Arais-ül-mecalis kitabında şöyle bildirilmiştir: “Ebu Ümame Bahili hazretleri şöyle rivayet etmiştir: Resulallah buyurdu ki: “Size Hızırdan bahsedeyim mi?” (Dinleyenler;) “Evet, ya Resulallah” dediler. Buyurdu ki: “Hızır, İsrailoğullarının çarşısında dolaşırken, önüne bir mükateb (belli para karşılığında azad olacak köle) çıktı. Bana bir sadaka ver. Allah seni mübarek ve üstün eylesin” dedi. Hızır ; “Allaha inandım, Allahın takdir ettiği elbette olacak. Sana verecek bir şeyim yok” dedi. Adam; “Bana bir sadaka ver, Allah seni bereketli eylesin. Zira yüzünde hayır, iyilik görüyorum. Bu sebeple senin tarafından bir iyilik istiyorum” dedi. Hızır yine; “Allaha iman ettim. Onun takdir ettiği olacak, yanımda sana verecek bir şey yok” dedi. Sadaka isteyen ona; “Senden Allahın ismi ile istiyorum, sen bana sadaka vermiyorsun” dedi. Hızır yine; “Allaha iman ettim. Onun takdir ettiği elbette olacak; yanımda sana verecek bir şey yok, ancak elimi tut, pazara götür ve beni sat (o parayı) al” dedi. Köle; “Böyle şey olur mu?” dedi. Hızır ; “Doğru söylüyorum. Çünkü sen, Allah hürmetine benden istedin. Rabbimin rızası hakkı için istedin. Ben de kabul ettim. Şimdi elimi tut, beni pazara götür ve sat” dedi. Hızırın elini tutup, pazara götürdü ve dörtyüz dirheme sattı. Hızır satın alanın yanında birkaç gün kaldığı halde, sahibi kendisine bir iş vermedi. Hızır ona; “Bana iş emret, çalışayım” dedi. Efendisi; “Sen ihtiyarsın, sana meşakkat vermek, seni yormak istemem” dedi. Hızır ; “Hayır ben yorulmam, çalışırım” diye cevap verdi. Efendisi; “Öyleyse kalk, bu taşı buradan şuraya naklet” dedi. Halbuki dediği taşı, tam bir günde ancak altı kişi oraya götürebilirdi. Kalktı ve bir saatte taşı oraya götürdü. Allah bir meleği ona gönderip, onun yardımıyla götürmüştü. Adam hayret etti ve; “Pek güzel yaptın” dedi. Sonra efendisinin yolculuğa çıkması icabetti. Hızıra ; “Seni emin, salih, adil bir kişi görüyorum, ben yolculuğa çıkıyorum. Sen bana vekaleten evde kal” dedi. “Olur. İnşallah, ama bana uğraşacak bir iş de ver” dedi. “Sana zahmet vermek bana iyi gelmiyor” dedi. Hızır ; “Hayır, zahmet olmaz” dedi. Efendisi; “Peki, kerpiç yap, lazım olacak, bir köşk yapacağım” dedi ve nasıl yapacağını ona anlattı. Sonra sefere çıktı. İşini görüp, seferden dönünce, bir de ne görsün. Hızır , binayı onun istediği gibi yapmıştı. Bu sefer, efendisinin hayreti daha da arttı ve ona; “Sen kimsin?” dedi. Hızır “Ben senin aldığın bir köleyim” dedi. Efendisi; “Allah için sordum. Kim olduğunu bana bildir” dedi. Hızır dedi ki; “Kullukta, ismine hürmeten sorduğun sual için, şimdi cevap veriyorum: Ben Hızırım. Bir dilenci, Rabbimin rızası için kendisine bir sadaka vermemi istedi. Ona verecek bir şeyim yoktu. Kendimi ona verip, beni sat dedim. Bana gelen haberde; Bir kimseden Allah için bir şey istenir de, verecek bir şeyi olduğu halde, ona bir şey vermezse, kıyamet günü Rabbinin huzurunda, yüzünde et ve deri olmadan, sadece sallanan kemikler olduğu halde bulunur” diye bildirildi. Bunun üzerine o adam ağladı, eğildi, onu öptü ve; “Anam babam sana feda olsun! Sana zahmet verdim. Seni tanımadım. Mal ve çoluk-çocuğum için ne istersen emret. Serbest olayım diyorsan, serbest ol” dedi. “Beni bırakmanı ve Rabbime ibadet etmemi isterim” dedi. O adam kafir idi. Hızırın elinde imana geldi ve ona dörtyüz altın verip, serbest bıraktı. Bunun üzerine Allah Hızıra ; “Seni kölelikten kurtardım. Kafiri elinde iman ettirdim. Her gümüşe karşılık sana bir altın verdim ki, benimle muamele edenlerin zarar etmediklerini bilesin” diye vahyetti.
Sevgili Peygamberimiz, Eshab-ı kiram ile Tebük harbinde iken, ikindi namazını kıldıktan sonra iki beyt işittiler. Fakat şiiri söyleyeni göremediler. Resulallah efendimiz “Bu iki beytin söyleyicisi kardeşim Hızırdır. Sizi övüyor” buyurdu.
