Hendek gazasından sonra, İslam Devletinin gücünü çevredeki kabilelerin bir kısmı kabul ettiler. Artık müslümanlarla dost geçinmenin, hatta müslüman olmanın en isabetli yol olacağını düşünmeye başladılar. Bazıları, Peygamber efendimizin huzuruna gelip, müslüman olmakla şereflendiler.
alemlerin efendisi , din-i İslamın yayılması için, Eshabından birlikler teşkil ederek, çevre kabileleri İslama davete gönderdi. Bazı kabilelere bizzat kendileri gittiler. Dumet-ül-Cendel halkı gibi kabileler, yapılan nasihatlerı kabul edip müslüman oldular. Gatafanlılar, Lıhyanoğulları gibi kabileler de İslam askeriyle karşılaşmaktan korkup kaçtılar. Böylece civar kabilelere gözdağı verilmiş oldu.
Hicretin altıncı senesinde, müthiş bir kıtlık olmuş, gökten tek damla düşmemişti. Bu sebeple yerde ot bitmemiş, insanlar ve hayvanlar açlık sıkıntısına düşmüşlerdi. Ramazan-ı şerif ayının bir Cuma günü sevgili Peygamberimize; “Ya Resulallah! Dua buyursanız da, Allah yağmur ihsan eylese!…” diyerek, muradlarını bildirdiler. Peygamber efendimiz, Eshabıyla sahraya çıkıp, ezan okunmadan ve kamet getirmeden iki rekat namaz kıldılar. Peygamber efendimiz, mübarek ridasını ters çevirip tekbir getirdiler. Sonra mübarek ellerini, yenlerinin arasından mübarek koltuk altları görününceye kadar kaldırıp; “Ey Allahım! bize yağmur ihsan eyle!…” diye dua etmeye başladılar. Eshab-ı kiram da; “amin! amin!” diyordu. O anda gökyüzü gayet berrak olup, bir bulut yoktu. Resulallah efendimiz dua ederken, bir rüzgar esmeye başladı ve gökyüzünü bulutların kapladığı görüldü. Sonra ince ince bir yağmur başladı. alemlerin efendisi bu defa; “Allahım! Bu yağmuru bardaktan boşanırcasına yağdır ve hakkımızda hayırlı eyle!” diyerek dua ettiler. O anda bardakdan boşanırcasına, yağmur yağmaya başladı. Peygamber efendimiz ve Eshab-ı kiramın elbiselerinde, ıslanmadık yer kalmadı. Eve varıncaya kadar, sular her tarafı göl haline getirdi. Herkes, sulara dalarak yürüyordu. Yağmur devam ediyordu. O gün, ertesi gün… ertesi gün… bir sonraki Cuma vaktinde Eshab-ı kiram; “Ya Resulallah! Evlerimiz yağmur sularından yıkılmaya, hayvanlarımız da boğulmaya başladı. Allaha dua eyleseniz de yağmur kesilse!…” dediler. Sevgili Peygamberimiz, gülümsediler ve mübarek ellerini kaldırıp; “Ya Rabbi! Bu yağmuru mezralara, ağaç biten yerlere, vadilere gönder!” diyerek dua ettiler. O anda, bir hafta müddetle yağan yağmur durdu ve dua edilen yerler ıslanmaya başladı.
Hicretin altıncı senesinin Zilkade ayı idi. Bir gece Nebiyy-i muhterem efendimiz rüyasında, Eshab-ı kiram ile Mekke-i mükerremeye gidip Kabe-i muazzamayı tavaf ettiklerini, bir kısmının saçlarını kısalttıklarını, bir kısmının da kazıttıklarını gördü. Resulallah efendimiz, bu rüyasını Eshabına anlattığında, onlar pek ziyade heyecanlandılar. Hicretten bu yana, doğup büyüdükleri, acı tatlı hatıralarla dolu, o güzel yurtları olan Mekkeye gideceklerdi. Beş vakit namazda yönlerini döndükleri ve hasretini çektikleri mukaddes Kabeyi ziyaret edip tavafta bulunacaklardı. Bu ne güzel bir müjde idi… Eshab-ı kiram, sevgili Peygamberimizin; “Siz, muhakkak Mescid-i Harama gireceksiniz!” müjdesini alır almaz, hemen hazırlıklara başladı.
