Nurlu Medinede, görünüşte müslüman, hakikatte münafık olan yahudiler bulunurdu. Bunların içlerinde sihir yapmakta meşhur, münafık Lebid bin Asam isminde biri vardı. Yahudiler ona altın vererek; “Muhammedin, kavmimizi Medineden sürüp çıkardığını ve erkeklerimizi nasıl öldürdüğünü bilirsin. Ona sihir yapıp cezalandırmanı istiyoruz!” dediler. O da bunu kabul edip, sevgili Peygamberimizin mübarek saçlarından ve tarağının dişlerinden elde etmeye çalıştı. Bu arzusunu, Resulallah efendimizin hizmetinde çalışan bir yahudi çocuğu ile gerçekleştirdi. Lebid, Peygamber efendimizin mübarek saçlarına ve tarak dişlerine bir ip ile onbir düğüm bağlayıp, üfledi. Kuyuda bir taşın altına bastırıp bıraktı. Bundan sonra, Peygamber efendimizin sıhhati bozuldu. Hastalanıp yatağa düştüler ve günlerce kalkamadılar. Eshab-ı kiram, sık sık ziyarete gelip, her geçen gün rahatsızlığın şiddetlendiğini gördükçe; ciğerleri dağlanır, gözlerinden yaş yerine kan dökerlerdi. Münafıklar ise, sevinçlerinden bayram yaparlardı.
Nihayet bir gün Peygamber efendimiz, Ayşe validemize buyurdu ki: “Ey Ayşe! Bilir misin? Allah, bana kendisinde şifam olan şeyi bildirdi ki, bana iki kişi (Cebrail ve Mikail) gelip biri baş ucumda, öbürü de ayak ucumda oturdu, ve biri öbürüne; “Bu zatın hastalığı nedir?” diye sordu. O da; “Sihir yapılmıştır” diye cevap verdi. “Kim sihir yapmıştır?” diye sorduğunda da, Öbür melek; “Lebid bin Asam” diye cevap verdi. Sonra; “Bu sihir ne ile yapılmıştır?” diye sordu. O da; “Bir tarakla saç döküntüsüne ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine” diye cevap verdi. “O nerededir?” sualine de; “Zervan kuyusunda” diye cevap verdi.”
Zervan, Medinede Beni Züreyk kabilesinin bahçesinde bulunan bir kuyu idi. Resulallah efendimiz, o kuyuya Ali, Zübeyr, Talha ve Ammarı gönderdi. Kuyunun suyunu çekip, dibindeki taşı kaldırdılar. Altından onbir düğüm ile düğümlenmiş bir iplik buldular. Alıp, sevgili Peygamberimize getirdiler. Bir hayli uğraşmalarına rağmen düğümleri çözemediler. Cebrail gelip, Felak ve Nas surelerini getirdi. Resulallah efendimiz bu sureleri yani toplam onbir ayet-i kerimeden her birini okudukça, düğümün biri çözüldü. Düğümler bitince, Kainatın efendisi rahata ve sıhhate kavuştular.
Lebid yahudisi yakalanıp, Resulallah efendimizin huzuruna getirildi. Peygamber efendimiz, ona; “Allah, bana, yaptığın sihri haber vererek yerini gösterdi. Sen, bunu niçin yaptın?” buyurduklarında, “Altına olan muhabbetim!…” diye cevap verdi. Eshab-ı kiramdan bazıları; “Ya Resulallah! İzin verirsen, şu yahudinin boynunu vuralım!” dediklerinde, şahsı için hiç kimseye ceza vermeyen, sevgili Peygamberimiz; “Onun, sonunda göreceği ilahi azab, daha şiddetlidir” buyurarak, öldürülmesine izin vermediler.
