Sebe, Yemende, Sana şehrine üç günlük mesafede, Mağrib bölgesinde kurulmuş bir şehir olup, Himyerilerin merkezi idi. Mağrib bölgesi çok mamur bir bölgeydi. Mağrib seddi yapılarak, bölgenin hem su ihtiyacı karşılanmış, hem de selden korunmuştu. Baştan başa, birbirine bitişik köyler ve bahçelerle kaplıydı. Kadınlar, başlarında tabla, iplik eğirerek ağaçların altında dolaşırlar, dönüşlerinde, tablalarının, olgunlaşarak düşen çeşitli meyvelerle dolmuş olduğunu görürlerdi. Meyve toplama zahmeti olmazdı.
Sebe beldesinde eziyet verici canlılar, yırtıcı hayvan, sivrisinek ve diğer sinekler, pire, akrep, yılan yoktu. Hatta bir şahıs, üzerinde kurt varken onların beldesine uğrasa, oranın havasından kurtlar ölürdü. Hastalar da sıhhate kavuşurdu. Ancak Sebe halkı, Allahın kendilerine ihsan ettiği bu kadar nimete şükretmeyip nankörlük ettiler. Onların bu nankörlükleri, helaklerine sebep oldu.
Allah, Kuran-ı kerimde Davud ve Süleymanın (aleyhimesselam) hallerini bildirerek, nimetlerine şükredenlerin durumlarını beyan buyurduktan sonra, Sebe halkının ahvalini mealen şöyle bildirmiştir:
“Gerçekten, Sebe kavmi için sakin oldukları yerlerde, (kudretimizin kemaline, bize şükredilmesinin vacib olduğuna) bir alamet vardır. (Bu alamet, onların vadilerinin) sağından ve solundan iki bölük bağları ve bahçeleridir (ki, her bölük birbirine bitişik idi. Yahut onlardan her birinin evinin sağında ve solunda bir bağı vardı. Peygamberleri onlara dedi ki): Rabbinizin size verdiği rızıklardan (bağlarınızın meyvelerinden) yiyip Ona şükredin. (Ona taatta bulunun. Çünkü Sebe beldesi) hoş (geniş, verimli havası, suyu güzel) bir beldedir. (Onu size Allah ihsan etmiştir.) O, (kendisine şükredenlerin) günahlarını, af ve mağfiret eden bir Rabdır.” (Sebe suresi: 15) İslam alimlerinin büyüklerinden Molla Cami , bu ayet-i kerimede geçen; “Hoş bir beldedir” mealindeki; “Beldetün tayyibetün” lafz-ı celilini, ebced hesabıyla İstanbulun fethine tarih düşürmüştür.
Allah, ayet-i kerimede, kendi tarafından Sebelilere ihsan edilen nimetleri açıkladıktan sonra, onların durumlarını da mealen şöyle beyan buyurdu. “Fakat onlar (bu kadar nimetin şükründen) yüz çevirdiler.” (Sebe suresi: 16)
Rivayete göre; Allah, onlara bir çok peygamber gönderdi. Sebe halkını Allahın dinine davet ettiler. Onlara, Allahın nimetlerini hatırlattılar. Allahın emirlerine uymazlarsa, azaba uğrayacaklarını anlatıp, korkuttular. Fakat, Sebe halkı, onları yalanladılar Üstelik; “Allahın bize nimet verdiğini falan bilmeyiz. Rabbinize söyleyin, eğer gücü yeterse, bu nimetleri bize vermesin!” diye nankörlük ettiler.
Sebe halkının sakin oldukları yerler, kendileri için Allahın kudretine delalet eden bir işaret ve delil idi. Fakat bunu düşünmediler ve Allahın kendilerine ve verdiği bu kadar nimete yüz çevirmekle, zalim olduklarını gösterdiler. Nitekim Secde suresi 22. ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyruldu: “Kendisine Rabbinin ayetleri ile nasihat edildikten sonra, ondan yüz çeviren (tefekkür etmeyen) kimseden daha zalim kimdir? Biz, mücrimlerden (müşriklerden azab ile) intikam alırız.”
Allah, üzerlerine Arim selini gönderip, mallarını ve evlerini su içinde bırakmakla, onlardan intikam aldı. Arim selinin, önüne geçilmeyen sel, yahut Arim denilen seddin seli, yahut Arim vadisinin seli olduğu bildirilmiştir.
Rivayete göre; Sebe halkı, vadilerinin suyu için aralarında kavga ederlerdi. Sebe hükümdarlarından biri, vadideki iki dağın arasını kayalar ve zift ile kapattırarak, bir bend inşa ettirdi. Bende üç tane kapı, önüne büyük bir havuz yaptırdı. Havuzda, dağılan ark adedine göre, çıkış yerleri koydurdu. Suya ihtiyaç olduğunda, buraları açar, bağ ve bahçelerini sularlardı. İhtiyaçlarını giderince, kapatırlardı. Yağmur yağınca, vadinin suları seddin arkasında toplanır ve hiç su sızmazdı. Burası bir senede su ile dolar ve Sebe halkının su meselesi halledilmiş olurdu. Sebe halkı bir müddet bu hal üzere kaldılar. Sonra, azgınlık ve taşkınlıkta ileri gittiler. Verilen bu nimetlerin şükrünü yapmadılar. Kulluk vazifelerini yerine getirmeleri gerekirken, tam aksini yaptılar. Kendilerini doğru yola davet eden peygamberlere inanmadılar. Allah da onlara, köstebeği musallat etti. Köstebek, seddi, altından deldi. Sebelilerin herkese öğünüp gururlandıkları bağ ve bahçeleri, verimli arazileri, köşkleri sular altında kalıp harab oldu. Bugün Marib seddi denilen bu sed, yeniden inşa edilerek Marib Barajı adıyla hizmete açılmıştır.
