"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Allah en güzel vekildir

Müşrik ordusunun Medineye çok yaklaştığı sırada, yahudi Nadiroğullarının reisi Huyey, Kureyş ordu kumandanına; “Medinedeki Kureyza yahudilerinin müslümanlarla andlaşma halinde olduklarını, ancak onların reisi Kab bin Esedi aldatıp, kendi saflarına çekebileceğini bildirdi. Kumandan da; “Ey Huyey! Hemen Kab bin Esede git. Müslümanlar ile yaptıkları andlaşmayı bozup bize yardım etsinler” dedi. Bu andlaşmanın maddelerinden biri, “Medineye bir düşman ordusu taarruz ederse, müslümanlarla birlik olup, düşmana karşı koymak” idi.

Yahudi Huyey, müşrik ordusundan ayrılıp, gece, Beni Kureyza reisi Kabın evine geldi. Kapıyı çalıp kendisini tanıttı ve; “Ey Kab! Kureyşin bütün ordusunu, Kinane ve Gatafan oğulları gibi nice kabileleri onbin kişilik bir ordu halinde getirmiş bulunuyorum. Artık Muhammed ve Eshabı kurtulamıyacaktır. Onları tamamen imha edinceye kadar, Kureyşlilerle buradan ayrılmamağa yemin ettik!..” dedi. Kab; “Muhammed ve Eshabı öldürülemez de, Kureyş ve Gatafanlar ülkelerine dönüp gider ise, burada yalnız kalırız. Sonunda hepimizi öldürürler diye korkuyorum!…” diye endişesini belirtince, Huyey; “Bu korkunun gitmesi için Kureyş ve Gatafanlardan yetmiş kişi rehin istersin. Bu rehineler sende olduğu müddetçe, onlar buradan gidemezler. Şayet yenilip giderlerse, ben sizin yanınızdan ayrılmam. Size gelen felaket bana gelmiş olur” diyerek, Kabı sonra da diğer yahudileri aldattı. Müslümanlarla olan muahedeyi yırttırdı. Böylece andlaşma bozulmuş oldu.

Huyey, müşrik ordusuna dönüp durumu anlattı. Beni Kureyzanın, müslümanları arkadan vuracaklarını bildirdi.

Yedinci gün, müşrikler onbin kişilik muazzam bir ordu ile Medinenin batı ve kuzey tarafına gelip, ordugahlarını kurdular. Bu ordugah, hendeğin kazıldığı yerde idi. Müşriklerin düşünceleri; bu muazzam ordu ile Medineyi baştanbaşa yakıp yıkmak, Peygamber efendimizi ve Eshabını ortadan kaldırıp, İslamiyeti yok etmekti. Bu, görünüşte karşı konması güç, muazzam ve pek büyük bir ordu idi.

Müşrikler, hayallerinden geçirmedikleri hendek engelini görünce, şaşkına döndüler, moralleri bozuldu. Çünkü, hendek iyi bir atın süratle koşarak atlayamayacağı genişlikte idi. İçine düşen bir kimse de kolayca çıkamazdı. Hele zırhlı bir kimsenin yukarı tırmanarak çıkması çok zordu.

Müşriklerin geldiğini haber alan sevgili Peygamberimiz, derhal altı gündür durmadan çalışarak yorgun düşen Eshabını toplayıp, hendeğin bu tarafında Sel Dağı eteklerine karargahını kurdu. Arkalarında Sel Dağı ve Medine bulunuyordu, önünde hendek ve ötesinde düşman… Yine İbn-i Ümm-i Mektum, Medinede Peygamber efendimizin vekili olarak bırakıldı. Kadınlar ve çocuklar hisarlara yerleştirildi. Üçbin kişilik İslam ordusunun otuzaltı süvarisi vardı. Sancakları, Zeyd bin Harise ile Sad bin Ubade hazretleri taşıyordu. Resulallah efendimizin deriden yapılmış çadırı, Sel Dağının eteğinde kuruldu.

