"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

İstişare etmek

Dinimizde de mühim sünnetlerdendir. “İstişare eden pişman olmaz.” buyrulmuştur. Bilhassa mühim işlerde, akıllı ve dinini bilen kimselere danışmak lazımdır. Zira, danışarak iş yapan zarar etmez, helak olmaz ve doğru yoldan ayrılmaz. Peygamber efendimiz, Eshabı ile çok meşveret ederdi. Bir işi için; akıl, takva, hikmet ve tecrübe sahibi on kişiye danışırdı. Veya bu sıfatta olanlardan biriyle, on defa meşveret ederdi. Ömer de, istişaresiz iş yapmazdı. Zaman zaman, görüşmesi caiz olan kadınlarla da istişare ederdi. Meşveret eden, iki rekat namaz kılıp, sonra Allahtan hayırlı olan ister. Başladığı işte rahat olur, acele etmez. Hilm ve vakar ile davranıp, acelecilikten kaçınır. Orta yolu tutar, taşkınlık ve aşırılık yapmaz. İki işle karşılaşırsa, hafif ve kolayını seçer. Çünkü o, tehlike, zarar ve fitneden daha uzaktır. Her sözünde, işinde ve düşüncesinde, Allahtan hayır, afiyet ve din salahı ister. Her işin şerrinden, Allaha sığınır. Besmele okur. Çünkü onda, her iyiliğe yardım vardır. Euzü çeker. Çünkü bunda da, her belayı ve fitneyi izale vardır.

Meşveret (istişare) edilecek kimsenin, emin bir kimse olması lazımdır. Nitekim hadiste; “Meşveret edilen kimse emindir” buyruldu. Yani, onun doğruyu söyleyeceğine ve sorulanı başkalarından gizleyeceğine emniyet olunur, güvenilir. Onun, doğru söylemesi vacibdir. İnsan, malını, emniyet ettiği kimseye bıraktığı gibi, doğru söyleyeceğine emin olduğu kimse ile istişare eder, danışır. al-i İmran suresi 159. ayetinde mealen; “Yapacağın işi, önce meşveret et” buyruldu. Meşveret, yani danışmak, insanı pişman olmaktan ve zarardan koruyan bir kale gibidir. Meşveret olunacak kimsenin, insanların halini, zamanın ve memleketin şartlarını bilmesi lazımdır. Buna siyaset bilgisi denir. Bundan başka, aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören bir kimse olması, hatta sıhhati yerinde olması lazımdır. Meşveret olunan kimsenin, bilmediğini veya bildiğinin aksini söylemesi günahtır. Hata ile söylemesi günah olmaz. Yukarıdaki şartları taşımayan biri ile meşveret edilirse, her iki tarafa da günah olur. Din ve dünya işlerinde bilmeyerek fetva verene, melekler lanet eder. Bir kimse zararlı olduğunu bilerek bir emir verse, hıyanet etmiş olur.

Belkıs, ilim ve hikmet gereği kesin kararını verip, onlara, görüşlerinin hatalı olduğunu bildirmek için mealen; “Şüphesiz hükümdarlar bir memlekete (zorla) girdikleri zaman, orasını tahrip ederler. Halkından şerefli olanları zelil (ve esir) ederler dedi.” (Neml suresi: 34) Belkıs, böyle söylemekle onları; Süleyman ın ordusu ile üzerlerine gelerek; zorla memleketlerine girmek tehlikesi ile korkuttu. “Onlar da (Süleyman ve orduları da) böyle yapacaktır” dedi. (Neml suresi: 34) Tefsir alimleri, bu ayet-i kerimeden; akıllı kimsenin sulh yoluyla düşmanlarını def edebileceği durumlarda, muharebeyi tercih ederek kendisini ve memleketini tehlikeye atmaması, mecbur kalmadıkça harbe girme teşebbüsünde bulunmaması icab ettiğini anlamışlardır.

Belkıs, ayet-i kerimede bildirildiği gibi sözüne devam ederek mealen; “Ben, onlara (Süleyman ve kavmine, elçilerimle) bir hediye göndereyim. Elçiler ne ile dönecek bakayım” dedi. Bu, Belkısın güzel bir tedbiri idi. “Eğer Süleyman dünya padişahlarından ise, hediyelerimi alır, hediyeler onu razı eder, bizden vaz geçer. Ona göre muamele ederim. Eğer peygamber ise, dinine tabi olmaktan başka hiç bir şeyle razı olmaz. Mutlaka onun dinine tabi olmamız icab eder” diye düşündü ve Süleyman için pek kıymetli hediyeler hazırlayıp gönderdi. Elçiler, hediyelerle birlikte Süleyman ın huzuruna çıktılar.

