Peygamber efendimiz , şanlı Eshabına; “Nevfel bin Hüveylid hakkında bilgisi olan var mı?” buyurdular. Ali ileri çıkıp; “Ya Resulallah! Onu ben öldürdüm” dedi. Bu habere çok sevinen sevgili Peygamberimiz; “Allahü ekber!” diyerek tekbir getirdiler ve; “Allah, onun hakkındaki duamı kabul eyledi” buyurdular.
Ümeyye bin Halefin öldürüldüğünü söylediklerinde de çok sevindiler ve; “Elhamdülillah! Allaha şükürler olsun, Rabbim kulunu tasdik etti, dinini üstün kıldı” buyurdular.
Resulallah efendimiz, Ebu Cehl için; “Acaba Ebu Cehl ne yaptı, ne oldu, kim gidip bir bakar?” buyurarak, ölüler arasında onun araştırılmasını emretti. Aradılar bulamadılar. Peygamber efendimiz; “Arayınız, onun hakkında sözüm var. Eğer onu tanıyamazsanız dizindeki yara izine bakınız. Bir gün ben ve o, Abdullah bin Cüdanın ziyafetinde idik. İkimiz de gençtik. Ben ondan biraz büyükçe idim. Sıkışınca onu ittim. Dizleri üzerine düştü. Dizlerinden birisi yaralandı ve bu yaranın izi dizinden kaybolmadı” buyurdu. Bunun üzerine Abdullah ibni Mesud, Ebu Cehli aramaya gitti. Onu yaralı olarak buldu ve tanıdı. “Ebu Cehl sen misin?” dedi. Boynuna ayağını bastı. Sakalından tutup çekti ve; “Ey Allahın düşmanı! Allah nihayet seni hor ve hakir etti mi?” dedi. Ebu Cehl; “Ne diye beni hor ve hakir edecek! Ey koyun çobanı! Allah seni hor ve hakir etsin. Sen çıkılması pek sarp bir yere çıkmışsın! Sen bana bugün zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu haber ver” dedi. İbn-i Mesud ; “Zafer, Allah ve Resulünün tarafındadır” dedi. Ebu Cehlin miğferini kafasından çıkarırken; “Ey Ebu Cehl! Seni öldüreceğim” dedi. Ebu Cehl; “Sen kavminin ulusunu öldürenlerin ilki değilsin. Fakat doğrusu, senin beni öldürmen bana çok ağır gelecek. Hiç olmazsa boynumu göğsüme yakın kes de başım heybetli görünsün!” diyerek küfrünün, gurur ve kibrinin ne dereceye çıkmış olduğunu gösterdi. İbn-i Mesud , Ebu Cehlin başını kendi kılıcıyla kesemeyince, Ebu Cehlin kılıcıyla kesti ve silahını, zırhını, miğferini, başını getirip, Peygamber efendimizin önüne koydu. “Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah! Bu, Allahın düşmanı Ebu Cehlin başıdır” dedi. Sevgili Peygamberimiz; “O Allah ki, Ondan başka ilah yoktur” buyurdu. Sonra kalkıp Eshabıyla birlikte Ebu Cehlin ölüsünün yanına kadar gittiler. Orada; “Allaha hamd olsun ki, seni zelil ve hakir kıldı. Ey Allah düşmanı! Sen bu ümmetin Firavunı idin” buyurdu. Sonrada; “Ya Rabbi! Bana olan vadini yerine getirdin” diyerek Allaha şükrettiler.
Resulallah efendimiz, yaralı Eshab-ı kiramın yaralarını sardırdı. Şehid olanları tespit ettirdi. Muhacirlerden altı, Ensardan sekiz olmak üzere ondört şehid verilmişti. Hepsinin de mübarek ruhları Cennete uçarken, İslamın nurunu söndürmeye uğraşan müşriklerden, yetmiş kişi öldürüldü ve bir o kadarı da esir alındı.
Resulallah efendimiz, zaferi müjdelemek üzere Abdullah bir Revaha ve Zeyd bin Hariseyi Medineye gönderdi.
Peygamber efendimiz, şehidlerin cenaze namazını kıldırarak kabirlerine defnettirdiler.