Yine nice kahramanlıklar gösterecek olan Eshab-ı kiram üm, dikkatle düşmanın hareketlerini takib etmeğe başladı. Bu sırada, sevgili Peygamberimizin huzuruna Ömerin geldiği görüldü. “Ya Resulallah! İşittiğime göre, Kureyza yahudileri aramızdaki andlaşmayı bozmuşlar ve bize karşı harbe hazırlanıyorlarmış!” dedi. Beklenilmeyen bu habere, alemlerin efendisi; “Hasbünallahü ve nimel vekil-Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” diyerek mukabelede bulundular. Çok müteessir olmuşlardı. Şimdi İslam ordusu, iki ateş arasında kalmıştı. Kuzey ve batıda müşrik orduları, güney doğuda yahudiler bulunuyordu.

Resulallah efendimiz, Zübeyr bin Avvam hazretlerini Kureyza oğullarının kalesine gönderdi. Zübeyr gidip, durumu öğrendi. Gelince; “Ya Resulallah! Onları, kalelerini tamir, harp talimleri ve manevraları yaparken gördüm. Ayrıca hayvanlarını da derleyip toparlıyorlardı” diyerek, gördüklerini anlattı. Bunun üzerine Habib-i Ekrem efendimiz; Sad bin Muaz, Sad bin Ubade, Havvat bin Cübeyr, Amr bin Avf, Abdullah bin Revahayı üm, Kureyza oğullarına nasihat edip andlaşmayı yenilemeleri için gönderdi. Vazife verilen bu beş sahabi, Kureyza yahudilerinin kalesine gidip, onlara nasihat ettiler. Fakat, nasihat kar etmiyordu. Ayrıca hakaret etmeye de başlamışlardı. Son söz olarak; “Kardeşlerimiz Nadiroğullarını, yurtlarından sürüp çıkarmakla, bizim, kolumuzu-kanadımızı kırdınız. Muhammed de kim oluyormuş! Onunla aramızda hiç bir söz ve andlaşma yoktur. Peygamberinizin üzerine hep birden saldırıp, öldürmek için and içmiş bulunuyoruz. Kardeşlerimize muhakkak arka çıkıp, yardımcı olacağız!…” dediler.

Sad bin Muaz hazretleri ve arkadaşları, Resulallah efendimizin huzuruna gelip, herkesin anlayamayacağı şekilde kapalı olarak durumu anlattılar. Peygamber efendimiz; “Haberinizi gizli tutun. Ancak bilene açıklayın. Çünkü harp, tedbir ve aldatmadan ibarettir” buyurdular.

Eshab-ı kiram, hendeğin bu tarafında Peygamber efendimizi bekliyor, nasıl hareket edeceklerini merak ediyorlardı. Biraz sonra Kainatın sultanı, kahraman Eshabının yanına teşrif etti ve; “Allahü ekber! Allahü ekber!” diyerek tekbir getirdi. Bunu işiten şanlı sahabiler, hep bir ağızdan tekbir getirerek, cenab-ı Hakkın ism-i şerifinin yüceliğini bildirip, hendeğin ötesinde kum gibi kaynayan küffarın kalbine korku saldılar. Müşrikler, tekbirleri işitince; “Muhammed ve Eshabına, herhalde sevindirici bir haber geldi” dediler. Peygamber efendimiz, Eshabına; “Ey müslüman cemaati! Allahın fetih ve yardımı ile sevininiz!” buyurarak, muzaffer olacaklarının müjdesini verdi. Şanlı Eshab, şimdiye kadar bir çok seriyyelerde bulunmuşlar, Bedr ve Uhud gazalarına katılmışlardı. Sayıca ve kuvvetçe çok olan müşrikleri, Allahın izni ve Resulallah efendimizin duası bereketiyle her defasında hezimete uğratmışlardı. Başlarında, varlıkların “Baş tacı” olduktan sonra, yapamayacakları iş, katlanamayacakları sıkıntı olamazdı. Hava soğuk, kıtlık şiddetli, açlık ziyade idi… Peygamber efendimiz dahil, bir çokları mübarek karınlarına taş bağlamışlardı. Karşıda düşman, kum gibi kaynıyordu!… Fakat şanlı Eshab için, düşmanın çokluğu ve çekilen sıkıntıların ehemmiyeti yoktu. Allah en güzel vekildi… Ona bağlanmışlar, Ona dayanmışlar, Ona sığınmışlardı.