Yahudiler, Medineden sürülünce, Arabistanın kuzey taraflarına gitmişlerdi. Bunlardan bir kısmı, Hayberde kalıp yerleştiler. Bir kısmı ise kuzeyde bulunan Şama gittiler. Resulallah efendimize suikast tertip etmeleri sebebiyle yurtlarından çıkarılmışlardı. Fakat müslümanlara karşı içlerindeki kin, hırs ve intikam duyguları hiç bir zaman sönmedi. Hatta günden güne şiddetlendi. Bir an önce Kainatın sultanı olan Allahın Habibinin hayatına son vermek, din-i İslamı ortadan kaldırmak istiyorlardı. İleri gelenlerinden bazıları; “Gatafanlılara gidip yardım isteyelim, müslümanlara karşı onlarla birlikte çarpışalım!” dediler. Bazıları da; “Fedek, Teyma ve Vad-il-Kura yahudilerini de yardıma çağırıp, müslümanlar bizim üzerimize saldırmadan, biz onların şehrine hücum edelim, olmuş olacak bütün intikamımızı alalım!…” dediler. Hayber yahudileri bu sözü kabul edip, çevredeki yahudi kabilelerini ve Gatafanlıları yardıma çağırdılar. Sadece Gatafanlılardan çok sayıda seçme savaşçı gelip, Hayberde hazırlıklara başladı.
Onlar bu hazırlıkları yaparken, alemlerin efendisi , yahudilerin durumlarından haberdar oldu. Abdullah bin Revaha hazretlerinin yanına üç sahabi verip, derhal Hayberde olup bitenleri öğrenmek üzere gönderdi. Abdullah bin Revaha ve üç arkadaşı süratle Haybere geldiler. Burası, sekiz muhkem kalesi, verimli arazileri, bol miktarda bağ ve bahçeleri bulunan zengin bir şehirdi. Abdullah, arkadaşlarından birini Şıkk, birini Ketibe, diğerini Natat kalesine gönderdi. Kendisi de başka bir kaleye girip, üç gün yahudilerin durumlarını, harbe hazırlıklarını yakından incelediler. Üç günden sonra buluşma yerinde birleşip, süratle Medineye varıp, yaptıkları hazırlıkları Peygamber efendimize tek tek anlattılar.
Sevgili Peygamberimiz, Eshabının acele hazırlanmasını emretti. Yahudilerin, Medine-i münevvereye saldırmalarını önlemek için, Hayber üzerine gitmeye karar verdiler. Bu kararı duyan Medinede bulunan yahudiler telaşa düştüler. Müslümanların maneviyatlarını bozmak için; “Yemin ederiz ki, eğer siz, Hayberdeki kaleleri, oraya birikmiş yiğit savaşçıları görmüş olsaydınız, hiç bir zaman oraya adım atmazdınız!.. Dağların tepesindeki yüksek burçlu kaleleri, zırhlı yiğitler korumaktadır. Çevreden binlerce asker onlara yardıma gelmişlerdir!… Sizin, Hayberi fethetmeniz mümkün müdür?!…” diyorlardı. Bunlara karşı kahraman sahabiler; “Allah, Habibine, Hayberi fethedeceğini vad buyurmuştur” diyerek, yahudilerden hiç bir zaman korkmayacaklarını belirtiyorlardı. Eshabın bu kararlı hali, yahudileri daha çok üzüyor, endişeye düşürüyordu.
Münafıkların başı Abdullah bin Übeyy; “Muhammed, az bir kuvvetle üzerinize geliyor. Korkacak bir durum yok, fakat tedbirli olup, mallarınızı kalelerinize doldurun. Onları, kaleden çıkarak karşılayın!” diyerek, Haybere acele haber gönderdi.
Eshab-ı kiram hazırlıklarını tamamladı, evdekilerle helalaşıp, Peygamber efendimizin etrafında toplandı. İkiyüz süvari ve bindörtyüz piyade olmuşlardı. Allahın dinini yaymak, cihad etmek ve şehitlik mertebesine kavuşmak için sevgili Peygamberlerinin emrine hazır oldular. Bu sırada bazı kadınların, harpde, Eshab-ı kiramın yiyeceklerini hazırlamak, yaralıları sarmak ve daha başka yapabilecekleri işleri yapmak üzere Peygamber efendimizden vazife istedikleri görüldü. Resulallah efendimiz merhamet buyurup, onları bu sevabtan mahrum etmediler. Böylece mücahidlere, başta sevgili Peygamberimizin mübarek hanımı Ümmü Seleme hazretleri olmak üzere, yirmi hanım mücahide de katılmış oldu.