Süleyman , Belkısın hediyelerini kabul etmedi. Bu durum ayet-i kerimede mealen şöyle bildirildi: “(Süleyman ) dedi ki: Siz bana mal ile yardım mı ediyorsunuz? (Benim, sizin hediye ile yardımınıza ihtiyacım yoktur.) Allahın bana verdiği (nimetler; din, peygamberlik, hikmet ve mülk), sizin getirdiğinizden daha hayırlıdır. Belki siz, (dünya hayatının görünüşüne baktığınız için ve mallarınız artacağından dolayı size verilen) hediyeye sevinirsiniz. (Yahud, başkasına hediye verdiğinizde, bununla emsalinize böbürlenirsiniz. Ben ise dünyalıkla sevinmem. Dünyaya benim ihtiyacım yok. Çünkü Allah bana hiç kimseye vermediği dünyalığı verdi. Ayrıca beni peygamberlik ile de şereflendirdi.)” (Neml suresi: 36)

Aslında hediye vermek sevabdır. Sevgi meydana getirir. Düşmanlığı giderir. Malikin , Ata bin Abdullah el-Horasaniden rivayet ettiği hadiste; “Müsafeha ediniz. Bununla düşmanlık ve kinler gider. Hediyeleşiniz. Birbirinizi seversiniz. Husumet ve kin gider” buyruldu. Muaviye bin Hakem buyurdu ki: Resulallahtan duydum; “Hediyeleşiniz. Çünkü hediyeleşmek sevgiyi kat kat yapar. Göğüsteki fesad ve kötülükleri giderir” buyurdu. Hediye vermekle, sünnet-i seniyyeye uyulduğu gibi, hediye veren ile alan arasında da yakınlık meydana gelir. Kalbden, fesad ve sıkıntı veren düşünceleri giderir.

Resulallah efendimiz, hediye kabul buyurdukları gibi, hediyeye karşılık hediye de verirlerdi. Fakat sadaka kabul etmezlerdi. Süleyman ve diğer peygamberler da böyle idiler. Ancak Belkıs, hediyesini; kabul ve red etmesine göre, onun dünya padişahı veya peygamber olduğunu anlamak için veriyordu. Çünkü Süleyman , mektubunda Belkısa; “Bana karşı tekebbür etmeyin, büyüklük göstermeyin. Bana müslümanlar olarak gelin” buyurmuştu. Bu talebden ne bir fidye kabulü ve ne de bir hediye almak suretiyle asla vaz geçilemezdi. Dinde buna asla müsade yoktur. Bu hediye, Belkısın, isteğini kabul ettirmek için vermek istediği bir rüşvet, hakkı batıla karşı satmaktır.

Tevilat-ı Necmiyye adlı tefsir kitabında şöyle buyrulmaktadır: “Bu ayet-i kerimede, şu hususa da işaret buyrulmaktadır: Hediye cazibelidir. Kalbleri hediye sahibine meylettirir. Fakat din ehli olanlar, dini bir husus ile pek çok dünyevi menfaatler karşı karşıya gelince, din tarafını tercih ederler. Pek çok olan dünyevi menfaatlerini; pek az ve ehemmiyetsiz görürler. Çünkü, dünyevi faydalar geçicidir. Dine ait az bir şeyi de pek çok ve mühim görürler. Çünkü, din işleri devamlıdır. Nitekim Süleyman da böyle yaptı. Belkısın gönderdiği pek çok dünyalığa hiç ehemmiyet, vermedi. “Allahın bana verdiği nimetler, bununla beraber peygamberlik, dini kemalat ve uhrevi dereceler, sizin getirdiğiniz dünyalıklardan, kıymetli hediyelerden daha hayırlıdır. Sizin gibi ehl-i dünya olanlar, ebedi olan ahiret saadetinden habersizdir. Nefslerinizin de aşağılığı ve bayağılığı sebebiyle, geçici dünyalık hediyelerinizle sevinirsiniz” buyurdu ve hediyelerini kabul etmedi.

Belkısın elçileri, Süleyman ın sahip olduğu nimetleri görmüşler, kendi getirdiklerinin pek ehemmiyetsiz olduğunu farketmişlerdi. Ayrıca Süleyman , Belkısa elçi olarak gönderdiği hüdhüd vasıtasıyla, onların ne getirip ne soracaklarını, neyi elde etmek istediklerini, iç durumlarını öğrenmişti. Onlar; askerlerinin çokluğuna, kuvvetli olmalarına güveniyorlardı. Süleyman da elçilerin görecekleri yerde, asker ve kumandanlarını hazır etti. Kalabalık ve güçlü bir ordu ile muharebeye hazır olduğunu ima etti. Onlara, güç ve kuvvetini gösterdi. Kendisi için hiç bir değeri olmayan, onlara göre pek kıymetli olan hediyelere hiç ehemmiyet vermedi. Belkısın elçileri Allahın Süleyman a ihsan ettiği nimeti görünce, getirdikleri hediyelerin pek az bir şey olduğunu gördüler. Getirdikleri hediyeler kendilerinde emanet olmasa idi, ellerinde hiç tutmayacaklardı. Hem sonra, bunları, hediye olarak değil, Süleyman peygamber mi, yoksa melik mi diye denemek için getirmişlerdi. Bu sebeple, hediye ismi altında getirdikleri ile Süleyman a karşı iftihar ve kibirlenecek durumları da yoktu.

Bütün bunlardan sonra Süleyman , elçilerin reisine, ayet-i kerimede bildirildiği gibi mealen; “Ey elçi! Şimdi getirdiğin hediyelerle) dön onlara (Belkıs ve kavmine. Eğer müslüman oldukları halde bana gelmezlerse) muhakkak önüne geçemeyecekleri ordularla onlara varır, onları oradan (Sebeden) hor ve hakir olarak çıkarırım” dedi. (Neml suresi: 37)

Süleyman böyle buyurmakla, din ehlinin dünya metaına (malına) aldanmayacaklarını, onların maksatlarının İslam olduğu, bu sebeple müslümanlar, müminler olarak gelmelerini istediğini bildirdi.