Allah, bu hadisenin devamını mealen şöyle bildirdi: “(Beldelerinin veya her evin sağında ve solunda bulunan ve pek mamur ve latif olan) iki bahçenin yerine, acı meyveli, acı ılgınlı ve az bir şey de sedirden (Arabistan kirazından) olmak üzere (harab) iki bahçe verdik.” (Sebe suresi: 16) Sedir, Arabistanın makbul ve meşhur bir ağacıdır. Allah onlara sedir ağacından da az bir şey vermişti. Fakat bundan faydalanılmazdı. Sonra, Allah, onların niçin cezaya uğratıldıklarını mealen şöyle beyan buyurdu: “İşte biz onları, nimete nankörlükleri (yahut, peygamberlerini aleyhimüsselam yalanlamaları) sebebiyle böyle cezalandırdık. Biz, ancak nimete nankörlük edenleri (veya peygamberlerini tekzip edenleri) cezalandırırız.” (Sebe suresi: 17)
Ruh-ul-Beyanda, bu ayet-i kerime ile şu hususa işaret buyrulduğu bildirilmektedir: Şükreden mümin, iman, takva, sıdk, tevekkül, ihlas ve güzel ahlak gibi, batıni ve zahiri nimetlerin elinden çıkmaması için, şükür ipiyle onları kendisine bağlar. Bu nimetlere şükretmeyen kimse de şükretmemekle nankörlük eder ve onları elinden çıkarır. Sonunda nimetlerin yerinde; fakirlik, küfür, nifak, imanda şüphe ile bazı kötü vasıf ve huyları bulur.
Küfür ehli olan imansızlar, kalb ve ruhlarına küfür tohumlarını ektikleri için, onlarda iyilikten ve güzellikten bir şey bulunmaz. Bulunanlar ise yalnız nefisle ilgilidir. Onlar ancak ektiklerini biçerler. Kazdıkları kuyuya düşerler. Nitekim Resulallah; “Hayır bulan, (her hayır ve rahmetin kaynağı olan) Allaha hamdetsin. Bundan başkasını bulan (hiç kimseyi kınayıp ayıplamasın) sadece kendi nefsini kınayıp, ayıplasın” buyurmuştur.
Allah, ayet-i kerimede; Sebe memleketinin güzelliklerini, halkının, peygamberlerini yalanlamalarını, verilen nimetlere nankörlüklerini bildirdikten sonra, bu ülkenin hariçteki ahvalini, çevresini ve buranın birçok köyler vasıtasıyla mamur olduğunu mealen şöyle beyan buyurdu:
“Onlar(ın beldeleri olan Yemen memleketleri) ile (nehirler, ağaçlar ve çeşitli nimetlerle) bereket verdiğimiz beldeler (Şam) arasında, (birbirine yakın oldukları için birinden diğeri görülebilen) bitişik kasabalar yaptık. Oralarda onların seyir (ve sefer) etmelerini takdir ettik. (Biz onlara lisan-ı hal veya kal ile dedik ki;) Gecelerde ve gündüzlerde, (istediğiniz vakit) oralarda (açlık, susuzluk, düşman, yırtıcı hayvanlardan ve hırsızlardan) emin olduğunuz halde, (korkusuzca) dolaşın.” (Sebe suresi: 18) ayet-i kerimedeki Şam memleketlerinden murad; Filistin, Eriha ve Ürdün beldeleridir.
Rivayete göre, Yemen kasabalarından sabahleyin yola çıkan bir kimse, öğleyin başka bir kasabada kaylule yapardı. Öğle vakti buradan ayrılan bir kimse, geceyi başka bir kasabada geçirirdi. Böylece Şama kadar, yanında su ve azık taşımaya ihtiyaç duymadan giderdi. Çünkü yolda bu ihtiyaçlarını temin edebilecekleri sulu ve ağaçlıklı kasabalar mevcuttu. Rivayete göre bu kasabaların sayısı, dörtbin yediyüzü buluyordu.