Ebül-Hasen Hayrün-Nessac, İbrahim Havvasın şöyle anlattığını nakletmiştir: “Bir yolculuğum sırasında çok susamıştım. Susuzluktan kendimden geçip, yere yıkıldım. Ben bu halde iken, yüzüme su serpilmeye başladı. Gözümü açıp baktım ve gördüm ki, yanımda gayet güzel yüzlü bir zat, bineği üzerinde duruyordu. Bana su verip içirdikten sonra; “Terkime bin” dedi. Ben Hicaza gidiyordum. Kalkıp terkisine bindim. Çok az bir müddet terkisinde oturdum. Beni kısa bir zaman içinde Hicaza ulaştırıp; “Ne görüyorsun?” diye sorunca; “Medine-i münevvereyi görüyorum” diye cevap verdim. Sonra bana; “Haydi in, benden Resulallah e selam söyle. Kardeşin Hızır selam söyledi de!” buyurdu.
Ebül-Hadid, Muzaffer Cessasın şöyle anlattığını nakletmiştir: “Bir gece Nasrul-Harrat ile ilimden bir mevzu üzerinde müzakere yapıyorduk. Nasrul-Harrat dedi ki: “Allahı zikreden kimsenin daha zikrinin başında elde ettiği fayda, Allahın da kendisini andığım bilmesidir. İşte, Allah onu andığı için, o Allahı zikretmiştir.” Ben ise ona muhalefet etmiştim. Bunun üzerine; “Eğer Hızır burada olsaydı, söylediğim bu sözün doğru olduğunu tasdik ederdi” dedi. Bu sırada, havada yürüyerek, yanımıza doğru yaklaşan birini gördük. Yanımıza gelince; “Doğrudur, Allahı zikreden kimse, kendisini Allahın anmasının hürmetine zikreder” buyurdu. Anladık ki bu zat Hızır idi.
Muhammed bin Hasen Askalani, Ahmed bin Ebil-Havariden şöyle rivayet etmiştir: “Muhammed bin Semmak hazretleri hasta olduğunu söylemişti. Biz onu çektiği ağrı ve acıdan kurtarmak istedik. Durumunu sormak ve bir ilaç istemek için bevlinden bir miktar alıp, hristiyan bir tabibe gitmek üzere yola çıktık. Hayre denilen yer ile Kufe arasında bir mevkiye vardığımızda, karşımıza güzel yüzlü, mübarek bir zat çıktı. Tertemiz elbiseler giymişti. Üzerinden hoş kokular yayılıyordu. Bize; “Nereye gidiyorsunuz?” dedi. “Falan hristiyana, İbn-i Semmakın hastalığının çaresini sormaya gidiyoruz” diye cevap verdik. Bunun üzerine; “Sübhanallah, Allahın veli bir kulu için, Allahın düşmanı olan bir kimseden yardım istiyorsunuz! Yanınızda getirdiğiniz o bevli atınız ve İbn-i Semmaka gidip, söyleyiniz: “Ağrıyan yerine elini koysun ve şunu okusun: Vebil hakkı enzelnahü vebil hakkı nezel.” O zat bunu söyledikten sonra gözden kayboldu. Biz geri dönüp, İbn-i Semmak hazretlerinin yanına gelerek, bunları aynen söyledik. Söylediğimiz gibi elini ağrıyan yerine koyup o zatın işaret ettiği şekilde okudu. Hemen ağrısı kesildi ve sıhhate kavuştu. Sonra bize; “Size bunu söyleyen Hızır idi” dedi.
(Hızır ın İbn-i Semmak hazretlerinin şifa bulması için okumasını işaret buyurduğu ibare, Kuran-ı kerimde İsra suresi 105. ayet-i kerimededir. Medarik tefsirinde şöyle bildirilmiştir; “Hasta olan kimsenin üzerine bu ayet-i kerime okunur ve okuyan kimse ağrı üzerine elini sürerse, biiznillah hastalık zail olur.”)
Ebu Bekir Nablusi, Ebu Bekir Hemedaninin şöyle anlattığını rivayet etmiştir: “Bir defasında Hicaz çölünde kalmış ve günlerce bir şey yememiştim. Kendi kendime, Irakta Babüt-tak (denilen yerde) da olsaydım, sıcak bir bakla ve ekmek yerdim dedim. Sonra da; Ben şu anda çöldeyim. Orası ile benim bulunduğum yer arasında uzak mesafeler var” diye düşündüm. Ben böyle düşünürken, çölde, uzaktan köylü kılığında biri gözüküp; sıcak bakla ve ekmek! diye bağırmaya başladı. Ona yaklaştım ve; “Senin yanında gerçekten sıcak bakla ve ekmek var mı?” dedim. Evet var diye cevap verdi. Sonra çantasını açtı, içinde bakla ve ekmek vardı. Çıkarıp bana; “Buyur ye” dedi. Ben de biraz yedim. Tekrar yememi söyledi. Biraz daha yedim. Böylece dört defa tekrar tekrar yememi istedi ve ben de yedim. Dördüncü defasında o zata; “Seni benim imdadıma gönderen Allah için söyle sen kimsin?” dedim. Cevabında; “Ben Hızırım” dedi ve gözden kayboldu.”
Bir zat, Hızır dan nasihat isteyince şöyle buyurmuştur: “Güler yüzlü ol, hiddetli olma. Çok faydalı ol, az da olsa zararlı olma. Lüzumsuz gezme, boşuna gülme, kimseyi kusurundan dolayı yerme.”
Bişr-i Hafi, Hızır ı görüp, dua istedi. Hızır da; “Allah taat ve ibadeti sana kolaylaştırsın” buyurdu. Biraz daha deyince; “Allah amelini kimseye duyurmasın” buyurdu.