Habib-i ekrem efendimiz, hazırlıklarını bitirdikten sonra, Abdullah bin Ümm-i Mektumu, Medinede vekil bıraktı. Zilkade ayının birinci Pazartesi günü, Kusva ismindeki devesine bindi. Hazırlanan bindörtyüz Eshabı ile birlikte, Medinede kalanlarla vedalaştılar. Umreye niyet ederek, Mukaddes belde Mekkeye doğru yürüdüler. Yanlarına yolcu silahı olan kılıçlarını ve kesmek üzerede yetmiş deve almışlardı. Kafileye ikiyüz atlı ve dört hanım sahabi katılmıştı. Hanımlardan biri, sevgili Peygamberimizin mübarek, mutahhar zevcesi hazret-i-Ümmü Seleme idi.
Zül-Huleyfe denilen mikat yerine geldiklerinde, ihrama girdiler, öğle namazını kıldılar. Sonra, kesilecek develerin kulaklarını işaretleyip, boyunlarına ip bağladılar. Naciye-tübnü Cündüb Eslemiye , yardımcılar verilerek, develerin başında vazifelendirildi. Abbad bin Bişr, yirmi kişilik bir süvari birliğine kumandan tayin edilerek ileri keşfe gönderildi. Büşr bin Süfyan, Mekkeye haberci gönderildi.
İhram elbisesini giyen sevgili Peygamberimiz ve kahraman Eshab, beyazlara bürünmüş bir halde, Allaha hamd ve şanının yüceliğini tasdik etmeye ve yalvarmaya başladılar; “Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! Lebbeyk! La şerike leke Lebbeyk! İnnel hamde ven-nimete leke vel-mülke la şerike lek!” Bu mübarek telbiye ile yer gök inliyor, Zül-Huleyfe, nurani bir havaya bürünüyordu. Herkes heyecanlanmış, bir an önce Mekkeye varmak için Zül-Huleyfeden ayrılmışlardı.
Yolda, Ömer ile Sad bin Ubade hazretleri, Habib-i ekrem efendimize yaklaşıp; “Ya Resulallah! Seninle harp halinde bulunan kimselerin üzerine silahsız olarak mı gideceğiz? Kureyşlilerin size saldırıp, mübarek vücudunuza bir zarar eriştirmelerinden korkarız!…” diyerek, endişelerini belirttiler. İki cihanın serveri, onlara; “Ben, umreye niyet ettim. Bu halde iken silah taşımak istemem” buyurdular.
Yolculuk sakin geçiyordu. Yol üzerindeki çeşitli kabilelere uğranıyor, Peygamber efendimiz, onları İslama davet ediyordu. Bir kısmı kabul etmekten çekiniyor, bir kısmı hediyeler gönderiyorlardı. Bu şekilde yolun yarısını geçmişler, Usfanın arkasında Gadir-ül-Eştat denilen mevkie gelmişlerdi. Burada, daha önce Mekkelilere haber gönderilmek üzere vazifelendirilen Büşr bin Süfyan hazretleri, Kureyşlilerle görüşüp geri dönmüştü. Peygamber efendimize, gördüklerini şöyle anlattı: “Ya Resulallah! Kureyşliler, senin geldiğini haber almışlar. Korkularından etraftaki kabilelere ziyafetler çekerek, onların yardımlarını istemişler. İkiyüz kişilik bir süvari birliğini keşf için size doğru yola çıkardılar. Etraftaki kabileler, bu isteği kabul edip Beldah mevkiinde birleştiler. Pek çok askeri yığınak yaptılar ve sizi Mekkeye sokmamak üzere yemin ettiler.” Bu habere, alemlerin efendisi çok müteessir oldular ve; “Kureyş helak oldu. Zaten harp onları yiyip bitirmiştir… Kureyş müşrikleri, kendilerinde bir kuvvet mi var zannediyor? Vallahi Allahın, yaymak için beni gönderdiği bu dini, hakim ve üstün kılıncaya, başım gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla çarpışmaktan asla geri durmayacağım!” buyurdu. Sonra kahraman Eshabına dönerek, bu konudaki rey ve görüşlerini sordu. Bütün benliği ile Resulallaha kendilerini adamış olan şanlı Eshab; “Allahve Resulü daha iyi bilir. Canımız sana feda olsun ya Resulallah! Biz, Beytullahı tavaf etmek niyetiyle yola çıkmış bulunuyoruz. Ne bir kimseyi öldürmek, ne de çarpışmak için geldik. Ancak, Kabeyi ziyaret etmemizi engellemek isterlerse, muhakkak onlarla çarpışır, hedefimize ulaşırız!…” dediler.