Resulallah , Medinede yerine vekil olarak, Gıfar kabilesinden Siba hazretlerini bıraktılar ve Haybere hareket emrini verdiler. Nümeyle bin Abdullahın bırakıldığı da bildirilmiştir. Yolculuk tekbirlerle başladı. Mazeretleri sebebiyle savaşa katılamayan, yaşları küçük olduğu için izin verilmeyen sahabiler, Peygamber efendimize ve kahraman babalarına, dedelerine, amcalarına, dayılarına ve ağabeylerine gıbta ile bakıyorlar, onları tekbir ve dualar ile uğurluyorlardı…
Takvim, hicretin yedinci yılını gösteriyordu. Peygamber efendimizin mukaddes sancağını Ali taşıyor; sağ kol kumandanlığını da Ömer yapıyordu. Yolculuk neşeli bir şekilde geçiyordu. Şairler, şiirleriyle, Allaha, verdiği nimetlerinden dolayı hamdediyorlar, sevgili Peygamberimize salevat söylüyor ve şanlı Eshabı medhetiyorlardı. Sahabiler de, bayrama gider gibi hep birlikte; “Allahü ekber! Allahü ekber! La ilahe illallahü vallahü ekber!” diyerek her tarafı inletiyorlardı. Her konak yerinde Kainatın sultanı; “Allahım! İstikbale endişelenmekten, geçmişe tasa etmekten, güçsüzlük ve gevşeklikten, cimrilik, korkaklık ve bel büken borçtan, zalim ve haksız kimselerin musallatından sana sığınırım.” diyerek dua buyuruyordu. Haybere yaklaşıldığı zaman, sevgili Peygamberimizin, Eshabını durdurduğu görüldü. El açarak; “Ey göklerin ve gölgelediklerinin Rabbi olan Allahım! Ey yerlerin ve üzerindekilerin rabbi olan Allahım! Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi olan Allahım! Ey rüzgarların ve savurduklarının Rabbi olan Allahım! Biz senden, bu beldenin hayrını ve iyiliğini, bu beldede yaşayan insanların hayrını ve iyiliğini, yine bu beldede bulunan herşeyin hayrını ve iyiliğini dileriz. Bu beldenin şerrinden, insanların şerrinden ve içindeki her şeyin şerrinden de sana sığınırız!” diye münacata başladılar. Sahabelerin dudaklarından; “amin, amin” sesleri dökülüyordu. Bundan sonra Eshabına; “Bismillahirrahmanirrahim diyerek ilerleyiniz” buyurdular.
Eshab-ı kiram , Resulallah efendimizin etrafında tekrar yürüyüşe geçtiler. Hayberin en güçlü kalelerinden Natat kalesi yakınına gelip, karargahlarını kurdular. Vakit akşamdı. Resulallah efendimiz, adet-i şerifesi, sabah olmadıkça baskın yapmaz ve önce İslama davet ederdi. Tekliflerini kabul etmedikleri takdirde harbe başlarlardı. Bu sebeple Eshab-ı kiram sabahı beklediler. Yahudilerin hiç biri, İslam ordusunun geldiğini anlamamıştı.
Kainatın efendisi, sabah namazını kıldırdıktan sonra hazırlıklarını bitirdi ve mücahidleri harekete geçirdi. İkiyüz süvari ve bindörtyüz piyade, düzenli hareketlerle Natat kalesi önlerine yaklaştılar. Bu sırada, bağ, bahçe, tarla işleriyle uğraşmak üzere kaleden çıkan yahudiler, bir anda İslam askerleriyle karşılaşınca şaşkına döndüler ve; “Yemin ederiz ki, bunlar Muhammed ve düzenli ordusudur!…” diyerek, gerisin geri kaçmaya başladılar. Onların bu halini gören sevgili Peygamberimiz; “Allahü ekber! Allahü ekber! Hayber, harab olup gitti” buyurdular ve bu mübarek sözünü üç defa tekrar ettiler.
