"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Ya rabbi! küffarı münhezim kıl!

Müşrikler, İslamı tamamen ortadan kaldırmak için yaptıkları bu mücadelelerinden sonra, müslümanların gündüz mağlub edilemeyeceğini anladılar. Onlara göre tek çare aynı şiddetle gece baskınları tertiplemekti. Müslümanlar ancak bu şekilde yenilebilirdi. Bu kararlarını hemen tatbikata koyup, yahudi Kureyza oğullarıyla birlikte gece baskınları yapmaya başladılar. Askerlerini gruplara ayıran müşrikler, nöbet ve sıra ile hücuma geçiyorlardı. Bu hal günlerce devam etti. Başta sevgili Peygamberimiz ve kahraman Eshab-ı kiram; aç, uykusuz, yorgun oldukları halde müdafaya devam ettiler. Hiç bir düşman askerini hendekten bu tarafa geçirmediler. Canla başla yapılan bu müdafa, daha önce yapılan bütün gazalardan daha korkulu, daha şiddetli, daha sıkıntılı ve daha zahmetli idi.

Günlerdir çarpışmakta olan müşriklerde, yiyecek sıkıntısı baş göstermeye başladı. At ve develeri de, yerde bir tutam kuru ot bulamadıkları için, ölmeğe başlamıştı. Bu sebeple müşriklerin kumandanı, Dırar bin Hattab kumandasında bir birliği, Kureyza yahudilerine erzak temini için göndermişti. Küffara her şeylerini feda eden yahudiler, derhal yirmi deve yükü buğday, arpa, hurma ve hayvanlar için saman yükleyip teslim ettiler. Dırar, askerleri ile sevinç içinde dönerken, Kuba yakınlarında bir grup sahabi ile karşılaştılar. Kahraman Eshab, derhal hücum etti. Kanlı bir çarpışmadan sonra, müşrikleri kaçırtarak yüklü develeri Peygamber efendimize teslim ettiler ve çok duaya mazhar oldular.

Kainatın sultanı efendimiz, bir aya yakın devam eden bu şiddetli çarpışmada, pek güç durumlarda kalan kahraman Eshabına acıyor, onlara, babalarından kat kat fazla şefkat gösteriyordu. Şanlı Eshabının gösterdiği bu insan üstü gayretlere karşı, kendisi mübarek alnını toprağa koyuyor, onlar için Allaha şöyle yalvarıyordu: “Ey darda kalanların imdatlarına yetişen! Ey muhtaç ve çaresiz kalmışların duasına icabet eden Allahım! Benim ve Eshabımın hallerini muhakkak görüyor ve biliyorsun. Ya Rabbi! Sen küffarı münhezim kıl, (hezimete uğrat), içlerine tefrika düşür ve onlara karşı bize nusret ver, zafer ihsan eyle!…” Sevgili Peygamberimiz, bu duasını, son günlerde sık sık tekrarlıyordu.

Müşrikler, kıtlığın da verdiği ızdıraplardan dolayı, bir an önce müslümanları ortadan kaldırmak için, bütün güçlerini harcıyorlardı. Böyle çarpıştıkları bir akşam, müşrik ordusundan, kalbine İslamın sevgisi düşmüş bir kimse, Peygamber efendimizin huzuruna geldi. Bu, Gatafan kabilesinden Nuaym bin Mesud idi. Sevgili Peygamberimize; “Ya Resulallah! Ben, Allahın bir olduğunu ve senin hak peygamber olduğunu tasdik etmek için geldim. Hamd olsun müslüman olmakla şereflendim. Şimdiye kadar size karşı çarpışmıştım. Bundan sonra da küffara karşı çarpışacağım. Bana ne emrederseniz yapmağa hazırım! Ya Resulallah! Benim müslüman olduğumu kavmim dahi bilmiyor” dedi. Resulallah efendimiz; “Bu küffarın arasına girip, tefrika sokarak birbirlerinden ayırmağa çalışabilir misin?” buyurdular. O da; “Ya Resulallah! Allahın yardımı ile onları birbirinden ayırabilirim. Yalnız, her ne dilersem söylemeğe izin var mı?” diye sual etti. Efendimiz de; “Harp hiledir. İstediğini söyleyebilirsin” buyurdular.

