Firavun ve kavmi, Musaya inanmadıkları gibi, karşı çıktılar ve mucizelerine sihir diyerek alay ettiler. Sonunda, Musanın duası sebebiyle Allah, Firavun ve kavmine, uyanıp kendilerine gelmeleri için, bazı musibetler gönderdi. Bu musibetlerden birincisi tufandır.
alimler, bu bildirilen tufanda ihtilaf ettiler. İbn-i Abbas buyurdu ki: “Bu, yağan büyük yağmur idi.” Mukatil bin Süleyman buyurdu ki: “Ekinlerinin boyunu aşan bir yağmur olup bütün ekinleri helak etmişti.” Dehhak dedi ki: “Tufan suda boğulmaktır.” Mücahid ve Ata (rahmetullahi aleyhima); “Çabuk öldüren bir veba idi. Resulallahdan böyle bildirildi” dediler. Vehb bin Münebbih ; “Yemen dilinde tauna tufan derler” dedi.
Allah, bu kavmin yani Kıptilerin kızlarına taun hastalığı verdi. Hepsi bir gecede helak oldu.
Bazı alimlerin bildirdiklerine göre, tufan, su ile olan musibettir. Allah onların üzerlerine şiddetli yağmur yağdırdı. Helak olacak hale geldiler. İsrailoğulları ile Kıptilerin evleri birbirine bitişik ve karışık idi. Kıptilerin evleri su ile doldu. Boyunlarına kadar suya gömüldüler. Oturan boğuluyordu. Ama İsrailoğullarının evlerine bir damla su girmedi. Su, onların olduğu yerde toprağın üzerinden akıp gitti. Kıbtiler bir şey ekemediler, bir iş yapamadılar. Tufan bir hafta devam etti. Çok sıkıntı çektiler. Musa a; “Rabbine dua et, bu azabı bizden kaldırsın. Sana iman edeceğiz ve İsrailoğullarını seninle göndereceğiz” dediler. Bunun üzerine Musa , Allaha dua etti ve tufan kesildi: O sene önceki yıllardan çok ot, hububat ve meyve oldu. Ülkeleri yeşerdi ve bolluk göründü. Fakat yine nankörlük ettiler: “Biz bunu hiç beklemiyorduk. Bu su bizim için bir nimet oldu. O yağmur yağmasaydı, buna kavuşamazdık” dediler. Bol mahsul ve meyveye, Musanın duası bereketiyle kavuştuklarını anlamadılar. Bir müddet rahat ettiler. Fakat yine iman etmediler ve İsrailoğullarını göndermediler. Bu defa, eski yaptıklarından daha şiddetlisini yapmaya başladılar.
Firavun ve kavmi, tufan ile yola gelmediler. Yine uslanmadılar. Azgınlık ve taşkınlıkta, Musa ın sözlerini kabul etmemekte, İsrailoğullarına eziyet ve sıkıntı vermekte devam ve ısrar ettiler. Bunun üzerine Allah, Kıptilerin ekinlerine çekirgeler gönderdi. Çekirgeler bütün ekinleri, meyveleri, ağaçların yaprak ve çiçeklerini yiyip bitirdi. Hatta; kapılarını, elbiselerini, eşyalarını, evlerinin çatılarını, tahtalarını, demir çivilerini bile yediler. Evlerin içine döküldüler. Çekirgeler doymamak illetine yakalanıp, ne varsa durmadan hep yediler. İsrailoğullarının evlerine girmediler. Böylece bu hadisede onlara hiç zarar gelmedi. Kıptiler şaşırdılar ve zor duruma düştüler. Üzerlerine azab çökünce, yeniden Musaya yalvardılar. “Eğer bu azabı üzerimizden kaldırması için Rabbine dua eder de bizi bu beladan kurtarırsan, mutlak surette sana iman edeceğiz ve İsrailoğullarını serbest bırakacağız. Seninle beraber göndereceğiz” dediler. Çekirgelerin tasallutu bir hafta sürmüştü. Musa dua edince, Allah çekirgeleri kaldırdı. Bu da bir mucize idi. Musa sahraya çıktı ve asa ile doğu tarafına işaret etti. Çekirgelerin hepsi geldikleri gibi gidip, bir tane bile kalmadı. Firavun ve kavmi rahata kavuştular, bir ay huzur içinde yaşadılar.
Fakat sözlerinde durmayıp, inanmadılar. Sonra Allah, onların üzerine bit (güve) musibetini gönderdi. Şöyle ki, Musa a, ayn-i Şems denilen köydeki kızıl kum tepesine doğru yürümesi emrolundu. O kum tepesine vardı. Tepe erimiş, serpilmiş büyük kum yığını idi. Asası ile oraya vurdu. Hemen Kıptilerin üzerlerine bit dökülmeye başladı. Ağaç, mahsul, ot ve benzerlerinden ne varsa, bitler onlara dadandılar. Hiç bir şey bırakmayıp, ne varsa silip süpürdüler. Elbiselerinin ve derilerinin içine girip ısırdılar. Birisi yemek yese, yemeğine dolarlardı. Hatta birisi, hiç bir böceğin tırmanamayacağı yüksek bir direk yapıp, üstüne yiyecek koysa ve sonra yemek için oraya çıksa, yemeği, bu bit, yahut güvelerle dolu bulurdu.
Firavun taifesine o zamana kadar, bu beladan daha büyük bir bela gelmemişti. Saçları, derileri, kirpikleri, kaşları hep bitle doldu. Hatta derileri, çiçek hastalığına tutulmuş gibi bir şekil aldı. Bitler uykularına mani oldukları gibi, rahat da bırakmadılar. Neticede hiç bir çare bulamayıp, aciz kaldılar.
