Medineye daha önce hicret eden Eshab-ı kiram ile Medineli müslümanlar, Kainatın sultanının Mekkeden hicret için hareket ettiğini duyunca, teşrifini hararetle ve heyecanla bekliyorlardı. Bu sebeple Medine-i münevverenin dış semtlerine gözcüler koyup, şehirlerini şereflendirecekleri anda, Efendimizi karşılamak için can atıyorlardı. Onun muhabbetiyle yananlar, kızgın çölün suya olan hasreti gibi gözlerini ufka dikerek günlerce beklediler. Nihayet birden; “Geliyorlar! Geliyorlar!…” diye bir ses işitildi. Sesi duyanlar, sıcak çölün ortalarına doğru göz gezdirmeğe başladılar. Evet!… Evet!… Onlar da kızgın çölde, güneşin yakıcı sıcaklığına rağmen, büyük bir heybetle kendilerine doğru ilerlediklerini görmüşlerdi. Sevinçle birbirlerine; “Müjde!… Müjde!… Resulallah geliyor!… Peygamberimiz geliyor!… Sevinin ey Medineliler!. Bayram edin! Habibullah geliyor!… Baş tacımız geliyor!…” diyerek bağırmaya başladılar. Bu haber bir anda Medine-i münevvere sokaklarını doldurdu. Yedisinden yetmişine, yaşlısından hastasına kadar herkes, bu eşi görülmedik sevinçli haberi bekliyorlardı. Bütün Medineliler en güzel elbiselerini giyinerek, süratle alemlerin efendisini karşılamak için koştular. Tekbir sedaları semayı çınlatıyor, sevinçten gözyaşları sel gibi akıyordu. Hüzün ve mutluluk dolu bir hava esiyor ve Medine, tarihinde en güzel günlerden birini yaşıyordu. Bir tarafta, herkesin “Emin” lakabıyla tanıdığı, Allahın Habibini öldürmek için üzerine mükafat koyanlar; diğer tarafta ise Onu ve arkadaşlarını korumak, bağırlarına basmak ve bu uğurda canlarını feda etmek isteyenler vardı.
Medineliler bir an önce sevgili Peygamberimizin nurlu cemalini görmek istiyorlardı. Medine, Medine olalı böyle sevinçli, böyle mübarek bir an görmemişti. Bu, o güne kadar yaşanmamış bir bayramdı.
Benzeri görülmemiş ve görülmeyecek olan bu bayramda, çocuklar ve kadınlar şöyle şiirler terennüm ediyorlardı:
“Taleal-bedrü aleyna,
Min seniyyat-il-veda,
Veceb-eş-şükrü aleyna,
Ma deallahü dai.
Eyyüh-el-mebusu fina,
Cite bil-emr-il muta!…”
Seniyyet-ül-vedadan, Bedr doğdu üstümüze,
Hakka davet ettikçe, şükr vacib oldu bize.
Sen bize gönderildin, emrullahı getirdin,
Medineye hoş geldin, şeref verir davetin.
İzzet ikramla dolduk, eskilerden kurtulduk,
Mecde kavuştuk doyduk, ziyandaydık kar bulduk.
Zulmet gideren ay der, “selam ehline deyin,
Muhammede uyana, asla zulüm etmeyin.”
Hep birlikte söz verdik, yemin edilen günde,
Doğruluk yolumuzdur, hainlik olmaz dinde.
Vallahi ben unutmam, elemsiz gün hiç yoktu,
Şahidsin Emn yıldızı, vefan sevgin pek çoktu.
“Hoş geldin ya Resulallah!.” “Bize buyurun ya Resulallah!…” şeklindeki istekler ortalığı çınlatıyordu.
Medinenin ileri gelen kimselerinden bazıları Kusvanın yularından tutup; “Ya Resulallah! “Bize buyurun…” diyerek istirhamda bulundular. Onlara; “Devemin yularını bırakınız. O memurdur. Kimin evinin önünde çökerse, orada misafir olurum!” buyurdular. Herkeste büyük bir heyecan ve merak başladı. Acaba Kusva nereye çökecekti?! Medine içine doğru Kusva ilerliyor, her kapının önünden geçerken ev sahipleri; “Ya Resulallah! Bizi teşrif ediniz, bizi teşrif ediniz!” diye yalvarıyorlardı. Peygamber efendimiz onlara tebessüm buyurarak; “Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona buyrulmuştur” diyordu. Kusva, nihayet Peygamber efendimiz bugünkü Mescid-i şerifinin kapısının bulunduğu yere çöktü. Resulallah devesinden inmediler. Hayvan tekrar ayağa kalktı, yürümeğe başladı. Eski yere çöktü ve bir daha kalkmadı. Bunun üzerine efendimiz, Kusvanın üzerinden inip; “İnşaallah menzilimiz burasıdır” ve “Burası kimindir?” buyurunca; “Ya Resulallah! Amrın oğulları Süheyl ve Sehlindir” diye cevap verdiler. Bu çocuklar yetim idi. Peygamberimiz; “Akrabalarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?” buyurdular. Zira Resulallah efendimizin dedesi Abdülmuttalibin annesi Neccaroğullarından idi. Halid bin Zeyd Ebu Eyyub el-Ensari hazretleri sevinçle; “Ya Resulallah! Benim evim daha yakındır. İşte şu evim, şu da kapısı” diyerek heyecanla gösterdi. Kusvanın yükünü indirip, Resulallah efendimizi buyur etti. Medineli müslümanlar ve Muhacirler, Efendimizin hicretine pek ziyade sevindiler.