Nuaym bin Mesud hazretleri, önce Kureyza yahudilerinin yanına varıp; “Benim size karşı olan sevgimi bilirsiniz. Yalnız bu konuşacaklarımız aramızda kalsın, hiç kimse bilmesin!” dedi. Yahudiler de; “Hiç kimse bilmeyecektir?” diyerek yemin ettiler. Bunun üzerine Nuaym; “Şu adamın (Peygamber efendimizin) işi, muhakkak bir beladır. Onun, Nadir ve Kaynuka oğullarına yaptığını biliyorsunuz. Onları, yurtlarından yuvalarından sürüp çıkardığını, hepiniz de gördünüz. Şimdi, Kureyşliler ve Gatafanlar gelip müslümanlarla çarpışmaktalar, siz de onlara yardım etmektesiniz. Günlerce çarpıştığımız halde, daha bir neticeye varamadık. Böyle devam ederse, muhasara uzayacağa benzemektedir. Kureyşliler ve Gatafanların malları, mülkleri, yurtları, çocukları, sizin gibi burada değildir. Bu harpte eğer fırsat bulur da galip gelirlerse ganimetleri toplar giderler. Şayet mağlub olurlarsa çekip giderler, sizi, onlarla başbaşa bırakırlar. Halbuki, sizin müslümanlarla başa çıkacak ne gücünüz, ne de kuvvetiniz var. Harbin şu andaki durumu ise, müslümanların zafere kavuşacağını göstermektedir. Tahmin ettiğim gibi olursa, müslümanlar sizi kılıçtan geçirmeden bırakmazlar. Onun için acele bir tedbir almamız lazımdır!…” dedi. Bu´sözleri büyük bir heyecan ve korku ile dinleyen yahudiler, Nuaymın, kendilerini bu derece düşünmesinden dolayı çok memnun kaldılar ve; “Sen bize dostluğunu layıkıyla gösterdin. Bize, nasıl bir tedbir almak lazım geldiğini de söyle” dediler. Bunu bekleyen Nuaym bin Mesud ; “Doğrusu şudur ki; Kureyş ve Gatafan eşrafından bazılarını rehin almadıkça, müslümanlarla asla harbe girmeyin! Rehineler sizin yanınızda olduğu müddetçe, harbden kaçıp gidemezler!” dedi. Bunun da pek güzel bir tedbir olduğunu kabul eden yahudiler, ona, teşekkür edip, izzet ikramda bulundular.

Hazret-i Nuaym, yahudilerden ayrılıp doğruca Kureyş karargahına vardı. Kumandanlarına; “Benim Muhammede olan düşmanlığımı ve sizleri de ne kadar çok sevdiğimi bilirsiniz. Öğrendiğim bir şeyi, dostluğumuzun icabı, size ulaştırmayı büyük bir vazife bildim. Yalnız, bu söyleyeceklerimi hiç kimseye duyurmayacağınıza söz verip yemin etmelisiniz!” dedi. Onlar da yemin edip merakla; “Söyle, seni dinliyoruz” dediler. “Haberiniz olsun ki, Kureyza yahudileri, sizinle ittifak ettiklerine pişman olmuşlar ve Muhammede haber göndermişler: “Kureyşten ve Gatafanların ileri gelenlerinden boyunlarını vurmak üzere rehineler alıp sana teslim edelim. Sonra seninle birlik olup müşriklerin kökünü kazıyıncaya kadar çarpışalım! Yalnız, kardeşlerimiz Nadir oğullarını affedip yurtlarını bağışlamalısın!” demişler. Muhammed de, yahudilerin bu isteklerini kabul etmiş! Eğer yahudiler, sizden rehine isterse, sakın kabul etmeyin, hepsini öldürecekler! Sakın bu söylediklerimi kimse duymasın!…” dedi. Kureyşliler, bu mühim haberden dolayı Nuayma çok teşekkür edip iltifat gösterdiler.

Nuaym bin Mesud oradan ayrılıp, Gatafanların yanına geldi. Kureyşlilere anlattıklarını onlara da söyledi.