Peygamber efendimiz , yahudilere; ya müslüman olmalarını, ya teslim olup haraç ve cizye vermelerini, yoksa harb edilip kan döküleceğini bildirdiler. Yahudiler, ileri gelenlerinden Sellam bin Mişkene gidip, durumu bildirdiler. Sellam; “Daha önce, Muhammedin üzerine yürüyünüz demiştim, kabul etmemiştiniz. Hiç olmazsa şimdi, onunla çarpışmakta gevşek davranmayınız. Müslümanlarla çarpışa çarpışa ölmeniz, hayatta kimsesiz kalmanızdan daha hayırlıdır!…” diyerek onları harbe teşvik etti. Yahudiler, süratle çocuk ve kadınlarını Ketibe kalesine, erzaklarını Naime, askerlerini de Natat kalesine yığdılar.
İslam ordusunun bu teklifine, yahudiler ok atmakla karşılık verdiler. Mücahidler, okları kalkanlarıyla karşıladılar. Sevgili Peygamberimizin emri ile yaylar gerildi, hep birden kale burçlarında bulunan yahudilerin üzerine; “Allahü ekber!…” sadaları arasında oklar fırlatıldı. Artık harb başlamıştı. Bir tarafta Kainatın sultanı ve kahraman Eshabı, İslamiyeti yaymak, onların müslüman olup Cehennemden kurtulmalarına sebeb olmak için çarpışıyorlardı. Diğer yanda ise, nasihatten anlamayan, her fırsatta müslümanları arkadan vurmak isteyen hakikati görmemekte direten yahudiler vardı. Hatem-ül enbiyanın (son Peygamberin), kendi kavimlerinden gelmediğini görünce, kıskançlıklarından, Onu kabul etmemişler, Peygamber efendimizi, çocukluğundan beri ortadan kaldırmak için, akıllarına gelen her kurnazlığa başvurmuşlar, fakat Allahın koruması ile hiç bir şey yapamamışlardı.
Binaltıyüz şanlı mücahidin üzerine, onbinden ziyade yahudi askeri ok atıyordu. Eshab-ı kiram, peşpeşe gelen bu oklara karşı kalkanlarıyla korunuyorlar, fırsat buldukça da, yere düşen okları yahudilerin üzerine fırlatıyorlardı. Fakat bazı sahabiler yaralanmışlardı. Bir ara Habibullah efendimizin huzuruna, Habbab bin Münzir hazretlerinin büyük bir edeb ile yanaştığı görüldü ve; “Canım sana feda olsun ya Resulallah! Karargahımızı, başka bir yere kursak olmaz mı?” diye sual edince, Peygamber efendimiz; “İnşaAllah akşam olunca değiştiririz!” buyurdular. Mücahidler, ok menzili içine girmişlerdi. Yahudilerin kaleden attığı oklar, İslam karargahının arkalarına kadar ulaşabiliyordu.
O gün akşama kadar, çarpışma ok ile devam etti. Elli kadar sahabi, atılan oklarla yaralanmışlardı. Akşam olunca, yeni bir karargah keşfi için Muhammed bin Mesleme hazretlerine vazife verildi. O da, Reci denilen mevkiin musaid olduğunu belirtince, İslam karargahı, buraya nakledildi. Yaralılar da tedavi görmeye başladı.
