Bedrin çevresine ulaştıklarında Cuma gecesi idi. Sevgili Peygamberimiz, Eshabına; “Şu küçük tepenin yanındaki kuyu başından, bir takım bilgiler elde edebileceğinizi umarım” buyurdular. Allahın aslanı Ali, Sad bin Ebi Vakkas, Zübeyr bin Avvam ve bazı Eshabını oraya gönderdiler.
Hazret-i Ali ve arkadaşları derhal kuyunun başına gittiler. Orada Kureyşin devecilerini ve sucularını gördüler. Onlar müslümanları görünce kaçtılar. Fakat içlerinden ikisi yakalandı. Bunların biri Haccacoğullarının kölesi Eslem, diğeri de as bin Saidoğullarının kölesi Ariz Ebu Yesar idi. Peygamber efendimizin huzuruna getirdiklerinde, Resulallah onlara; “Kureyş nerededir?” buyurdu. Onlar da; “Şu görünen kum tepesinin arkasına kondular” cevabını verdiler. Efendimiz; “Kureyş kaç kişidir?” buyurdular. “Bilmeyiz” dediler. “Günde kaç deve kesiyorlar?” sualine de; “Bir gün dokuz, bir gün on” diye cevap alınca, Peygamber efendimiz; “Binden az, dokuzyüzden fazladırlar” buyurdu. Tekrar; “Kureyş eşrafından kimler var?” diye sordular. Onlar; “Utbe, Şeybe, Haris bin Amr, Ebül-Bühteri, Hakim bin Huzam, Ebu Cehl, Ümeyye bin Halef…” deyince, Resulallah efendimiz, Eshabına dönüp; “Mekke ehli, ciğerparelerini size feda etti” buyurdular. Sonra o iki kimseye; “Gelirken Kureyşten geri dönen oldu mu?” buyurunca; “Evet. Beni Zühreden Ahnes bin Ebi Şerik geri döndü” diye cevap verdiler. Efendimiz de; “O, doğru yolda değilken; ahiret, Allah ve kitap bilmezken; Beni Zührelere doğru yolu göstermiştir… Onlardan başka geri dönen oldu mu?” buyurunca; “Adi bin Kab oğulları döndü” diye cevab aldılar.
Peygamber efendimiz, Ömeri, son bir defa ikaz için, Kureyşlilere andlaşmaya gönderdi. Ömer bin Hattab onlara; “Ey inadçı kavim! Resul buyurur ki: “Herkes bu işten vazgeçsin. Selametle geri dönsün. Zira sizden başkası ile çarpışmak, bana, sizinle çarpışmaktan daha makbüldür!…” dedi. Bu teklif karşısında Kureyş müşriklerinden Hakim bin Huzam ileri çıkıp; “Ey Kureyş cemaati! Muhammed size çok insaflı davrandı. İstediğini derhal kabul ediniz. Eğer, dediğini yapmazsanız, yemin ederim ki, bundan sonra size hiç insaf etmez!…” dedi. Ebu Cehl, Hakimin bu sözüne kızarak; “Bunu asla kabul etmeyiz ve müslümanlardan intikam almadıkça, geri dönmeyiz. Ta ki, bir daha kimse, kervanımıza taarruz edemesin!.” dedi ve sulh yollarını kapadı. Ömer geri döndü.
O gece, Peygamber efendimiz ve şanlı Eshabı, Bedre müşriklerden önce gelip, kuyulara yakın bir yere indiler. Peygamber efendimiz, Eshabıyla istişare edip, karargahın nerede kurulması gerektiği hakkında reylerini sordu. İçlerinden, henüz otuzüç yaşında bulunan Habbab bin Münzir , ayağa kalkarak söz istedi. Kabul buyurulunca; “Ya Resulallah! Burası, Allahın size karargah kurulması için emrettiği ve mutlaka kalınması gereken bir yer midir? Yoksa şahsi bir görüş neticesi ve bir harp tedbiri olarak mı seçildi?” diye sual eyledi. Peygamber efendimiz; “Hayır! Bir harp tedbiri icabı burası seçildi” buyurdu. Bunun üzerine Habbab; “Anam-babam, canım sana feda olsun ya Resulallah! Biz harpci kimseleriz. Buraları da iyi biliriz. Şu Kureyşlilerin konacağı yerin yakınındaki kuyuda tatlı ve bol su var. Müsadeniz olursa oraya konalım. Etraftaki kuyuların hepsini kapatalım. Sonra bir havuz yapıp, içini su ile dolduralım. Düşmanla çarpışırken, susadıkça havuzumuzdan gelip su içeriz. Düşman ise su bulamaz ve perişan olur” dedi.