Müşriklerin cesedlerinden yirmidört tanesini kör bir kuyuya, diğerlerini topluca çukurlara atıp, üzerlerini doldurdular.
alemlerin efendisi, şerefli Eshabıyla kuyunun başına gelip; “Ey kuyuya atılanlar!” buyurduktan sonra, öldürülen müşriklerin isimlerini, babalarının ismiyle beraber sayıp; “Ey Utbe bin Rebia! Ey Ümeyye bin Halef! Ey Ebu Cehl bin Hişam!… Sizler, Peygamberinize karşı ne kötü bir kavim idiniz. Siz, beni yalanladınız, başkaları ise beni tasdik edip doğruladılar. Siz, beni şehrimden, diyarımdan çıkardınız. Başkaları ise bana kapılarını açıp, bağırlarına bastılar. Siz, benimle harb ettiniz, başkaları ise bana yardım ettiler. Rabbimin, vadettiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin vadettiği zafere kavuşdum” buyurdular.
Hazret-i Ömer; “Ya Resulallah! Leş olmuş kimselere mi söylüyorsunuz?” diye sual ettiler. Bunun üzerine Resulallah efendimiz; “Beni hak peygamber olarak gönderen Rabbim hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha çok işitmiyorsunuz. Fakat cevap veremezler” buyurdular.
Müşrikler, harb meydanından canlarını kurtarmak için hızla kaçarken, getirdikleri hiç bir şeyi alıp götürememişlerdi. Hepsi müslümanların eline geçti. Peygamber efendimiz, ganimet mallarını Bedr harbine katılan ve vazifeli olan bütün Eshabına paylaştırdı.
Bu sırada müjdeci olarak gönderilen Abdullah bin Revaha ve Zeyd bin Harise , Medineye yaklaşmışlardı. Pazar günü kuşluk vakti, Akik mevkiine gelince, ayrıldılar. Abdullah bin Revaha bir taraftan, Zeyd bin Harise de başka bir yönden Medineye girdiler. Ev ev dolaşıp zaferi bildiriyorlardı. Resulallah efendimizin şairi olan Abdullah bir Revaha ;
“Ey Ensar cemaati! Size müjdelerim ki,
Sağ ve selamettedir, Allahın Peygamberi.
Müşrikler öldürüldü ve esir edildiler,
Var esirler içinde, çok şöhretli kişiler.
Rebia ve Haccacın oğulları bittamam,
Öldürüldü hem Bedrde, Ebu Cehl Amr bin Hişam”
diyerek yüksek sesle zaferi müjdeliyordu. asım bin Adiy; “Ey İbn-i Revaha! Söylediğin gerçek mi?” diye sordu. Abdullah bin Revaha; “Evet, vallahi gerçektir! İnşaallah, yarın Resulallah da, ellerinden bağlanmış esirlerle birlikte gelecektir!” buyurdu.
O gün, sevgili Peygamberimizin kızı Rukayye vefat etmişti. Efendisi Osman, cenaze namazını kıldırmıştı. Bu üzüntü üzerine gelen zafer haberi, onları biraz ferahlatmıştı.
Peygamber efendimiz Eshabıyla Bedr zaferini kendisine ihsan eden Allaha hamd edip, şükür secdesine kapandıktan sonra, Medine-i münevvereye doğru esirlerle birlikte yola çıktılar.
Daha önce müjdeyi veren Abdullah bin Revaha ile Zeyd bin Harise , Bedr gazasında olanları ve kimlerin şehid olduğunu anlatmışlardı. Medinede kalan çocuklar, kadınlar, vazifeliler zafer için çok sevinmişlerdi. Peygamber efendimizi karşılamaya çıktılar. Şehid olanların içinde Harise bin Süraka da vardı. Harisenin annesi Rebi , oğlunun havuzdan su içerken, bir düşman okuyla vurulup şehid olduğunu öğrenmişti. Rebi validemiz, bu haberi işittiğinde; “Resul gelmedikçe oğlum için ağlamam. Saadetle Medineyi teşrif ettiklerinde, kendisine sual ederim. Eğer oğlum Cennette ise hiç ağlamam. Yok eğer Cehennemde ise, gözlerimden yaş yerine kanlar dökerim” demişti.
Sevgili Peygamberimiz, mübarek Eshab-ı kiramıyla Medineyi teşrif ettiklerinde, Rebi , huzurlarına varıp; “Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah! Oğlum Hariseye olan muhabbetimi bilirsin. Acaba şehid olup Cennete girmiş midir? Eğer böyle ise, sabredeyim. Yok öyle değilse, gözümden kanlı yaşlar dökeyim” dedi. Habib-i ekrem efendimiz ona; “Ey Ümmü Harise! Senin oğlun bir değil, birden çok Cennettedir. Onun yeri Firdevstir” buyurarak müjde verdiler. Bunun üzerine Rebi “Artık oğlum için ağlamam” dedi. Kainatın sultanı, bir kap ile su istediler. Merhamet buyurup mübarek elini suya sokup çıkardılar. Bu suyu Harisenin annesi ve kız kardeşine içirdiler. Ayrıca bu suyu, onların başlarına ve yüzlerine sürdüler. O günden sonra Rebi ve kızının yüzleri pek nurlu idi. Ömürleri de çok uzun oldu.
