Ramazan-ı şerifin onyedisinde Cuma gününün güneşi doğdu. Biraz sonra tarihin en amansız, en nispetsiz, en mühim, en büyük savaşı başlayacaktı… Bir tarafta Fahr-i alem ve canlarını feda etmekten zerre kadar çekinmeyen bir avuç, şerefli Eshabı; diğer tarafta ise, İslamı, bir kaşık suda boğmak, Allahın habibi olmakla şereflenen bir peygamberi yok etmek için toplanan azgın ve taşkın bir kafir güruhu vardı. Ne yazık ki, bunların içinde Resulallahın akrabaları da bulunuyordu. Onlar da sevgili yeğenleri ile çarpışmak için Bedre gelmişlerdi. Peygamber efendimiz, ordusunun intizamını yeniden gözden geçirip, verdiği talimatları tekrarladılar. Bu sırada, Kureyş müşrikleri karargahlarından çıkıp, Bedr vadisine doğru akmaya başladılar. Çoğunun üzeri zırhlarla kaplı idi. Büyük bir gurur ve kibir içinde İslam ordusuna hücuma geçmişlerdi. Resulallah efendimiz, müşriklerin bu halini görünce, Ebu Bekir ile çadıra girdi ve mübarek ellerini kaldırarak cenab-ı Hakka yalvarmaya başladı; “Ya Rabbi! İşte, Kureyş müşrikleri bütün gurur ve kibirleri ile geliyor!… Sana meydan okuyor, Peygamberini yalanlıyorlar. Ey Allahım! Bana yapmış olduğun yardım ve zafer vadini yerine getirmeni senden istiyorum!… Allahım! Eğer şu bir avuç müslümanın helakini diliyorsan, sonra sana ibadet eden bulunmayacaktır!…” Bu şekilde, durmadan, tekrar tekrar yardım dileyerek Allaha yalvarıyordu. Peygamber efendimizin, bu fevkalade hazin, içleri parçalayan yalvarışı, kendinden geçerek ridasının mübarek omuzundan düşmesine kadar devam etti. Bu içli yakarışa dayanamayan Ebu Bekr, mübarek ridayı büyük bir hürmetle yerden kaldırıp, efendimizin mübarek omuzuna koyarken; “Canım sana feda olsun ya Resulallah! Bu kadar yalvarmanız yetişir!… Rabbine karşı duada ısrar buyurdunuz! Muhakkak ki, Allah, sana vad ettiği zaferi yakında verecektir” diye teselli eyledi. O anda, alemlerin efendisi şu ayet-i kerimeleri okuyarak çadırdan çıktılar. Mealen; “(Bedrdeki) bu topluluk, yakında muhakkak bozulup hezimete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar. Daha doğrusu onların asıl azab vakti, kıyamettedir. O vaktin azabı daha müthiş, daha acıdır” buyuruluyordu. (Kamer suresi: 45, 46)
Sevgili Peygamberimiz, ordusunun başına geldi. Şanlı Eshabına, şu ayet-i kerimeleri okudular: “Ey iman edenler! Siz, bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman, sebat edin ve Allahı çok zikredin ki kurtulasınız… Sabır ve sebat gösteriniz. Çünkü, Allah sabredenlerle beraberdir” (Enfal suresi: 45, 46) Toplu olarak düşman ile yapılan ilk savaş bu olacaktı. Savaş başlamak üzereydi. Heyecan son haddine gelmişti. Bütün Eshab-ı kiram, Resulallah efendimizin; “Allahı çok zikredin…” mealindeki ayet-i kerimeyi okuması üzerine, hep birlikte “Allahü ekber!… Allahü ekber!.” demeye ve zafer ihsan etmesi için cenab-ı Hakka yalvarmaya başladılar. Artık Peygamber efendimizin bir işaretini bekliyorlardı.