O anda Cebrail , bu fikrin doğru olduğunu bildiren vahyi getirdi. Peygamber efendimiz; “Ey Habbab! Doğru olan görüş senin işaret ettiğindir” buyurdular ve ayağa kalktılar. Hep birlikte belirtilen kuyunun başına geldiler. Tatlı suyu olan kuyudan başka bütün kuyuları kapatıp, büyük bir havuz yaptılar. İçini su ile doldurup içmek için kaplar koydular.
Bu sırada Sad bin Muaz, Peygamber efendimizin huzur-ı şeriflerine gelip; “Ya Resulallah! Biz sana, hurma dallarından, içinde oturacağın bir gölgelik yapalım mı?” diye teklifte bulundu. Fahr-i alem efendimiz, Sadın bu düşüncesine memnun oldular ve dua buyurdular. Derhal bir gölgelik yapıldı.
Peygamberlerin Sultanı, şerefli Eshabıyla harp sahasını gezip incelediler. Zaman zaman durup; “İnşaallah, yarın sabah filanın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İnşaallah yarın sabah filanın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İşte şurasıdır! Şurasıdır…” buyurarak mübarek elleriyle Kureyşli müşriklerin öldürüleceği yerleri birer birer gösterdiler.
Sonradan, Ömer bunu; “Onlardan her birinin, Resulallahın mübarek elini koyduğu yerlerin tam üzerinde vurulup öldürüldüğünü gördüm. Ne birazcık ileride, ne de geride idiler” şeklinde haber vermiştir.
alemlerin efendisi Eshab-ı kiramı üm, üç gruba ayırdı. Muhacirlerin sancağını Musab bin Umeyre, Evslilerinkini Sad bin Muaza, Hazreclilerinkini de Habbab bin Münzire verdiler. Herbiri sancaklarının altında toplandılar. Efendimiz, orduyu saf haline geçirip, nizama soktu.
Orduyu intizama koyarken, saftan ileri çıkan Sevad bin Gaziyyenin göğsüne, mübarek elindeki çubuk ile dokundular ve; “Hizaya gel, ya Sevad!” buyurdular. Sevad ; “Ya Resulallah! Elinizdeki çubuk canımı acıttı. Seni, hak din ile, Kitab ve adaletle gönderen Allah hakkı için, ben de size çubukla öyle dokunmak isterim” dedi. Onun bu sözüne bütün Eshab-ı kiram hayret ettiler. Kainatın efendisinden kısas istemek olur mu idi? Böyle şey yapılabilir mi idi? Resulallah efendimiz, mübarek gömleklerinin önünü açtılar ve; “Haydi, kısas et ve hakkını al” buyurdular. Sevad, Habib-i ekrem efendimizin mübarek göğsünü büyük bir sevinç ve muhabbetle öptü. Herkes kısas beklerken, gördükleri manzara karşısında, kardeşleri Sevada hayran olup, onun haline imrendiler. Sevgili Peygamberimiz; “Niçin böyle yaptın!” diye sorduklarında; “Anam-babam, canım sana feda olsun ya Resulallah! Bu gün, Allahın emriyle ecelimin geldiğini görüyor, yüksek zatınızdan ayrılmaktan korkuyorum. Bu sebeple, aramızda geçen bu son dakikalarda, mübarek vücudunuza dudaklarımın değmesini arzu ettim. Bunu, kıyamet gününde bana şefaat etmenize, böylece azabdan kurtulmama vesile etmek istedim” dedi. Onun bu muhabbeti karşısında Peygamber efendimiz de çok duygulandılar ve Sevada dua buyurdular.
