Nebiyy-i muhterem , Huldeybiyeden döndükten sonra, İslamın bütün dünyaya yayılmasını, insanların Cehennem azabından kurtulup, hakiki saadete kavuşmasını arzu ediyordu. Zira O, bütün aleme, rahmet olarak gönderilmişti. Bu sebeple, çevredeki hükümdarlara elçiler gönderip, İslama davet etmeyi düşündüler. Dıhye-i Kelbiyi , Rum; Amr bin Ümeyyeyi , Habeş; Hatib bin Ebi Belteayı , Mısır hükümdarına sefir olarak vazifelendirdi. Ayrıca aynı vazife ile Salit bin Amrı , Yemameye; Şüca bin Vehbi , Gassana; Abdullah bin Huzafeyi , İran hükümdarına gönderdiler. Bu elçiler, Eshab-ı kiramın en güzideleriydi. Suretleri ve sözleri en güzel olanlarıydı. Her bir hükümdara, ayrı ayrı İslama davet mektupları yazıldı. Sevgili Peygamberimiz mektupların altını, gümüş yüzüğünün kaşında üç satır halinde yazılı olan, “Allahın Resulü Muhammed ” mührü ile mühürledi. Hükümdarlara gönderilecek elçiler, sabah, Peygamber efendimizin bir mucizesi olarak, gidecekleri devletin lisanını öğrenmiş olarak kalktılar.
Habeşistana gidecek olan Amr bin Ümeyye hazretleri, Necaşi Eshameden, daha önce oraya hicret etmiş bulunan Eshab-ı kiramın, Medineye gönderilmesini de isteyecekti. Amr bin Ümeyye , kısa zamanda Habeşistana varıp, melik Necaşi Eshamenin huzuruna çıktı. Necaşi, tahtından aşağı indi; mektubu pek büyük bir hürmet ve muhabbetle aldı. Öptü, yüzüne ve gözüne sürdükten sonra açıp okutturdu:
“Bismillahirrahmanirrahim!
Allahın resulü Muhammed dan, Habeş meliki Necaşi Eshameye!…
Hidayete tabi olana selam olsun!… Ey Hükümdar! Selamette olmanı diler, sana olan nimetlerinden dolayı, Allaha hamd ederim. Ondan başka ilah yoktur. O Meliktir (bütün kainatta tasarruf sahibi yalnız Odur.) Kuddustür (her türlü ayıp ve kusurlardan beridir). Selamdır (kullarını bütün tehlikelerden selamette bulundurucudur). Mümindir (emniyet verendir). Müheymindir (her şeyi gözetip koruyandır).
Ben şehadet ederim ki, Îsa , Allahın, çok temiz, iffet sahibi, her türlü dünya hayatından tamamıyla çekilmiş bulunan Meryeme ilka ettiği, ruhu ve kelimesidir. Böylece o, Îsaya hamile kaldı. Allah, ademi, kudreti ile nasıl yarattı ise, Îsayı da öyle yaratmıştır.
Ey hükümdar! Ben, seni, eşi ortağı olmayan Allaha imana, Ona ibadet etmeye ve bana tabi olmaya, Allahın bana gönderdiklerine inanmaya davet ediyorum. Çünkü, ben, Allahın bunları tebliğ etmeye memur resulüyüm.
Şimdi ben, sana lazım olan tebligatı yapmış, dünya ve ahiret saadetini sağlayacak nasihati etmiş bulunuyorum. Nasihatimi kabul ediniz! Hidayete eren, doğru yola kavuşanlara selam olsun.”
Resulallah efendimizin mektubunu, büyük bir edeb ve tevazu ile dinleyen hükümdar Eshame, derhal; “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulüh” diyerek Kelime-i şehadet getirdi ve müslüman oldu. Sonra; “Yemin ederim ki, O, kitap ehli olan yahudi ve hristiyanların gelmesini beklediği, önceki peygamberlerin geleceğini müjdelediği peygamberdir.
Eğer yanına gitmeye imkanım olsaydı, muhakkak gider, hizmetiyle şereflenirdim!” dedi. Mektubu, hürmetle güzel bir kutuya koyup; “Bu mektuplar, burada olduğu müddetçe, Habeşten hayır ve bereket gitmez” dedi.
Resulallah efendimiz Necaşiye iki mektup göndermişti. Necaşi Eshame, diğer mektupta bildirilen emirleri yerine getirip, sevgili Peygamberimizin mübarek zevcesi Ümmü Habibe validemizi ve orada bulunan Eshab-ı kiramı gemilere bindirip, pek çok hediyelerle Medineye gönderdi. Gönderdiği mektupta iman ettiğini bildiriyordu.
Hazret-i Dıhye-i Kelbi de, Rum imparatorunu İslama davet etmek için vazifelendirilmişti. Mektubu, Busradaki Gassan hükümdarı Harise verecek, o da Rum İmparatoru Herakliusa gönderecekti.