Mevlana Abdurrahman Cami Nefehat-ül-üns kitabında şöyle anlatmıştır: “Ebüd-Derda bir gün Mekke-i mükerremede bir dağın üzerine çıktı. Orada, halinden ve tavrından salihlerden olduğu anlaşılan birisini gördü. Sonra yanına giderek; “Bana nasihat et”, dedi. O da; “Nasihat olarak ölüm sana kafidir” buyurdu. Ebüd-Derda ; “”Daha fazla nasihat et” dedi. O da; “Gam (tasa) bakımından kabri düşünmek kafidir” dedi. Bunun üzerine Ebüd-Derda , Resulallah efendimizin huzuruna gelip, bu hali haber verdi. Peygamber efendimiz “O zat kardeşim Hızırdır” buyurdular.
Kerz bin Vebre şöyle anlatmıştır: “Bize, Şamlı bir arkadaşım geldi. Bir hediye getirdi. “Bunu kabul et. Çünkü değerli bir hediyedir” dedi. Ben de; “Kardeşim, bu hediyeyi sana kim verdi?” diye sordum. Cevabında; “Bunu bana İbrahim Teymi verdi. İbrahim Teymi bana şöyle anlattı: “Bir gün Kabe-i muazzamanın yanında oturmuş, cenab-ı Hakkı zikir ile meşguldüm. Yanıma bir kimse geldi. Selam verdi ve sağ tarafıma oturdu. Şimdiye kadar onun gibi heybetli, elbiseleri bembeyaz ve kokusu güzel olan bir kimse görmemiştim. Dedim ki: “Ey Allahın kulu? Kimsiniz?” “Sana selam vermek ve seninle cenab-ı Hakkın muhabbeti hakkında konuşmak üzere geldim. Yanımda da bir hediyem var. İster misin onu sana vereyim?” dedi. Ben de; “O hediye nedir?” diye sordum. Bu müsebbiattır ki, her gün güneş doğmadan ve batmadan evvel okumalısın. Onlar Fatiha, Ayet-el-Kürsi, Kafirun, İhlas, Felak ve Nas sureleri ve bunların arkasından da; (Sübhanallahi velhamdüllilahi vela ilahe illallahü vallahü ekber, Allahümme salli ve sellim ala Muhammedin ve ala alihi ve eshabihi ve ala sair-il-enbiyai vel-mürselin. Allahümmagfir li ve li-valideyye ve-li-cemiıl-müminine vel-müminat vel-müslimine vel-müslimat el-ehyai minhüm-vel-emvat, bi-rahmetike, ya Erhamerrahimin, Allahümme-fal bi ve bihim, acilen ve acilen fid-dünya ved-din vel-ahireti, ma ente lehü ehlün vela tefal bina ve bihim ya Mevlana ma nahnü lehü ehlün inneke Gafurun Halim, Cevadün Kerim, Raufün Rahim) duasıdır. Bunların her birini yedi defa okumalısın” dedi. Ona sordum; “Bu hediyeyi sana kim verdi? O da; “Muhammed ” dedi. Ben tekrar; “Bunun sevabından ve faziletinden bana haber ver” dedim. Dedi ki: “Sen, Muhammed ile görüştüğün zaman, O sana haber verir!” Artık bu anlatılanlara uyarak, her gün okumağa başladım. Bir gece rüyada melekleri gördüm. Beni alıp Cennete götürdüler. Orada çok büyük makamlar vardı. Meleklere; “Bu gördüğüm makamlar kimindir?” diye sordum. Bana; “Bu makamlar senin gibi amel eden kimselerindir” dediler. Sonra Cennetin meyvelerinden yedirdiler, içeceklerinden içirdiler. O sırada Resulallah efendimizin geldiğini gördüm. Beraberinde yetmiş saf nebi ile yetmiş saf melek vardı. Her saf doğu ile batının arası kadardı. Sonra Peygamber efendimiz, bana selam verdi ve müsafaha etti. Ben de; “Ya Resulallah! Bu hadis-i şerifinizi, bana Hızır sizden işittim, diye haber verdi” dedim. Peygamberimiz üç defa; Hızır doğru söylemiştir. Çünkü o, yeryüzünün en alimi, ebdal denilen evliya taifesinin reisi ve Hak tealanın ordusunda bir neferdir buyurdu. Bunun üzerine; “Ya Resulallah! Bu fiili yapan herkese her şey verilir mi?” diye sual eyledim. Buyurdu ki: “Allah onun büyük günahlarını affeder. Gadabını ondan kaldırır. Sol omzunda bulunan meleklere, bir yıl onun günahlarını yazmamalarını emreder. Bununla ancak Allahın saadetli olarak yarattığı kimseler amel eder. Hak tealanın şaki olarak yarattığı kimseler bununla amel etmez.”
Kerz bin Vebre şöyle anlatmıştır: “Hızır a; “Bana her gece yapmam için bir ibadet öğret” dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Her gece akşam namazını cemaatle kıldıktan sonra kimse ile konuşmadan yatsıya kadar namaz (nafile namaz) kıl. Her iki rekatta bir selam ver ve her rekatta bir Fatiha ile üç İhlas oku, yatsı namazından sonra evine git. Evinde de kimse ile konuşmadan her rekatında bir Fatiha ve yedi İhlas okumak suretiyle iki rekat namaz kıl. Selam verdikten sonra başını secdeye koy ve yedi kere “Sübhanallahi velhamdülillahi vela ilahe illallahü vallahü ekber vela havle vela kuvvete illa billahil-aliyyil-azim” de! Sonra başını secdeden kaldır, otur ve ellerini açarak şu duayı oku: “Ya hayyü ya kayyum ya zelcelali vel-ikram ya ilahel evvelin vel-ahırin ya Rahman-ed-dünya vel-ahireti ve rahime-hüma ya Rabbi, ya Rabbi, ya Rabbi, ya Allah, ya Allah, ya Allah.” Sonra ellerin açık olduğu halde ayağa kalk bu duayı ayakta da oku. Sonra istediğin yerde kıbleye karşı sağ tarafın üzerine yat. Uykuya dalıp uyuyuncaya kadar Resulallaha devamlı salavat getir” dedi. Hızır a; “Bunu sana kim öğretti, bana söyler misin?” dedim. “Muhammed a bildirilirken duyup öğrendim” buyurdu. Sonra da; “Bildirdiğim bu dua ve salavatı ihlas ile yapan ve buna devam eden kimse, mutlaka Resulallahi rüyasında görür” buyurdu.”