Bir gün sonra Kureyş kumandanı, Kureyza oğullarına; “Artık burada durmak bizim için çok güçleşti. Zira hava soğuk, hayvanlarımız açlıktan kırılıp gitmektedir. Bu gece iyi bir hazırlık yapıp, yarın hep birlikte şiddetli bir hücuma geçelim” diye haber gönderdi. Yahudiler de; “Biz, hem Cumartesi günü harp etmeyiz hem de sizinle beraber savaşmaya katılabilmemiz için, ileri gelenlerinizden bir çok kimseyi bize rehin olarak vermeniz lazım. Eğer muhasara müddeti uzar ve siz aciz kalıp memleketinize giderseniz, bizi Muhammede teslim etmiş olursunuz. Şayet, rehin verirseniz, bizi bırakıp gitmezsiniz!…” dediler. Bu haber, Kureyş kumandanına ulaştığı zaman; “Nuaym bin Mesudun sözü doğru imiş!” dedi ve yahudilere tekrar haber gönderip; “Biz size, bir tek adamımızı bile rehin olarak vermeyiz. Eğer, yarın gelip bizimle beraber harb ederseniz ne ala, yoksa biz yurdumuza gideriz. Siz de Muhammed ve Eshabı ile başbaşa kalırsınız!..” dediler. Bunu işiten Kureyza yahudileri, Nuaymın sözünün doğru çıktığını düşünüp; “Bu durumda, biz de sizinle birlik olup müslümanlara karşı savaşmayız…” dediler. Böylece her iki tarafın da kalblerine korku düştü.

Peygamber efendimize, Cebrail gelip; Allahın, müşrikleri kasırga ile perişan edeceğini müjdeledi. Bunun üzerine alemlerin efendisi, mübarek dizleri üzerine gelip, mübarek ellerini uzatarak; “Allahım! Bana ve Eshabıma acıdığından dolayı sana şükrederim” diyerek, Allaha şükranlarını arzettiler. Sonra kahraman Eshabına müjdeyi bildirdiler.

O gece Cumartesi gecesi idi. Ortalığı müthiş bir karanlık kaplamış, göz gözü görmüyordu. Derken şiddetli bir ayaz ve arkasından çok kuvvetli bir rüzgar esmeye başladı. Bu geceyi, Huzeyfe tübnü Yeman hazretleri şöyle anlattı: “Öyle bir gecede bulunuyorduk ki, o zamana kadar ondan daha karanlık bir gece görmemiştik. Bu şiddetli karanlıkla birlikte, gök gürültüsünü andıran bir gürültüyle korkunç bir rüzgar da esmeye başlamıştı. Bu sırada, müşrik ordusunun telaşa ve korkuya kapılıp, kendi aralarında anlaşmazlığa düştüklerini Peygamber efendimiz bize haber verdi. Biz, şiddetli soğuktan, açlıktan ve gecenin dehşetinden ayağa kalkamıyor, olduğumuz yerde üzerimize bir şeyler örterek bekliyorduk.

Resulallah namaza durdu ve gecenin bir kısmını namaz kılarak geçirdikten sonra, bize doğru dönerek şöyle buyurdu: “İçinizden, müşrik ordusunun yanına gidip, durumlarını inceleyerek, bana haber getirecek olan var mıdır? Bu haberi getirenin, Cennette bana arkadaş olmasını Allahtan dileyeyim.” Orada bulunanlar şiddetli açlık ve soğuktan ayağa kalkamadı. Sonra Resulallah efendimiz, benim yanıma geldi. Soğuktan ve açlıktan iki dizim üzerine çöküp büzülerek oturuyordum. Resulallah efendimiz bana dokunarak; “Sen kimsin?” buyurdu. “Ben Huzeyfeyim ya Resulallah” dedim. Resulallah efendimiz; “Git şu kavim ne yapıyor bir bak! Yanıma dönüp gelinceye kadar onlara, ok ve taş atma, mızrak ve kılıç vurma. Sen benim, yanıma dönüp gelinceye kadar, ne soğuktan, ne sıcaktan zarar görmeyeceksin, esir edilip, işkenceye de uğramayacaksın” buyurdu. Kılıcımı ve yayımı aldım, gitmek üzere hazırlandım. Resulallah efendimiz, benim için; “Allahım, onu önünden-ardından, sağından-solundan, üstünden-altından koru” diyerek dua buyurdu.