Bitin ne olduğundan alimler ihtilaf ettiler. Said bin Cübeyr , İbn-i Abbas hazretlerinden rivayetle dedi ki: “Bit; buğdayda hasıl olan güvedir.” Ebu Talhadan kara sinek olduğu bildirildi. Mücahid, Süddi, Katade, Kelbi ve başkaları (rahmetullahi aleyhim); “Kanatsız küçük çekirgedir” dediler. Mamer bin Müsennanın, Katadeden (rahmetullahi aleyhima) bildirdiğine göre, çekirge yavrusudur. Abdurrahman bin Eslem; “Piredir”; Ata; “Bilinen bittir”; Ebu Ubeyde; “Ufak kenedir” dedi. Ebul-aliye ise; “Allah, hayvanlarına kene gönderdi. Bütün hayvanları yiyip, bir şey bırakmadılar ve kaçamadılar” dedi.
Kendilerine bitlerin musallat olduğu günlerde, Kıptilerden bir kimse, un yapmak için değirmene on ölçek hububat koysa, üç ölçek alamazdı. Bitler, hemencecik yiyip bitiriverirlerdi. Artık dayanamadılar. Musaya gelerek feryad ettiler ve; “Ey büyük alim! Biz tevbe ediyoruz. Hatalarımıza pişman oluyoruz. Rabbine bizim için dua et! Sana verdiği peygamberlik ahdi hürmetine bizden bu azabı kaldırsın” diye yalvardılar. Musa dua edince, Allah bu belayı da kaldırdı ve bitler bir hafta sonra hiç kalmayıp, yok oldular Kıptiler de tekrar rahata kavuştular.
Fakat yine verdikleri sözde durmadılar. Eski çirkin ve kötü işlerini yapmaya başladılar. “Biz, bir gün hariç, Musaya bizim alimimiz demedik. Firavunın izzetine yemin ederiz ki, onu ebediyen tasdik etmeyeceğiz ve ona tabi olmayacağız” dediler.
Bunun üzerine, bitlerin yok olmasından otuz veya kırk gün sonra, Musa onlara beddua etti. Allah Musa a vahyedip, Nilin kenarına gitmesini ve asasını nehre sokup; yakınını, uzağını, yukarı ve aşağı seviyesini işaret etmesini emretti. O da öyle yaptı. Ardından hemen kurbağalar vak vak diye bağırarak her taraftan koşuştular. Seslerini yakında ve uzakta olanlar duydu. Sonra Nilden çıktılar. Bir karartı, siyah bir bulut gibi, şehre doğru hareket ettiler. Ansızın Kıptilerin her yanını kapladılar. Onların avluları, evleri ve kapları kurbağa ile doldu.
Çamaşırını, kabını, yiyeceğini ve içeceğini açan, içinde muhakkak kurbağa bulurdu. Oturan çenesine kadar kurbağaya gömülür, konuşmak isteyenin ağzına kurbağalar sıçrar, yatağında yatan uyanınca, üzerinde birbiri üstünde kaynaşan kurbağalar bulur, bu yığından sağa ve sola dönemezdi. Yemek için ağzını açanın ağzına, yemekten önce kurbağa girerdi. Yoğurdukları hamura, pişirdikleri yemeğe karışırlardı. Ateşlerine kurbağalar atlar, söndürürler, yemeklerine girip bozarlardı. Ateşte ve sıcak suda kurbağalara bir şey olmuyordu. Kısaca Kıpti taifesine çok büyük eziyet verdiler. Şaşkınlık içinde ne yapacaklarını bilemez oldular.
Hazret-i İkrime, İbn-i Abbasdan bildiriyor ki, bu kurbağalar, kara kurbağası idi. Allah onları Firavuna gönderince, emre uydular. Kendilerini ateşte kaynayan çömleklere atarlardı. Emre uydukları için, Allah, o yemeği soğuk yapar, kurbağalara zarar gelmezdi. Darda kalıp, Firavuna başvurdular. Çare bulunamadı. Sıkıntıdan ölecek duruma geldiler. Şehir ve yollar, ayakları ile ezdikleri, ölü kurbağalarla doldu. Her taraf kurbağadan geçilmez oldu. Ağlayıp, Musa a şikayette bulundular. “Bu belayı bizden kaldır. Bu sefer tevbe ederiz ve bir daha eski halimize dönmeyiz” dediler. Musa onlardan sözlerinde duracaklarına dair ahd aldı. Sonra Hak tealaya dua etti ve beladan kurtuldular. Sağ kalan kurbağalar Nile gitti. Bir hafta üzerlerine bela olarak kaldıktan sonra, ölü kurbağaları, Allah bir rüzgar gönderip bertaraf etti. Bir ay, bir rivayette kırk gün rahat içinde yaşadılar.
Fakat Kıptiler hiç uslanacak gibi değillerdi. Üzerlerine musibet gelince yalvarıp yakararak, ağlayıp sızlanarak kurtulmak için Musaya gidiyorlar; azabın üzerlerinden gitmesi halinde tevbe edip, iman edeceklerini, bir daha eski hallerine dönmeyeceklerini bildiriyorlar, bu hususta kati söz veriyorlardı. Musa da dua edip, musibet gidince, onlar verdikleri sözde durmuyorlardı. Aradan kısa bir zaman geçmeden yine eski hallerine dönüyorlar, azgınlık ve taşkınlığa devam ediyorlardı.
Kurbağa musibetinin kaldırılmasından sonra, yeminler ederek, yalvararak verdikleri ahde, yine sadakat göstermediler. Küfür ve başka bozuk amellerine yine döndüler. Sanki önceki haller hiç olmamış, kendilerine hiç bela gelmemiş gibi bozuk işlerine devam ettiler.
Musa onlara beddua etti. Bu sefer, musibet olarak Allah onlara kan gönderdi. Şöyle ki, Musaya nehre gidip, asa ile vurması vahyedildi. Nehre vurunca, Allah Nil Nehrini kan olarak akıttı ve Firavun taifesinin bütün suları kan oldu. Kıptiler, nehirlerden, kuyulardan aldıkları suların kan olduğunu gördüler. Bu durumdan Firavuna şikayet edip; “Biz bu kan belasına tutulduk. İçecek başka bir şeyimiz de yok” dediler. O da; “Musa size büyü yaptı” dedi.