Ama Sebe halkı, kendilerine ihsan edilen nimetlere nankörlük ettiler. Şükre yanaşmadılar. Aksine, sahip oldukları nimetler, onları azdırdı. Refah ve bolluk içinde yaşamaktan, afiyet içerisinde bulunmaktan bıktılar. Rahatlık kendilerini rahatsız etti. Refaha ve afiyete sabredemediler. Rızık kazanmak için, meşakkat ve sıkıntı çekmeyi ister oldular. Nitekim İsrailoğulları da çölde rızıklandırıldıkları helva ve bıldırcın etinden bıktıklarını, bunların yerine topraktan biten; bakla, mercimek, sarmısak gibi yiyecekler istediklerini söylemişlerdi. İsrailoğulları gibi Sebe halkı da, Allahtan, bahçeleri arasındaki mesafeyi açmasını, Şam beldeleri arasında çöller yapmasını istediler. Maksatları, bineklerine binmek, yanlarına azık almak, bunlardan faydalanarak ticaret yapıp para kazanmak, böylece insanlara karşı övünüp, gururlanmak imkanı bulmaktı. Rahat ve huzuru, sıkıntı ve meşakkate değişmeyi istemeleri, Kuran-ı kerimde mealen şöyle bildirilmektedir: “Onlar ise (buna karşı); Ey Rabbimiz! Seferlerimizin arasını uzaklaştır (Sebe ile Şam arasında çöller, sahralar yap) dediler. (Onlar bu nimetlerle şımarmaları ve taşkınlıkları sebebiyle) nefislerine zulmettiler.” (Sebe suresi: 19)
Fahreddin-i Razi , onların bu isteklerinin İsrailoğullarının, helva ve bıldırcın eti yerine soğan ve sarmısak gibi yiyecekler istemeleri gibi, kavuştukları nimetlerin çokluğundan şımarıp, kibir ve gurura kapılmalarından ileri geldiğini zikretmiştir. Bir de; bozuk itikadlarını, ellerindeki nimetlere çok güvenmelerini, bunların bir gün ellerinden çıkacağına asla, imkan ve ihtimal vermemelerini hesaba katmak lazımdır.
Onların; sefer sırasında yollardaki konakların arasının uzak olmasını, mamur olan beldelerinin haraplığını söz ile değil de nimete nankörlük eden bir tavır ve hareketle yani hal diliyle istemeleri de mümkündür.
Allah, Sebe halkının bu taleplerini kabul buyurduğunu, Kuran-ı kerimde mealen şöyle bildirdi: “… İşte biz de onları darmadağınık ettik. Şüphesiz ki, bunda çok sabır (ve) çok şükreden herkes için elbette ibretler vardır.” (Sebe suresi: 19)
Sebe halkının; şehir, kasaba ve köyleri su altında kalınca, kendileri muhtelif memleketlere dağıldılar. Gassan kabilesi Şama, Ezd kabilesi Ammana, Huzaa kabilesi Tihameye, Evs ve Hazrec kabileleri Yesribe (Medine-i münevvereye) geldi. Huzeyme kabilesi ise, Iraka gitti. Sebe halkının bu şekilde dağılmaları, daha sonra gelen kimseler arasında darb-ı mesel olarak söylene gelmiş, onların başına gelenler, insanlara ibret olmuştur. Nitekim ayet-i kerimenin devamında mealen; “Şüphesiz ki bunda (Sebe halkının kıssasında; günahları, nefislerinin arzu ve isteklerini yapmamaya, şehvetlerine uymamaya, ibadet ve taatları yapmanın meşakkatine, bela ve musibetlere) çok sabır (bütün hallerde ve vakitlerde Allahın lutfettiği nimetlere) çok şükreden herkes için, elbette ibretler vardır” buyrulmaktadır. (Sebe suresi: 19)
Tefsir-i Mazhari müellifi Senaullah-ı Pani-püti şöyle buyurmuştur: “Mümin, daima sabırlı ve şükredicidir. Çünkü, dünya; bela ve musibet yeridir. Hatta, kula verilen nimetler de onun uğradığı bela ve musibetlerdendir. Çünkü, bu nimetlerin verilmesiyle; onlara şükür mü; yoksa günah işlerde kullanmak suretiyle, nankörlük mü edecek diye kul imtihan edilmekte ve denenmektedir. İşte bu imtihan kul için bir musibettir. Çünkü imtihanda muvaffak olamazsa, yani nimetlere şükretmeyi başaramazsa, sonu felaket ve hüsran olacaktır.
İşte bundan dolayı, kulun ölümü de imtihan, hayatı da imtihandır. Nitekim Allah, Mülk suresi 2. ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyurmaktadır “O (Allah, ezelde sizden meydana geleceğini bildiği şeyleri, hayatınızdan ölümünüze kadar, sizi mükellef kılıp, imtihan olunan muamelesi yapmak suretiyle, tecrübe ve imtihan sahası olan dünyada) hanginizi amelce daha güzel (amelinde daha ihlaslı, sünnet-i seniyyeye daha çok uyan ve hanginizin haramlardan daha çok sakınan, taatlara daha çok koşan) olduğunu, size de bildirmek için (dünyada) ölümü, (ahirette) hayatı (veya ölümü de hayatı da dünyada) yarattı.”
İşte mümin daima günahlardan sakınmaya, musibetlere ve taatların meşakkatine sabırlıdır. Her bela ve musibet, günahlara kefarettir. Bu sebeple bela ve musibetler, sabrı icabettirdiği gibi, şükrü de gerektirir. Sonra sabra muvaffak kılması da Allahın nimeti olup, ayrıca buna da şükür lazımdır.