Kureyşin önde gelen kumandanları ve Kureyşle beraber gelen diğer kabilelerin liderleri umumi taarruza geçmek için bir karar vermeden önce, hendeğin etrafında, geçebilecekleri bir yer araştırmaya başladılar. Hendeği bir baştan öbür başa kadar dolaştılar. Nihayet aceleden yarım kalan dar yerde durup, buradan hücum etmenin uygun olacağında karar kıldılar. Müşrik askerleri de kumandanlarının peşinden hareket ediyorlar, bir hendeğe, bir de şanlı Eshaba bakıp şaşırıyorlardı. “Yemin ederiz ki, bu, Arabların başvurduğu bir usul değildir. Muhakkak bunu, o Farslı adam tavsiye etmiştir!” diyorlardı.

Kureyşli kumandanlar, askerlerine hendeğin dar yerini göstererek; “Buradan kim atlayıp, karşıya geçebilir?” deyince, içlerinden beş süvari ayrıldı. Bunlar teke tek vuruşmak üzere hendeğin diğer tarafına geçeceklerdi. Şanlı Eshab-ı kiram ve müşrik askerleri merakla bu beş atlının hareketlerini takib etmeye başladılar. Süvariler hız almak için geriye çekildiler. Sonra atlarının başını hendeğin en dar yerine çevirip, hızlandırdılar. Dört nala koşan beş cins at, bir sıçramada hendeğin diğer tarafına geçmeyi başardılar. Onu pek çok süvari takib etmek istedi ise de başaramayıp, hendeğin öbür tarafında kaldılar. Bu geçenler içinde Amr bin Abd adında çok güçlü bir kimse vardı. Tepeden tırnağa kadar zırh giymiş, heybetli bir görünüşü vardı. Görünüşte kalblere korku salan bu adam, mücahidlere karşı; “Benimle çarpışabilecek bir kimse varsa meydana çıksın?…” diye bağırdı.

Bu sırada Alinin, sevgili Peygamberimizin huzuruna çıkarak: “Canım sana feda olsun ya Resulallah! Onunla ben çarpışayım” diyerek izin istediği gürüldü. Üzerinde zırhı dahi yoktu. Eshab-ı kiram, ona gıbta ile bakıyordu. Sevgili Peygamberimiz, kendi mübarek zırhını çıkarıp, Aliyi giydirdiler. Kılıcını ona kuşattılar. Mübarek başlarından sarığını çıkarıp, onun başına bizzat kendi elleriyle sardılar. Sonra da; “Allahım! Bedr gazasında amcamoğlu Ubeyde, Uhud gazasında amcam Hamza şehid oldular. Yanımda kardeşim ve amcam oğlu olan Ali kaldı. Sen onu muhafaza eyle. Ona yardımını ihsan eyle. Beni yalnız başıma bırakma!” diyerek dua etti. Eshab-ı kiram; “amin!” dediler.

Dualar ve tekbirler arasında yaya olarak ilerliyen Allahın aslanı, atının üzerinde, bir heyula gibi duran Amr bir Abdın karşısına dikildi. Gözlerinden başka her tarafı zırhlarla kaplı olan Amr, bu kahramanı tanıyamadı ve kim olduğunu sordu. O da; “Ben, Ali bin Ebi Talibim” diyerek kendini tanıtınca, Amr; “Ey kardeşimin oğlu! Baban, benim dostumdur. Bu sebeple senin kanını dökmek istemem. Benim karşıma çıkacak amcalarından biri yok mu?” diyerek güya ona acıdı. Ali ise; “Ey Amr! Vallahi, ben senin kanını dökmek isterim. Yalnız, ikimizin de eşit durumda olması lazım gelmez mi? Yiğitliğin şanına da bu yakışmaz mı? Halbuki, ben yayayım, sen ise atlısın!…” diyerek onu tahrik etti. Bunu işiten Amrın, yiğitlik damarı kabarıp derhal atından indi ve atının bacaklarını kılıçla doğradıktan sonra, hiddetle Alinin karşısına geçti.