Su alınan bir kuyunun başında, İsrailoğullarından ve Kıptilerden birer kişi bulunsa, İsrailoğlunun doldurduğu, saf su; kıptininki ise kıpkırmızı kan kesilirdi. Bir İsrailli ile bir kıbti aynı kaptan su içseler; yine kıptiye kan, İsrailoğluna su olurdu. Hatta Firavunın ailesinden susayan bir kadın, İsrailoğullarından bir kadına gelir ve bana senin suyundan ver derdi. O da ibriğinden veya güğümünden su verir; su, kıptinin kabına dökülünce hemen kan olurdu. Hatta, önce kendi ağzına al, sonra benim ağzıma dök derdi de; İsrailoğullarından olan kadın, böyle yapıp kıptinin ağzına dökünce, su yine kan olurdu. Halbuki Nil Nehri, ekinlere ve ağaçlara su olarak akardı. Kıptiler, gidip oradan içseler, kan olurdu. Bu günlerde Firavun çok susadı. Yaş ağaçları yeyip, rahatlamak istedi. Ağzına alıp çiğneyince acı ve tuzlu oldu. Yedi gün böyle devam etti. Yedikleri içtikleri kan oldu.
Zeyd bin Eslem buyurdu ki: “Kıptiler bu durumdan iyice daralınca, Musa a gelip; “Bizim için Rabbine dua et. Bu kan belasını bizden kaldırsın. Sana iman edeceğiz ve İsrailoğullarını seninle birlikte göndereceğiz. Bu sefer kati söz veriyoruz. Artık bir daha sözümüzden dönmeyiz dediler.”
Her bela ve musibetin gelmesinde, bunun kaldırılması için kıptilerin Musaya nasıl yalvardıkları, ne yeminler ederek söz verdikleri; nihayet o musibet üzerlerinden kaldırılınca, nasıl sözlerinden döndükleri, ahidlerine sadakat göstermedikleri hakkında Araf suresinin 130-136. ayet-i kerimelerinde mealen buyruldu ki: “Biz Firavunın kavmini, kıtlık, kuraklık ve meyvelerin noksanlığıyla ibtila ettik. Ta ki düşünsünler, ibret alsınlar da küfür ve isyandan vazgeçsinler.
Firavun kavmi, kendilerine bir iyilik (bolluk ve ucuzluk) geldiği zaman, bu bizim içindir, biz buna layık ve müstehakız derlerdi. Eğer onlara, kötülük (kuraklık, kıtlık ve bela gibi istenmeyen bir şey) gelse, o zaman da; bu hal, Musanın ve ona tabi olanların uğursuzluğudur derlerdi. Dikkat edin, iyilik ve kötülüğü yaratmak ancak Allahın kudretiyledir. Lakin onların çoğu bunu bilmezler.
Bir de Firavunın, Musaya ; “Sen bizi büyülemek için her ne kadar nişan, alamet getirsen (ve bu, mucizedir desen) de biz asla sana inanacak değiliz dediler.
Böyle olunca biz de onlara, birbiri ardınca, apaçık alametler olarak; tufan, çekirge, kummel (bit) kurbağa ve kan gönderdik (ki bu alamet ve musibetlerin her biri bir hafta devam etti ve her iki musibet arası bir ay veya kırk gün oldu.) Fakat onlar yine imanı kabulden imtina ettiler. Çok kibirlenip, imanı kabulden kaçındılar. Küfürleri üzere kaim oldular.
Vakta ki, onların üzerlerine (yukarıda zikrolunanlardan ayrıca) bir azab daha çöküverdi. (“Tefsir-i Mazhari”de buyruluyor ki: “Said bin Cübeyr hazretleri; “ayet-i kerimede ricz kelimesiyle zikrolunan azab taundur dedi. Daha önce geçen, asa, yed-i beyda mucizelerinin yanında; kıtlık, tufan, çekirge, bit, kurbağa ve kan mucizelerinden sonra Taun; mucizelerinin dokuzuncusu olmaktadır. Taun kıranı geldiğinde, yalnız bir günde Kıptilerinden yetmişbin kişinin öldüğü bildirilmiştir. Bu azab da üzerlerine çökünce, Firavun ve kavmi, Musaya) dediler ki; “Ey Musa! (Rabbin sana, dua ettiğin zaman kabul edeceğini vad etmiştir. İşte) sana verdiği bu ahd (veya sana verdiği peygamberlik) hürmetine Rabbine dua et. Eğer bu azabı üzerimizden kaldırıp, def edersen, mutlak surette, kati olarak ahdediyoruz, söz veriyoruz ki, sana iman edeceğiz ve İsrailoğullarını seninle beraber göndereceğiz.”
(Onların Musaya böyle yalvarmalarından sonra, Musanın duası sebebiyle) biz üzerlerinden azabı kaldırıp, ulaşacakları bir vakte, (suda boğulup helak olmalarına veya ölümlerine) kadar kendilerine müsaade ettik. Fakat, bir de ne görülsün, onlar ahidlerinde durmuyorlar, iman etmekten kaçınıyorlar ve verdikleri teminata asla riayet etmiyorlar.”
“(Kıptiler, azabı gördükleri zaman, Musa a); “Ey büyük alim! Duanı kabul edeceğine dair sana olan vadi, ahdi hürmetine bizim için Rabbine dua et de, bu azabı bizden def etsin. Eğer azab bizden def olursa, şüphesiz biz seni tasdik edip, hidayet buluruz.
Vakta ki Musanın duasıyla biz onlardan azabı def ettik, kaldırdık. Onlar ise hemen o zaman ahidlerini bozdular; (sana tabi olup, yola geleceğiz, hidayete kavuşacağız) sözlerinden hemen caydılar.” (Zuhruf suresi: 49-50)
Nihayet, çok yalvarmaları ve söz vermeleri sebebiyle, Musa yine dua etti ve o bela da üzerlerinden kalktı. Şöyle ki, Musaya, asası ile nehre bir daha vurması emrolundu. Bildirilen şekilde vurunca, nehir saf su oldu. Diğer suları da böyle temiz oldu.