İmam-ı Rabbani ; “Mahbubun (sevgilinin) elem vermesi, seven için, nimetinden daha lezzetlidir. Onun için, sevgiliden (Allahtan) gelen ve seven için bir lezzet olan bela ve musibetler, şükre daha layıktır” buyurmuş ve Abdülhak-ı Dehlevi hazretlerine yazdığı bir mektubunda bu durumu şöyle izah etmiştir: “…Kıymetli efendim. Sıkıntıların gelmeleri, görünüşte çok acı ise de bunların nimet oldukları umulur. Bu dünyanın en kıymetli sermayesi üzüntüler ve sıkıntılardır. Bu dünya sofrasının en tatlı yemeği, dert ve musibetlerdir. Bu tatlı nimetleri, acı ilaçlarla kaplamışlar, bununla imtihan yolunu açık tutmuşlardır. Saadetli, akıllı olanlar, bunların içine yerleştirilmiş olan tatlıları görür. Üzerindeki acı örtüleri de tatlı gibi çiğnerler. Acılardan tat alırlar. Nasıl tatlı olmasın ki, sevgiliden gelen her şey tatlı olur. Hasta olanlar, onun tadını duyamaz. Hastalık da, Ondan başkasına gönül vermektir. Saadet sahipleri, sevgiliden gelen sıkıntılardan o kadar tat alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duyamazlar. Her ikisi de sevgiliden (Allahtan) geldiği halde, sıkıntılardan, sevenin nefsi pay almaz. İyiliklerini ise, nefs de istemektedir. Arabi mısra tercümesi:
Nimete kavuşanlara afiyet olsun!
Ya Rabbi! Bizi, sıkıntıların sevablarından mahrum eyleme! Bunlardan sonra, bizi fitnelere düşürme!.” (2. cilt, 29. mektup)
Bir diğer mektuplarında ise şöyle buyurmuşlardır: “Allah, size layık olmayan şeylerden selamet versin! Dostlara dünya sıkıntılarının ve belaların gelmesi, bunların günahlarının affolması için keffarettirler. Yalvararak, ağlayarak ve sığınarak, kırık kalb ile Allahtan af ve afiyet dilemelidir. Duanın kabul olunduğu anlaşılıncaya ve fitneler kalmayıncaya kadar, böyle dua etmelidir. Dostlarınız ve iyiliğinizi isteyen sevenleriniz de, sizin için dua etmekte iseler de, dertlinin kendisinin yalvarması daha yerinde olur. İlaç almak ve perhiz yapmak, hastaya lazımdır. Başkalarının yapacağı, olsa olsa, ona yardımcı olmaktır. Sözün doğrusu şudur ki, sevgiliden gelen her şeyi, gülerek, sevinerek karşılamak lazımdır. Ondan gelenlerin hepsi tatlı gelmelidir. Sevgilinin sert davranması, aşağılaması, ikram, ihsan ve yükseltmek gibi olmalıdır. Hatta, kendi nefsinin böyle isteklerinden daha tatlı olmalıdır. Seven böyle olmazsa, sevgisi tam olmaz. Hatta, seviyorum demesi, yalancılık olur…) (2. cilt, 75. mektup)
İmam-ı Beyhekinin Şuab-ül-iman kitabında bildirilen hadiste; “Îman iki parçadır. Bir parçası sabırda, diğer parçası şükürdedir” buyrulmuştur. Senaullah-i Pani-püti de, bu Hadis-i şerifi yazdıktan sonra; “Müminin imanı tam olup, daima bu iki kısmı kendisinde bulundurur. Bu parçalardan biri ile iktifa etmez” buyurmuştur.
Allah, Sebe halkının ibretli halini beyan ettikten sonra mealen; “Muhakkak iblis, onların (bazı insanların veya Sebe halkından nimete nankörlük edenlerin) aleyhindeki (onların nimete nankörlük etmeleri ve kendisine tabi olacaklarına dair) zannını tahakkuk ettirmişti de, müminlerden ibaret bir cemaatten (veya Allaha itaat eden, asi olmayan müminlerden bir kısmından) başkası (Allaha asi olmakta) iblise tabi oldular” buyurdu. (Sebe suresi: 20)
İblis, kendisini adem dan üstün görüp, ademe secde emrine itaat etmeyip, kafir olmuş, Allahın rahmetinden ve kereminden kovulmuştu. Şeytanın talebi üzerine, Allahın katında malum olan vakte kadar, (bazı alimlere göre birinci surun üfürülüşüne kadar) mühlet verildi. İblisin ayet-i kerimede mealen şöyle dediği bildirildi: “Öyle ise, izzet ve kudretine yemin ederim ki, onların hepsini muhakkak azdıracağım. Ancak içlerinden muhlas olan kulların müstesna…” (Sad suresi: 82, 83)
Araf suresi 16 ve 17. ayet-i kerimelerinde, şeytanın şu sözü de bildirilmektedir: “(Ya Rabbi!) Öyle ise beni rahmetinden kovmana yemin ederim ki, onları (ademoğullarını) saptırmak için muhakkak senin doğru yoluna (din-i İslam yoluna) oturup, vesvese ile onları saptıracağım. Sonra onların önlerinden, arkalarından, sağ taraflarından ve sol taraflarından sokulacağım (saptıracağım). Sen (ademoğullarının) çoğunu (verdiğin nimetlere) şükredici bulmayacaksın” dedi.”
İbn-i Kuteybe; “Şeytan bu sözleri söylediğinde, bunların tahakkuk edeceğini kati olarak bildiğinden değil, zan ile söylemişti. Fakat (insanlar veya Sebe halkı) ona tabi olup, itaat edince, bu zannı tahakkuk etti” demiştir.
Şeytan, onların doğru yoldan saptırılması ve igvasına bir sebeptir, bir vasıtadır. Yoksa hidayet ve dalaleti yaratan Allahdır.