Peygamber efendimizin davet mektubunu büyük bir hürmetle alan Dıhye, süratle Busraya geldi. Haris ile görüşüp durumu anlattı. Haris, Dıhyenin yanına, henüz müslüman olmayan Adiy bin Hatemi vererek, o sırada Kudüsde bulunan Herakliusa gönderdi. İkisi birlikte Kudüse gelip, imparatorla görüşmek üzere temaslarda bulundular. İmparatorun adamları, kendisine; “Kayserin huzuruna çıktığın zaman, başını eğip yürüyecek, yaklaşınca da yere kapanıp secde edeceksin. Secdeden kalkmana izin vermedikçe asla yerden başını kaldırmayacaksın” dediler. Bu sözler, Dıhyeye ağır geldi ve onlara; “Biz müslümanlar, Allahtan başka hiç bir kimseye secde etmeyiz. Hem insanın insana secde etmesi onun yaratılışına terstir” buyurdu. Bunun üzerine Kayserin adamları; “O halde Kayser, getirdiğin mektubu hiç bir zaman kabul etmez ve seni huzurundan kovar” dediler. Dıhye ; “Bizim peygamberimiz Muhammed , başkasının, kendisine, değil secde etmesine, önünde hafif eğilmesine bile müsade etmez. Kendisiyle görüşmek isteyen, köle bile olsa, ona ilgi gösterir. Huzuruna kabul buyurur, derdini dinler, sıkıntısını giderir, gönlünü alır. Bunun için Ona tabi olanların hepsi hürdür, şereflidir” buyurdu. Bu sözleri dinleyenlerden biri; “Madem ki Kaysere secde etmeyeceksin, o halde üzerine aldığın vazifeyi yerine getirebilmen için, sana başka yol göstereyim. Kayserin, sarayın önünde, dinlendiği bir yer var. Her gün öğleden sonra bu avluya çıkar, oralarda dolaşır. Orada bir minber vardır. Onun üzerinde herhangi bir yazı varsa önce onu alır okur, sonra istirahat eder. Sen de şimdi git, mektubu o minbere koy ve dışarda bekle. Mektubu görünce seni çağırtır. O zaman vazifeni yerine getirirsin” dedi.
Bunun üzerine Dıhye, mektubu söylenilen yere bıraktı. Heraklius mektubu aldı ve Arapça bilen bir tercüman istedi. Tercüman, Resulallah efendimizin mektubunu okumaya başladı. Mektubun en üstünde; “Bismillahirrahmanirrahim! Allahın Resulü Muhammedden Rumların büyüğü Herakle” diye yazıyordu. Herakliusun kardeşinin oğlu Yennak, mektubun böyle başlamasına çok kızdı ve tercümanın göğsüne şiddetli bir yumruk vurdu. Tercüman, yumruğun şiddeti ile yere yıkıldı ve mübarek mektup elinden düştü. Heraklius, Yennaka; “Niçin böyle yaptın!” diye sorunca, o da; “Mektubu görmüyor musun? Mektuba, hem senin isminden önce kendi ismi ile başlamış, hem de senin hükümdar olduğunu söylemeyip; “Rumların büyüğü Herakle” demiş. Niçin; “Rumların hükümdarı” diye yazmamış ve önce senin isminle başlamamış? Onun mektubu bu gün okunmaz” dedi. Bunun üzerine Heraklius: “Vallahi sen ya çok akılsızsın veya koca bir delisin. Senin böyle olduğunu bilmiyordum. Ben daha mektubun içinde ne olduğuna bakmadan, yırtıp atmak mı istiyorsun? Hayatıma yemin ederim ki; eğer O, Söylediği gibi Resulallah ise, mektubuna benim ismimden önce kendi ismini yazmakta ve beni Rumların büyüğü diye anmakta haklıdır. Ben, ancak onların sahibiyim. Hükümdarları değilim” dedi ve Yennakı huzurundan kovdu. Sonra hristiyanların en alimi, reisi ve kendisinin müşaviri olan Uskuf adındaki kimseyi çağırttı. Mektubu okuttu. Mektubun devamında şöyle buyruluyordu: “Allahın hidayetine tabi olanlara, doğru yola kavuşanlara selam olsun!” Bundan sonra; (Ey Rumların büyüğü!) Seni İslama davet ediyorum, İslamı kabul et ki, selamet bulasın. Müslüman ol ki, Allah sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen, bütün hristiyanların vebali senin üzerinedir! “De ki: “Ey ehl-i kitab (olan yahudi ve hristiyanlar)! Aramızda ortak olan kelimeye geliniz. O da Allahtan başka hiç bir şeye tapınmayız ve Ona hiç bir şeyi ortak etmeyiz. Allahı bırakıp, içimizden hiç kimseyi yaratıcı Rab tanımayız. Eğer bu sözden yüz çevirirlerse; “Şahid olunuz. Biz müslümanız” deyiniz.” (al-i İmran suresi: 64)
Resulallah efendimizin mektubu okunurken, Herakliusun alnından ter taneleri dökülüyordu. Mektup bitince; “Süleyman dan sonra, ben böyle; “Bismillahirrahmanirrahim” diye başlayan bir mektup görmemiştim” dedi. Heraklius, Uskufa bu meseledeki fikrini sorunca; “Vallahi, O, Musa ve Îsanın aleyhimüsselam, bize geleceğini müjdelediği peygamberdir. Zaten biz, Onun gelmesini bekliyorduk” dedi. Heraklius; “Sen bu hususta ne yapmamı tavsiye edersin, neyi uygun görürsün?” diye sordu. Uskuf; “Ona tabi olmanı uygun görürüm” diye cevap verdi. Heraklius; “Ben, senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum. Fakat Ona tabi olup, müslüman olmaya gücüm yetmez. Çünkü hem hükümdarlığım gider, hem de beni öldürürler” dedi. Bunun üzerine Dıhyeyi ve Adi bin Hatemi çağırttı. Adi; “Ey hükümdar! Davar ve develer sahibi Arablardan olan şu yanımdaki zat, memleketinde vuku bulan şaşılacak bir hadiseden bahsediyor” dedi. Heraklius; “Memleketinizdeki hadise nedir?” diye sorunca, Dıhye ; “Aramızda bir zat zuhur etti. Peygamber olduğunu beyan etti. Halkın bir kısmı Ona tabi olmakta, bir kısmı da karşı koymaktadır. Biz inananlarla, inanmayanlar arasında çarpışmalar olmaktadır” dedi.