Bunun üzerine elçiler oradan ayrılıp, Belkısın yanına döndüler. Süleyman ile alakalı haberleri olduğu gibi anlattılar. Belkıs, bu anlatılanlardan, Süleyman ın peygamber olduğunu anladı. Derhal yolculuğa hazırlandı. Tahtını muhafazalı bir yere koydurdu. Ayrıca kilitleyip oraya bekçiler tayin etti. Kendisi, kalabalık ordusu ile beraber, Süleyman a gitmek üzere yola çıktı. Cinler, bu durumu Süleyman a haber verdiler.

Süleyman , Belkısın akıllı olup olmadığını, tahtını tanıyıp tanımayacağını denemek istedi. Bu yüzden, Belkısın, Yemende muhafaza altında bıraktığı tahtının getirilmesini istedi. Süleyman ın, bunu, Allahın kudretine, kendinin peygamberliğine delalet eden bir mucize olması için veya daha başka sebepler için istediği de bildirilmiştir.

Süleyman , Belkısın tahtının getirilmesine karar verince; “Ey ileri gelenler! Onlar (Belkıs ve kavmi) müslüman olarak bana gelmeden önce, onun (Belkısın) tahtını hanginiz bana getirir? dedi” (Neml suresi: 38) O sırada Süleyman Kudüsde bulunuyordu. Belkısın tahtı ise Yemende Sebe şehrinde idi. İki şehir arası iki aylık yoldu.

Süleyman ın; “Onlar, müslüman olarak bana gelmeden önce” buyurması, Allahın ona; Belkısın müslüman olacağını vahiyle bildirmesi sebebiyledir. Ayrıca müslüman olduktan sonra Belkısın tahtı, ancak Belkısın rızası ile alınabilirdi. Yoksa onu almak helal olmazdı.

Fahreddin-i Razi , Süleyman ın, Belkısın tahtını getirtmesine dair, tefsir alimlerinden şunları da bildirmiştir.

1- Süleyman , tahtı, Allahın kudretine, kendinin de peygamberliğine delalet eden bir mucize olarak getirtti. Yani bu tahtı, ancak her şeye kadir olan Allah tarafından gönderilen bir peygamberin getirtebileceğini anlatmak istedi.

2- Belkıs gelmeden önce, onun mülk ve saltanatının ne derece büyük ve kuvvetli olduğunu bilmek istedi.

Ruhul-Beyanda Tevilat-ı Necmiyyeden şöyle nakledilmektedir: “Bu ayet-i kerime şu hususa işaret etmektedir: Süleyman , ümmeti arasında keramet ehli kimselerin bulunduğunu biliyordu. İşte bunu açıklamak için, o veli kulun kerametini izhar etmesini istedi. Allahın veli kullarında keramet görülmesi haktır. Hiç bir mümin, evliyanın kerametini inkar etmez. Kerameti ancak, bidat ve dalalet ehli olanlar inkar eder. Evliyanın kerametini inkar etmenin kötülüğünün en aşağısı, kerameti inkar edenin, keramet derecesine kavuşmaktan mahrum olmasıdır. Nitekim bidat ve dalalet ehlinden (Ehl-i sünnet ve cemaat itikadında olmayan kimselerden) keramet meydana gelmez. Onlar bu dereceden mahrumdurlar.”

Süleyman , Belkısın tahtını, bizzat kendisi getirmekten aciz olduğu için başkasına emretmedi. Onun muradı, ümmetinden keramet ehli olan kimseyi meydana çıkarmaktı. Ümmeti arasında bulunan evliyanın kerameti, o peygamberin mucizesidir.

Şeyh Davud-ı Kayseri; “Harikulade hadiseler, kutup olan zatlardan, onların halifelerinden hatta onların yardımcılarından da meydana gelir” buyurmaktadır.

Süleyman ; “Belkısın tahtını bana hanginiz getirir?” buyurunca, ayet-i kerimede bildirildiği gibi mealen; (Cinden bir) ifrit; “Sen makamından kalkmadan, ben onu, sana getiririm. (Süleyman günün yarısına kadar makamında otururdu.) Ben, ona (Belkısın tahtını getirmeye) karşı kuvvetliyim, (gücüm yeter. Onda bulunan cevherler için de) eminim. (Ondan hiç bir şey almadan ve hiç bir şeyi değiştirmeden, olduğu gibi getiririm) dedi.” (Neml suresi: 39)