O zamanki adetlere göre, iki ordu karşılaşmadan önce, her iki taraftan yiğitler meydana çıkar, karşılıklı çarpışırlardı. Bu vuruşmada, her iki tarafın savaşma hiddeti ve arzusu çoğalır, savaşa ısınıp alışırlardı. Müşriklerden amir bin Hadrami bu kaideye uymayarak ve çiğneyerek, İslam ordusuna bir ok attı. Ok, Muhacirlerden Mihcaya isabet etti ve şehid olup, mübarek ruhu Cennete yükseldi. Peygamberlerin efendisi, bu ilk şehid için; “Mihca, şehidlerin efendisidir” buyurarak müjde verdi. Eshab-ı kiram yerinde duramaz hale gelmişlerdi. Fakat, Efendimizden bir emir gelmeden küçük bir harekette bulunamıyorlardı. Her birinin içleri birer volkan gibi kaynamaya başladı!…
Bu sırada, müşrik ordusundan üç kişinin ileri atıldığı görüldü. Bunlar; Rebiaoğullarından azılı İslam düşmanları Utbe, kardeşi Şeybe ve oğlu Velid idi. Mücahidlere doğru; “İçinizde bizimle çarpışabilecek kimse var mıdır?” diye bağırdılar. Eshab-ı kiramdan, en önce Ebu Huzeyfe, babası Utbeye karşı çarpışmak için ilerleyince, alemlerin sultanı, ona; “Sen dur!” buyurdular. Medineli mücahidlerden Afra Hatunun oğulları; Muaz ve Muavvez, Abdullah bin Revaha üm ileri yürüdüler. Utbe, Şeybe ve Velidin karşılarına dikildiler. Ellerinde kılıç, hazır bekliyorlardı. Müşrikler; “Siz kimsiniz” diyerek kendilerini tanıtmalarını istediler. Onlar da; “Medineli müslümanlardanız” deyince, müşrikler; “Bizim sizlerle işimiz yok! Bize Abdülmuttaliboğulları lazım. Onlarla çarpışmak isteriz” dediler ve İslam ordusuna dönüp; “Ya Muhammed! Bizim karşımıza, kendi kavmimizden dengimiz olanları çıkar!” diye bağırdılar. Resulallah efendimiz, meydandaki bu üç yiğit Eshabına dua buyurduktan sonra, yerlerine dönmelerini emretti. Sonra Eshabı arasına göz gezdirip; “Ey Haşimoğulları! Kalkınız! Allahın nurunu, batıl dinleriyle söndürmek için gelenlere karşı, Hak yolunda çarpışınız ki, Allah zaten Peygamberinizi de bunun için göndermiş bulunuyor. Kalk, ya Ubeyde! Kalk, ya Hamza! Kalk, ya Ali” buyurdular.
Allahın aslanları Hamza, Ali ve Ubeyde miğferlerini giyip meydana yürüdüler. Onların karşılarına geçtiklerinde, müşrikler; “Siz kimsiniz? Eğer bizim dengimiz iseniz sizinle çarpışırız” dediler. Onlar da; “Ben Hamzayım! Ben Aliyim! Ben Ubeydeyim!” diye cevap verince, müşrikler; “Sizler de bizim gibi şerefli kimselersiniz. Sizinle çarpışmayı kabul ettik” dediler. Kahraman İslam mücahidleri, müşrikleri, önce imana davet ettilerse de, kabul etmediler. Bunun üzerine üçü birden kılıçlarına sıyırıp müşriklerin üzerine saldırdılar. Hamza ve Ali, Utbe ve Velid kafirlerini bir hamlede öldürdüler. Ubeyde, Şeybeyi yaraladı. Şeybe de, Ubeydeyi yaraladı. Hamza ve Ali, Ubeydenin yardımına yetişip, Şeybeyi orada öldürdüler. Ubeydeyi kucaklayıp, Resulallah efendimizin huzuruna getirdiler.
Hazret-i Ubeyde bin Harisin mübarek ayak bileğinden, kanlar ve ilik akıyordu. O, bu haline hiç aldırış etmediği halde; “Canım sana feda olsun ya Resulallah! Ben bu halimle ölürsem şehid değil miyim?” diye sual etti. Peygamber efendimiz de; “Evet, sen şehidsin” buyurarak cennetlik olduğunu müjdelediler. (Hazret-i Ubeyde, harp dönüşü Safra mevkiinde vefat etti.)
Bu vuruşmada üç mühim adamını kaybeden müşrikler, şaşkına döndüler. Buna rağmen Ebu Cehl, ordusunun moralini düzeltmek için; “Siz Utbenin, Şeybenin, Velidin ölmelerine bakmayın, onlar çarpışmada acele edip, boş yere öldüler! Yemin ederim ki, müslümanları tutup iplere bağlamadıkça geri dönmeyeceğiz!…” diyerek teselli vermeye çalışıyordu. Kahraman Eshab-ı kiram ise, bir an önce bu müşrik güruhunu kılıçlarıyla cezalandırmak için sabırsızlanyordu. Peygamber efendimiz de mübarek dilinden düşürmediği şu duayı tekrarlıyorlardı; “Allahım! Bana yaptığın vadini yerine getir!… Allahım! Şu bir avuç İslam cemaatini helak edersen artık sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz!…”
Bu sırada müşrik saflarından, Kureyşin en cesaretli ve keskin ok atıcılarından Ebu Bekrin henüz müslüman olmayan oğlu Abdurrahman meydana yürüyüp, er diledi. Mücahidlerin saflarından da bir kimsenin, derhal kılıcına davranıp ileri yürüdüğü görüldü. Bu kimse, ilk müslüman olmakla ve Sıddıklık makamıyla şereflenen, peygamberlerden sonra en üstün insan, kahraman Ebu Bekrdi!… Oğluna karşı çarpışmak için ileri atılmıştı. Fakat alemlerin efendisi ona; “Ya Eba Bekr! Bilmez misin ki, sen benim, gören gözüm, işiten kulağım yerindesin!…” buyurarak çarpışmaktan men etti. Ebu Bekir Sıddık, oğluna; “Ey habis! Bana olan münasebetin nerede kaldı?” demekten kendini alamadı.