Bundan sonra Heraklius, Peygamber efendimiz hakkında araştırmaya başladı. Şam valisine emir verip Resulallah efendimizle aynı soydan bir kişiyi bulmalarını emretti. Bu arada kendisinin dostu olan ve İbranice bilen Romadaki bir alime de mektup yazıp, bu meseleyi sordu. Romadaki dostundan, bahsettiği zatın, ahır zaman peygamberi olduğunu bildiren bir mektup geldi. Şam valisi de ticaret için giden bir Kureyş kervanı ile karşılaştı. Bunların içinde, henüz müslüman olmayan Kureyşin reisi, Ebu Süfyan da vardı. Ebu Süfyan diyor ki: “Biz Gazzede bulunduğumuz sırada, Herakliusun Şam valisi, üzerimize saldırır gibi geldi ve; “Siz, şu Hicazdaki zatın kavminden misiniz?” diye sordu. “Evet” dedik. “Haydi, bizimle beraber imparatorun yanına gideceksiniz?” dedi.” Ebu Süfyanla yanındakileri Şama götürdü. Şam valisi, Ebu Süfyanı ve yanındakileri Herakliusun yanına çıkardı. Bu sırada, Heraklius Kudüste bir kilisede bulunuyordu. Veziriyle beraber oturmuş ve başına tacını giymişti. Heraklius, Ebu Süfyan ve yanındaki otuz kadar Mekkeliyi burada kabul etti.
Tercüman çağırdı ve onlara; “İçinizde, peygamber olduğunu söyleyen zata, soyca en yakın hanginizdir?” diye sordu. Ebu Süfyan; “Ona, soyca en yakın olan benim” diye cevap verdi. Heraklius; “Akrabalık dereceniz nedir?” diye sorunca; “Amcamın oğludur” dedi. Heraklius, Ebu Süfyanın kendisine yakın getirilmesini istedi ve diğerlerinin de Ebu Süfyanın arkasında durmasını söyledi. Ebu Süfyan, ilk önceleri yalan söyledi ise de, hükümdarın tehdidi ile korktu ve yalan söyleyemedi. Sonra aralarında şu konuşma geçti. Heraklius; “Peygamber olduğunu söyleyen zatın, aranızdaki soyu nasıldır?” diye sordu. Ebu Süfyan; “O, zamanın en iyi soylusudur. Soy bakımından en seçkinimizdir” dedi. Kayser tekrar; “İçinizde ondan önce peygamberlik iddiasında bulunan kimse oldu mu?” Ebu Süfyan; “Olmadı” dedi. Kayser; “Onun ataları içinde hiç bir hükümdar gelmiş midir?” Ebu Süfyan; “Hayır” dedi. Kayser; “Ona halkın eşrafı mı yoksa fakir ve zayıfları mı tabi oluyorlar. Ebu Süfyan; “Ona tabi olanlar fakirler, zayıflar, gençler ve kadınlardır. Kavminin yaşlılarından ve eşrafından tabi olan pek yoktur” dedi. Kayser; “Ona tabi olanlar artıyor mu, azalıyor mu?” Ebu Süfyan; “Artıyor.” Kayser; “Onun dinine girdikten sonra beğenmeyerek veya kızarak dönen kimse var mı?” Ebu Süfyan; “Yoktur.” Kayser; “Peygamber olduğunu söylemeden, Onun hiç yalan söylediği görülmüş müdür?” Ebu Süfyan; “Hayır” dedi. Kayser; “O peygamberin hiç ahdini bozduğu, sözünde durmadığı oldu mu?” Ebu Süfyan; “Hayır olmadı. Ancak biz şimdi, onunla bir müddet için çarpışmayı bırakarak andlaşma yapmış bulunuyoruz. Bu müddet içinde kendisinin ne yapacağını bilemiyoruz” dedi. Kayser; “O size neyi emrediyor?” diye sorunca, Ebu Süfyan; “Yalnız bir olan Allaha ibadet etmeyi, Ona hiç bir şeyi ortak koşmamayı emrediyor. Atalarımızın taptığı şeylere (putlara) tapmaktan bizi men ediyor. Namaz kılmayı, doğru olmayı, fakirlere yardım etmeyi, haramlardan sakınmayı, ahde vefayı, emanete hıyanet etmemeyi ve akrabayı ziyareti… emrediyor” dedi.
Kilisede bu konuşmalar olmuş, Resulallah in mübarek mektubu okunmuştu. Heraklius mektubu öpüp, gözlerine sürdü ve başına koyunca, Rumlar arasında gürültüler çoğaldı. Kayser, Ebu Süfyan ve yanındaki Kureşlilerin dışarı çıkarılmasını emretti. Daha müslüman olmayan Ebu Süfyan , burada yeminle, sevgili Peygamberimizin davasının başarıyla sonuçlanacağına inandığını söylemişti.