Hace-i kainat aleyhi efdalüssalevat efendimiz, Medineye getirilen yetmiş esiri, Eshabı arasında paylaştırarak iyi muamele yapılmasını emir buyurdular. Esirlerin akıbeti hakkında, Allahtan henüz bir vahiy gelmemişti. Resulallah efendimiz, Eshabıyla istişare ettikten sonra esirlerin, fidye karşılığında serbest bırakılması kararına vardılar. Her esirin mal varlığına göre, fidye miktarı tespit edildi. Parası olmayanlardan okuma yazma bilenler, Medinede okuma yazma bilmeyen on kişiye okuma ve yazmayı öğretecek, ondan sonra Mekkeye gidebileceklerdi. Esirler arasında, Peygamber efendimizin amcası Abbas da vardı. Efendimiz ona; “Ey Abbas! Kendin, kardeşinin oğlu Ukayl (Akil) bin Ebi Talib, Nevfel bin Haris için kurtulmalık akçesi ödeyiniz. Çünkü sen, zenginsin” buyurdu. Abbas da; “Ya Resulallah! Ben müslümanım. Kureyşliler beni zorla Bedre getirdiler” dedi. Resulallah; “Senin müslümanlığını Allah bilir. Doğru söylüyorsun, Allah sana elbette onun ecrini verir. Fakat sen, görünüş itibariyle aleyhimizdesin. Bunun için, kurtulmalık akçeni ödemen lazımdır” buyurdu. Abbas ; “Ya Resulallah! Yanımda ganimet olarak aldığınız 800 dirhemden başka servetim yok” deyince, Peygamber efendimiz; “Ya Abbas! Ya o altınları niçin söylemiyorsun?” buyurdu. O da; “Hangi altınları?” dedi. Sevgili Peygamberimiz; “Hani sen Mekkeden çıkacağın gün, hanımın Harisin kızı Ümm-ül-Fadla verdiğin altınlar! Onları verirken yanınızda sizden başka kimse yoktu. Sen, Ümm-ül-Fadla; “Bu seferde başıma ne geleceğini bilemiyorum. Eğer bir felakete düçar olup da dönemezsem, şu kadarı senindir, şu kadarı Fadl içindir, şu kadarı Abdullah için, şu kadarı Ubeydullah için, şu kadarı Kusem içindir” dediğin altınlar” buyurunca, Abbas şaşırdı ve; “Yemin ederim ki, ben bu altınları hanımıma verirken yanımızda kimse yoktu. Bunu nereden biliyorsunuz?” dedi. Peygamber efendimiz; “Allah haber verdi” buyurduğunda, Abbas ; “Senin, Allahın resulü olduğuna ve doğru söylediğine şehadet ederim” deyip Kelime-i şehadet getirdi. Müslüman olunca, Peygamber efendimiz Abbası Mekkede vazifelendirdi. Oradaki müslümanları korumasını, İslamiyete düşman olanlarla ilgili haberleri göndermesini emir buyurdular.
Bedr gazasında hezimete uğrayan Kureyşe haber gönderilip, fidye karşılığında esirlerini alabilecekleri bildirildi. Ancak, hicretten önce Peygamberlerin efendisine pek çoz eziyet ve işkencelerde bulunan Nadr bin Harisin boynu vuruldu. Bir de, Resul Kabede namaz kılarken mübarek sırtına deve işkembesi koymak bedbahtlığını gösteren alçak Ukbe bin Ebi Muayt öldürüldü. Bu azılı İslam düşmanının başı gövdesinden ayrılınca, Resulallah efendimiz, Allaha hamd ettiler. Yanına varıp; “Vallahi Allahı, resulünü ve Kuran-ı kerimi inkar eden, peygamberini işkenceden işkenceye uğratan senin kadar kötü bir kimse bilmiyorum” buyurdular.