Eshab-ı kiramın bu kararlı hali, sevgili Peygamberimizin hoşuna gitti. Buyurdular ki: “Haydi, öyle ise Allahın ism-i şerifi ile yürüyünüz!…” Sahabiler, Peygamber efendimizin etrafında; “Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk!…” diyerek telbiye ve; “Allahü ekber! Allahü ekber!…” diyerek tekbir getirerek Mekkeye doğru ilerlemeye başladılar.
Bir öğle vaktinde Bilal-i Habeşi , sesinin bütün güzelliği ile ezan-ı şerifi okuyarak, namaz vaktinin girdiğini bildirmişti. Bu sırada, ikiyüz kişilik Kureyş süvari birliği oraya yetişmiş, Mekke ile sahabilerin arasına girerek, hücuma hazır vaziyette durmuştu. Buna rağmen, alemlerin efendisi yüce Eshabı ile saf olup namaza durdular. Sevgili Peygamberimizin arkasında binbeşyüz civarındaki Eshabının saf halinde hareketsiz kıyamda duruşları, rükuya eğilmeleri, görülmeye değer bir manzara idi. Hele, hep birlikte secdeye gitmeleri, heybetli bir dağın eğilip, doğrulmasına benziyordu. Onların, Allahın huzurunda şerefli alınlarını toprağa sürerek tevazu göstermeleri, Kureyş süvarilerinden bazılarının kalblerine İslamın muhabbetini düşürdü. Eshab, selam verip namazdan çıktıklarında, Kureyş süvari komutanının; “Müslümanların bu hallerinden istifade ederek baskın yapsaydık, onların çoğunu öldürürdük!… Onlar namazda iken niçin saldırmadık?” diye hayıflandığı, sonra da; “Merak etmeyiniz. Nasıl olsa, canlarından ve çocuklarından da sevgili olan bir namaza daha duracaklardır!…” diyerek, bu defa fırsatı kaçırmayacaklarını arkadaşlarına bildirdi.
Onların bu sözlerini Allah, Cebrail ile vahiy göndererek Peygamber efendimize bildirdi.