Şakik bin İbrahim şöyle anlatmıştır: “İbrahim Edhemi Mekkede görmüştüm. Resulallahın doğduğu mahallede yol kenarında oturmuş ağlıyordu. Yanına yaklaşıp, niçin ağladığını sordum, söylemedi. Üç defa ısrar ettim; üçüncü soruşumda şöyle dedi: “Kimseye anlatma! Otuz seneden beri, canımın arzu ettiği ekşili çorbayı yemedim. Geçen akşam otururken uykuya daldım. Rüyamda, elinde bir kap içinde çorba taşıyan bir genç yanıma geldi. Elindeki kaptan çorba kokusu yayılıyordu. Canım çekti. O genç yanıma yaklaşıp; “Ey İbrahim! Buyur ye!” dedi. Ben de; “Yemem, zira Allah rızası için terk ettim” dedim. Genç; “Allah bunu sana nasib eyledi. Ye!” dedi. Bunun üzerine ben ağlamaya başladım. Genç ise; “Ye! Allah sana rahmet etsin” dedi. “Biz, helal olup olmadığını bilmediğimiz yiyecekleri yememekle emrolunduk” dedim. Genç bunun üzerine bana şöyle dedi: “Afiyetle ye, zira bana denildi ki: “Ey Hızır bu yiyeceği al, İbrahim bin Edheme yedir. Çünkü onun Allah rızası için sabretmesi sebebiyle, Allah ona merhamet etti” dedi. Sözüne devamla; “Ey İbrahim, dikkat et, ben meleklerin; “Kime verilir de almazsa, istese de verilmez dediklerini duydum dedi. Ben ise; “İşte ben karşındayım ve Allaha söz verdim ki, helal bilmediğim şeyleri yemeyeceğim” dedim. Bundan sonra karşımdan çekildi. Başka bir genç karşıma çıktı. Bu sefer, elindeki çorba kabını o gence verip; “Sen yedir” dedi. Bunun üzerine o genç bana yedirmeye başladı ve ben uyanıncaya kadar devam etti. Uyandığımda çorbanın tadı ağzımda idi.” Bu hadiseyi nakleden Şakik bin İbrahim (kuddise sirruh), sözüne devamla şöyle demiştir: “İbrahim bin Edhem bana bunu anlatınca; “Elini uzat” dedim. Uzatınca tutup öptüm ve; “Ey halis niyetle nefsinin kötü isteklerine uymayan, kimseleri doyuran Allahım! Ey gönüllere yakini yerleştiren ve muhabbetle seni seven hasta gönüllere şifa veren Allahım! Bu Şakikin razı olduğun bir hali var mıdır? Şu elin sahibinin (İbrahim bin Edhemin) hürmetine bu fakir kulunu da rahmetine ve ihsanına mazhar kıl…” diye dua ettim. Sonra İbrahim Edhem kalkıp yürüdü. Ben de ardından gittim ve Kabeye girdik.
Şeyh-i ekber Muhyiddin-i Arabi hazretleri, Hızır ile karşılaşmasını şöyle anlatır; “Hocalarımdan Ebül-Abbas hazretleri bir zatı anlatıyordu. Ben, hocamın bu zat hakkında beslediği hüsn-ı zanna hayret ettim. O kimsenin bazı uygun olmayan hareketlerinin bulunduğunu söyledim. O gün evime giderken, yolda bir kimse ile karşılaştım. O zatın yüzü nur ile dolu olup, ayın ondördü gibi parlıyordu. Bana selam verdikten sonra; “Ey Muhyiddin! Üstadın Ebül-Abbasın, o zat hakkındaki sözleri doğrudur. Onu tasdik et” buyurdu. Ben hayret etmiştim. Geriye dönüp hocama durumu anlatınca, bana; “Sana söylediğim sözün doğru olduğunu ispat etmek için Hızır dan yardım istedim” buyurdu. Bunun üzerine, hocamın hiç bir sözüne itirazda bulunmayacağıma dair söz verdim ve tevbe ettim.
Muhyiddin-i Arabi hazretleri şöyle anlatmıştır: “Bir defasında uzak memleketlere seyahate çıkmıştım. Gemimiz, öğle üzeri bir şehirde mola verdi. Namaz kılmak için harab olmuş bir mescide gittim. Oraya gayr-i müslim bir kimse de gelmiş, etrafı seyrediyordu. Onunla biraz konuştuk. Peygamberlerden aleyhimüsselam meydana gelen mucizelerle, evliyadan hasıl olan kerametlere inanmıyordu. Biz konuşurken, mescide birkaç seyyah geldi. Namaza durdular. İçlerinden biri, yerdeki seccadeyi alıp, havaya doğru kaldırıp yere paralel durdurdu. Sonra üzerine çıkıp namazını kıldı. Namazdan sonra bana dönerek; “Bunu, şu münkir kimse için yaptım” dedi. Mucize ve keramete inanmayan o gayr-i müslim, bu sözleri işitince insaf edip müslüman oldu.”