Sonra peygamberlerin sultanı Habib-i ekrem efendimizin yere eğilip bir avuç kum aldığı görüldü. Bu kumları düşman üzerine savurarak; “Kara olsun yüzleri!… Allahım! Kalblerine korku sal, ayaklarına titreme ver!” buyurdu ve Eshabına dönüp; “Hücuma kalkınız!.. Saldırınız!…” emrini verdiler. Bir işaret bekleyen şanlı Eshab, önceden verilen talimat üzere hareket etmeye başladı. “Allahü ekberl… Allahü ekber!…” nidaları arasında oklar vınlamaya, taşlar hedeflerini bulmaya, mızraklar zırhlara çarpmaya başladı… Allahın aslanları Hamza iki eline aldığı iki kılıçla çarpışıyor; Ali, Ömer, Zübeyr bin Avvam, Sad bin Ebi Vakkas, Ebu Dücane, Abdullah bin Cahş müşrik saflarının bir ucundan girip bir ucundan çıkıyorlar, kafirleri şaşkına çeviriyorlardı. Her biri geçilmez birer kale olmuştu. “Allahü ekber!… Allahü ekber!…” sadaları alemi dolduruyor, Allahın şanının büyüklüğü, kafirlerin beyinlerine balyoz gibi indiriliyordu. Peygamber efendimiz; “Ya Hayyu! Ya Kayyum!” diye, Allaha yalvarıyordu. Ali; “Bedrde hepimizin en cesaretlisi, en kahramanı Resul dı. Müşrik saflarına en yakın olan da O idi. Sıkıştığımız zaman Ona sığınırdık” demiştir. Müşrikler, reisleri olan Ebu Cehli ortalarına aldılar. İçlerinden birini Ebu Cehl gibi giydirip ona benzettiler. Bu nasipsizin adı Abdullah bin Münzirdi. Ali, Abdullahın üzerine saldırdı. Ebu Cehlin gözleri önünde, Abdullahın kafasını kesti. Ebu Kaysı giydirdiler. Onu da Hamza öldürdü. Ali, bir müşrikle çarpışıyordu. Müşrik, kılıcını Aliye sallamış, kılıç kalkana saplanıp kalmıştı. Ali Zülfikarını, müşrikin zırhlı vücuduna sallayınca, omuzundan göğsüne doğru zırhıyla birlikte biçtiği sırada başı üzerinden bir kılıcın parladığını gördü. Süratle başını eğdi. Kılıcı parlatan; “Al! Bu da Hamza bin Abdülmuttalibden” derken, müşrikin kellesi miğferiyle beraber yere düştü. Ali dönüp baktığında amcası Hamzayı iki kılıçla çarpışır gördü. Peygamberimiz, Eshabının böyle yiğitçe çarpışdığını gördükçe; “Onlar, Allahın yeryüzündeki aslanlarıdır” buyurarak, onları takdir ediyordu.
Bir ara, Resulallah efendimizin yanıbaşlarında çarpışan Ukaşenin kılıcı kırıldı. Bu hali gören sevgili Peygamberimiz, yerde gördüğü bir sopayı alıp ona uzattı ve; “Ya Ukaşe! Bununla vuruş!…” buyurdular. Ukaşe sopayı alır almaz, sopa, Peygamberimizin bir mucizesi olarak; uzun parlak, sırtının ortası kuvvetli ve keskin bir kılıç oluverdi. Harbin sonuna kadar bu kılıçla bir çok müşriki öldürdü.
alemlerin efendisi Resulallah bir taraftan çarpışıyor, bir taraftan da Eshabını heyecana sürükleyen şu mübarek hadis-i şerifini söylüyordu: “Varlığım kudret elinde bulunan Allaha yemin ederim ki, bugün cenab-ı Hakkın rızasını umarak, sabır ve sebat göstererek çarpışanları, arkalarına dönmeden ilerlerken öldürülenleri, Hak teala, muhakkak Cennetine koyacaktır.” Bu mübarek sözü işiten Umeyr bin Hümam ; “Ne güzel! Ne güzel! Demek, Cennete girebilmem için şehid olmamdan başka bir şey lazım değilmiş” diyerek, hücumlarını daha da sıklaştırdı. Bir taraftan düşmanla vuruşuyor, bir taraftan da; “Allaha maddi azıklarla değil, ancak Hak tealanın korkusu, ahiret ameli, cihada sabır ve sebat göstererek gidilir. Bunun dışındaki bütün azıklar şüphesiz biter, tükenir!…” diyordu. Böylece, şehid oluncaya kadar çarpıştı .