Fakat onlar yine hainlik ettiler. Yine eski vaziyetlerini değiştirmediler. Îman etmediler ve yine verdikleri sözde durmadılar. Tekrar bildiklerini yaptılar.
Nevf Bikali isminde bir zat, bundan sonraki durumu şöyle anlattı: “Musa sihirbazlara galib geldikten ve; tufan, çekirge, bit, kurbağa ve kan mucizelerinin musibetlerinden sonra, yirmi sene daha onlar arasında kalıp, davetine devam etti. Kırk sene kaldığı da rivayet edilmiştir. Peygamberliğinin bildirilmesinden o zamana kadar Firavun ve onun kavmi olan kıptiler devamlı karşı çıkmışlardı. Gördükleri mucizelerden, ve başlarına gelen belalardan hiç ibret almamışlar, katiyen hidayete yanaşmamışlardı.”
Hazret-i Musa, Firavun ve kavminin azgınlıklarını, küfürlerini, hakikate uzaklıklarını ve kibirli hallerinin devamlı olduğunu görünce, onlara beddua etti. Harun da, amin dedi. Yunus suresinin 88. ayet-i kerimesinde, Musa ın, Allaha şöyle dua ettiği bildirilmektedir: “Ey bizim Rabbimiz! Şüphe yok ki sen, bu Firavuna ve onun kavminin ileri gelenlerine dünya hayatında çeşit çeşit mallar (elbise, binecek ve başka mallar) ve zinet (süs) verdin ki, onlar insanları senin dininden ayırmak için çalışırlar. Ey Rabbimiz! Bunların mallarını helak eyle ki, azgınlık ve taşkınlık yapmaya mecalleri kalmasın. Kalblerini bağla, mühürle ki, onlar elem verici şiddetli azabı görmeyince imana gelmeyecekler.”
Allah, Musanın yaptığı ve Harunun amin dediği duayı kabul buyurdu. Nitekim yine Yunus suresinin 89. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki: “Allah onlara buyurdu ki, her ikinizin duası kabul olundu. Şimdi siz doğru yolunuzda devam edin. (Duanız üzere sabit olun. Acele etmeyin. İstediğiniz, vakti gelince hasıl olacaktır. Yoksa acele etmek suretiyle) Allahın vadini bilmeyenlerin yoluna uymayın.”
“Arais-ül-Mecalis”de Allahın, Musa a yine şöyle vahyettiği bildirilmiştir:
“Firavun takımının elinde bulunan para ve zinet eşyalarını İsrailoğullarına bırakırım. Mukaddes toprağa kadar onların ihtiyaçlarında ve hizmetlerinde işe yararlar. Bunun için bugün sevin ve bayram et! Sen ve kavmin ibadet edip, bana şükredin, beni zikredin ve bana tazimde bulunun, bana ibadet edin! Zira ben yakında size zaferi gösteririm, sevilenleri kurtarır, düşmanları helak ederim. Firavunın kavminde bulunan süs, zinet ve diğer kıymetli şeyleri kullanmanız için size veririm. Çünkü onlar, o zaman kendilerinin düştüğü beladan, kalblerine size karşı korku saldığımdan, ellerinde olanları vermemezlik edemezler.”
Zaman akıp giderken, Musa, tebliğine ve insanları iki cihan saadetine davete devam ediyor, bu hususta hiç bir fedakarlıktan çekinmiyordu. Kendi soyu olan İsrailoğulları ona iman edip tabi olmuşlar, Firavun ve kavmi olan Kıptiler ise devamlı karşı çıkmışlardı. İnanmamaları sebebiyle Kıptilere zaman zaman çeşitli bela ve musibetler gelmiş, onlar, her musibet gelişinde Musaya yalvarmışlar; belanın üzerlerinden gitmesi halinde mutlaka iman edeceklerini, İsrailoğullarını onunla beraber göndereceklerini söyleyip, bu hususta yeminler ederek yalvarmışlardı. Musa dua edip, bela üzerlerinden gidince, yine eski hallerine dönmüşler ve bunlardan hiç ibret almamışlardı.
Kıptiler, İsrailoğullarına yaptıkları zulüm ve haksızlıkta da çok ileri gidiyorlardı. Hele başları olan Firavun ne yapacağını şaşırıyor ve yerinde duramıyordu. Musayı katletmeye bile kalkıştı. Bazı tefsir alimlerinin bildirdiklerine göre, Firavunın veziri arasında iman edip, imanını gizleyenler vardı. Bunlar, Firavunın Musayı öldürme teşebbüsüne karşı çıktılar: “O, senin korktuğun gibi, tehlikeli bir kimse değildir. Sen onu öldürmeye kalkarsan, herkes bunu yanlış anlar. İnsanların kalbine şüphe sokmuş olursun. Kavmin, senin ona ilimle, kuvvetli delillerle cevap veremediğini, aciz düştüğünü, bu sebeple onu öldürmeye kalktığını düşünür…” dediler. Zaten hakikatte de vaziyet öyle idi. Firavun, aczinin anlaşılmaması için bir şey diyemiyor, fakat iyice sabırsızlanıyordu. Nihayet, Musayı öldürmeye kati kararlı olduğunu, etrafındakilerin kendisine mani olmamalarını söyledi. Nitekim, bu hususta Gafir (Mümin) suresinin 26. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki: “Firavun, kavmine dedi ki; Bırakın beni, Musayı katledeyim de o, Rabbine dua etsin. (Bakalım Rabbi, benim onu öldürmeme mani olabilecek mi?) Zira ben, onun, sizin dininizi değiştireceğinden (sizi bana ve putlara ibadetten ayıracağından) yahut yeryüzünde fesad çıkaracağından (kendisine tabi olanları çoğaltarak sizinle harb edeceğinden) korkuyorum.”
