olduğu halde, mücahid gaziler Medineye girdiler.