Ancak, Allahın, şeytanı insanlara musallat kılması, ezeli ilmi ile mümin ve kafir olduklarını bildiği kimseleri, bu alemde, mümin ve kafir olarak ortaya çıkarmak içindir. Nitekim ayet-i kerimede mealen; “Halbuki onun (iblisin) bunlar (insanlar) üzerinde (önceden) hiç bir tasallutu (vesvese vermeye kudreti) yoktu. Ancak biz, ahirete iman eden kimse ile, onda şüphe edeni ayırt etmek için buna meydan vermiştik. Senin Rabbin her şey üzerine bir hafizdir” (koruyucudur). (Sebe suresi: 21)
Büyüklerden birisi, Allahın muhafazasına nail olabilmenin sebeplerinden bazılarını; “İbadet ve taata gayret ve devam etmek, günahları terketmek, misvak kullanmak, az uyumak, gece namazı kılmak ve yüzünden Kuran-ı kerim okumak olarak bildirmiştir.
Zünnun-i Mısri şöyle anlatır: “Bir gün, içimde bir sıkıntı meydana geldi. Bu sıkıntıyı gidermek için, Nil nehrinin kenarına gittim. Orada, süratle gitmekte olan bir akrep gördüm. Onun peşinden gittim. Nehrin kenarında duran bir kurbağanın sırtına binip, nehrin öte yakasına geçti. Ben de bir kayığa binip, karşıya geçtim. Onu takib ediyordum. Karşıya varınca, kurbağanın sırtından indi ve uyuyan bir gence doğru süratle yürüdü. Bu sırada bir yılan, aynı gence doğru yaklaşıyordu. Akrep, yılandan tarafa yöneldi. Yılanla akrep karşı karşıya geldiler, hücum ederek birbirlerini soktular. İkisi de öldü. Orada uyuyan genç de Allahın muhafazasıyla onlardan kurtuldu.”
İbrahim Havvas da şöyle anlattı: “Mekke-i mükerremeye giderken, geceyi geçirmek için harabelik bir yere girdim. Orada, büyük yırtıcı hayvanlar vardı. Onlardan korktum. Bu sırada, gizliden bir ses; “Korkma, sakin ol! Etrafında yetmişbin melek seni muhafaza ediyor” diyordu.” Bu, Allahın evliyasına olan lütfu idi.
Bu hadiseler, Allahın koruduğu kullara zarar gelmeyeceğini en iyi şekilde belirtmektir.
İşte Süleyman devrinde, Sebe ülkesinin başında Belkıs isimli kadın bir sultan vardı. Belkıs, Himyeri meliklerinin neslinden geliyordu. Bir rivayete göre, annesi cinnilerdendi. Süleyman ın Belkıstan, onun da Süleyman dan haberi yoktu. Rivayete göre; hüdhüd, Belkısın haberini getirdiğinde, Süleyman , Yemende Sana şehrinde idi. Belkıs ise Marib Sebe şehrinde bulunuyordu. Aralarında üç günlük bir mesafe vardı. Ancak, Allah bir hikmetinden dolayı, Süleyman a Belkısın orada olduğunu bildirmemişti. Nitekim, aralarındaki mesafe pek uzak olmamasına rağmen, Yakup a da Yusuf ın bulunduğu yeri gizlemişti.
Hüdhüd, getirdiği haberi, ayet-i kerimede bildirildiği gibi mealen şöyle açıkladı: “Muhakkak ki, ben (orada) bir kadını (Belkısı) onlara hükümdarlık eder buldum. Ona (hükümdarlara layık olan mallar, ordular ve daha başka) her şey verilmiştir. Onun bir de çok büyük tahtı var.” (Neml suresi: 23)
ayet-i kerimede, hüdhüdün anlatmasına mealen şöyle devam ettiği bildirildi: “Ben, onu ve kavmini, Allahı bırakıp, güneşe secde eder buldum. Şeytan onlara amellerini (güneşe tapmalarını ve diğer çirkin işlerini) süslemiş, onları, hak yoldan alıkoymuş. (Bu sebeple) onlar hidayet ve tevhid yolunu bulamıyorlar.” (Neml suresi: 24)
Hüdhüdün anlattıklarını dikkatle dinleyen Süleyman , Belkısın ülkesini kendi mülküne katmayı hiç düşünmedi ve memleketin büyüklüğüne hiç ehemmiyet vermedi. Hüdhüd anlatmasına devam ederek, mealen; “(Şeytan), göklerde ve yerdeki her gizliyi (yağmur ve nebat gibi şeyleri meydana) çıkaran, (kalblerinde) ne gizliyorlar, (dilleriyle ve azaları ile) ne açıklıyorlarsa (hepsini) bilen Allaha secde etmesinler diye, (onları doğru yoldan alıkoyuyor.) Allahtan başka ilah yoktur. (O) büyük arşın sahibidir (yani, ibadete ve secde olunmaya layık olan Allahtan başkası değildir) dedi.” (Neml suresi: 25, 26)
Hüdhüdün sözlerinden; “Göklerde ve yerdeki her gizliyi (yağmur ve nebat gibi şeyleri meydana) çıkaran…” dan; “Allahtan başka ilah yoktur. (O) büyük arşın sahibidir” sözünün de dahil olduğu kısım onun; “Senin bilmediğin şeye vakıf oldum..” sözüne dahil değildir. Çünkü bütün bu bilgileri hüdhüd, Süleyman dan öğrenmişti. Ruh-ul-Beyanda bildirilen hadiste şöyle buyruldu: “Size hüdhüdü öldürmeyi yasaklıyorum. Çünkü Süleyman ın, suyun yakınlığını ve uzaklığını bilen delili idi. O yeryüzünde (yalnız) Allaha ibadet, kulluk edilmesini istedi. Çünkü; Sana Sebe (şehrinden) çok doğru (ve mühim) bir haber ile geldim…” dedi.”