Hamle yapmak üzere iken, Allahın aslan; “Ey Amr! İşittim ki, sen, Kureyşden bir kimse ile karşılaştığında, onun iki dileğinden birini yerine getireceğine yemin etmişsin. Bu doğru mu?” diye sordu. O da; “Evet, doğrudur” diye cevap verince, bu defa; “O halde, birinci isteğim; senin, Allah ve Resulüne iman edip, müslüman olmandır!” diyerek imana davet etti. Bunu duyan Amr, kızdı ve; “Geç bunu! Bu bana lazım değil!” dedi. Ali; “İkinci isteğim, çarpışmayı bırakıp, Mekkeye dönmendir. Zira Resul , düşmana galip gelirse, sen bu hareketinle Ona yardım etmiş olursun!…” dedi. Amr; “Bunu da geç! Ben intikam almadıkça, koku sürünmeyeceğime yemin ettim. Başka bir dileğin varsa onu söyle!” deyince, Ali; “Ey Allahın düşmanı! Artık seninle çarpışmaktan başka bir şey kalmadı!” dedi. Amr, bu sözlere gülüp; “Hayret doğrusu! Arab diyarında karşıma çıkabilecek bir yiğidin olduğu, hatırımdan geçmezdi! Ey kardeşimin oğlu! Yemin ederim ki, ben seni öldürmek istemem. Zira, baban, benim dostumdu. Ben karşıma, Kureyş eşrafından Ebu Bekir gibi, Ömer gibi bir kimse isterdim” dedi. Ali; “Öyle olsa da, ben seni öldürmek için buraya çıktım” deyince, Amrın kanı başına sıçradı. Kılıcını kaldırması ile indirmesi bir oldu. Böyle bir şeyi bekleyen Allahın aslanı, şimşek gibi yana sıçrayıp, hamleyi kalkanıyla karşıladı. Fakat Amr, bunun gibi nice kalkanlar parçalamıştı. Onun vuruşuna en güçlü kalkanlar bile dayanamazdı. Nitekim, şimdi de öyle oldu. Alinin kalkanı parçalandı, ayrıca kılıç, başını sıyırıp yaraladı. Hamle sırası Aliye gelmişti; “Ya Allah!” diyerek Zülfikarı, Amrın boynuna indirdi, indirmesi ile İslam ordusunda; “Allahü ekber! Allahü ekber!” sadaları yeri göğü inletmeye, küffar ordusunda feryadlar yükselmeğe başladı. Evet, Nebilerin sultanı varlıkların baş tacının duası kabul olmuştu. İnsan azmanı Amr, yere serilmiş, gövdesinden oluk gibi kan boşanırken, kafası miğferiyle birlikte uçmuştu.

En çok güvendikleri Amrın yere serildiğini gören arkadaşları, derhal Aliye saldırdılar. Bunu gören Eshab-ı kiram, oraya koştular. Zübeyr bin Avvam , Nevfel bin Abdullahı yaralayıp atıyla birlikte hendeğe düşürdü. Ali, hendeğe inip Nevfeli iki parçaya ayırdı. Diğerleri hendeği zor geçip geriye kaçtılar. Müşrik ordusu baş kumandanı ise, daha harbin başında büyük bir ümidsizliğe düşmüştü. Artık harbin şekli tayin olmuştu. Hendek, göğüs güğüse çarpışmayı engelliyordu. Ok atışlarıyla birbirlerine zayiat vermeğe uğraştılar. Bu hareket, neticeyi uzatmaktan başka bir işe yaramıyordu. Müşrikler, bu şekilde galip gelemiyeceklerini anlayıp, hendeğin her tarafından hücuma geçmenin en uygun bir yol olacağına karar verdiler ve saldırıya geçtiler. Onbin kişilik koca düşman ordusu, hendeği geçmek için uğraşıyor, üçbin kişilik şanlı İslam ordusu ise, okla, taşla onları hendekten geçirmemeğe gayret ediyordu. Müthiş bir mücadele başlamıştı. Bu mücadele akşama kadar sürdü.