Yani, Musaya, mucize ve maneviyat cihetinden karşı çıkamayıp mağlub olan Firavun, maddiyata teşebbüs etti. “Beni kendi halime bırakın. Bana mani olmayın. Musayı öldüreyim. Eğer dediği gibi, Rabbi her şeye kadir ise çağırsın Rabbini! Rabbi de, benim onu öldürmeme mani olsun. Onu kurtarsın” diye bağırdı. Fakat böyle yapması, başkalarına karşı cesaretli görünmeye çalışmaktan, korkaklığını ve acizliğini izhar etmekten başka bir şey değildi. Zira Musanın hakikaten bir Nebi olduğunu bilir, fakat, cehalet ve inad ile, bile bile inkar eder, karşı çıkardı. Hatta onu öldürmeye kalkması lafta kalır, buna asla cesaret edemezdi. “Onu öldürmeme mani olması için Rabbini çağırsın…” derken, Allahın, peygamberini elbette koruyacağını bilirdi. Bununla beraber, hakiki halini bildirmemek için etrafındakilere çıkışır; “Siz beni kendi halime bırakmıyor, yapacağım işe mani olup, karşı çıkıyorsunuz. Yoksa şimdiye kadar ben onu çoktan halletmiş, sesini kesmiş idim” derdi. Ayrıca; “Musanın sizin dininizi değiştirmesinden ve yeryüzünde fesad çıkararak memleketinizi elinizden almasından korkuyor, endişe ediyorum. Bundan dolayı, bırakın beni. Onu öldüreyim. Siz de fesaddan kurtulup rahat olun” diyerek onları, Musaya karşı tahrik ediyor, kışkırtıyordu. Zira insanın mühim iki hususiyetinin olduğunu ve bunlarda asla fedakarlık yapamadığını herkes bilir. Bu hususlarda katiyen gevşek davranamaz ve bu iki hususu muhafaza etmek için canını vermek dahil, hiç bir fedakarlıktan çekinmez. Bu iki husustan birincisi din, ikincisi ise namus ve memlekettir. İşte Firavun, kavmini Musaya karşı tahrik ederken; insanların bu hislerini harekete geçirmeye çalışıyor, onu öldürmeye kalkmasında kendini haklı göstermeğe uğraşıyordu.
Musa Firavunın bu teşebbüslerinden, onun tehdidinden Allaha sığındı. Bu hususta Gafir (Mümin) suresinin 27. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki: “Musa (, Firavunın tehdidini işitince, yanında bulunanlara); Hesab gününün hak olduğunu tasdik etmeyen (ahirete inanmayan) her kibirli insanın şerrinden, benim ve sizin Rabbiniz olan Allaha sığınırım dedi.”
Tefsir alimlerinden bazısı bu ayet-i kerimenin tefsirinde buyuruyor ki: “Hazret-i Musa, Firavunı çok kibirli olması ve ahirete iman etmemesi gibi iki sıfatıyla bildirdi. Burada Firavuna temas edilmeyip bu sıfatların bildirilmesiyle, sadece Firavundan değil, bilakis, bu iki sıfatın bulunduğu kimselerden sakınmak ve şerlerinden Allaha sığınmak lazım geldiğine işaret buyrulmuştur. Çünkü, Allahın mahlukuna eziyet, ancak bu iki sıfatla olur. Yani tevazu üzere bulunup, alçak gönüllü olan, kibirlenmeyen ve ahirete iman eden, hesap gününü düşünen kimse, değil insanlara, hiç bir mahluka zarar ve eziyet veremez, onun yüzünden hiç kimse ziyan görmez. Son derece kibirli olan, ahirette hesap vereceğine inanmayan kimse ise, zaten katı kalbli olduğundan, kalbinde şefkat ve merhamet bulunmaz. Hesaba çekilmek, Cehennem düşüncesi ve azab korkusu olmadığından hiç bir şeyi işlemekten çekinmez. Ondan her fenalık beklenir. Ayrıca, düşmanın şerrinden, sair bela ve musibetlerden kurtulmanın çaresi, Allaha yalvarmak ve Ona sığınmak olduğu bu ayet-i kerimede bildirilmektedir.
Allah Firavunın tehdidini, buna karşı Musanın Allaha sığınıp, başka bir şey yapmadığını zikrettikten sonra, onun tevekkülünün neticesi olarak, Firavunın etrafında bulunan bir mümin vasıtasıyla, Musaya yardım ettiğini bildirerek, mealen buyuruyor ki:
“Firavun ailesinden (yakınlarından) imanını gizleyen mümin bir kimse (ki, ismi Hazkil olup, Musa, Mısırdan Medyene gitmeden evvel, Firavun ve adamlarının onu öldürmeye teşebbüs ettiklerini haber veren zattır. İşte bu zat, Firavunın da bulunduğu mecliste) şöyle söyledi: Siz; “Benim Rabbim yalnız bir olan Allahdır” diyen bir kimseyi (haksız yere hemen) öldürüverir misiniz? Halbuki o size Rabbinizden açık mucizeler ve delillerle geldi. Şayet o bir yalancı ise yalanının vebali kendinedir. (Dolayısıyla onun yalanından size bir zarar gelmez.) Eğer sözünde sadık, doğru ise, dünya azabından vad etmiş olduğu şeylerden bazısı size isabet eder, (Dolayısıyla ona su-i kasdde bulunmaktan sakınmalısınız. Zira, sadık olduğu takdirde, su-i kastınızın neticesinde vaki olacak kötülük size aittir. O halde, o doğruysa da, yalancıysa da hayatına kasd edilmemelidir.) Şüphesiz Allah, işlerinde haddi aşan ve yalan adet edinen kimseleri hidayete erdirmez.
Ey kavmim! Bu gün, memlekette (Mısırda) mülk, zahirde, görünüşte sizindir ve (İsrailoğullarına) galipsiniz. Fakat (Musayı öldürmekle) Allahın azabı bize gelirse, o azabdan bizi kim kurtarabilir? O azabdan kurtulmak için bize kim yardım edebilir?
