alemlerin efendisi, otuzyedi yaşında iken, gaibden; “Ya Muhammed!” diye kendisini çağıran sesler duyardı. Otuzsekiz yaşına girince, bir takım nurlar görmeye başladı. Hallerini, sadece Hatice validemize anlatırlardı. Muhammed a peygamberliğin bildirilmesi yaklaştığı sırada, zamanın meşhur ediblerinden Kus bin Saide, Ukaz panayırında, deve üzerinde büyük bir kalabalığa karşı okuduğu hutbede, Onun geleceğini müjdelemişti. Sevgili Peygamberimiz de bu hutbeyi dinleyenler arasında idi. Kus bin Saide, bu meşhur hutbesinin bir bölümünde şöyle demiştir:
“Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, bekleyiniz, ibret alınız! Yaşayan ölür, ölen fena bulur, olacak olur!… Kulak veriniz iyi dinleyiniz! Gökte haber var, yerde ibret olacak şeyler var!… Allahın indinde bir din!.. Ve Allahın gelecek olan bir peygamberi vardır. Gelmesi pek yakındır. Gölgesi başınızın üstüne düştü. Onu dinleyen ve Ona iman edenler, ne mübarektir. Vay Ona isyan ve muhalefet eden bedbahta! Yazıklar olsun, ömürleri gaflet ile geçen ümmetlere!…”
Bu sırada, Arabistanda, insanlar ilahi ölçülerden uzaklaşmış, zengin-fakir, kuvvetli-zayıf, efendi-köle gibi sınıflara ayrılmıştı. Bir öncekiler, sonrakileri, tahakkümü altında eziyor, onları insan hesabına katmıyordu. Zayıfların malları, zorla ellerinden alınıyor, buna mani olacak bir yetkili bulunamıyordu. Allaha iman etmenin verdiği haya ve korkudan mahrum, faziletten iyice uzaklaşmışlardı. Her türlü ahlaksızlık, haysiyet ve namusu ayaklar altına almak gibi, adi hareketler serbestçe işleniyor; kumar, içki, zevk ve sefa alemleri hiç yadırganmıyordu. Arkası kesilmeyen öldürmeler, zina ve baskın hadiseleri, ortalığı kasıp kavuruyor, masum insanların iniltileri ve acıklı bağırışları arşı çınlatıyordu. Ahlaki cihetten tam bir düşkünlük hüküm sürüyor, insanlar cehalet denizinde boğuluyordu. Kadın, basit bir mal gibi alınıp satılıyor; kız çocukları, diri diri insafsızca toprağa gömülüyordu. Hepsinden kötüsü, katı kalpli, inadçı ve merhametten uzak olan bu insanlar, kendi elleriyle yaptıkları fayda ve zararı dokunmayan putlara tapmayı, büyük bir şeref kabul ediyorlardı.
adem dan beri, dünyada böylesine bir vahşet, sapıklık, ahlaksızlık, inançsızlık ve sefahet görülmemişti. İnsanlar adeta birer canavar hüviyetine bürünmüşlerdi. Herkes birbirine düşman, cemiyet her an patlamaya, hazır bir durumda idi. İnsanların huzura kavuşmaları için, bu karanlıkta, bir saadet güneşinin doğması gerekirdi. O doğunca; inançsızlığın yerini iman, zulmün yerini adalet, cahilliğin yerini ilim alacak ve insanlar ebedi saadete kavuşacaklardı.
Nihayet sevgili Peygamberimize, önce sadık rüyalar gösterilmeye başlandı. hadiste, vahyin ilk olarak sadık rüya ile başladığı bildirilmiştir. Rüyasında gördükleri aynen çıkıyordu. Bu hal, altı ay devam etti. Vahiy gelmesi yaklaşınca; “Ya Muhammed” diyen sesler çoğaldı. Bundan sonra yalnızlığı sevip, insanlardan uzaklaşarak, Hira Dağındaki bir mağarada tefekküre dalmaya başladı. Bazen Mekkeye gelir, Kabeyi tavaf eder ve saadethanelerine giderdi. Hane-i saadette bir müddet kalıp, yanında biraz yiyecekle tekrar Hira Dağındaki mağaraya döner; tefekkür ve ibadetle meşgul olurdu. Bazen günlerce kaldığı olurdu. O zaman da Hatice yiyecek gönderir veya getirirdi.