Dıhye , Herakliusun karşısına geçip mübarek güzel yüzü ve tatlı sesi ile; “Ey Kayser! Beni sana Busradan bir kimse (Haris) gönderdi ki, o, senden hayırlıdır. Allaha yemin ederim ki, beni, ona gönderen zat (Resulallah) ise, hem ondan, hem senden daha hayırlıdır. Sen, benim sözlerimi alçak gönüllülükle dinleyip, verilen nasihatleri kabul etmelisin! Çünkü, alçak gönüllülük edersen, nasihatleri anlarsın. Nasihatleri kabul etmezsen, insaflı olamazsın!” dedi. Heraklius; “Devam et” deyince, Dıhye ; “Öyleyse, ben seni Îsa ın kendisine namaz kılmış olduğu Allaha iman etmeye davet ediyorum. Ben seni, önceden Musa ın, ondan sonra Îsa ın, geleceğini müjdeleyip haber verdiği şu ümmi Peygambere imana davet ediyorum. Eğer, bu hususta bir şey biliyor, dünya ve ahiret saadetini kazanmak istiyorsan, onları gözlerinin önüne getir. Yoksa ahiret saadetini elden kaçırır, küfür ve şirk içinde kalırsın. Şunu da iyi bil ki, senin Rabbin olan Allah, zalimleri helak edici ve nimetleri değiştiricidir” dedi. Heraklius; “Ben, elime geçen bir yazıyı okumadan, yanıma gelen bir alimden bilmediklerimi sorup öğrenmeden bırakmam. Bundan ancak hayır ve iyilik görürüm. Sen bana düşünüp hakikati buluncaya kadar mühlet ver” dedi. Heraklius, daha sonra Dıhyeyi yanına çağırıp, baş başa konuştu. Kalbindekini, şöyle açıkladı: “Ben biliyorum ki, seni gönderen zat, kitaplarda geleceği müjdelenen ve gelmesi beklenen ahır zaman peygamberidir. Yalnız, Ona uyarsam; Rumların beni öldürmesinden korkuyorum. Seni, onların içinde en büyük alimleri ve benden ziyade itibar gösterdikleri bir kimse olan Dagatıra göndereyim. Bütün hristiyanlar ona tabidir. Eğer o iman ederse, Rumların hepsi iman ederler. Ben de o zaman kalbimde olan ve itikadımı açığa vururum.”
Bundan sonra Heraklius, bir mektup yazarak Dıhyeye verip, Dagatıra gönderdi. Resulallah efendimiz, Dagatıra da mektup göndermişti. Dagatır, mektupları okuyup, Peygamber efendimizin vasıflarını işitince, Onun, Musanın ve Îsanın geleceğini haber verdikleri ahır zaman peygamberi olduğunda hiç şüphe olmadığını söyledi ve iman etti. Evine gitti, kapandı ve her pazar yaptığı vazlara üç hafta çıkmadı. hristiyanlar; “Dagatıra ne oluyor ki, o Arabla görüştüğünden beri dışarı çıkmıyor? Onu istiyoruz!” diye bağırdılar. Dagatır, üzerindeki siyah papaz elbisesini çıkardı. Beyaz elbise giydi, elinde asası ile kiliseye geldi. Beldenin ahalisini topladıktan sonra ayağa kalkarak; “Ey hristiyanlar! Biliniz ki, bize Ahmedden mektup geldi. Bizi hak dine davet etmiş. Ben açıkça biliyor ve inanıyorum ki, O, Allahın hak resulüdür” dedi. hristiyanlar bunu işitince, Dagatırın üstüne yürüdüler ve döverek şehid ettiler. Dıhye gelip, durumu Herakliüse haber verdi. Heraklius; “Ben sana söylemedim mi? Dagatır, hristiyanlar katında benden daha sevgili ve azizdir. Eğer duysalar beni de onun gibi katl ederler” dedi.
Buharinin Sahihinde zikrettiği ve Zührinin rivayet ettiği haberde ise; “Heraklius, Humusdaki köşkünde Rumların büyüklerini çağırıp kapıların kapatılmasını emretti. Sonra yüksek bir yere çıktı ve; “Ey Rum cemaati! Sizler saadete, huzura kavuşmayı ve hakimiyetinizin temelli kalmasını, Îsanın söylediğine uymayı ister misiniz?” dedi. Rumlar; “Ey bizim hükümdarımız! Bunları elde etmek için ne yapalım?” diye sordular. Heraklius; “Ey Rum cemaati! Ben, sizleri hayırlı bir iş için topladım. Bana, Muhammedin mektubu geldi. Beni, İslam dinine davet ediyor. Vallahi O, gelmesini bekleyip durduğumuz, kitaplarımızda kendisini yazılı bulduğumuz ve alametlerini bildiğimiz peygamberdir. Geliniz, Ona tabi olup dünyada ve ahirette selamet bulalım” dedi. Bunun üzerine herkes kötü sözler söyleyip, homurdanarak dışarı kaçmak için kapılara koştular. Fakat kapılar kapalı olduğundan, çıkamadılar. Heraklius, Rumların bu hareketlerini görüp, İslamiyetten böyle kaçındıklarını anlayınca, canından korktu ve; “Ey Rum cemaati! Benim söylediğim sözler, sizlerin, dininize olan bağlılığınızı ölçmek içindi. Dininize bağlılığınızı ve beni sevindiren davranışınızı gözlerimle gördüm” dedi. Bunun üzerine Rumlar, Herakliüse secde ettiler ve köşkün kapıları açılınca çıkıp gittiler.