Bunun üzerine Firavun dedi ki: “Ben size ancak kendi kendime hak gerçek olarak gördüğüm şeyi emrederim ve ben sizi doğru ve gerçek yoldan başka bir yola iletmem. (Doğru ve gerçek gördüğüm fikrim ise Musanın katlolunmasıdır).”
“O mümin olan (Hazkil ismindeki) kimse, sözüne devam ederek dedi ki: “Ey kavmim! Peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle, Nuh kavmi, ad, Semud ve onlardan sonra gelen kavimlerin başlarına gelen vakalar (şiddetli azablar) gibi, Musayı yalanlamanız ve ona zarar vermek için saldırmanız sebebiyle, (şiddetli azabın olduğu) öyle bir günün size de gelmesinden korkuyorum. Allah kullarına zulüm murad etmez. (Günahları olmayanlara azab göndermez. Dolayısıyla siz bu düşündüğünüz fiili, Musayı katletmeyi terkedin, zulüm yapmak düşüncesinden vaz geçin ki, azaba müstehak olmayasınız.)
Ey kavmim! Gerçekten ben, sizin için (insanların birbirine nida ettiği, bağırıp) çağırışma gününden (kıyamet gününden) korkuyorum. (Kıyamet günü öyle bir gündür ki, siz o günün şiddetinden, günahınızın çokluğu sebebiyle üzerinize gelen azabdan) gerisin geriye kaçarsınız ve o günde sizi Allahın azabından kurtarıcı hiç bir kimse bulunmaz ve Allahın hidayete erdirmediği, şaşırttığı kimseyi, hiç bir kimse hidayete erdiremez.
Allaha yemin ederim ki, Musadan evvel Yusuf da bir takım açık mucizelerle size geldi de; o zaman onun getirdiği dinde ve o dinin emirlerinde, şüphe ve tereddüt içinde sabit ve daim oldunuz. Hatta o vefat ettiğinde; “Artık bundan sonra Allah peygamber göndermez” dediniz. (Bu sözünüzle hem Yusufu hem de ondan sonra gelecek peygamberleri tekzip ve inkar ettiniz. Yusufu inkar edenler, yalanlayıp karşı çıkanlar, aslında o mümin kişinin kendilerine hitab ettiği, orada bulunan kimseler değildi. Onların, çok öncelerde gelen dedeleri idi. Lakin baba ve dedelerinin kabahatleri evlada nispet olduğundan, o, onlara; “Siz inkar ettiniz, yalanladınız…” demektedir. Şu halde siz şiddetli inadınız sebebiyle, Yusufun getirdiği dinden faydalanamadığınız gibi, Musa ın getirdiği dinden de istifade edemezsiniz. Çünkü fikrinizde isabet yok, dalalette ısrarınız ise pek çoktur.) İşte Allah haddi aşan ve Hak tealanın emrinde şüphe edici olan kimseyi böyle şaşırtır…” (Gafir (Mümin) suresi: 28-34)
“Yine o mümin olan zat (önceki sözlerinin onlara pek tesir etmediğini görerek, nasihatlerine devam edip) şöyle söyledi; “Ey kavmim! Gelin, bana itaat edin, tabi olun ki, sizin doğru yola, hak dine kavuşmanıza delalet edeyim.
Ey kavmim! (Dünya lezzetine mağrur olup aldanmayın. Bilin ki) bu dünya hayatı çabuk biticidir. Ancak fani bir eğlencedir. Az bir nasiplenmedir. (Güneşin gölgesi gibi çabuk geçer. Uykudaki rüya gibidir ki, uyanınca hiç bir şey kalmaz. Rüyada gördükleri ile mağrur olan ne kadar ahmaktır. Gayret edecekseniz, çalışacaksanız; dünya için değil, ahiret için çalışın. Çünkü dünya hayatı geçicidir.) ahiret ise ebedi olarak kalınacak yerdir. Oranın sonu yoktur.
Bir günah işleyen kimse ancak o günahın karşılığı kadar ceza görür. Fakat, erkek olsun kadın olsun herhangi bir kimse mümin olur ve salih ameller işlerse, onlar Cennete girer ve orada hesapsız rızıklarla mükafatlandırılırlar.
Ey kavmim! Nedir bu başıma gelen? Ben sizi, (Allaha iman etmeye,) azab-ı ilahiden kurtulmaya davet ediyorum. Siz ise beni (günahkarlar için hazırlanmış olan) Cehenneme çağırıyorsunuz. Siz beni Allahı inkar etmeye ve hakkında bilgim olmayan şeyi Ona ortak koşmaya çağırıyorsunuz (ki Allaha ortak koşmamı istediğiniz sey, ilah olmaya asla layık değildir). Halbuki ben sizi ilah olmanın bütün vasıfları kendisinde bulunan, herkese galip, azab etmeye ve kullarının hatalarını mağfiret etmeye kadir olan Allahın dergahına davet ediyorum.
Elbette beni kendisine ibadete davet ettiğiniz putlarınızın hiç bir kudreti yoktur. (Bir dilek ve ihtiyaç kendilerine bildirilse, kabul etmeye, ihtiyacı gidermeye gücü yetmez. Elinden bir şey gelmez. Ne dünya, ne de ahiret menfaatinden hiç bir fayda temin edemez.) Hepimizin dönüp varacağımız yer, Allahın huzurudur. Dalalet ve azgınlıkta haddi aşanların hepsi cehennemliktir.