İfritin kuvvet ve kudreti fazlaydı. Ayağını, gözün gördüğü yere basardı. Fakat Süleyman ; “Bundan daha çabuk getirilmesini istiyorum” buyurunca, ayet-i kerimede bildirildiği gibi mealen; “Nezdinde kitap (semavi kitaplar) dan bir ilim olan (bir zat); Ben gözün sana dönmeden (gözünü yumup açmadan) evvel onu sana getiririm dedi.” (Neml suresi: 40) ayet-i kerimede; “Nezdinde kitaptan bir ilim olan” buyrulması, bu sözü söyleyeni medh içindir. Rivayete göre bu sözü söyleyen, Süleyman ın baş veziri ve teyzesinin oğlu olan asaf bin Berhıyadır. asaf bin Berhıya, Süleyman dan önce nazil olan semavi kitaplara vakıftı. İsm-i azamı da bilirdi. İsm-i azamla dua ettiği için de, duası kabul olurdu. Bir rivayete göre asafın okuduğu; “Ya zel-celali vel-ikram” yahut; “Ya hayyu Ya kayyum” idi. Zührinin bildirdiğine göre ise; “Ya ilahena ve ilahe külli şeyin ilahen vahiden la ilahe illa ente itini bi-arşiha” idi. İsm-i azamla dua edip, kendisinden bir şey isteyeni, Allaharzusuna kavuşturur. asaf, Süleyman ın yardımcısı olup, evliyaullahtan idi. Onun emirlerini yerine getirirdi. Çok kerametleri görülürdü. Süleyman a, Belkısın tahtını çok kısa bir zamanda getirebileceğini söyleyenin, bir başkası olduğu da rivayet edilir.

Süleyman , asafın bu sözü üzerine; “Eğer bunu yapabiliyorsan, hemen getir” buyurdu. asaf kalkıp abdest aldı. İsm-i azamla Allaha dua edip secde etti. Belkısın tahtı bulunduğu yerden bir anda Süleyman ın kürsisinin yanına geldi. Bu husus ayet-i kerimede mealen şöyle bildirildi: “Vakta ki, (Süleyman ) onu (tahtı) yanında durur bir halde gördü.” (Neml suresi: 40)

Süleyman , Belkısın Yemendeki tahtını Kudüste yanında görünce, Allahın halis kullarının adeti üzere nimete şükür için ayet-i kerimede bildirildiği gibi mealen; “Bu (Belkısın tahtını o kadar uzak mesafeden bu kadar kısa bir zaman içinde getirebilmek, bana) Rabbimin fadlından (ve lütfundan) biridir. (Rabbimin) bu (lütfu, hiç bir kuvvet ve tesirim olmadığını ve şükrünü edadan aciz olduğumu görüp, bunu sırf Rabbimin lütuf ve ihsanı olarak bilmem ve bu nimetin hakkını yerine getirmem suretiyle) şükür mü edeceğim yoksa (kendimi bu nimete layık görüp, nimetin hakkını eda etmekte kusurlu olmak suretiyle) nankörlük mü edeceğimi imtihan içindir dedi.” (Neml suresi: 40)

ayet-i kerimede şu hususa işaret buyrulmaktadır: Cin latif bir cisim ve Süleyman makamından kalkmadan, Belkısın tahtını getirebilecek kuvvette olmakla beraber; “Nezdinde kitaptan bir ilim olan” insanda Rabbani bir kuvvet vardır. Bu kuvveti, o kitapla amel etmesi sebebiyle kazanmıştır. İşte insan olan asaf bin Berhıya, bu Rabbani kuvvet sebebiyle, cinnin yapabileceği bir işi, ondan daha iyi bir şekilde ve istenilen zaman içinde yapabilmiştir.

İşte ümmetinden olan velinin (asaf bin Berhıyanın) bu kerameti, kendisi için mucize olduğundan, Süleyman ; “Bu (bana) Rabbimin fadlından (ve lütfundan) biridir…” dedi.

Süleyman ın veziri asafın, Belkısın tahtını Yemenden Kudüse getirmesi bir kerametti.

Allahın sevgili, veli kullarında meydana gelen harikulade, adet dışı hallere keramet denir. Yani itikadı düzgün ve her işinde İslamiyetin emirlerine uyan kimselere Allahın adeti dışında, yani fizik, kimya ve biyoloji kanunları dışında ikram ettiği, ihsan ettiği şeylere keramet denir. Lügatte keramet; kerem, lütuf, ihsan, harika, yaradılışın ve imkanların üstünde olup, insanda hayranlık uyandıran şey manalarındadır.

Allah, her şeyi bir sebep altında yaratmakladır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, önce sebeplere yapışmamız lazımdır. Mesela buğday elde etmek için; tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahın bu adeti içinde meydana gelmektedir. Allah, sevdiği insanlara iyilik, ikram olmak ve azılı düşmanlarını aldatmak için, adetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor.

Kuran-ı kerimde, birçok velilerin kerametleri bildirilmektedir. Îsa babasız dünyaya gelince, Meryemde görülen kerametler bunlardandır. Zekeriyya Meryemin odasına geldiği zaman, yanında yiyecek olduğunu görür; “Bunu nereden aldın?” derdi. Çünkü, onun yanına, Zekeriyya dan başka kimse girmezdi. O da; “Allah yarattı” cevabını verirdi, Eshab-ı Kehfin kerametleri de, Kuran-ı kerimde bildirilmektedir.

Allah peygamberlerine mucize ihsan ettiği gibi, veli kullarına da kerametler bahşetmektedir. Evliya, Allahın salih temiz, kullarıdır. Evliyanın kerametleri haktır, doğrudur. Evliyanın kerametine inanmak lazımdır. Ehl-i sünnet alimleri, ayet-i kerime ve Hadis-i şeriflerden delil getirerek, kerametin var olduğunu bildirdiler. Onun için, keramete inanmayan kimse Ehl-i sünnetten ayrılmış olur.