Gelen ayet-i kerimede buyruluyordu ki: “(Ey Habibim!) Sen de içlerinde bulunup, (düşman karşısında) onlara (Eshabına) namaz kıldıracağın zaman (onları iki kısma ayır), bir kısmı seninle birlikte (namazda, diğeri de düşman karşısında) dursun. Silahlarını yanlarına alsınlar. Seninle namazda olup, bir rekat kılanlar (namazı bozacak amellerden sakınarak) düşman karşısına gitsinler. Bundan sonra, henüz namazını kılmamış olan diğer kısmı gelip, ikinci rekatı seninle kılsınlar ve onlar da zırhlarını, koruyucu aletlerini ve silahlarını yanlarına alsınlar. (Teşehhüdü seninle okusunlar. Sen selam verince, onlar selam vermeden düşman karşısına gitsinler. Önce bir rekat kılmış olanlar geri gelip, kendi başlarına bir rekat daha kılarak selam versinler. İkinci rekatı imamla kılmış olanlar da tekrar gelip, bir rekat daha kılarak namazı tamamlayıp selam versinler.) Kafirler arzu ederler ki, silah ve eşyalarınızdan gafil bulunasınız da size ansızın bir baskın yapalar… Eğer size, yağmurdan bir eziyet olursa, yahut hasta bulunursanız, silahlarınızı koymanızda üzerinize bir vebal yoktur. Fakat yine bütün ihtiyat tedbirlerini alın. Şüphe yok ki, Allah kafirlere, hor ve hakir edici bir azab hazırlamıştır.” (Nisa suresi: 102)
İkindi vaktinde, Bilal ezan okuduğunda, Kureyş süvarileri yine Mekke ile Eshab-ı kiramın arasında hücuma hazır olarak durdular. Peygamber efendimiz, Eshabına ayet-i kerimede belirtildiği gibi namazlarını kıldırdı.
Müslümanların bu tedbirli namaz kılışlarına, müşrikler hayret ettiler. Allah, onların kalblerine korku verdi. Herhangi bir harekette bulunmaya cesaret edemediler. Mekkeye haber götürmek üzere oradan ayrıldılar. Peygamber efendimiz ve Eshabı da buradan Hudeybiye denilen mevkie doğru harekete geçtiler.
Mukaddes Mekke hududuna geldiklerinde, Resulallah efendimizin devesi Kusva, zahiri hiç bir sebep yok iken çöküverdi. Kaldırmak için çok uğraştılar fakat kalkmadı. Bunun üzerine, Kainatın sultanı efendimiz buyurdular ki; “Onun böyle bir çökme huyu yoktur. Fakat, bir zamanlar (Ebrehenin) fili(ni) Mekkeye girmekten tutup alıkoyan Allah, şimdi de Kusvayı tutup alıkoydu. Varlığım yed-i kudretinde olan Allaha yemin ederim ki, Kureyş, Allahın, Harem dahilinde yapılmasını haram ettiği (çarpışmayı ve kan akıtmayı terk etmek gibi) şeylerden hangisini benden isterlerse istesinler, onların bu isteklerini muhakkak yerine getireceğim!” Bundan sonra Kusvayı kaldırmak istediler. Deve sıçrayıp kalktı. Harem hududlarından içeri girmedi, tam hudud üzerinde bulunan Hudeybiye mevkiinde durdu. Peygamber efendimiz Eshab-ı kiramla, suyu az olan bu yerde konakladılar.
Resulallah , çadırını mübarek Mekke hududunun dışına kurdurdu. Eshabıyla burada beklemeye başladılar. Vakit girince, namazları, Mekke-i mükerreme hududu içinde kılıyorlardı. Kuyularda içecek ve kullanacak su kalmamıştı. Sadece Peygamber efendimizin ibriğinde vardı. Güç durumda kalan sahabiler; “Canımız sana feda olsun ya Resulallah! Yanımızda, yalnız sizin ibriğinizde su var. Mahvolduk!.” dediler. alemlerin efendisi; “Ben, sizin aranızda iken, siz mahvolmazsınız” buyurdular. Sonra “Bismillah” diyerek, mübarek elini ibriğin üzerine koydular. Sonra kaldırıp; “Alınız!…” buyurduğunda, mübarek parmaklarının arasından, çeşme gibi, sular akmaya başladı. Eshab-ı kiram; kana kana su içtiler, abdest aldılar, bütün kırbalarını doldurdular at ve develerini suladılar. Eshabını gülümseyerek seyreden merhamet deryası sevgili Peygamberimiz, Allaha hamd ettiler.
O gün, orada hazır bulunan Cabir bin Abdullah; “Biz, binbeşyüz kişi idik. Eğer yüzbin kişi dahi olsaydık, o su, hepimize yeterdi” buyurdu.
Hayret ilen barmağın dişler kim etse istima,
Barmağından verdiği şiddet günü Ensara su.