Müşriklere doğru yürümeye başladım. Sanki hamamda yürüyor gibiydim. Vallahi içimde ne bir korku, ne bir üşüme, ne de bir ürperti vardı. Nihayet müşriklerin ordugahına vardım. Kumandanları ve ileri gelenleri bir siperde ateş yakmışlar, ısınıyorlardı. Ebu Süfyan; “Buradan çekip gitmeli” diyordu. Hemen aklıma, onu orada öldürmek geldi. Ok çantamdan bir ok çıkarıp, yayıma yerleştirdim. Ateşin ışığından faydalanarak onu vurmak istedim. Tam atacağım sırada, Resulallahın; “Benim yanıma dönüp gelinceye kadar, bir hadise çıkartmayacaksın” buyurduğunu hatırladım ve öldürmekten vazgeçtim. Bundan sonra, kendimde kuvvetli bir cesaret buldum. Müşriklerin yanına sokulup ateşin başına oturdum. Görülmemiş derecedeki şiddetli rüzgar ve Allahın görülmeyen ordusu (melekler), onlara yapacağını yapıyordu. Rüzgarda, kapkacakları devriliyor, ateşleri ve ışıkları sönüyor, çadırları başlarına yıkılıyordu. Bir ara, müşrik ordusunun kumandanı Ebu Süfyan ayağa kalkıp; “İçinizde gözcüler ve casuslar bulunabilir, dikkat ediniz, herkes yanındakinin kim olduğuna baksın! Herkes yanında oturanın elini tutsun” dedi. Ebu Süfyan, aralarına bir yabancının girdiğini sezer gibi olmuştu. Hemen ellerimi uzatıp, sağımda ve solumda bulunan iki kişinin ellerinden tutup, onlardan önce isimlerini sordum. Böylece tanınmamı engelledim. Nihayet Ebu Süfyan, ordusuna şöyle hitab etti: “Ey Kureyşliler! Siz durulacak bir yerde değilsiniz. Atlar, develer kırılmağa başladı. Kıtlık her tarafı sardı. Rüzgardan başımıza gelenleri görüyorsunuz. Hemen göç edip gidiniz! İşte ben gidiyorum!” diyerek devesine bindi. Müşrik ordusu perişan bir halde toplanıp, Mekkeye doğru hareket etti. Üzerlerine kum ve çakıl yağıyordu.

Müşrik ordusu çekip gidince, ben de Resulallah efendimizin yanına doğru yürüdüm. Yolun yarısına geldiğimde karşıma yirmi kadar beyaz sarıklı süvari (melekler) çıktı. Bana; “Resulallaha haber ver. Allah düşmanı perişan etti…” dediler. Resulallah efendimizin yanına döndüğümde, bir kilim üzerinde namaz kılıyordu. Fakat ben döner dönmez, gitmeden önceki üşüme ve titreme halim tekrar başlamıştı. Resulallah efendimiz, namazdan sonra, ne haber getirdiğimi sordu. Ben de, müşriklerin içine düştükleri perişan hali ve çekip gittiklerini haber verdim. Resulallah bu habere çok sevindiler ve gülümsediler. Günlerdir uykusuzduk. Peygamberimiz, beni de yanına alıp, üzerindeki kilimin bir ucunu üzerime örttü. O gece bu şekilde sabahladık. Seher vaktinde Resulallah beni uyandırdı. Sabah olunca, müşrik ordusundan eser kalmamıştı. Onlar, Mekkeye yaklaşıncaya kadar peşlerinden şiddetli bir rüzgar esti ve arkalarından da hep tekbir sesleri işittiler.

Kureyş müşrikleri, karargahlarını terkedip kaçınca, onlara uyup gelen diğer müşrik kabileler de Medineyi terkettiler. Unutamayacakları çok büyük bir mağlubiyetin keder ve üzüntüsüne boğuldular. Onlar bu hezimete uğrarken, Kainatın efendisi ve şanlı Eshabı üm, Allaha şükür secdesine kapanıyorlar, hamd edip, şükranlarını arzediyorlardı. Mücahidler; “Allahü ekber! Allahü ekber!.” sadaları arasında, nurlu Medinenin yolunu tuttular. Medine sokakları, bir anda çocukların istilasına uğramış, Kainatın sultanını ve mübarek babalarını, amcalarını, dayılarını, ağabeylerini karşılamaya çıkmışlardı. Peygamber efendimiz de, tebessüm buyurarak onlara karşılık veriyordu…

Hendek gazasında altı şehid verilmişti… Bu gaza hakkında Allah, ayet-i kerimelerde mealen buyuruyor ki: “Allah (Hendek savaşındaki) o kafirleri, hiç bir hayra, zafere kavuşamadıkları halde, öfkeleriyle geri çevirdi. Böylece Allah, (melekler ve rüzgar ile) muharebede (muvaffak olmaları için), müminlere kafi oldu. Allahın her şeye gücü yeter. O, her şeye galiptir.” (Ahzab suresi: 25) “Ey iman edenler! Allahın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayınız. Hani size (Hendek savaşında) ordular saldırmıştı da, biz onların üzerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz (meleklerden) ordular göndermiştik…” (Ahzab suresi: 9) Bu savaştan sonra sevgili Peygamberimiz; “Artık nöbet sizindir. Bundan sonra Kureyş sizin üzerinize gelemez” buyurdular.