Resulallah efendimiz, gece, hendeğin çeşitli yerlerine nöbetçiler yerleştirdi. Kendisi de dar olan yerde nöbet tutmağa başladı. Medineye beşyüz kişilik bir devriye kuvveti göndererek, sokaklarda yüksek sesle tekbir getirmelerini emretti. Böylece yahudilerden veya Kureyş müşriklerinden gelecek bir tehlike zamanında önlenecek, kadınlar ve çocuklar korunacaktı. Kureyza yahudileri ise, Huyey bin Ahtabı müşriklere gönderip, gece baskınları yapmak üzere ikibin kişilik bir kuvvet istediler. Geceleri, savunmasız kalan kadın ve çocuklara saldıracaklardı. Fakat mücahidlerin sabahlara kadar devriye gezmeleri; “Allahü ekber!” nidalarıyla tekbir getirmeleri, kalblerine büyük bir korku salmıştı. Kalelerine çekilip, fırsat beklemeğe başladılar. Zaman zaman küçük gruplar halinde Medineye girmeğe çalıştılar.

Bir gece Kureyzaoğullarının ileri gelenlerinden Gazzal, yanına aldığı on kişilik bir birlik ile, Peygamber efendimizin halası Safiyye validemizin bulunduğu köşke kadar gelmeyi başardı. İçerde kadınlar ve çocuklar vardı. Kendilerini koruyacak bir tek silahları bile yoktu. Yahudiler, önce köşke ok atmaya, sonra da içeri girmeye çalıştılar. İçlerinden biri, iç avluya geçmeyi başardı ve içeri girmek için etrafı kontrol etmeye başladı. Bu sırada sevgili Peygamberimizin kahraman halası, yanındakilere hiç ses çıkarmamalarını tembih ettikten sonra, aşağı inip, kapının yanına geldi. Bir tülbent ile başını sıkıca sarıp, bir erkek görünümüne girdikten sonra, eline bir sırık alıp, beline bir bıçak yerleştirdi. Yavaşça kapıyı açıp o yahudinin arkasına yaklaştı ve elindeki sırığı şiddetle başına indirdi. Hiç vakit kaybetmeden yere düşen yahudiyi öldürdü. Sonra öldürülen yahudinin başını dışarıda ok atmakla meşgul olan yahudilere fırlattı. Arkadaşlarının kesik başını ayakları altında gören yahudiler, büyük bir korkuya kapılıp, kaçmağa başladılar. Bir taraftan da; “Bize, müslümanlar evlerinde hiç bir erkek bırakmaksızın, hepsini harbe göndermişler, şeklinde haber verilmişti!…” diye söyleniyorlardı.

Harp, sabahleyin yine aynı şiddetle devam etti. Oklar havada vınlıyarak uçuşuyordu. alemlerin efendisi , şanlı Eshabına; “Varlığım yed-i kudretinde bulunan Allaha yemin ederim ki, karşılaştığımız sıkıntılar, üzerinizden muhakkak kaldırılacak ve sizler feraha çıkarılacaksınız” buyurarak, onlara sabretmelerini tavsiye etti ve zaferin, inananlara ait olacağını müjdeledi. Bu müjdeyi alan kahraman sahabiler, açlık, kıtlık gibi sıkıntıları unutup canla, başla çalıştılar. Hendekten bir müşrikin bile geçmesine meydan vermediler. Eshab-ı kiramın önde gelenlerinden Sad bin Muaz hazretleri, büyük bir kahramanlık göstererek savaşıyordu. Savaş sırasında, Hibban bin Kays bin Araka adlı bir müşrikin attığı ok ile kolundan yaralandı. Ok, atar damara isabet edip, çok kan kaybına sebeb oldu. Sad, yaralı bir halde, etrafındakilerin kanı durdurmak için uğraştıklarını görerek, durumunun ciddi olduğunu anladı ve; “Ya Rabbi! Kureyş harbe devam edecekse, bana ömür ihsan eyle. Çünkü senin Resulüne eziyet eden, Onu yalanlayan bu müşriklerle savaşmaktan hoşlandığım kadar, başka hiç bir şeyden hoşlanmıyorum. Eğer aramızdaki harb sona eriyorsa, beni şehitlik mertebesine yükselt. Fakat, Beni Kureyzanın akıbetini görmeden ruhumu kabzetme” diyerek dua etti. Duası kabul olunup, kanı kesildi.