“Yine bir gün, Tunus limanında idim. Vakit gece idi. Kıyıya yanaşmış gemilerden birinin güvertesine çıkarak, etrafı seyretmeye başladım. Denizin üzerine vuran ay, fevkalade güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu manzaraya baka baka, cenab-ı Hakkın her şeyi ne kadar güzel ve yerli yerinde yarattığını tefekkür ederek dalmışım. Birden ürperdim. Uzaktan, uzun boylu, ak sakallı bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini gördüm. Nihayet yanıma geldi. Selam verip bazı şeyler söyledi. Bu arada ayaklarına dikkatle baktım, ıslak değildi. Konuşmamız bittikten sonra, uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü. Her adımında uzun bir mesafe katediyordu. Hem yürüyor, hem de Allahı zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bu zikri karşısında, kendimden geçmiştim. Ertesi gün şehirde birisi yanıma yaklaşarak selam verdi ve; “Gece gemide Hızır ile neler konuştunuz? O neler sordu, sen ne cevap verdin?” dedi. Böylece, gece gemiye gelenin Hızır olduğunu anladım. Daha sonraları, Hızır ile zaman zaman görüşüp sohbet ettik. Ondan edeb öğrendim.”
Şeyh Sadi Şirazi bir eserinde şöyle bildirdi: “Eski sultanlardan biri, Hızır ın ölü veya diri olduğuna dair delil istedi. Bu yüzden vezirini çağırıp, ona; “Hızır diri midir?” diye sordu. Vezir diri olduğunu söyleyince, sultan; “Onu davet et, gelsin” dedi. Bunun üzerine vezir; “Onun nerede olduğu bilinmez ve aramakla bulunmaz” dedi. Sultan bulunması için çok ısrar edince, vezir; “Bu iş benimle olmaz. Zira, bizden çeşit çeşit zulümler zahir olmaktadır. Bu sebeple, bizimle görüşmesi mümkün değildir. Onu bulmasını şeyhülislamdan iste. Bu iş için o daha münasiptir. Bulursa, ancak o bulur” dedi. Sultan, şeyhülislamı huzuruna davet ederek, Hızır ı bulmasını istedi. Şeyhülislam bulamayacağını söyleyince, sultan çok ısrar etti. Bunun üzerine, şeyhülislam, sultandan bir süre tanımasını istedi. Bu arada fakir bir zat şeyhülislamın huzuruna gidip; “Hızır ı arıyormuşsunuz. Beni padişahla buluşturun, Onu bulurum” dedi. Şeyhülislam, o fakir zatı sultanın huzuruna götürdü ve; “Bu kişi Hızır ı bulacak” dedi. Sultan ona; “Hızır ı ne zaman getireceksin?” diye sorunca, o şahıs; “Bu iş için zamana ihtiyaç vardır. Bana kırk gün müsade et. Bu arada yiyecek bir şeyler de tayin eyle. Hiç bir şeye ihtiyacım kalmasın. Ben de bu arada ihlas ile ibadet edeyim. Böyle olunca Hızır ı bulup size getirebilirim” dedi.
Sultan, bu zatın dediklerini kabul etti ve her gün kendi yiyeceklerinden belli bir miktarının onun evine gönderilmesini emretti. Bir miktar da kendisine verdi. Eve gittiğinde elindekileri hanımı görünce, onların ne olduğunu öğrenmek istedi. Durumu anlatınca, hanımı; “Sen Hızır ı tanıyor musun?” diye sordu. Beyi, tanımadığını söyledi. Bunun üzerine hanımı; “Kırk gün sonra nasıl bulup da sultana götüreceksin?” dedi. O; “Ben de bilmiyorum. Buna, ihtiyacımızdan dolayı mecbur oldum, fakat böyle yaptığıma pişmanım” dedi. Aradan otuzdokuz gün geçip, kırkıncı gün olunca, sultan o zata; “Yarın Hızır ı getirsin” diye haber gönderdi. Ertesi gün, sultan iki süslü atı o zatın evine gönderdi. O zat hayatından ümidi keserek, güzelce bir abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Allaha dua etti ve Peygamber efendimizi vesile ederek kurtulmasını taleb etti. Sonra sultanın huzuruna gitti. Bu sırada o zatın yanında masum bir çocuk peyda oldu ve sağ tarafında durdu. Sultan; “Hızır ne zaman gelecek” dedi. Bunun üzerine o zat; “Sultanım, ben hayatımda hiç Hızır ı görmedim. Fakat fakirliğimden dolayı bu yola başvurdum. Hızır, zor durumda olan, insanları kurtarır. Beni fakirlikten kurtardığın için, bana göre Hızır sensin” dedi ve sustu.