Evliyadan zuhur eden kerametler iki kısımdır. Birincisi; Allahın zatına, sıfatlarına ve fiillerine ait olan bilgilerdir. Buna keşf de denir. Bunlar akıl ile, düşünmek ile elde edilemez. Allah seçtiği kimselere ihsan eder. İkincisi; madde aleminde meydana gelen harikulade (olağan üstü) şeylerdir. Bu kerameti de seçtiği kullarına verir. Fakat, birincisi ikinciden daha kıymetlidir. Çünkü madde aleminde meydana gelen harikulade haller, kafirlerden veya fasıklardan da zuhur etmektedir. Halbuki cahiller, ikincisini kıymetli sanırlar. Keramet deyince, yalnız bunu anlarlar. İnsanların çoğu dünyayı düşündükleri için, böyle haber verenleri evliya sanır. Hakikatten haber verenlere kıymet vermezler. Bir veli keramet sahibi olduğunu söylemez, keramet göstermeyi dilemez.

Keramet, veliden hayatta ve öldükten sonra da hasıl olur. Peygamberler ölünce, peygamberlikten ayrılmadıkları gibi; velilerde ölünce, evliyalık derecesinden düşmezler. İnsan ölürken, ruhunun ölmediğini, ayet-i kerimeler ve Hadis-i şerifler açıkça bildiriyor. Ruhun şuur sahibi olduğu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladıkları da bildiriliyor. Kamillerin, velilerin ruhları, hayatlarında olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededirler. Allaha manevi olarak yakındırlar. Evliyanın, dünyada ve öldükten sonra da kerameti vardır. Keramet sahibi olan ruhlardır. Ruh ise, insanın ölmesi ile yok olmaz. Kerameti yapan, yaratan, yalnız Allahdır. Her şey Onun kudreti ile olmaktadır. İnsan diri iken de, ölü iken de bir şey yaratamaz. Ancak Allahın yaratmasına vasıta, sebep olur.

Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri Mişkat tercümesinde buyuruyor ki: Peygamberler ve evliya öldükten sonra, bunlardan yardım istemeğe, evliyanın büyükleri ve fıkıh alimlerinin çoğu caizdir dedi. Keşf ve kemal sahipleri, bunun doğru olduğunu bildirdi. Bunlardan çoğu ruhlardan feyz alarak yükseldiler. Böyle yükselenlere üveysi dediler.

İmam-ı Şafii buyuruyor ki: “İmam-ı Musa Kazımın kabri, duamın kabul olması için bana tiryak gibidir. Bunu çok tecrübe ettim.”

İmam-ı Gazali buyurdu ki: “Diri iken tevessül olunan, feyz alınan kimseye; öldükten sonra da tevessül olunarak feyz alınır.”

Evliyanın büyüklerinden biri diyor ki: “Diri iken tasarruf yapdıkları gibi, öldükten sonrada tasarruf, yardım yapan dört büyük veli gördüm. Bunlardan ikisi, Maruf-i Kerhi ile Abdülkadir-i Geylani hazretleridir.”

Mağrib alimlerinin ve evliyanın büyüklerinden Ahmed bin Zerruk diyor ki: “Ebül Abbas-ı Hadrami hazretleri; “Diri olan veli mi yoksa ölü olan mı daha çok yardım eder?” diye sordu. “Herkes, diri olan diyor. Ben ise, ölü olan daha çok yardım eder diyorum” dedim. “Doğru söylüyorsun. Çünkü diri iken, insanlar arasındadır, öldükten sonra ise, Hakkın huzurundadır” buyurdu.

Evliyadan keramet görülür. Ancak veli olmak için, bir insandan harikaların, kerametlerin meydana gelmesi şart değildir. Halbuki, peygamberlerin mucize göstermesi lazımdır. Bununla beraber, evliyanın hemen hepsinde keramet görülmüştür. Keramet göstermeyen veli pek azdır.

Bir velide çok keramet görülmesi, onun, az kerameti görülen velilerden daha üstün olduğunu göstermez. Hiç kerameti görülmeyen veli, harikalar gösteren evliyadan daha yüksek olabilir.

Evliyanın birbirinden üstünlüğü, Allaha olan yakınlıklarına bağlıdır. Daha yakın olan bir veli, pek az keramet sahibi olabilir. Allahtan daha uzak olan bir veli, daha çok keramet, harika gösterebilir. Bu ümmetin sonradan gelen evliyasında o kadar çok kerametleri olanlar görülmüştür ki, Eshab-ı kiramın hiç birinde, bunun yüzde biri bile meydana gelmemiştir. Halbuki, evliyanın en yükseği, en aşağı derecede olan bir sahabinin derecesine yetişemez. Görülüyor ki, evliyayı ve onların üstünlüğünü anlayabilmek için kerametlerine, harikalarına bakmak, cahillik, kısa görüşlülük olur. O kimsede, o büyüklerin yollarına katılabilmek kabiliyetinin az olduğunu gösterir. Peygamberlerin ve velilerin feyz ve bereketlerine, ancak onlara uymak kabiliyetinde olanlar kavuşabilir. Kendi düşüncelerine, hayallerine uyanlar kavuşamaz. Ebu Bekr-i Sıddık , uymak kabiliyeti sebebi ile, Peygamberimize bir şey sormadan inanıverdi. Ebu Cehilde bu kuvvet bulunmadığından, o kadar alamet ve mucizeler gördüğü halde, peygamberliğe inanmak saadeti ile şereflenemedi. Enam suresi 25. ayetinde böyle talihsizler için mealen buyruluyor ki: “Senin peygamber olduğunu belirten açık alametlerin hepsini görseler, yine inanmazlar. Yanına geldikleri zaman, terbiyesizlik yapar, mübarek kalbini incitirler ve bu Kuran, eskiden kalma hikayeler, masallardır.” derler.”