Ertesi gün Natat önlerine gelen kahraman Eshab, akşama kadar çarpıştı. Üçüncü, dördüncü ve beşinci günlerde de kuşatma devam etti. Yahudiler hep müdafaada kaldılar. O günlerde sevgili Peygamberimiz, şiddetli bir baş ağrısına tutulduklarından, iki gün mücahidlerin arasında bulunamadılar. İlk gün sancağı Ebu Bekre, ikinci gün Ömere verdiler. Her ikisi de, Eshab-ı kiramın başında, yahudilere karşı pek şiddetli çarpıştılar, fakat kaleyi fethetmek mümkün olmadı.
Bu arada cesaretleri artan yahudilerin, kale kapılarını açıp hücuma geçtikleri görüldü. Artık göğüs göğüse çarpışmaya başlamışlardı. Savaş pek ziyade kızışmıştı. Peygamber efendimiz, Eshabına; “Allahü ekber! Allahü ekber!… diyerek tekbir getiriniz” buyurdukça, tekbir sadaları arasında aşk ve şevk ile düşmana kılıç çalıyorlardı. Bir ara Muhammed bin Meslemenin kardeşi Mahmud şehid edildi. Çarpışmalar da, şiddetli bir şekilde, akşama kadar devam etti.
Ertesi gün Hayberin en ünlü kumandanlarından Merhab, zırhlara bürünmüş olduğu halde kaleden dışarı çıktı. Güçlü kuvvetli dev gibi bir adamdı. Şimdiye kadar, karşısına, bir pehlivan çıkmamıştı. Mücahidlere dönüp; “Ben, cesareti, kahramanlığı ile tanınmış Merhabım!” diyerek övünmeye başladı. Böyle övünürken, sahabilerin arasında bir mücahidin ileri atıldığı görüldü. Merhaba karşı; “Ben de, dehşetli ve şiddetli savaşların ortasına atılmaktan korkmayan amirim!.” diye nara attı ve derhal karşısına dikildi. Dev Merhab, üzerinde; “Kime değerse helak eder!…” yazılı kılıcını, amire olanca gücü ile vurdu. Kahraman amir anında kalkanını kaldırdı. Enli kılıç, kalkana çarptığında şiddetli bir ses ortalığı çınlattı ve kalkana saplandı. amir, yaradana sığınıp; “Ya Allah!” diyerek kılıcını Merhabın zırhlı bacaklarına çaldı. Kılıç, çelik zırha değer değmez, geri tepti ve birden sahabinin bacağına değiverdi. Kılıcın, şiddetli bir şekilde geri tepişi amirin bacağındaki atar damarının kesilmesine sebeb oldu Eshab-ı kiram, koşarak amiri kucakladılar ve tedavi için karargaha götürdüler. Fakat amir orada şehadete kavuştu.
Çarpışmalar bütün şiddeti ile devam ediyordu. Akşama doğru sevgili Peygamberimiz, yahudilere dörtbin askerle yardıma gelen ve harbe katılan müşrik Gatafanfılara, ayrılıp memleketlerine dönmelerini teklif etti. Bunu yaptıkları takdirde, Hayberin bir senelik hurma mahsulünü kendilerine vereceğini de vadetti. Fakat Gatafanlılar, bu teklifi reddettiler. Bunun üzerine alemlerin efendisi , Eshabına, Gatafanlıların bulunduğu kalenin etrafında sabahlamalarını emretti. Gatafanlıilar, gece mücahidlerin saldırmasından çok korktular, bir türlü uyuyamadılar. O gece, nereden geldiği belli olmayan bir ses; “Gatafan ülkesine baskın yapıldığını, çoluk-çocuklarının ve mallarının teslim alındığını” bildiriyordu. Bu ses, üç defa tekrar edilmiş ve bunu bütün Gatafanlılar, büyük bir korku içinde dinlemişlerdi. Kumandanları Uyeyne de aynı sesi üç defa duymuş, şafak sökmek üzereyken askerini alarak Hayberden acele uzaklaşıp memleketlerinin yolunu tutmuştu. Sabahleyin yahudiler, Gatafanlıların sebepsiz yere Hayberi terketmelerine şaşırdılar ve ümidsizliğe düştüler. Onları yardıma çağırdıklarına da çok pişman oldular.