Heraklius, Dıhyeyi çağırdı, olanları anlattı. Birbirinden kıymetli hediyeler verdi. Ayrıca Peygamber efendimiz e bir mektup yazdı. Mektubunu, hazırlattığı hediyeleri, Dıhye ile sevgili Peygamberimize gönderdi. Herakliüs müslüman olmak istemiş, fakat makam ve ölüm korkusundan iman etmemişti. Peygamber efendimize yazdığı mektupta, “Hazret-i Îsanın müjdelediği Allahın Resulü Muhammede, Rum hükümdarı Kayserden, Elçin mektubunla birlikte bana geldi. Ben şehadet ederim ki, sen Allahın hak resulüsün. Zaten biz, seni, İncilde yazılı bulduk ve Îsa, seni bize müjdelemişti. Rumları sana iman etmeye davet ettimse de buna yanaşmadılar. Beni dinlesderdi muhakkak ki, bu onlar için hayırlı olurdu. Ben senin yanında bulunup sana hizmet etmeyi ve ayaklarını yıkamayı çok arzu ediyorum” deniyordu.
Dıhye , Herakliüsden ayrılıp Hismaya geldi. Yolda Cüzam vadilerinden Şenar vadisinde, Huneyd bin Us, oğlu ve adamları Dıhyeyi soydular. Eski elbiselerinden başka nesi varsa aldılar. Bu mevkide, Dübeyb bin Rifae bin Zeyd ve kavmi İslamiyeti kabul etmişlerdi. Dıhye bunlara gelip olanları anlatınca bunlar, Hüneyd bin Us ve kabilesinin üzerine yürüyüp, eşyaların hepsini geri aldılar. Daha sonra Resulallah efendimiz, Zeyd bin Harisi Hüneyd bin Us ve adamlarının üzerine gönderdi. O beldede olanların hepsi iman etti. Dıhye, Medineye gelince, evine uğramadan doğru Habib-i ekrem efendimizin kapısına gitti. Kapıyı çaldı. Peygamberimiz; “Kim o?” diye sordu. Dıhye; “Dıhyet-ül Kelbi” dedi. alemlerin efendisi; “İçeri gir” buyurdular. Dıhye içeri girdi ve olanları bütün teferruatı ile anlattı. Peygamber efendimiz, Herakliüsün mektubunu okudu; “Onun için, bir müddet daha (saltanatta) kalmak vardır. Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir” buyurdu.
Herakliüs, mektubunda Peygamberimize iman ettiğini yazmış ise de, Resulallah efendimiz; “Yalan söylüyor. Dininden dönmemiştir” buyurdular. Herakliüs, sevgili Peygamberimizin mektubunu ipekten bir atlasa sarıp, altın yuvarlak bir kutunun içerisinde muhafaza etti. Herakliüs ailesi bu mektubu saklamışlar ve bunu da herkesten gizli tutmuşlardır. Bu mektup ellerinde bulunduğu müddetçe, saltanatlarının devam edeceğini söyler ve buna inanırlardı. Hakikaten de öyle olmuştur.
Resulallah efendimiz, Hatib bin Ebi Belteayı , Mısır hükümdarına göndermeden önce; “Ey Eshabım! Mükafatı Allahtan beklemek üzere şu mektubu, Mısır hükümdarına hanginiz götürür?” diye sorunca, Hatib, yerinden fırlayıp ayağa kalktı ve; “Ya Resulallah! Ben götürürüm!” dedi. Peygamberimiz de; “Ey Hatib! Bu vazifeni, Allah senin hakkında mübarek eylesin?” buyurdu.
Hatib bin Ebi Beltea hazretleri, mektubu sevgili Peygamberimizden aldı. Veda edip, evine gitti. Hayvanını hazırladı. ailesi ile de vedalaştıktan sonra, yola çıktı. Mısır hükümdarı Mukavkısın İskenderiyyede olduğunu öğrendi ve sarayına ulaştı. İçeriye almadan önce, maksadını öğrenen kapıcı, Hatibe çok hürmet etti. Onu hiç bekletmedi. Mukavkıs, o sırada deniz üzerinde bir gemide adamlarıyla konuşuyordu. Hatib, bir sandala binip, Mukavkısın bulunduğu yere geldi. Peygamberimizin mektubunu verdi. Mektubu Hatibden alan Mukavkıs, okumaya başladı:
“Bismillahirrahmanirrahim!
Allahın kulu ve resulü Muhammedden, Kıbtın (eski Mısır halkının) büyüğü Mukavkısa! Selam, hidayete uyanların üzerine olsun. Seni, selamet bulman için İslama davet ederim. Müslüman ol ki, selamet bulasın ve Allahü tealdnın iki kat ecrine nail olasın. Eğer yüz çevirirsen bütün Kıbtın günahı senin üzerinedir. Ey Ehl-i kitab olan (yahudi ve hristiyanlar)! Aramızda ortak olan kelimeye geliniz. O da, Allahtan başka hiç bir şeye tapınmayız ve Ona hiç bir şeyi ortak etmeyiz. Allahı bırakıp, içimizden hiç kimseyi yaratıcı Rab tanımayız. Eğer bu sözden yüz çevirirlerse; “Şahid olunuz. Biz müslümanız” deyiniz!” (al-i İmran suresi: 64)
Kainatın sultanının mektubu okununca, Mukavkıs, Hatibe ; “Hayırlısı olsun!” dedi. Mısır hükümdarı, kumandanlarını, devlet adamlarını toplayıp, Hatib ile konuşmaya başladı. Dedi ki:
“Anlamak istediğim bazı şeyleri soracak, bu hususta seninle konuşacağım.” Hatib; “Buyur, konuşalım!” deyince, Mukavkıs; “Sizi gönderen zattan bana haber veriniz. O bir peygamber midir? Biraz bahset!” diye sordu. Hatib de; “Evet, O bir peygamberdir” dedi. Mukavkıs; “O, böyle gerçekten peygamber ise, niçin kendisini öz yurdundan çıkarıp başka bir yere sığınmak zorunda bırakan kavminin aleyhinde beddua etmedi?”