Zaman bakımından Peygamber efendimize daha yakın olan evliyada, bütün ömürlerinde üç-beş kerametten fazlası görülmediği bildirilmiştir. Cüneyd-i Bağdadinin on kerameti bile işitilmemiştir. Hak teala, kelimi olan Musa a dokuz mucize verdiğini bildirmektedir. Bunlar düşmanlara karşı olan harikalardır. Yoksa, peygamberlerden ve evliyadan, her zaman harikalar meydana gelmektedir. Düşmanları bilse de, bilmese de, harikaları güneş gibi apaçıktır.

Bir kimsenin veli olduğunu anlamak için, onun gösterdiği harika ve kerametlere bakmamalı, Allahın emirlerine uyup yasaklarından sakınmasına ve sevgili Peygamberimizin sünnetine bağlı olmasına bakmalıdır. Şeyhülislam Ahmed ibni Kemal Efendinin, Risale-i Münire adlı eserinde yer alan bir hadiste, Peygamber efendimiz; “Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu, fakat İslamiyete uymayan bir şey yaptığını görseniz, keramet sahibiyim dese bile onu; büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz” buyurmuşlardır.

Buharinin, Ebu Hüreyreden haber verdiği hadis-i kudside, Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Allah; Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi, başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nafile ibadetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle her şeyi tutar. Benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınınca, onu korurum buyurdu.”

Nefehat-ül-Ünsde yazıldığı gibi; bir gün Eshab-ı kiram (rıdvanullahi aleyhim); “Ya Resulallah! Bize, geçmiş ümmetlerin acayip hallerinden bir şey söyle” dediler. Buyurdular ki: “Sizden evvel üç kişi bir yere gittiler. Akşam olduğu zaman, bir mağaraya sığındılar (girdiler). Orada akşamladılar. Geceleyin, bir zaman sonra, dağdan bir taş parçası koparak o mağaranın kapısını kapattı. İçerdekiler bu işe hayret ettiler ve dediler ki: “Bizi bu beladan, riyasız olarak yaptığımız amellerin Allah tarafından kabul olunmasından başka hiç bir şey kurtaramaz.” Biri şöyle dedi: “Benim bir annem ve babam vardı. Mal bakımından onlara verecek hiç bir şeyim yoktu. Sadece bir keçim vardı ki, onun sütünü sağar, onlara verirdim. Her gün arkamda (sırtımla) odun götürürdüm. Bundan kazandığım parayı kendi yiyeceğime sarfederdim. Bir gece vakitsiz geldim. O keçiyi sağdım. Yemeklerini süt ile karıştırıp hazırladım. Halbuki annem ile babam uyumuşlardı. Yemek tasını elimde tutarak ayakta öylece durdum ve katiyyen hiç bir şey yemedim. Onlar uyanıncaya kadar bekledim. Sabah olup, onlar uyanıp yemeklerini yedikten sonra, ben yerime gidip oturdum. Ya Rabbi! Eğer ben bu işimde doğru isem, yardımını yetiştir.” (Resulallah devamla şöyle buyurdu:) Mağaranın kapısındaki taş parçası,bu söz üzerine, azıcık hareket etti ve bir yarık göründü. Onlardan biri de söyle dedi: “Amcamın, yüzü çok güzel olan bir kızı vardı. Gönlüm daima onunla meşguldü. Her zaman onu isterdim. Ama o kabul etmezdi. Benimle yalnız kalmaya razı olsun diye, türlü hileler ile ona yüz dinardan fazla altın gönderdim. Böylece kız yanıma geldi. Fakat içimde Hak tealaya karşı bir korku belirdi. Ben de elimi o kızdan çektim. Ya Rabbi! Eğer ben bu yaptığımda doğru isem, bize buradan bir kurtuluş ihsan et.” (Resulallah sözüne devamla;) O taş hareket ederek, yarık biraz daha genişledi. Fakat yine de o yarıktan dışarı çıkmak mümkün değildi. Mağaradakilerden üçüncü şahıs da şöyle dedi: “Benim de işçilerim vardı. İşim bittiği zaman onlardan hepsi ücretlerini aldılar. Onlardan sadece bir tanesi kayboldu ve gelip ücretini almadı. O ücret ile bir koyun aldım. Aradan bir, iki, on derken tam-kırk yıl geçti. O adam hala görünmedi. Ben o koyunlardan olanların hepsini zaptediyordum. Bir zaman sonra o adam geldi ve; “Ben bir zamanlar senin işini yaptım, hatırlıyor musun? İşte şimdi o ücrete ihtiyacım var” dedi. Ben de; “Yürü, şu koyun sürüsü hep senin hakkındır” dedim. Bu defa adam; “Benimle alay mı ediyorsun?” dedi. Ben; “Ne münasebet. Alay etmiyorum, sadece doğruyu söylüyorum” dedim. Bütün koyunları ona verdim, alıp gitti. Ya Rabbi! Eğer bu işte doğru isem bizi buradan kurtar.” (Resulallah sözlerini şöyle bitirdiler;) “O taş böylece mağaranın önünden çekilip aşağıya düştü, onlar da dışarıya çıktılar.”

