Musa tebliğ vazifesine; Firavun ise insanların iman etmelerine mani olmaya devam ederken, yukarıda zikredildiği gibi zaman zaman onlara çeşitli musibetler geldi. Buna rağmen onlar iman etmeyip her defasında karşı çıktılar. Nihayet onlarda cild hastalıkları ve üç gün süren karanlık oldu. Firavun bunları ve mallarının helak olduğunu görünce korktu. Musanın, İsrailoğulları ile birlikte Mısırdan gitmesine izin verdi. Musa da bütün İsrailoğullarına haber verdi. Mısırdan çıkacaklarını ve hazırlıklı olmalarını bildirdi.
alimler dediler ki: Allah, Musa ı ve İsrailoğullarını, Firavunın şerrinden, zarar vermesinden kurtarmak ve onlara galib getirmek dileyince ve bunun vakti gelince, Musaya vahyedip, İsrailoğullarından dört evin fertlerini bir evde toplamasını, her toplanan evde birer kuzu kesip kanının kapılara sürülmesini vahyetti ve buyurdu ki: “Düşmanlarınıza azab göndereceğim, bunun için melekler gelecek. Kapısında kan olan eve girmeyecekler. Taze ekmek pişirin. Bu sizin için kolaylıktır. Sonra kullarımı gece yola çıkar. Onları denize kadar götür. Orada emrim sana ulaşır.” Musa , bunları kavmine söyledi ve bildirdiği gibi yaptılar. Böylece İsrailoğullarına ait olan bütün evlerin kapıları kanla işaretlendi. Kıptiler, İsrailoğullarına; “Niçin kapılarınıza bu kanı sürersiniz?” diye sordular. Onlarda; “Allah size azab gönderecek, biz kurtulacağız, siz helak olacaksınız” cevabını verdiler. Kıptiler; “Rabbiniz size yalnız bu alameti mi bildirdi” deyince; “Peygamberimiz bize böyle emretti” dediler.
Sabah olunca gördüler ki, Firavun ailesindeki (avanesindeki) bütün kızlar taun hastalığına yakalanıp, bir gecede ölmüşler. Kıptiler onların defni ve gelen musibetin üzüntüsü ile meşgul oldular. Musa ve kavmi, işte o zaman, denize, yani Süveyşe doğru geceleyin hareket ettiler.
Bu hususta Şuara suresinin 52. ayet-i kerimesinde mealen buyuruldu ki: “Biz Musaya vahyettik ki, kullarım (İsrailoğulları) ile gece Mısırdan çık, git! (Firavun ve askeri, çıkmanıza mani olmak için ardınıza düşecek,) sizi takib edeceklerdir.”
Taha suresinin 77 ve 78. ayet-i kerimelerinde de mealen buyruldu ki: “Biz Musaya vahyettik ki, kullarım (Beni İsrail) ile gece Mısırdan çık git! (Asanı denize vurmakla) denizde kullarımın geçmeleri için kuru yol aç. (Asanı denize vurunca, bizim kudretimizle denizde kuru yol açılır.) Böylece, Firavunın size yetişmesinden ve denizde boğulmaktan korkunuz kalmasın, diye vahyettik.
Hemen, Firavun ordularıyla onları takib etti. Derken (Musa ve kavmi için açılmış olan yollara onlar da girip ilerlediler. Sonra Hak tealanın emriyle) duran su onların üzerlerine yıkılıverdi. Su onları kaplayıverdi. Hepsi boğulup helak oldular. Musa da kavmiyle beraber kurtuldu.”
Musa ın, yanındakilerle birlikte çıkıp gittikleri gece, Kıptilerin her birinin evlerinde çeşitli hadiseler oldu. Kızları öldü. Yani Allah onların her birine çeşitli musibetler ve sıkıntılar verdi. Herkes başının derdine düşüp, hiç kimse, İsrailoğullarının ayrılıp gitmelerini fark edemedi. Kıptiler o gece vefat eden kızlarını defnetme işlerini bitirdikten sonra, ortalarda İsrailoğullarından hiç kimsenin görünmemesiyle vaziyeti anladılar. Gittikleri belli olunca, daha evvel izin vermiş olmasına rağmen, Firavun çok pişman oldu. ayet-i kerimede de bildirildiği gibi, askerini toplayıp onları takib etmeye, arkalarına düşmeye karar verdi. Kızgınlığı son haddinde idi. Üstelik kızlarının ölümüne de onların sebep olduklarını iddia ediyordu. “Bunu Musa ve kavmi yaptı. Kızlarımızı öldürdü. Sonra da çıkıp gitti. Hem de sadece kendilerinin gitmesine razı olmayıp, bizim mallarımızı, eşyalarımızı da yanlarında götürdüler” dedi. Ve hemen kavminin toplanmasını emretti. İsrailoğullarının gitmelerine müsade etmeyeceklerini ve onlarla harb edeceklerini söyledi.