Hazret-i Hatib; “Sen, Îsa bin Meryem ın peygamber olduğuna inanıyorsun değil mi? O, kavmi kendisini yakalayıp, öldürmek istediğinde, buna rağmen onlara beddua etmedi ve cenab-ı Hak, onu, dünya semasına kaldırdı. Mükafatlandırdı. Halbuki, kavminin helaki için Allaha beddua etmesi gerekmez mi idi? O böyle yapmadı” deyince, Mukavkıs; “Çok güzel cevap verdin. Gerçekten sen, hikmet sahibi zatın yanından gelen bir hakimsin. Bu gece yanımızda kal, yarın sana cevabımı vereyim” dedi. Hatib , Musa zamanındaki Firavunı kasdederek Mukavkısa dedi ki: “Senden önce, burada bir hükümdar vardı. O halkına karşı; “En büyük ilah benim!” diyerek Rab olduğunu iddia etmişti. Allah da, onu, dünya ve ahiret azablarıyla cezalandırdı ve ondan intikam aldı. Sen bundan ibret al da, başkasına ibret olma!” Mukavkıs; “Bizim için bir din vardır. Biz bu dinimizi, ondan daha hayırlısı olmadıkça bırakmayız” dedi. Hatib ; “Senin bağlı olduğun ve daha hayırlısı olmadıkça bırakmayacağını söylediğin dininden daha hayırlı olan din, hiç şüphesiz İslamiyettir. Biz, seni Allahın bu son dinine, İslamiyete davet ediyoruz. Allah dinini Onunla tamamlamış, Onu insanlara yeterli kılmıştır ve bu katidir. Bu Peygamber yalnız seni değil, bütün insanları İslam dinine davet etti. O zaman Kureyş, Ona, insanların en fazla tepki gösterip, kaba davrananı; yahudiler, en çok düşmanlık edenleri; hristiyanlar da en yakın olanları oldu. Allaha yemin ederim ki, Musa ın, Îsa ı müjdelemesi, ancak Îsa ın Muhammed ı müjdelemesi gibidir. Binaenaleyh, bizim seni Kuran-ı kerime davet etmemiz, senin yahudileri İncile davet etmen gibidir. Şüphesiz malumundur ki, her peygamber kendisini anlayıp idrak edecek bir kavme gönderilmiştir. Ve o kavmin, bu peygambere itaat etmesi, üzerine vacib olmuştur. İşte sen de bu peygambere yetişenlerden birisin. Biz seni bu yeni dine davet ediyoruz” buyurdu.
Mukavkıs; “Ben bu peygamberin haline baktım. Emirlerinde ve yasaklarında asla akla uygun olmayan bir şey bulamadım. Anladığım kadarıyla O, sihirbaz, kahin ve bir yalancı değildir. Peygamberlik alametlerinden bazı halleri kendinde buldum. Gizli olan şeyleri meydana çıkarmak, bu alametlerdendir. Bazı sırlardan haber vermek, bu zattan ortaya çıktı. Hele biraz düşüneyim!” diyerek mühlet istedi.
Mukavkıs, gece Hatib hazretlerini uyandırıp, Peygamber efendimiz hakkında bir çok sorular daha sormak istediğini bildirdi. Sonra; “Onun hakkında soracağım şeylere doğru cevap verirsen, üç şey sormak istiyorum” dedi. Hatib; “İstediğini sor! Ben sana daima doğruyu söyleyeceğim” diye cevap verdi. Mukavkıs; “Muhammed, insanları neye davet ediyor?” Hatib; “Yalnız Allaha ibadet etmeye davet ediyor. Gece ve gündüzde beş vakit namazı kılmayı, Ramazan orucunu tutmayı, verilen sözde durmayı emrediyor. Ölmüş hayvan eti yemeyi men ediyor” buyurdu. Mukavkıs; “Onun şekil ve şemailini (fiziki görünüşünü) bana tarif et!” diye sorunca da; kısaca tarif etti. Bir çoğunu saymamıştı. Mukavkıs; “Anlatmadığın daha bazı şeyler kaldı. Öyle ki, gözlerinde azıcık kırmızılık, arkasında peygamberlik mührü vardır. Kendisi merkebe biner, sof giyer, hurma ve az etli yemekle geçinir. Amcaları veya amcaoğulları tarafından korunur” dediğinde, Hatib; “Bunlar da onun sıfatıdır” dedi. Mukavkıs, Hatib hazretlerine, Peygamberimiz hakkında; “Sürme kullanır mı?” diye sordu. O da; “Evet! Aynaya bakar, saçını tarar, seferde, hazarda, aynayı, sürmedanlığı, tarağı, misvağı yanından ayırmaz!” dedi. Mukavkıs; “Ben, gelecek bir peygamber kaldığını biliyor ve Şamdan çıkacağını sanıyordum. Çünkü daha önceki peygamberler hep oradan çıkmışlardı. Gerçi son peygamberin Arabistanda, sertlik, darlık, yokluk ülkesinde çıkacağını da kitaplarda görmüştüm. Kitaplarda sıfatlarını yazılı bulduğumuz peygamberin ortaya çıkma zamanı da, şüphesiz bu zamandır. Biz, Onun vasfını; iki kız kardeşi bir nikah altında birleştirmez, hediyeyi kabul eder, sadakayı kabul etmez. Fakirlerle, yoksullarla oturur, kalkar! diye kitapta yazılı bulmuştuk. Ona uymak hususunda Kıptiler beni dinlemezler. Ben saltanatımdan da ayrılamayacağım. Bu hususta çok cimriyim. O peygamber, ülkelere hakim olacak, kendisinden sonra da sahabileri, bu topraklarımıza kadar gelip konacaklar. En sonunda şuradakilere galip geleceklerdir. Ben Kıptilere bundan ne bir kelime anarım, ne de hiç bir kimseye, bu konuşmamı bildirmek isterim!” dedi. Mukavkıs, Arabca yazan katibini çağırdı. Peygamberimizin mektubuna şöyle cevap yazdırdı:
“Abdullahın oğlu Muhammede, Kıptilerin büyüğü Mukavkıstan! Selam, senin üzerine olsun. Gönderdiğin mektubunu okudum. Orada zikrettiğin şeyi ve yaptığın daveti anladım. Ben de bir peygamberin geleceğini biliyordum. Ama onun Şamdan çıkacağını zannediyordum. Elçine ikramda bulundum. Sana Kıptilerin yanında büyük değeri bulunan iki cariye ile giyecek elbise gönderdim. Bir de binmen için dişi bir katır hediye ettim.”