Bayezid-i Bistami hazretleri, Bistam şehrinde talebelerini alarak; bir veliyi görmeğe gitti. Zühdü, takvası dillerde dolaşan o kimsenin yanına gidince, kıble tarafına tükürdüğünü gördü. Selam vermeyip, yanından uzaklaştı. “Bu adam Resulallaha karşı lazım olan edeblerden birini gözetmedi. Veli olmak için lazım olan edebleri de gözetemez” dedi. Kıbleye karşı edepsizlik, kötü bir şeydir. Ehl-i sünnet alimleri, yatarken ve otururken kıbleye karşı ayak uzatmağa mekruh dedi. Allah, Kabeyi tavaf etmeyi ve tavafda temiz olmayı emreyledi.

Muhyiddin-i Arabi buyuruyor ki: “Dualarının kabul olduğunu söyleyen bir kimse, İslamın edeblerinden bir edebi gözetmezse, çok kerametleri görülse de, ona inanılmaz.”

Yine Bayezid-i Bistami buyurdu ki: “Bir kimse veli olduğunu söylese, hatta havada otursa da; ibadetleri yapmasına, haramlardan sakınmasına ve İslamiyete uymasına bakmadan sözüne inanmayınız.”

Bir velinin kendinde keramet hasıl olduğunu bilmesi lazım değildir. Allah, bir velinin şekillerini, bir anda, çeşitli memleketlerde herkese gösterir. Uzak yerlerde, şaşılacak şeyleri yaptığı görülür. Halbuki kendisi bilmez. Bilenleri olursa da yabancılara belli etmez. Çünkü, keramete kıymet vermez.

Kerametin en üstünü, taat ve ibadete devamda muvaffak olmak, haramlardan, ve Allahın emirlerine muhalefet etmekten sakınmaktır. Dinimizin emirlerine uyup yasaklarından sakındıktan sonra, her türlü ahlaki düşüklük ve kötülüklerden kaçınarak üstün ahlak vasıflarını kuşanmak, mutlaka vaktinde eda edilmesi gereken ibadetleri yerine getirmek, insanlar hakkında içinden aldatıcılık ve kin gibi kötü düşünceleri topyekün çıkarıp atmak, derin bir nefs murakabesiyle kalbi bütün kötü düşüncelerden ve zemmedilmiş vasıflardan temizlemek, kendi nefsinde ve topyekün eşyada ilahi hukuk ve kul haklarına riayet edip, kalbinde ilahi lütuf eserlerini kollamak, giriş ve çıkışında her türlü tavır ve hareketinde edeb ve huzur ölçülerine uyup inceliklerini gözetmektir.

Eshab-ı kiramın, Tabiinin ve diğer evliyanın binlerce kerameti görülmüş, asırlardır nesilden nesile, anlatılarak gelmiştir.

Yusuf Nebhaninin Cami-ul-keramat kitabında ellidört sahabinin kerametleri, vesikaları ile birlikte Arabi yazılıdır. Bunlardan birkaçını bildirelim:

Cami-ul-keramatın doksanüçüncü ve Kısas-ı enbiya kitabının beşyüz seksendokuzuncu sahifelerinde diyor ki: Hicretin yirmiüçüncü senesinde, Sariye adındaki bir İslam kumandanı, Nehavendde bir ovada İranlılarla savaşa tutuşmuştu. Kafirler müslümanları sarmak üzere idi. O zaman, Ömer Medine-i münevverede, minber üzerinde hutbe okuyordu. Allah, ona, o anda ordunun durumunu gösterdi. Hutbe arasında; “Ey Sariye! Dağa, dağa!” dedi. Halifenin sesini, Sariye işitti. Dağa arka verdiler. Ovaya hücum ederek, düşmanı bozguna uğrattılar. Bu keramet, İrşad-üt-Talibin ve Şevahid-ün-nübüvve kitaplarında da uzun anlatılmaktadır. Beyheki, İbn-i Ömerden haber vermiştir.

İmam-ı Ali Rıza , bir duvar yanında oturuyordu. Önüne bir kuş gelip ötmeye başladı. İmam hazretleri, yanında oturana; “Bu kuş ne diyor, anlıyor musun?” dedi. “Hayır, Allah ve Resulü ve Resulünün torunu bilir” dedi. “Yuvama yılan yaklaştı. Gelip yavrularımı yiyecek. Bizi bu düşmandan kurtar” diyor. Kuş ile git! Yılanı bul, öldür” buyurdu. Gitti, buyurduğu gibi buldu.

Resulallahın azad etmiş olduğu kölelerinden Sefine diyor ki: “Deniz yolcusu idim. Fırtına çıktı. Gemi battı. Bir tahta üstünde kaldım. Dalgalar, beni sahile götürdü. Bir orman içine düştüm. Karşıma bir arslan çıktı. “Ey Arslan! Ben Resulallahın sahabisiyim dedim. Boynunu büktü. Bana sürtündü. Yol gösterdi. Ayrılırken mırıldandı. Veda ettiğini anladım.”