Hadis alimlerinden Ebu Kılabenin annesi, Ebu Kılabeye hamile iken, rüyada, bir hüdhüd dünyaya getirdiğini gördü. Bu rüyasını, tabire ehil kimselerden sordu. Ona; “Eğer rüyan doğru ise, namaza çok bağlı bir çocuğun olacak” dediler. Nihayet Ebu Kılabe doğdu. Büyüdüğünde, her gün 400 rekat namaz kılardı. Ezberinden 60 bin Hadis-i şerif rivayet etti. Hicri 276 senesinde vefat etti.
Fahreddin-i Razi hazretleri, yukarıdaki ayet-i kerimenin tefsirinde buyurdu ki: ayet-i kerime; “Göklerde ve yerdeki her gizliyi çıkaran…” kavl-i şerifi ile, Allahın kudret sıfatına, her şeye gücü yettiğine; “Ne gizliyorlar ne açıklıyorlarsa (hepsini) bilen Allaha…” kavl-i şerifi ile de Allahın ilim sıfatına, her gizliyi bildiğine delalet etmektedir.
Bu ayet-i kerime, güneşe tapanlara cevap vermektedir. Şöyle ki; İlahın gizlileri çıkarmaya kadir olması, gizli olanları bilmesi lazımdır. Halbuki güneş böyle değildir. Hatta onun ne bir fayda teminine, ne bir zarar gidermeye gücü yetmez. Nitekim İbrahim da, amcası ve üvey babası olan azere; “İşitmez, görmez, sana hiç bir faydası olmaz şeylere niçin tapıyorsun?…” buyurmuştur. (Meryem suresi: 42) O halde güneş ilah değildir. Güneş ilah olmayınca, ona secde etmek de caiz değildir. Allah ise, her şeye kadir olduğu gibi, her gizliyi de bilicidir. Secde olunmaya layık olan, ancak Odur. Nitekim İbrahim da, ilahlık davasında bulunan Nemruda; “…Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür…” buyurmuştu. (Bakara suresi: 258)
Hüdhüdün bütün konuşmaları, Süleyman ı sözüne inandırmak, Belkısla gaza edip onu itaati altına almaya teşvik içindi.
Hüdhüd, Belkıs ve kavminin, Allahı bırakıp güneşe taptıklarını anlatınca, Süleyman , gadablandı ve bunu araştırmak istedi; “Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?” dedi.” (Neml suresi: 27)
Bu ayet-i kerime, devlet başkanının, tebasının muteber mazeretini kabul edip, bu mazeretleri sebebi ile onlardan cezayı kaldırması lazım geldiğine delalet etmektedir. Çünkü Süleyman , özür beyan eden hüdhüdü cezalandırmadı. Hüdhüdün doğru konuşması, özrü oldu ve cihadı icabettiren bir haber getirmişti. Süleyman ise Allah yolunda cihad yapmayı severdi. Hüdhüdün verdiği haber, dini bir mesele olduğundan, doğruluğunu araştırmak istedi. Hüdhüdün, tek başına; “Çok doğru ve kesin bir haber getirdim” demesini, ihtiyatla karşıladı ve Belkısın memleketine cihada çıkmak için, bu haberi kafi görmedi. Yani haber-i vahid ile amel etmedi.
Bu ayet-i kerime, haber-i vahidin, ilim (kati bilgi) ifade etmediğine delalet etmektedir. Hadis ilminde haber-i vahid; Şöhret ve tevatür derecesine ulaşmamış olan, bir, iki veya daha fazla kimse tarafından rivayet edilen Hadis-i şeriftir.
Bunun için, haber-i vahidi, ihtiyatla karşılamak lazımdır. İşte Süleyman , onun bu haberini kati olarak kabul etmedi. Fakat, büsbütün de ilgisiz kalıp reddetmedi ve doğruluk derecesini araştırmak istedi.
Üstelik hüdhüd, izinsiz gittiği için suçlu durumdaydı ve bu hali hiç de iyi değildi. Hal böyle olunca, getirdiği haberin doğruluğunu araştırmak gerekirdi. Süleyman ın bu hali; “Ey iman edenler! Eğer bir fasık size haber getirirse, onu tahkik edin. (Yoksa) bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da, yaptığınıza pişman kimseler olursunuz” mealindeki, Hucurat suresi 6. ayet-i kerimesinin hükmüne de uygundu.
Hüdhüdün getirdiği haberin doğruluğunu araştırmak isteyen Süleyman , o anda veya daha sonra Belkısa bir mektup yazdı. Mektubu, Allahın adı yazılı mührüyle mühürleyip hüdhüde verdi.