Yakında (azab gördüğünüzde) benim size söylediklerimi hatırlarsınız (ve birbirinize şu cereyan eden hadiseleri hatırlatırsınız. Lakin hiç fayda vermez.) Ben bütün işlerimi Allaha havale ederim. Ona ısmarlarım. Zira Allah kullarını görücü, kullarının bütün hallerini bilici ve herkesin ameline göre karşılığını vericidir.” (Gafir (Mümin) suresi: 38-44)
O mümin zat, Firavun ve yanındakilere böyle söyleyip, onları imana, putlara ibadeti terketmeye davet edince, onlar onu öldürmeye kastettiler. O da onlardan ayrılıp, süratle uzaklaştı. Firavun onu yakalamak için nice kimseleri vazifelendirip gönderdi. Tefsir-i Mevakıbda bildirildiğine göre, o zat bir dağa çıkıp orada ibadetle meşgul olmaya başladı. Vazifeliler oraya geldiklerinde, onun namaz kılmakta olduğunu ve etrafını birçok vahşi hayvanın kuşattığını gördüler. Vahşi hayvanlar ibadetle meşgul olan mümin zata herhangi bir zarar vermezlerdi. Fakat, oraya gelenleri de, katiyen ona yaklaştırmazlardı. Nitekim yine Mümin suresinin 45. ayet-i kerimesinde mealen; “Allah, onu, Firavunın ve adamlarının hilesinden, onun hakkında düşündükleri kötülüklerden muhafaza edip, korudu…” buyruldu.
Bu arada Musa tebliğ vazifesine devam ediyor, hiç bir şekilde vazifesinden geri durmuyordu. İsrailoğullarının ona bağlılıkları, Firavun ve kavminin endişeleri, bunlardan çekinmeleri daha da artıyordu. Beni İsrailden Musa gibi büyük bir peygamberin çıkması, İsrailoğullarının, hemen onun etrafında toplanıvermeleri, Kıptileri elbette rahatsız ediyordu. Bu halden en çok müteessir olup kaygılanan da Firavun idi. Onlar kuvvetlenip, Kıptilere galip olacak hale gelince, korkuları daha da arttı.
Firavun, Nil Nehrinin kenarında hususi bir çardak (oturma yeri) hazırlattı. Orada oturuyor, gelip geçen İsrailoğullarını, Musa a tabi olmaktan vazgeçmeye çağırıyor, onları kendi dinine davet ediyordu. Tatlı ve okşayıcı sözlerle onların muhabbetlerini cezbetmeye çalışıyordu. Onun, insanları aldatmak, muhabbetlerini kazanmak için söylediği sözlerden bazıları, Kuran-ı kerimde şöyle bildirilmektedir:
“Firavun (kavmin ileri gelenlerinin bulunduğu bir toplulukta); “Ey eşraf! Ben sizin için benden başka bir ilah bilmiyorum dedi.” (Kasas suresi: 38)
“Firavun, kavmi içinde nida edip dedi ki: “Ey kavmim! Mısır mülkü benim değil midir. Bu (Nil Nehrini meydana getiren) nehirler (ki dört tane olup isimleri; Mülk Tulun, Dimyat ve Tenistir. Bunların hepsi toplanıp Nil Nehri olarak) benim köşklerim, ve bahçelerim arasında akmıyor mu? (Bunların hepsi, benim, Musadan daha efdal olduğumu göstermiyor mu?) Efdaliyetimi, üstünlüğümü görmüyor musunuz?” (Zuhruf suresi: 51)
“(Firavun; kavmine karşı kendini gayet büyük ve üstün, Musayı ise pek küçük ve hakir göstermek için;) “Yoksa ben nerede ise meramını anlatamayacak kadar hakir ve zayıf durumda olan bu Musadan daha hayırlı değil miyim (zannediyorsunuz? Elbette ben ondan üstünüm) dedi.” (Zuhruf suresi: 52)
“(O zamanda bir kimseyi reisliğe, başkanlığa seçmek isteseler, onun kollarına altından bilezikler ve boynuna da altından gerdanlıklar takılır, bunlar o kimsenin başa getirilmiş olduğuna alamet sayılırdı. Firavun bunu da ileri sürerek kavmini kandırmak istedi ve;) eğer o davasında sadık olsa, hakikaten peygamber olsa, Rabbi katından ona altından bilezikler verilir yahut onunla beraber, onun peygamberliğini tasdik edici ve peygamberlik davasında ona yardım edici melekler gelirdi. (Görünürde bunlardan hiç birisi yoktur. Şu halde davası doğru değildir) dedi.
Böylece Firavun kavmini tahfif etti, küçümsedi. Onlar da ona itaat ettiler. Gerçekten onlar, Allaha taattan ayrılmış fasık bir kavim, idiler.” (Zuhruf suresi: 53-54)
Firavun iki sene müddetle, Nil Nehri kenarında yaptırdığı çardakta oturup, bu ve benzeri sözleri söylemeye devam etti. Kendi noksan ve bozuk düşüncesine göre, İsrailoğullarını Musaya tabi olmaktan ayıracak, böylece Musa yalnız ve kimsesiz kalacak; yalnız kalınca da Firavun onu öldürecekti. Bunun için gayret sarfediyordu. Fakat bu müddet zarfında İsrailoğullarından hiç biri ona iltifat etmedi. Sözlerine kulak asan çıkmadı.
Kıptilerin ileri gelenleri, Musa ile başa çıkamadı, onu yok edemedi diye Firavuna serzenişte bulunmaya, onu ayıplamaya başladılar. Bu hususta Araf suresinin 127. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki: “Firavunın kavminden ileri gelenler, Firavuna dediler ki: Sen Musayı ve kavmini, insanları sana muhalefete (yani bildirdiği hak dine) davet edip böylece yeryüzünde (Mısırda) fesad çıkarsınlar ve sana ve ilahlarına ibadeti terk etsinler diye mi bu yerde bırakacaksın? (Bunun için mi böyle serbest bırakacaksın? İşte bak, sihirbazlara galib geldiler de onlar, hep birden ona iman etti. Böyle giderse bütün insanların azar azar ona tabi olmalarından endişe ediyoruz. Hal böyle olunca onlar çoğalır, Musaya yardım ederler. Yeryüzünde fesad çıkarırlar. Mısır memleketinde seni dinlemeyip, yani kendi dinlerini hakim kılıp, seni kendi dininle başbaşa bırakırlar. Yalnız başına kalırsın. Onların bu sözlerine karşı) Firavun şöyle söyledi: Biz de (daha evvel, yaptığımız gibi) İsrailoğullarının çocuklarını öldürürüz, kadınlarını sağ bırakırız. Elbette bizim onlar üzerine kahredici bir galibiyetimiz vardır.”