Sevgili Peygamberimizin, bisetin onüçüncü yılı 12 Rebiul-evvelinde, miladi 622 senesinde Medineye hicreti ile on sene sürecek olan Medine devri başladı.
Peygamber efendimiz, Halid bin Zeyd Ebu Eyyub el-Ensari hazretlerinin evini teşrif edince, alt katta oturmayı tercih ettiler ve buraya yerleştiler. Böylece Kainatın efendisini ağırlama ve evinde bulundurma şerefi bu mübarek zata nasib oldu.
Hazret-i Halid şöyle anlattı: “Resulallah, evimi şereflendirdiğinde, alt katta oturmayı tercih etmişlerdi. Biz de üst katta oturuyor ve bu hale çok üzülüyorduk. Bir gün; “Anam-babam size feda olsun ya Resulallah! Benim yukarda oturmama, sizin de alt katta bulunmanıza gönlüm razı olmuyor, hoş görmüyorum. Bu bana çok ağır geliyor. Ne olur zatı alinizin yukarıda, bizim de alt katta oturmamıza müsade buyurunuz” dedim. Bunun üzerine; “Ey Ebu Eyyub! Evin alt katında bulunmamız bize daha münasip ve elverişlidir” buyurdular. Gelen ziyaretçilerle daha rahat görüşme düşüncesiyle, alt katta kalmayı uygun gördüler. Biz de evin üst katında bulunduk. Bir gün su testimiz kırıldı. Dökülen suların Resulallahın üzerine damlayıp rahatsız olmasından korkarak, hanımımla, örtüneceğimiz tek kadife yorganımızı hemen suyun üzerine bastırdık.” Ebu Eyyub-i Ensari, üst katta olmaktan son derece sıkılıyordu. Sonunda kendisi alt kata inip, Resulallah efendimizi yukarı çıkardı. Ebu Eyyub hazretleri buyurdu ki: “Resulallah efendimize daima akşam yemeği yapıp, gönderirdik. Kalanını bize gönderdiği zaman, ben ve hanımım Ümmü Eyyub, Resulallahın elinin değdiği yerleri araştırarak, oralardan yer ve bununla bereketlenirdik.Yine bir gece, yapıp gönderdiğimiz soğanlı veya sarımsaklı yemeği Resulallah geri çevirmişti. Onda elinin izini göremeyince, feryad ederek yanına gittim. “Ya Resulallah! Babam-anam sana feda olsun! Siz akşam yemeğini geri çevirdiniz. Fakat onda mübarek elinizin izini göremedim. Halbuki ben ve Ümmü Eyyub, geri çevirdiğin yemekte elinin değdiği yerleri araştırmakta ve bununla bereketlenmekteydik” dedim. Resulallah buyurdular ki: “Bu sebzede bir koku hissettim. Ondan yemedim. Ben, melekle konuşan bir kişiyim.” “O yemek haram mıdır?” diye sordum. “Hayır! Fakat ben kokusundan dolayı ondan hoşlanmadım” buyurunca; “Sizin hoşlanmadığınız şeyden ben de hoşlanmam!” dedim. Peygamberimiz; “Siz onu yiyiniz” buyurdular. Bunun üzerine biz de ondan yedik ve bir daha o sebzeden Resulallaha yemek yapmadık.
Yine bir defasında Resulallah efendimizle Ebu Bekre yetecek kadar yemek hazırlayıp, huzurlarına götürdüm. Resulallah; “Ya Ebu Eyyub! Ensarın eşrafından otuz kişiyi davet et” buyurdu. Ben, yemeğin azlığını ve belki Resulallah bu yemeği çok zannettiler diye düşünürken, tekrar; “Ya Ebu Eyyub! Ensarın eşrafından otuz kişiyi davet et” buyurdular. Binlerce düşünce içinde Ensardan otuz kişi davet ettim, geldiler. O yemekten yediler, doydular. Bir mucize olduğunu anlayıp, gelenlerin imanları kuvvetlendi ve bir daha biat ettiler. Gittiler. Sonra; “Altmış kişi davet et” buyurdular. Ben, mucize olarak yemeğin azalmadığını gördüğümden, daha ziyade sevinerek altmış kişiyi Resulallahın huzuruna davet ettim. Geldiler, o yemeklerden yediler. Hepsi Resulallahın mucizesini tasdik ederek döndüler. Ardından; “Ensardan doksan kişi çağır” buyurdular. Çağırdım, geldiler. Resulallahın emri üzerine onar onar sofraya oturup, yediler; hepsi de bu büyük mucizeyi görüp, gittiler. Böylece yüzseksen kişi yemek yedi. Yemek ise benim götürdüğüm kadardı ve hiç el sürülmemiş gibi duruyordu.”