Sultan hiddetlenerek; “Fakirim deseydin, sana bir şeyler verirdik. Fakat sen Hızır ı bulurum diyerek, kırk gündür bize niçin eziyet ettin?” dedikten sonra, baş vezire; “Şimdi buna ne ceza verelim?” diye sordu. Vezir, sultana; “Emir ver, bunu parça parça etsinler ve her parçasını bir sokak başına assınlar. Böylece herkes ibret alır. Bundan böyle hiç kimse, sultanın huzurunda yalan söylemez” dedi. O zatın yanında duran masum çocuk; “Her şey aslına dönecektir” dedi. Sonra, sultan ikinci vezire; “Buna ne yapalım?” diye sordu. İkinci vezir; “Bunu bir dibeğe koyup, döve döve keşkek gibi yapalım. Sonra her sokak köşesine bir parça bırakalım, herkese ibret olur. Bundan böyle hiç kimse sultanın huzurunda yalan söylemez” dedi. Yine, o masum çocuk, önce söylediği gibi; “Her şey aslına dönecektir” dedi. Bu sefer sultan, üçüncü vezire aynı soruyu sorunca o; “Baş vezir ve paşa karındaşlarımız güzel söylediler. Böyle bir ceza layıktır. Fakat bu şahsın ihtiyacı çok olmasaydı, kendisini böyle tehlikeye atmazdı. Devletlü sultanımıza yakışan, af ile muameledir. Emir ve ferman sultanımızındır” dedi. O masum çocuk tekrar; “Her şey aslına dönecektir” dedi. Padişah, o zata; “Bu çocuk senin neyin olur?” diye sorunca, o da; “Benim tanıdığım değildir. Buraya geldiğim zaman, yanıma geldi durdu. Ben de sizin hizmetçiniz sandım” dedi. Sultan ona; “Sen kimsin? Bunlar birbirine benzemeyen söz söyledikleri halde, sen üçüne de aynı cevabı verdin” dedi. O masum çocuk; “Bu şahıs sana kimi getirecekti?” diye sorunca, sultan; “Hızır ı getirecekti” dedi. Bunun üzerine çocuk; “Sultanım! Senin bu baş vezirin, bir kasabın oğludur. Halkı kırmaktan başka hiç bir işe yaramaz. İkinci vezirin, bir aşçı oğludur. Bu da halkı dövmekten başka bir işe yaramaz. Üçüncü vezir ise, bir vezirin oğludur. Aslına çekip daima suçluları affeder ve ihsanda bulunur. İşte Hızır benim. Hızırla buluşmaktan maksat nasihattir. Eğer benden nasihat istersen, sana nasihatim şudur; “Baş vezirini bu görevden alıp, kasapbaşı yap. Varsın hayvanları kesmeye devam etsin. İkinci vezirini de aşçıbaşı yap. Keşkek yapmaya devam etsin. Üçüncü vezirini ise başvezir yap. Yalnız senden bir ricam var. Bu zata tayin ettiğin yardımı kesme.” dedikten sonra kayboldu. Sultan, onu bulmalarını emretti. Aradılar fakat bulamadılar. Durumu o zata sordular. O da; “Daha önce onu görmemiştim. Burada gördüm” dedi. Sultan, Hızır ın söylediklerini hemen yerine getirdi ve o zata gönderdiği şeyleri de kesmedi.”
Kanuni Sultan Süleyman Han, zamanın evliyasının büyüklerinden, Beşiktaşlı Yahya Efendiye; “Ağabey” diye hitab eder, onun pek yüksek bir zat olduğunu, Hızır ile görüştüğünü bilir, kendisini de Hızır ile görüştürmesini isterdi. Aralarında geçen bir menkıbe şöyle anlatılır: Kanuni Sultan Süleyman Han, bir gün kayıkla Boğazda gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizasına gelince, kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahya Efendiyi davet etti. O da yanında bir ahbabı ile gelip, kayığa bindiler. Birlikte giderlerken Yahya Efendinin ahbabı, devamlı olarak Kanuninin parmağında bulunan çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kanuni bunu farkedince, parmağındaki o kıymetli yüzüğü çıkarıp; “Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz” dedi. O zat, yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahya Efendi hariç, kayıkta bulunanlar hayret içinde kaldılar. Bir müddet gittikten sonra, o zat inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaştı. O zat, ineceği sırada denizden bir avuç su alıp sultana uzattı. Avucundaki suda, biraz önce denize attığı yüzük vardı. Yahya Efendi hariç, kayıkta bulunan herkes, yine çok hayret ettiler. Kanuni elini uzatıp yüzüğü alınca, o zat birden bire gözden kayboluverdi. Kanuni, Yahya Efendiye dönüp; “Ağabey, neler oluyor?” dedi. O da; “Gördüğünüz Hızır idi” dedi. Bunun üzerine Kanuni; “O halde bizi niye tanıştırmadınız?” deyince, Yahya Efendi; “O kendini tanıttı. Ama siz tanımakta geç kaldınız” buyurdu.
İmam-ı Gazali hazretleri “İhya” kitabında Müslim Abadaninin şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Kalb cilalanınca gaybden sesler duyulabileceği gibi, Hızır ın sureti de görülebilir. Hızır basiret sahibi kimselere muhtelif suretlerde görünebilir.”
Hızır bir çok zatın tasavvufta yetişmesine rehberlik etmiş, feyz vermiştir. Tasavvuf; bir müslümanın İslam ahlakı ile ahlaklanması için lazım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimdir. Tıp ilmi, beden sağlığına ait bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf ilmi de, kalbin, ruhun kötü huylardan kurtulmasını öğretir. Kalb hastalığının alametleri olan kötü işlerden uzaklaştırıp, Allah rızası için güzel iş ve ibadet yapmayı sağlar. Zaten dinimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra öğrendiklerine uygun iş ve ibadet yapılmasını ve bütün bunların da Allah rızası için olmasını emrediyor. Kısaca din; ilim, amel ve ihlastan ibarettir. İnsanın manen yükselmesi, dünya ve ahiret saadetine kavuşması, bir uçağın uçmasına benzetilirse, iman ile ibadet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi yani benzinidir. Maksada ulaşmak için, uçak elde edilir. Yani iman ve ibadet kazanılır. Harekete geçmek için de, kuvvet, yani tasavvuf (ahlak) ilminin yolunda ilerlemek gerekir. Tasavvufun iki gayesi vardır. Birincisi; imanın vicdanileşmesi, yani kalbe yerleşmesi ve şüphe getiren tesirlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile, delil ve ispat ile kuvvetlendirilen iman böyle sağlam olmaz.