Süleyman ın bir mührü vardı. Yüzük taşı şeklinde taşıdığı bu mührü, parmağına geçirince; ins ve cin, kuşlar da dahil her çeşit hayvan ona itaat ederdi. Mührün üzerinde, Allahın ismiyle birlikte ahır zaman peygamberi Muhammed ın ismi de vardı. Nitekim Ramuzda nakledilen ve Cabir ın rivayet ettiği hadiste, Süleyman ın mühründeki nakşın; “La İlahe illallah Muhammedün Resulallah” olduğu bildirilmiştir.
Süleyman , mektubu hüdhüde verdikten sonra; “Bu mektubu (Belkıs ve kavmine) götür. Onu onlara (görebilecekleri bir yere) bırak. Sonra (onlara yakın) bir yere çekilerek, (gizlenip) ne şekilde cevap verecekler bak” dedi. (Neml suresi: 29) Aslında Süleyman , mektubu emrindeki cinnilerle de gönderebilirdi. Fakat hüdhüd, Belkısın memleketini biliyordu. Bu sebeple, onunla gönderdi.
Belkıs, kavminin işlerinin durumunu ve ihtiyaçlarını dinlemek için, her Cuma günü dışarı çıkardı. Tahtı; altından yapılmış, dört direk üzerine konurdu. Tahta oturunca, Belkıs halkı görür, halk kendisine bakamazdı. Kavminden birisinin bir işi, arzı veya ricası olsa, soru sorabilmek için izin ister, huzuruna gider, başını önüne eğerdi. Belkısın yüzüne asla bakmazdı. Sonra tazim olarak ona secde ederdi. Belkıs izin vermeyince, başını secdeden kaldırmazdı. Belkıs, kavminin ihtiyaçlarını hüküm ve gereğinin yapılmasını emrettikten sonra, köşküne girer, bir sonraki Cuma gününe kadar, dışarı çıkmazdı. Sarayı büyük idi. Hüdhüd, Süleyman ın mektubu ile gittiği zaman, kapıları kapanmış, etrafta muhafız ve devriyeler dolaşıyordu. Hüdhüd, hiç bir yerden giremeyince, köşkün penceresinden girdi. Odadan odaya geçerek, yirmi metre yüksekliğindeki Belkısın tahtını gördü. Belkıs, tahtında uzanmış yatıyordu. Onu bu halde gören hüdhüd, mektubu tahtına bıraktı. Sonra, Belkısın uyanıp mektubu okumasını bekledi ve görebileceği bir pencere kenarına saklandı. Aradan bir hayli zaman geçtiği halde, Belkıs uyanmamıştı. Hüdhüd, indi, gagasıyla ona dokunup uyandırdı.
Belkıs, tahtının üzerindeki mektubu görünce, aldı. Eliyle gözlerini ovuşturarak, mektuba baktı. Her yer kapalı olduğu halde, yanına kadar bu mektubun kimin tarafından ve nasıl getirildiğini düşündü. Merakla odasından çıkıp, sarayın etrafına baktı. Muhafız ve nöbetçilerin hepsini yerlerinde gördü. Onlara; “Kapıyı açıp benim odama giren kimse gördünüz mü?” diye sordu. Muhafızlar; “Kapılar hiç bir şekilde açılmamıştır. Eskisi gibidir. Biz de devamlı beklemekteyiz” diye cevap verdiler. Hemen mektubu açtı ve okudu. Mektupta; “Bismillahirrahmanirrahim” yazılı olduğunu görünce, kavminin ileri gelenlerine haber gönderdi. Toplandılar. Onlara hitab edip, ayet-i kerimede bildirildiği gibi mealen; “Ey ileri gelenler! Bana çok şerefli bir mektup bırakıldı. O (mektup), Süleymandandır. (O mektubun muhtevası); Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla. Bana karşı büyüklenmeyiniz (yani bana icabetten kaçınmayınız. Çünkü bana uymayı terk etmek; tekebbür, büyüklenmek, kendini yüksek ve üstün görmektendir). Bana, müslümanlar (emrime itaat ediciler) olarak geliniz”dir dedi.” (Neml suresi: 29-31)
Süleyman ın mektubu niçin şerefliydi?
1- İçinde yazılı olanlar güzel olduğu için.
2- Şerefli bir melikten (Süleyman dan) geldiği için.
3- Mektup mühürlü olduğu için. Nitekim Resulallah; “Mektubun şerefi, mühürlü olmasıdır” buyurmuştur. Kendileri de hükümdarlara mektup göndermişlerdi. Bu sebeple kendileri için gümüşten bir mühür yaptırdılar. Üstünde; Muhammedün Resulallah (Muhammed , Allahın resulüdür) yazılı idi.
4- Süleyman ın mektubu, besmele ile başladığı için şerefliydi. Çünkü Resulallah “Besmele ile başlanmayan her söz, (bereket ve hayırdan) kesilmiştir” buyurmuştur.
5- Belkısın hidayete kavuşup müslüman olmasına vesile olduğu için.