Mukavkıs, bundan başka bir şey yapmadı, müslüman da olmadı. Hatibi, Mısırda beş gün misafir etti. Çok hürmet gösterip, ikramlarda bulundu. Sonra; “Hemen memleketine, sahibinin yanına dön! Onun için iki cariye, iki binek hayvanı, bin miskal (Bir miskal 4,8 gr.) altın, yirmi takım Mısır işi ince elbise ve daha başka hediyeler gönderilmesini emrettim. Senin için de, yüz dinar ve beş takım elbise verilmesini söyledim. Yanımdan ayrılıp git! Sakın, Kıptiler, senin ağzından tek kelime bile işitmesinler!” dedi.
Mukavkıs, Peygamber efendimize, ayrıca billur bir kadeh, kokulu bal, sarık, Mısıra mahsus keten kumaşı, öd, misk gibi güzel kokular, baston, bir kutu içinde sürmelik, gül yağı, tarak, makas, misvak, ayna, iğne ve iplik de hediye etti.
Mukavkıs, İslam elçisi Hatib bin Ebi Beltea hazretlerinin yanına, muhafız askerler katarak gönderdi. Arabistan topraklarına ayak bastıklarında Medineye giden bir kafileye rastladılar. Hatib , Mukavkısın askerlerini geri çevirip, o kafileye katıldı. Hatib bin Ebi Beltea , hediyelerle Medineye gelip, Resulallahın huzuruna çıktı. Sevgili Peygamberimiz , Mukavkısın hediyelerini kabul etti. Hatib , Mukavkısın mektubunu verip, sözlerini nakledince, Peygamber efendimiz; “Ne kötü adam! Saltanatına kıyamadı. Halbuki iman etmesine mani olan saltanatı ise, kendisinde kalmayacak!” buyurdular.
Mukavkısın, Peygamberimize, hediye olarak gönderdiği iki cariye, Mariye ve kardeşi Sirindi. Hatib bin Ebi Beltea , yolda bunlara müslüman olmalarını teklif edince, kabul edip, müslüman olmuşlardı. Peygamber efendimiz, Mariye validemizin müslüman olmasına çok sevinip, onu nikahıyla şereflendirdiler. Ondan, İbrahim isminde bir oğlu oldu. Sirini de Eshabından Şair-i Nebi olan Hassan bin Sabite verdiler. En iyi cins ve beyaza çok yakın gri tüylü iki binek hayvanından, katıra Düldül, merkebe de Ufeyr veya Yafur adı takıldı. O güne kadar Arabistanda ak tüylü katır görülmemişti. Müslümanların ilk gördüğü ak tüylü katır, Düldül oldu. Peygamber efendimiz, hediye edilen billur kadehle su içerdi.
Mukavkıs, Peygamberimizin mektubuna çok hürmet gösterip, fildişinden yapılmış bir kutu içine koydu. Kutuyu mühürledi ve cariyelerinden birine teslim etti. (Adı geçen bu mektup 1267 (m.1850) senesinde, Mısırın Ahmin bölgesinde eski bir manastırdaki Kıbt kitapları arasında bulunmuş ve Osmanlı padişahı 96. halife Sultan Abdülmecid Han tarafından satın alınarak, İstanbul Topkapı Sarayı, Mukaddes Emanetler Bölümüne konmuştur.
İran hükümdarına, Abdullah bin Huzafe gönderilmişti. Abdullah, kibirli İran Kisrasına (şahına), alemlerin efendisinin kıymetli mektubunu sunduğunda, okuması için katibine verdi.
“Bismillahirrahmanirrahim!