Eshab-ı kiram arasında çarpışıyor görünen Abdullah bin Übey gibi münafıklar ise, gayet ağırdan alıyor, ileri hatlara yaklaşmıyorlardı. Ayrıca, mücahidlerin morallerini bozmak için ellerinden geleni yapıyor; “Muhammed size, Kayser ve Kisranın hazinelerini vad edip duruyor. Halbuki, şu anda hendek içinde hapsolmuşuz. Korkumuzdan abdest bozmağa bile gidemiyoruz. Allah ve Resulü, bizi aldatmaktan başka bir şey yapmıyor, vadetmiyor!.” diyerek fitne çıkarmaya çalışıyordu. Sıkıştıkları zaman, evlerine düşmanın saldırabileceğini bahane edip vazife yerlerini terkediyorlardı. Münafıkların bu hareketleri de ayrı bir dert ve ayrı bir sıkıntı oluyordu.

Müşrik ordusu, bir an önce neticeye varmak için bütün gücünü harcıyor, fakat şerefli sahabilerin kahramanca müdafaları karşısında, hiç bir varlık gösteremiyordu. En çok saldırdıkları yer, dar geçit idi. Sevgili Peygamberimiz, buradan ayrılmıyor, Eshabını savaşa teşvik ediyordu. Peygamber efendimizin yanı başında harb etmek şerefine kavuşmak isteyen Eshab-ı kiram, gaza meydanında görülmemiş kahramanlıklar gösteriyorlardı. Bir ara müşriklerin, şiddetli bir ok atışına başladıkları görüldü. Bütün hedef, Kainatın sultanının bulunduğu çadır idi. Sevgili Peygamberimizin mübarek vücudlarını bir zırh örtüyordu. Mübarek başlarında ise miğferleri vardı. Çadırın önünde dimdik duruyorlar, harbin seyrine göre Eshabına emirler veriyorlardı. Müşrikler, bazan en zayıf görünen yere birden yükleniyorlar, mübarek sahabiler oraya koşup, din düşmanlarını püskürtünceye kadar, aşk ile çarpışıyorlardı. Bu görülmemiş mücadele pek şiddetli oluyor, kahraman sahabiler, çarpışmaktan, yan tarafa bakacak zaman bulamıyorlardı. O gün, sabahla başlayan bu mücadele, geç saatlere kadar devam etti. Namaz vakitleri geldikçe, şanlı sahabiler; “Ya Resulallah! Namazımızı kılamadık” diyorlar, alemlerin efendisi, Kainatın sultanı, büyük bir üzüntü içinde; “Vallahi ben de kılamadım” buyuruyorlardı. Yatsı sıralarında, İbadetlerini yaptırmayan müşrik sürüsünü, pek şiddetli bir saldırı ile geriye püskürtüp, dağıttılar. Bu dağınıklıktan kurtulamayan Kureyşliler ve Gatafanlar, geceyi geçirmek üzere karargahlarına çekildiler. Mücahidler de sevgili Peygamberimizin çadırına doğru yürüdüler. O zaman, alemlere rahmet olarak gönderilen Fahr-i alem efendimiz, beddua etmek adet-i şerifleri değil iken, namaz için dayanamamışlar; “Onlar, nasıl güneş batıncaya kadar uğraştırıp bizi namazımızdan alıkoydular ise, Allah da onların evlerine, karınlarına ve kabirlerine ateş doldursun!” buyurarak, müşriklere bedduada bulundular. Kazaya kalan öğle, ikindi ve akşam namazlarını kıldıktan sonra, yatsı namazını kıldırdılar.