Esirler, sahipleri tarafından fidye karşılığı alınıncaya kadar, Eshab-ı kiramın yanında kaldılar. Sahabenin hepsi de esirlere çok iyi muamele edip, onları yiyeceklerine ortak ettiler. Musab bin Umeyrin kardeşi Ebu Aziz esirler arasında idi. O anlattı; “Ben de Medineli bir müslümanın evinde esir idim. Bana çok iyi davranıyorlar, sabah ve akşam yiyecekleri ekmeği bana veriyorlar, kendileri sadece hurma yemek mecburiyetinde kalıyorlardı. Onlardan birinin eline bir ekmek parçası geçse, doğruca bana getirip verirdi. Utandığımdan ekmeği, getirene geri verirdim. Fakat o, ekmeği tekrar bana iade ederdi.”
Yine esirlerden Yezid ismindeki Kureyşli şöyle anlattı: Müslümanlar Bedrden Medineye gelirken, biz esirleri hayvanlara bindirdiler, kendileri ise yaya olarak yürüdüler.”
Müşriklerin Bedrde hezimete uğrayıp, perişan bir vaziyette harp meydanından kaçmaları, Mekkede büyük bir şaşkınlık meydana getirdi. Hiç beklemedikleri, hatta hiç akıllarından geçmeyen bir netice ortaya çıkmıştı. Haberi ilk getirenin sözlerine, Ebu Leheb ve diğer müşrikler inanmadılar. Harp meydanından kaçan Ebu Süfyan Mekkeye geldiğinde, onu hemen yanlarına çağırdılar, Ebu Leheb ona; “Ey kardeşimin oğlu! Anlat bakalım, nasıl oldu?” diye sordu. Ebu Süfyan orada, bir yere oturdu. Bir çok kimse de ayakta dinliyorlardı. Ebu Süfyan şöyle anlattı; “Hiç sorma, müslümanlarla karşılaşınca, sanki elimiz kolumuz bağlı idi. İstedikleri gibi hareket ettiler. Bir kısmımızı öldürdüler, bir kısmımızı esir ettiler. Yemin ederim ki, ben, bizimkilerden kimseyi kınayıp, ayıplamıyorum. Çünkü, o sırada yer ile gök arasında kır atlar üzerinde beyazlara bürünmüş kimselerle karşılaştık. Onlara ne bir şey dayanabiliyor, ne de bir kimse karşı durabilirdi.”
İslamın ilk zamanlarında müslüman olmasına rağmen, müşriklerin şerrinden çekindiği için müslümanlığını açığa vurmayan Abbasın kölesi Ebu Rafi hazretleri orada idi. Sessizce onları dinlemekte olan Ebu Rafi , sevincinden her şeyi unuttu ve; “Vallahi onlar meleklerdir” deyiverdi. Ebu Leheb, ona şiddetli bir tokat vurdu ve kaldırıp yere çarptı. Bir hayli de dövdü. Bunun üzerine, orada bulunan Abbasın hanımı Ümmü Fadl dayanamadı. Çünkü kendisi de önceden müslüman olmuştu. Ümmü Fadl, odadaki direklerden birini alıp; “Kimsesi yok diye onu güçsüz gördün değil mi?” diyerek, şiddetle Ebu Lehebe vurdu. Ebu Lehebin başı yarıldı. Kanlar akarak zelil, hakir ve horlanmış bir vaziyette dönüp gitti. Yedi gün sonra, Allah ona kara kızıl denen bir hastalık verdi. Bu hastalıktan öldü. Oğulları iki veya üç gece defnetmeden bıraktılar. Nihayet kokmaya başladı. Herkes, Ebu Lehebin yakalandığı hastalıktan, taundan kaçar gibi kaçıyor ve iğreniyordu. Bunun üzerine kureyşten biri, Ebu Lehebin oğullarına; “Yazık size, utanmıyor musunuz? Babanızı, kokuncaya kadar evde bıraktınız. Hiç olmazsa onu bir yere gömüp kaybedin” dedi. Oğulları o şahsa; “Biz ondaki hastalıktan korkuyoruz!” diye cevap verdiler. Bu defa adam onlara; “Siz gidiniz, ben geliyorum, size yardımcı olacağım” dedi. Sonra, üçü bir araya geldiler. Yüklenip, ücra bir yere bıraktılar. Görünmeyinceye kadar, üzerine taş attılar. Ebu Leheb böylece ebediyyen azab ve ateşler içerisinde kalacağı yurduna, karanlık ve Cehennem çukuru olan kabrine girdi.