Allahın resulü Muhammedden Farsların büyüğü Kisraya…” Katip, buraya kadar okumuştu ki, kibirli Şahın kan beynine sıçradı, öfkelendi ve mektubu alıp yırttı. Mektuba, Peygamber efendimizin kendi ism-i şerifi ile başlamış olmasına son derece hiddetlenmişti. İslam elçisi Abdullah bin Huzafe hazretlerini de huzurundan kovmak istediğinde, Abdullah, Kisra ve yanında toplanmış bulunan ateşperestlere şöyle dedi: “Ey Acem halkı! Siz, peygamberlere inanmıyor, kitapları kabul etmiyorsunuz. Üzerinde yaşadığınız şu topraklarda sayılı günlerinizi geçiriyor, bir düş hayatı yaşıyorsunuz!…
Ey Kisra! Senden önce nice hükümdarlar, bu tahta oturup, hüküm sürdüler. Allahın emirlerini yapanlar, ahiretlerini kazanmış olarak; yapmayanlar da ilahi azaba uğramış bir halde bu dünyadan göç ettiler!…
Ey Kisra! Getirip takdim ettiğim bu mektup, aslında senin için büyük bir devlet idi. Bunu küçümsedin. Allaha yemin ederim ki, o küçümsediğin din, buraya gelince kaçacak yer arayacaksın!…” Sonra Kisranın sarayını terkedip hayvanına bindi. Süratle oradan uzaklaştı. Medineye gelip durumu Kainatın sultanına anlattığında; “Allahım! O, benim mektubumu nasıl parçaladı ise, sen de onu ve onun mülkünü parçala!…” buyurdular.
Allah, Resulünün duasını kabul etmiş, Kisra, oğlu tarafından bir gece hançerlenerek parça parça edilmişti. Ömer zamanında da bütün iran toprakları zaptedilerek müslümanların eline geçti.
Şüca bin Vehb hazretleri de, Gassan hükümdarı Haris bin Ebi Şimre gönderilmişti. Şüca , önce hükümdarın kapıcısı ile görüştü. Onu, İslama davet edince kabul edip, Resulallah efendimize hürmet ve selamlarını arz etti. Hiç bekletmeden Şücaı hükümdarla görüştürdü. Haris bin Ebi Şimr, mektubu okuyunca, öfkelenip yere attı. Şüca derhal Medine-i münevvereye dönüp, durumu Allahın Sevgilisine haber verdi. Sevgili Peygamberimiz, mektubunun yere atılmasma üzüldüler ve; “Saltanatı yok olsun!” buyurdular. Kısa bir süre sonra, Haris bin Ebi Şimr ölüp devleti parçalandı.
Salit bin Amr , Yemame hükümdarı Hevze bin Aliye gönderilmişti. Hevze, hristiyandı. Peygamber efendimiz, mektubunda şöyle buyuruyordu:
“Bismillahirrahmanirrahim!
Allahın resulü Muhammedden , Hevze bin Aliye!
Hidayete eren, doğru yola kavuşanlara selam olsun! (Ey Hevze!) Bilesin ki, İslamiyet, develerin ve atların gidebileceği en uzak yerlere kadar yayılacak, bütün dinlere galip gelecektir. Sen de İslamı kabul et ki, selamet bulasın. Müslüman olursan, hakimiyetin altında bulunan yerlerin idaresini yine sana bırakırım…”
Yemame hükümdarı Hevze, bu mübarek daveti kabul etmekten kaçındı. Saltanat sevdası, makam hırsı gözünü bürümüştü. Bu yüzden Kainatın sultanının duasına kavuşmak gibi, yüce bir devletten mahrum kaldı. İslam elçisi Salit bin Amr hazretleri merhamet edip; “Ey Yemame hükümdarı olan Hevze! Sen, bu kavmin büyüğüsün! Senin büyük zannettiğin kayserler ölüp toprak olmuşlardır.
Hakiki büyükler ise, Allahın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınarak, Cenneti hak eden kimselerdir. Bir topluluk, iman etmekle şereflenmiş ise, onları kendi bozuk inanışınla, doğru yollarından saptırmaktan sakın!… Doğrusu ben, sana Allahın emirlerini yapmanı, yasaklarından sakınmanı tavsiye ederim. Allaha iman edip, emirlerini yaparsan Cennete girersin. Şeytana uyarsan Cehennemde kalırsın.
Eğer bu nasihatlerimi kabul edersen, korktuklarından emin olur, umduklarına kavuşursun. Şayet nasihatlerimi reddedersen, artık size yapacağım bir şey kalmamıştır. Gerisini sen düşün!…” dedi.
Hevze, İslam elçisinin bu güzel nasihatlerini de dinlemedi. Salit bin Amr , artık Yemamede durmanın lüzumsuz olduğunu anlayıp, süratle Medineye döndü. Sevgili Peygamberimize neticeyi bildirdi. Resulallah efendimiz, onun İslama girme saadetinden mahrum olmasına üzüldüler. Kısa bir zaman sonra Hevzenin ölüm haberi geldi. Saltanat sevdası, makam hırsı, Cehennem çukuru olan kabrinde son buldu. Böylece, altı İslam elçisi vazifelerini yapmış, zamanın büyük devletlerine İslamiyetin varlığını duyurmuşlardı. Onlara hakiki saadeti haber vermişler, kıyamet gününde; “Biz duymamıştık” sözlerine yer bırakmamışlardı. Habeş hükümdarı Eshame müslüman olup, Eshab-ı kiramı görmekle, Peygamber efendimizin mübarek duasına kavuşmakla şereflenmişti. Rum İmparatoru Heraklius ve Mısır sultanı Mukavkıs, müslüman olamamışlar, fakat gelen mektuplara çok hürmet edip yumuşak cevaplar vermişler, elçilere iyi davranmışlar ve Resulallah efendimize hediyeler göndermişlerdi. Gassan ve İran hükümdarları elçilere iyi davranmamışlar, düşmanlıklarını açıkça belirtmişlerdi. Yemame hükümdarı ise, İslam elçisine mülayim davranmıştı.