Mübarek İslam ordusunun sağ kanadına kahraman mücahid Zübeyr bin Avvam, sol kanadına da Mikdad bin Esved kumanda edecekti.
Resulallah efendimiz, şerefli Eshabıyla, savaşa nasıl başlanacağı hakkında istişare etmek istediler; “Nasıl çarpışırsınız?” buyurdular. asım bin Sabit ayağa kalkıp, elinde yayı ve oku olduğu halde: “Ya Resulallah! Kureyşliler bize yüz metre kadar yaklaştıklarında, onları ok atışına tutalım. Sonra elimizle taş atımı mesafesine geldiklerinde, taş atalım. Mızrak erişecek kadar yaklaştıklarında da, kırılıncaya kadar mızraklarımızla mücadele edelim. Sonra da kılıçlarımızı sıyırıp çarpışalım!” diyerek reyini bildirdi. Bu taktik, Peygamber efendimizin hoşuna gitti. Eshabına şu talimatı verdi: “Hatlarınızı bırakıp ayrılmayınız. Bir yere kımıldamadan yerlerinizde sebat ediniz. Ben emir vermedikçe harbe başlamayınız. Oklarınızı, düşman size yaklaşmadan kullanıp israf etmeyiniz. Düşman, kalkanını açtığı zaman okunuzu atınız. Düşman iyice sokulunca elinizle taş atınız. Yaklaştıklarında da mızraklarınızı kullanınız. Düşmanla göğüs göğüse gelindiği zaman da kılıçlarınızla çarpışınız…”
Sonra nöbetçiler bırakılarak Eshabı kirama istirahat verildi. Onlar, Allahın hikmeti, öyle derin bir uykuya daldılar ki, göz kapaklarını kaldıracak halde değildiler. Peygamber efendimiz de, hurma dallarıyla yapılan gölgeliğe çekildiklerinde, Ebu Bekr, sonra Sad bin Muaz kılıçlarını sıyırıp gölgeliğin kapısında nöbet tuttular. Sevgili Peygamberimiz mübarek ellerini kaldırıp, büyük bir hüzün içinde Allaha; “Ya Rabbi! Sen şu bir avuç cemaati helak edersen, artık sana yer yüzünde hiç ibadet olunmaz…” diyerek yalvarmaya başladı ve bu hazin dua sabaha kadar devam etti.
Mübarek İslam ordusunun karargah kurduğu yer, kumluktu. Bu yüzden yürümede güçlük çekiliyor ve ayaklar kuma gömülüyordu. Allahın ihsanı, Resulallah efendimizin duası bereketıyle, o gece gittikçe hızlanan bir yağmur yağmaya başladı, derelerde taşacak kadar sel gidiyordu. Su kapları dolduruldu, zemin, ayaklar batmayacak kadar sertleşti. Müşrikler ise çamur ve sel içinde kaldılar. Fecrden sonra, Resulallah efendimiz Eshabını namaza kaldırdılar. Sabah namazını kıldırdıktan sonra, düşmanla cihad etmenin ve şehitliğin faziletinden bahsederek, onları çarpışmaya teşvik eylediler. Buyurdular ki: “Muhakkak ki, Allah, hak ve gerçek olanı emreder. Hiç kimsenin Allahın rızası için yapılmayan amelini kabul etmez… Rabbimizin bu yerlerde, size rahmetini ve mağfiretini vad ettiği emrini yerine getirmeye çalışınız ve imtihanı kazanınız! Çünkü, Onun vadi hak, sözü gerçek, cezası da şiddetlidir. Ben ve siz, Hayy ve Kayyum olan Allaha bağlıyız. Ona sığındık, Ona tutunduk, Ona dayandık. En son dönüşümüz de Onadır. Allah, beni ve bütün müslümanları bağışlasın!…”