Bedrde esir edilen Kureyşliler arasında Velid bin Velid de vardı. Onu Abdullah bin Cahş esir almıştı. Velidin kardeşleri Hişam ile henüz müslüman olmayan Halid bin Velid Medineye geldiler. Abdullah bin Cahş fidye-i necat yani kurtuluş akçesi verilmedikçe bırakmak istemedi. Kardeşlerinden Halid razı olduysa da, babası bir annesi ayrı kardeşi Hişam kabul etmedi. Resulallah efendimiz, babalarının silah ve teçhizatının verilmesini teklif etti. Buna Hişam razı olduysa da Halid kabul etmedi. Fakat sonunda babalarının yüz dinar kıymetindeki kılıcı, zırhı ve miğferi, karşılığında anlaştılar. Velidi esaretten kurtarıp, Mekkeye yola çıktılar. Fakat Velid, Mekke yolu üzerinde Medineye dört mil mesafedeki Zül-Huleyfede onlardan ayrılıp, Peygamber efendimizin yanına geldi. Îman edip, Eshab-ı kiramdan oldu. Müslüman olduktan bir müddet sonra, Mekkeye kardeşlerinin yanına gitti. O zaman Halid bin Velid; “Madem, müslüman olacaktın. Kurtuluş fidyesi ödemeden olsaydın? Babamızdan kalan hatırayı elimizden çıkardın. Niçin böyle yaptın?” diye sorunca; “Kureyşlilerin; “Esarete dayanamadı ve Muhammed a tabi oldu” demelerinden korktum” cevabını verdi. Bu cevaba çok sinirlenen kardeşleri onu, Mahzum oğullarından bazı müslümanlarla, Iyaş bin Ebi Rebia ve Seleme bin Hişamın yanına haps ettiler.
Velid bin Velid , iman ettiği için senelerce hapis yattı. İslamiyetin azılı düşmanlarından amcası Hişam ile müşrik akrabalarından çok zulüm ve işkence gördü. Resulallah efendimiz, müşriklerin zulmüne uğrayan Iyaş bin Ebi Rebia ile Ebu Seleme bin Hişam ve Velid için şöyle dua ettiler: “İlahi! Velid bin Velidi, Seleme bin Hişamı, Iyaş bin Rebiayı (küffar elinde bunalıp) zayıf (ve aciz) görülen diğer müminleri kurtar. İlahi, Mudarı (Kureyşi) daha beter (çök kötü) çiğne. Bu yılları (onlara) Yusufun yıllarına benzet.” Velid , Resulallah efendimizin duası bereketiyle bir fırsatını bulup, bağlı bulunduğu yerden kaçtı. Medine-i münevvereye gelip, sevgili Peygamberimize kavuştu. Habibullah efendimiz, Iyaş bin Rebia ile Seleme bin Hişamın halini sorunca, onların ayaklarından birbirlerine bağlı olduklarını, şiddetli azab ve işkenceler altında kıvrandıklarını haber verdi. Kainatın sultanı, onların haline çok üzülüp, kurtarılma çarelerini aradı. Kimin kurtarabileceğini sorunca, senelerce işkence altında kalmasına rağmen, Velid, büyük bir cesaret ve aşkla; “Ya Resulallah! Onları ben kurtarırım, sana getiririm” diye cevap verdi. Tekrar Mekkeye gelip, işkence gören müslümanların yerini, onlara yiyecek götüren bir kadını takib ederek öğrendi. İkisi de tavansız bir binada hapisti. Velid gece, ölümü göze alarak büyük bir cesaretle duvardan inip, arkadaşlarının yanına vardı. Îman etmekten gayrı bir suçları olmayan iki mazlum, müşriklerce bir taşa bağlanıp; Arabistanın çöl havasındaki yakıcı sıcağında, her türlü zulme uğratılıyordu. Velid, bu mübarek kardeşlerini kurtarıp, devesine bindirdi. Kendisi de yayan, yalın ayak Medine-i münevvereye, çok sevdiği Resulallahın yanına bir an önce varmak için yola çıktı. Onu çölün kavurucu sıcağı değil, alemlerin efendisine kavuşmak aşkı yakıyordu. Medineye aç, susuz, yalın ayak, üç günde geldi. Parmakları, taşların tahribatından param parça olmuştu. Velid bin Velid , kan revan içinde çok sevdiği Habibullaha kavuştu.
Şevk-i haddin narına her can ki yansa nur olur,
Aşk derdiyle harab olan gönül mamur olur.
Bedr zaferi, müslümanları büyük bir sevince garketti. Müşrikler ise büyük bir üzüntü ve hüsrana düşmüşlerdi. Habeşistan meliki Necaşi de Resulallah efendimizin muzaffer olduğunu işitince, hemen ülkesindeki Eshab-ı kiramın yanına gidip; “Allaha hamdolsun ki, Resulünü Bedrde muzaffer edip, zafer ihsan eyledi” diyerek müjde verdi.