“Tefsir-i Hazin”de bildirildiğine göre, Firavun, kavmi için bir çok ilahlar edinmişti. Kavminden olanlara o putlara ibadet etmelerini emreder ve onlara; “Bunlar sizin ilahlarınızdır. Ben ise, o ilahlarınızla birlikte sizin rabbinizim” derdi. Bu hususta değişik rivayetler de bildirilmiştir.
Bu ayet-i kerimenin tefsirinde bildiriliyor ki: Kavmin ileri gelenlerinin, Musa ı ve ona tabi olanları böyle serbest bırakmamak, bir hal çaresi düşünmek için Firavuna ikazda bulunmalarına, Firavun şöyle cevap vermişti: “Bundan sonra onları oldukları hal üzere terketmeyiz. Ne icab ediyorsa onu yaparız. Yapacağımız şey onların nesillerini kesmektir. Fakat, şimdi onların hepsini birden bir defada katledersek yanlış anlaşılır. Onlara karşı dini bakımdan aciz kalıp, zulme yöneldiğimiz zannedilir. Bu ise kavmimizin bizim hakkımızda yanlış düşünmesine sebep olabilir. O halde yapacağımız şey, bunu, zaman içinde yavaş yavaş yani belli etmeden halletmektir. Bundan sonra onların yeni doğan çocuklarından erkek olanları öldürür, kız çocuklarına dokunmayız. Kızlarını kendi kavmimizden olanlarla evlendiririz. Oğulları olmayınca, kızlarını da kavmimizden olanlarla evlendirince artık nesilleri devam etmez.”
Firavun böyle söylemekle hem kavminin ileri gelenlerini yatıştırmış, hem de maksadını açıklamış oldu.
“Tefsir-i Hazin”de bildirildiğine göre, Firavun, Musayı öldürmeye, dövmeye ve hapsetmeye cesaret edemezdi. Çünkü ona bir zarar vermekten aciz olduğunu bilirdi. Fakat, etrafına halini belli etmemek, kuvvetli görünmek ve elinden bir şey gelmediğini sezdirmemek için böyle sözler söylüyordu. Kavmi ise onu anlayamıyor, hakikaten güçlü kuvvetli zannediyor, Musaya niçin bir şey yapamadığına bir mana veremiyordu.
Musa ve İsrailoğulları, Kıptilerin sıkıntı vermelerinden iyice bizar oluyorlar, bunlardan kurtulmak hususunda Allahtan vahiy gelmesini bekliyorlardı. Nihayet Allah Musaya, İsrailoğulları ile birlikte Mısırdan çıkıp, Kudüse, mukaddes topraklarına gideceklerini vahyedip; “Firavun ve kavminin elinde bulunan para ve zinet eşyalarını İsrailoğullarına bırakırım. Mukaddes toprağa kadar onların ihtiyaçlarında ve hizmetlerinde işe yarar…” diye buyurunca, Musa bildirilen şekilde yaptı. Tespit ettikleri bir günü sevinç ve bayram günü ilan ettiler. Bu bayram gününde kullanmak üzere, Firavun ve ailesinden zinet eşyalarını emanet olarak istediler. Allah bu zinet eşyalarını, Musa a ve İsrailoğullarına vermeyi dilediğinden, onlara, o sırada Firavunın ve yakınlarının kalblerine, Musaya ve kavmine karşı bir rağbet verdi. Böyle olunca, onlar, üzerlerinde ve hazinelerinde bulunan bütün zinet eşyalarını Musaya verdiler.
Rivayete göre Firavunın ve adamlarının dünyalık olarak, altın, gümüş, yakut, inci, mücevher gibi benzeri süs ve zinet eşyalarının haddi hesabı yoktu. Bütün bu altın ve diğer kıymetli eşyalar, İsrailoğullarının eline geçince, yolculukları (hicretleri) sırasında kendilerine lazım olacak nakit de bulunmuş oldu. Zaten bu para ve zinetler İsrailoğullarının idi. Firavun ve kavmi onlardan zorla almışlardı.
Hazret-i Musa Allaha yalvarıp, duası kabul edilince, Firavunın ve kavminin ellerinde bulunan bütün eşya, un eledikleri elekler ve hatta una varıncaya kadar her şeyleri taş oldu. Firavunın ve kavminin eşyalarının taş ve böylece mallarının mahvolması hususunda alimlerden çeşitli nakiller ve rivayetler gelmiştir.
Muhammed bin Kab el-Kurazi der ki: “Ömer bin Abdülaziz bana, Allahın Firavun ve kavmine gösterdiği dokuz ayetten (alametten) sual edince; “Tufan, çekirge, bit, kurbağa, kan, asa, beyaz el, malları mahv ve denizin yarılmasıdır” diye cevap verdim. Ömer, “İlim böyle olur” dedi. Sonra Abdülaziz bin Mervana ulaşmış bir torba getirdi. Bir de ne göreyim, içinde Firavunın eşyasından kalanlar vardı. İkiye bölünmüş bir yumurta çıkardı, taş olmuştu. Yarılmış bir ceviz çıkardı, o da taşlaşmıştı. Aynı şekilde nohut ve mercimek de vardı. Bunların da hepsi taşlaşmış idi.”
Muhammed bin İshak, Mısırda bulunan Şamlı bir kimseden naklederek şöyle anlatır: “Yıkılmış bir hurma ağacı gördüm. Taşlaşmıştı, İsrailoğullarının elinde bulunan zinet, mücevherat ve benzeri süs eşyası dışında, Firavun ve kavminin ellerinde olanların hepsini Allah taş etmişti.”