6- Süleyman ın mektubu, peygamberlerin aleyhimüsselam Allaha davetteki adet ve usullerine göre yazılmıştı. Mektupta, yumuşak ve nezaketli ifadeler yer alıyordu. Allaha kulluk edilmesini nasihat ediyordu. Ona lanet etmiyor, dil uzatıp, incitici ve gücendirici sözlere yer vermiyordu. Nitekim Allah, Nahl suresi 125. ayet-i kerimede, Resulallah e mealen; “(Ey Muhammed! İnsanları,) hikmetle (hakkı beyan eden şüpheleri gideren delil ile), güzel mevize ile (teşvik ve kendilerine nasihat ettiğini, kendilerinin faydasını istediğini bildikleri halde sen onları korkutarak) Rabbinin yoluna (İslama) davet et. Onlarla en güzel mücadele şekli (olan rıfk ve yumuşaklık) ile mücadele et” buyurdu. Yine Allah, Musa ve Haruna (aleyhimesselam); “Firavuna yumuşak söyleyin. (Yumuşaklıkla muamele edin. Sert davranmayın)” buyurdu. (Taha suresi: 43)
7- Mektup, Belkısın hidayetine sebep olduğu için, ayet-i kerimede “Şerefli bir mektup” buyrulmuştur. Bazı alimler; Belkıs, Süleyman ın mektubuna hürmette bulunduğu ve kıymet verdiği için, hidayet ve imanla şereflendi buyurmuşlardır. Nitekim Firavunun sihirbazları; “Ya Musa! Asanı yere önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım?” (Taha suresi: 65) dediler. Böylece Musa a öncelik vererek edebi gözetmişler ve imanla şereflenmişlerdir. Buna karşılık İran kisrası, Resulallah in mübarek mektuplarını yırttığı, edepsizlik yaptığı için, Allah da onun mülk ve saltanatını, paramparça etti. Onun küfürdeki inadına böyle büyük bir ceza verdi.
ayet-i kerimenin; “O (mektup) Süleymandandır” mealindeki kısmı, Belkısın kendi sözüdür. Bununla, mektubun kimden geldiğini bildirmiştir. Mektup; “Rahman ve Rahim olan Allahın adı ile” mealindeki Besmele ile başlamakta, kibirlenmeden, müslümanlar (emrine itaat ediciler) olarak kendisine gelmelerini istemektedir. Görüldüğü gibi, Süleyman mektubunu fazla uzatmamış, maksadını ifade etmekle iktifa etmiştir. Zaten peygamberler mektuplarını uzatmazlar, maksadı ifade ile yetinirlerdi. Süleyman ın mektubu da, maksadın tamamını içine alıyordu. Kullara ilk önce lazım olan; temiz ve sağlam bir itikad, sonra ameldir. Mektupta Besmele-i şerifeye yer verip başlaması ile, Allahın her şeyin yaratıcısı olduğu, Onun her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, hayat, irade, hikmet ve merhamet sahibi olduğu da bildirilmiş olmakta, böylece; itikadın amelden önce olduğu da beyan edilmektedir. Besmele ile, itikadi meseleler kısaca ve toptan bildirilmiş olmaktadır. Çünkü, Rahman ve Rahim olmak, subuti sıfatların hepsini içine almaktadır. Böylece Süleyman , mektubunun başına yazdığı Besmele ile; ibadetin ancak Allaha yapılacağını, Ondan başkasının ibadete layık ve müstehak olmadığını anlatmış oldu.
Süleyman , hak olan itikadı beyan ettikten sonra; “Bana karşı tekebbürde bulunmayınız” buyurmak suretiyle onları, nefslerine, arzu ve isteklerine uymaktan, büyüklenmekten ve kendilerim üstün görmekten men etti. Çünkü kibirlenerek kendilerini üstün görmeleri, bu hak daveti kabul etmelerine mani olurdu. Nitekim, Mekke müşriklerinin ileri gelenleri, Resulallah efendimize alemlere rahmet olarak gönderilen Allahın habibi (sevgilisi) değil de, Abdullahın yetimi diye baktıkları için; “Böyle bir yetimin peşinden mi gideceğiz” diyerek büyüklenip, iman etmemişlerdi.
Süleyman mektubun sonunda; “Bana, müslümanlar (müminler veya emrime itaat ediciler) olarak gelin” buyurarak, bütün faziletlerin esaslarını kendinde toplayan İslamı ve itaati emretti.
Kısaca söylemek gerekirse, Süleyman ın bu mektubu, din ve dünya için lazım olan faydaları ihtiva etmektedir.
Belkıs, kavminin ileri gelenlerinin görüşlerini almak ve bu hususta kendisine yardımcı olmalarını istemek için, ayet-i kerimede bildirildiği gibi mealen; “Ey eşraf! (Bu) işimde hayırlı, faydalı ve doğru gördüğünüz ne ise bana söyleyiniz. Siz hazır olup, sizinle müzakere etmeden hiç bir işte kati bir hüküm vermedim. (Böyle mühim bir hususta, siz olmadan nasıl hüküm verebilirim) dedi.” (Neml suresi: 32) Belkısın adamları (bir rivayette ordu kumandanları), kendi aralarında düşünüp konuştuktan sonra, ayet-i kerimede beyan buyrulduğu gibi mealen; “Biz güç ve kuvvet sahibi çetin savaş erbabıyız. (şecaat sahibiyiz. Bununla beraber) emir sana aittir. (Biz sana itaat edicileriz. Muharebe ve sulhtan hangisini istersen, biz sana tabiyiz.) Bak sen ne emredeceksin dediler.” (Neml suresi: 33)
Tefsir-i Medarikde buyruluyor ki: Belkısın ordu kumandanları, böyle demekle şunu kasd ettiler: Biz harb adamıyız. Rey ve tedbire ehliyetimiz yoktur. Sen ne emredersen, itaat etmek boynumuzun borcudur.