Eyyub-i Sahtiyani , bir arkadaşı ile çölde kalmıştı. Arkadaşının susuzluktan dili sarkıyordu. “Derdin mi var?” dedi. “Susuzluktan ölmek üzereyim” diye cevap verdi. “Kimseye söylemezsen sana su bulayım” dedi. “Söylemem” diye söz verdi. Ayağını yere vurunca, su belirdi. İçtiler. Eyyub ölünceye kadar, arkadaşı bunu kimseye söylemedi.

Görülüyor ki, Allah, sevdiği kullarına kerametler ihsan etmektedir.

Veliler, kerametlerini saklarlar. Kimsenin duymasını istemezler.

Îman etmeyenlerden, fasıklardan ve günahı çok olan kimselerden zuhur eden harikulade (olağan üstü) hallere istidrac denir. Bu onların derece derece kıymetten düşmeleri demektir. Bazı kafir ve fasıkların nefslerinin parlaklığı zamanında, bilinmeyen bazı şeyleri haber vermeleri de istidracdır. Onlar, kendilerindeki bu hallerle öğünürler ve bu hallerine kıymet verirler. Halbuki onlarda meydana gelen bu haller, Allah tarafından düşmanlarına kendi istekleri üzerine; sapıklık ve azgınlıklarını arttırmak, rahmetinden uzaklaşıp, azabına yaklaşmalarını sağlamak için verilmektedir. Onların, derece derece düşmeleri ve hallerinin daha acıklı olması için, böyle yüksek mevkilere ulaşmalarına imkan verilmiştir. Nitekim şeytanın da bazı dilekleri kabul edilmiştir. İnsanlardan bazıları, çeşitli sıkıntı ve eziyetlere katlanarak, açlıkla nefslerini parlatarak bazı harikalara kavuşabilirler. Talim ve terbiye ile bu hallerini geliştirebilirler. Ancak bu haller, o kimselerin saadetini değil, felaketini hazırlar. Onların sevinci, ölümü yaklaşan karıncanın kanatlandığı için sevinmesine benzer. Halbuki kanat, karınca için ölüm habercisidir.

Bazı kafir ve fasıklarda görülen, safa ve parlaklık alametleri, kalbin temizliği değil, nefsin parlaklığıdır. Nefsin parlaması da yolu şaşırtmaktan, zarar ve ziyandan başka bir şeye yaramaz.

İmam-ı Rabbani hazretleri Mektübatının 2. cilt 92. mektubunda; “Vilayetin yani evliyalığın hasıl olması için, harikaların, kerametlerin meydana gelmesi lazım değildir. Din alimlerinin harikalar göstermesi lazım olmadığı gibi; evliyanın da harikalar göstermesi şart değildir. Çünkü vilayet yani veli olmak, kurb-i ilahi yani Allaha yakın olmak demektir. Bir kimseye, bu kurb ihsan edilip de dünyadaki bilinmeyen şeyler haber verilmeyebilir. Bir başkasına; hem bu verilir, hem de gaybler bildirilir. Üçüncü kimseye ise kurbdan bir şey verilmeyip, gaybler bildirilir. Bu kimse, istidrac sahibidir. Nefsi cilalandığı için, bilinmeyen şeyler kendisine keşf edilmekte, böylece dalalet uçurumuna düşürülmektedir. “Onlar iyi bir iş yaptıklarını sanıyor. Biliniz ki, çok yalancıdırlar. Şeytan onları aldatmış, yoldan çıkarmıştır. Allahı o kadar unutturmuş ki, ne dillerine, ne de gönüllerine getirmezler. Şeytanın askeri, uşakları olmuşlardır. Biliniz ki, şeytanın güruhu olan bunlar, bitmez tükenmez nimetleri elden kaçırdı. Sonsuz azablara yakalandı” mealindeki mücadele suresi 18. ayet-i kerimesi böyle kimselerin halini bildirmektedir.

Kafir, fasık ve günahkar kimseler, kendilerinde, bazı olağanüstü halleri görerek kibirlenip, azgınlık ve taşkınlıklarını fazlalaştırırlar. Azgınlıkları arttıkça, hak edecekleri azab da artar. Kalblerini Hak tealadan yüz çevirenlere verilen haller ve harikalar, hep haraplıktır, felakettir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir.

Şeyhülislam Abdullah-ı Ensari Hirevi buyurdu ki: “Riyazet ve açlık çekenlerin firasetleri kıymetsiz olduğu için, müslümanlarda, yahudilerde, hristiyanlarda ve her çeşit insanda hasıl olabilir. Yalnız Allahadamları için böyle değildir.

Harikalar göstermek ve gaybi bilgilerden haber vermek; Allahın emirlerine uyup, yasaklarından sakınmanın ve Peygamber efendimizin sünnetine sarılmanın yanında kıymetsizdir. Özellikle imansızlardan, münafıklardan ve Ehl-i sünnet itikadı üzerine olmayan kimselerden ve günahkar kimselerden zuhur eden harikaların hiç kıymeti yoktur. Bu haller, daha çok o kimselerin felaketine sebep olmaktadır.