Allah, Kuran-ı kerimde Rad suresi 28. ayet-i kerimede mealen buyurdu ki: “Kalplere imanın sinmesi, yerleşmesi, ancak ve yalnız zikir ile olur.” Zikir; her işte ve her harekette Allahı hatırlamak, Onun rızasına uygun iş yapmak demektir. Tasavvufun ikinci gayesi; fıkıh ilmi ile bildirilen ibadetlerin seve seve kolaylıkla yapılmasını ve nefs-i emmareden doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesini temin etmektir. İbadetlerin kolaylıkla seve seve yapılması ve günah olan işlerden de nefret ederek uzaklaşılması, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür. Tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nurlar, ruhlar ve kıymetli rüyalar görmek için değildir. Tasavvuf ile ele geçen bilgilere, marifetlere, hallere kavuşmak için; önce imanı düzeltmek, İslamiyetin emir ve yasaklarını öğrenip, bunlara uygun iş ve ibadet yapmaktır. Zaten bu üçünü yapmadıkça; kalbin tasfiyesi, kötü huylardan temizlenmesi, nefsin tezkiyesi, terbiye edilmesi mümkün değildir. Tasavvuf bilgileri mürşid-i kamiller tarafından öğretilir. Mürşid-i kamil; yol gösteren, rehberlik eden, yetişmiş ve yetiştirebilen alimdir.
Hızır ın tasavvufta feyz verip yetiştirdiği en meşhur alim ve velilerden biri Abdülhalık Goncdüvani hazretleridir. Abdülhalık Goncdüvani hazretlerinin babası Abdülcemil hazretleri de zahir ve batın ilminde büyük alim olup, zamanında müşkil bir meselesi olan, ona başvururdu. Hızır la görüşüp sohbet ederdi. Hızır Abdülcemil hazretlerine şöyle buyurdu: “Senin salih bir erkek evladın olacak, ismini Abdülhalık koy.” Abdülcemil hazretleri Malatyalı olup, Maliki mezhebinin imamı olan Malik hazretlerinin soyundandır. Kendisi Hızır tarafından doğacağı müjdelenen çocuğu yani Abdülhalık doğmadan Buharaya göçtü. Goncdüvan kasabasına yerleşti. Orada, oğlu Abdülhalık Goncdüvani hazretleri dünyaya geldi.
Abdülhalık Goncdüvani hazretleri, ilim öğrenmek için beş yaşında iken Buharaya gönderildi. Buharanın büyük alimlerinden Hace Sadreddinden Kuran-ı kerim ve tefsirini öğrenmeye başladı. Okuma esnasında; “Rabbinize tazarru ederek ve gizli dua ediniz” (Araf suresi: 55) mealindeki ayet-i kerimeye gelince, hocasına; “Efendim! Bu ayet-i kerimede; “Gizli dua ediniz” buyrulmasında murad edilen nedir? Kalb ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve dua, aşikar (açıktan, sesli olarak) dil ile olursa, riyadan korkulur. Araya riya girerse, hakkı ile, layık olduğu şekilde zikredilmemiş olur. Şayet kalb ile zikretsem; “Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır” hadis-i şerifi gereğince, şeytan bu zikri duyar. Ne yapacağımı bilemiyorum, bu müşkülümü halletmenizi istirham ederim” diye arz etti. Hocası, büyük alim Hace Sadreddin hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun, kendisinin bile anlayamadığı böyle bir sual sorabilmesine şaşırıp hayran kaldı. Cevap olarak; “Evladım! Bu mesele, kalb ilimlerinin bir konusudur. Allah nasib ederse, seni, bu ilimleri öğretebilecek bir üstada kavuşturur. Kalb ile zikri ondan öğrenirsin, böylece bu müşkülün halledilmiş olur” buyurdu. Abdülhalık Goncdüvani bu işaret üzerine, meselelerini halledecek o büyük zatı beklemeye başladı. Bir gün Hızır yanına geldi. Ona, Allahı gizli ve açık zikretme, anma yollarını öğretti ve onu manevi evlatlığa kabul edip; “Kalbinden; “La ilahe illallah Muhammedün Resulallah” Kelime-i tayyibesini şöyle şöyle zikredersin!” diye tarif etti. Abdülhalık Goncdüvani hazretleri de, tarif edildiği şekilde bu mübarek Kelime-i tevhidi sessiz olarak, kalben söylemeğe başladı ve kendisine ders kabul etti. Bu hal, onun pek çok manevi makamlarda yükselmesine sebep oldu.
Abdülhalık Goncdüvani buyurdu ki: “Hızır beni suya daldırdı ve zikri talim etti. Belki bu nefesin bir kararda kalması için idi.” Ve yine buyurdu ki: “Yirmiiki yaşında idim. Hızır beni, Maveraünnehirde yaşayan büyük alim ve veli Yusuf-i Hemedani hazretlerine gönderdi.” Abdülhalık Goncdüvani hazretlerinin sohbette üstadı Yusuf Hemedani, zikir taliminde ise Hızır dır.
Evliyanın büyüklerinden olan Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretleri de Hızır dan feyz almış, Şamda ilim tahsil ettiği medresede onunla görüşmüştür. Tasavvuf ilminde ve hallerinde bir müşkili olunca, Hızır gözüküp, müşkillerini halletmiştir.
Şemseddin Attar hazretleri şöyle anlatır: Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretleri bir gün camide vaz ederken, Hızır ve Musanın (aleyhimesselam) hikayesini anlatıyordu. Bu kıssayı öyle fesahat ve belagat ile anlatıyordu ki, herkes nefesini kesip, can kulağı ile dinliyordu. Benim yanımda bulunan bir şahıs, başını önüne eğmiş bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak verdim. “Sanki yanımızda idin. Sanki üçüncümüz sendin” diye söyleniyordu. Bunun, Hızır olduğunu anladım. Yanına sokuldum ve; “Anladım, sen Hızır sın! Ne olur, bana ihsan eyle!” dedim. Bana; “Burada Mevlana varken, benim sana ihsanda bulunmam deniz yanında teyemmüm etmek gibi olur. Senin müşkillerini o halleder” deyip, birden kayboldu. Ben bu hali Mevlana hazretlerine anlatmak için yanına gittiğimde, daha söze başlamadan bana; “Ey Attar! Hızır ın sözleri doğrudur” buyurdu.
Meşhur hadis alimi ve sofiyye-i aliyye denilen evliyanın büyüklerinden olan Muhammed bin Ali Hakim-i Tirmizi de Hızır dan ilim ve feyz almıştır. Hakim-i Tirmizi hazretleri gençliğinde ilim öğrenmek ve Allahın rızasını kazanmak için bulunduğu yer olan Tirmizden ayrılıp, başka yerlere gitmek üzeri iki arkadaşı ile anlaştı. Bu kararlarını annesine anlatınca, annesi üzüldü ve; “Yavrucuğum! Ben zayıf, biçare, kimsesiz ve hastayım. Benim hizmetlerimi sen yapıyorsun. Beni yalnız, çaresiz kime bırakıyorsun?” dedi. Bu sözler üzerine genç Muhammed bin Ali Tirmizinin gönlüne dert düştü ve arkadaşlarıyla yaptığı anlaşmayı bozup seferden vazgeçti. İki arkadaşı ise onu bırakıp, ilim tahsili için yola çıktılar. Buna çok üzülen Muhammed bin Ali, ne annesinden ayrılabildi, ne de gönlünden ilim aşkını silip atabildi. Yalnız kaldığı zamanlarda, tenha yerlerde uzun uzun ağlardı. Yine bir gün mezarlıkta oturmuş ağlıyor, hem de; “Ben burada cahil kaldım, ilimden mahrum kaldım. Arkadaşlarım ise alim olarak geri gelecekler” diye düşünüyordu. Gözlerinden yaşlar boşandığı bir sırada, aniden, nurani yüzlü, tatlı sözlü bir ihtiyar çıkageldi ve; “Yavrum, niçin ağlıyorsun?” diye sordu. O da başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine; “Kısa zamanda o iki arkadaşını ilimde geçmen için, her gün sana ders vermemi arzu eder misin?” diye sordu. “Evet arzu ederim” cevabını verdi. Bundan sona, bu tatlı sözlü, nur yüzlü mübarek ihtiyar, Muhammed bin Aliye her gün ders vermeye başladı ve üç yıl devamlı ders okudu. Üç yıl sonra, bu mübarek zatın Hızır olduğunu anladı. Buyurdu ki: “Bu büyük devlet, annemin rızası ve duası bereketiyle ihsan olundu.” Her pazar gecesi Hızır ona gelir, manevi hallerini birbirlerine anlatırlardı.
Ebu Bekir Verrak şöyle anlatmıştır: Hakim-i Tirmizi, bana cüzler ve bir risale vererek; “Al bunları Ceyhun nehrine at” buyurdu. Bunları aldım, fakat atmaya gönlüm razı olmadı, götürüp evime gizleyerek yanına geldim. “Attın mı?” diye sordu ve “Ne gördün?” dedi. “Hiç bir şey görmedim” dedim. “O halde onu atmadın, tekrar git ve onu suya at” dedi. Hemen geri döndüm. Fakat hem atmanın acısı, hem de göreceğim şeylerin heyecanı beni şaşırtmıştı. Evden cüzleri ve risaleyi aldım, suya doğru attım. Kitaplar düşerken, su ikiye ayrıldı ve suyun içinde kapağı açık bir sandık göründü. Attığım cüzler ve risale, içine düştü ve sandığın kapağı kapandı. İkiye ayrılan su da birleşip eski halini aldı. Hakim-i Tirmizinin yanına geldim ve gördüğüm şeylerin hepsini anlattım. “Tamam şimdi atmışsın” buyurdu. “Efendim, bağışlayınız. Allahın hakkı için bu işin sırrını bana anlatınız” dedim. Cevabında; “Büyüklerin ilmine (tasavvufa) dair bir kitap yazmıştım. Onun ince manalarını keşf ve idrakten akıl acizdi. Bunu kardeşim Hızır benden istedi. O sandığı onun emri ile bir balık oraya getirdi. Allah da suya, bu sandığı ona ulaştırması için emir verdi” buyurdu.”
Ramuz-ül-ehadisde bildirilen bir hadiste buyruldu ki:
“Hızır denizdedir ve İlyas karadadır. Onlar her gece, Zülkarneynin, insanlar ile Yecüc-Mecüc arasında yaptığı set üzerinde birleşirler. Senede bir kere de hac ve umre yaparlar ve zemzem içerler. O zemzem onlara bir sene yeter…”
Hızır ve İlyas peygamber efendimiz Muhammed ın vefatında hane-i saadetlerine gelip, Ehl-i beyt için sabır tavsiyesinde bulunmuşlardır. Onların geldiklerini ve sabır tavsiye ettiklerini, Ebu Bekir Ehl-i beyte bildirdi. (Bkz. İlyas )