Bu sırada İsrailoğulları, önlerinde Harun ve arkalarında Musa (aleyhimesselam) olmak üzere yollarına devam ediyorlardı. Kaynaklarda bildirildiğine göre, yetmiş yaşından büyükleri ve yirmi yaşından küçükleri hesaba katılmamak üzere yani hepsi harb edebilecek şekilde olanların sayısı oldukça yüksekti. Fakat harb edecek silah ve malzemeleri yoktu.
Firavun, her tarafa adamlar gönderip, memleketin dört bir köşesinde bulunan askerinin toplanmasını emretti. “Tefsir-i Tibyan”da diyor ki: “O zamanda Mısırda bin şehir ve onikibin de köy vardı. Bütün bunlarda bulunan askerleri toplanıp geldi. Bu hususta Şuara suresinin 53-56. ayet-i kerimelerinde mealen şöyle buyruldu: “(Askerlerini toplayıp, İsrailoğullarının arkalarına düşebilmek için) Firavun derhal şehirlerine vazifeliler gönderdi. (Toplanan askerlere dedi ki:) İşte firar eden Beni İsrail, bize nispetle sayıları daha az olan bir cemaattir. Fakat, böyle yapıp, bize muhalefet etmekle bizi darıltıp, gadaba getirdiler. Fakat biz hasmımızın zararından sakınan, ihtiyatlı bulunan (harb aletlerini iyi kullanan) bir topluluğuz.”
ayet-i kerimelerde de bildirildiği gibi, Firavun, İsrailoğullarının gizlice ayrılıp gitmelerine fena halde kızdı. Derhal adamlarını ve askerlerini toplayarak, onların moralini kuvvetlendirmek için çeşitli sözler söyledi. Onlara dedi ki: “Firar edip (kaçıp) gidenler, bize nispetle az bir topluluktur. Yani kuvvet bakımından bize karşı koyacak halde değillerdir. Hemen az bir zaman içinde işlerini bitirir, geri döneriz. Gerçi takib etmesek, nereye giderlerse gitsinler desek de olur. Fakat, onlar bize muhalefet etmekle, görüşümüzü almadan kendi başlarına çekip gitmekle bizi gadaplandırdılar.” Firavun böylece kavmine yalan söylemiş oluyordu. Çünkü Musa a, kavmini alıp gitmek üzere izin vermişti.
Firavun sözlerine devamla; “Eğer bize muhalefet edenleri, ırklarını, nesillerini kesmek suretiyle cezalandırmazsak, hakimiyetimize gölge düşer. Halbuki biz kuvvetli bir cemiyetiz. Bunlar gibi muhaliflerimize karşı daima ihtiyatlı bulunuruz ve zararlarından sakınırız” diyerek, askerini ve ileri gelen adamlarını cesaretlendirmeye çalıştı.
Firavun, adamları ve askerleri bundan sonra; bahçelerini, bostanlarını, bahçelerinde bulunan çeşmelerini (akarsularını), İsrailoğullarına daha önce verdiklerinin haricindeki hazinelerini, oturdukları debdebeli makamlarını, hasılı her şeylerini terkederek yola çıktılar. Onların bu şekilde İsrailoğullarının ardından gelmeleri hususunda Şuara suresinin 57-61. ayet-i kerimelerinde mealen buyruldu ki: “Böylece, Firavun ve kavmini Mısırın (Nil Nehri sahillerine yayılmış olan, geniş), güzel bahçelerinden, bahçelerin içinde kaynayan, akan pınarlarından, hazinelerinden (bu bahçelerde saklı bulundurdukları altın ve gümüş definelerinden) ve yüksek menzillerinden (güzel yapılmış saraylarından) çıkardık. (Hepsi bütün rahatlarını ve mal varlıklarını terkederek, İsrailloğullarını takib için yola çıktılar.)
İşte onları Mısırdan çıkarışımız böyle oldu ve onlara Beni İsraili mirasçı kıldık. (Bildirilen bahçeler, pınarlar, hazineler ve yüksek menziller, güzel saraylar kısaca Firavun ve kavminin terk ettiği bu kıymetli varlıklar, daha sonra İsrailoğullarının eline geçti. Süleyman zamanında İsrailoğulları Mısırın tamamına hakim oldular.) Vakta ki Firavun ve ordusu güneş doğarken, İsrailoğullarına yaklaştı. İki ordu (İsrailoğulları ile Firavun ve kavmi) birbirlerini görecek kadar yakına geldiler. İsrailoğulları, (önlerinde Kızıldenizi, arkalarında Firavun ve kavmini görünce endişeye kapılıp,) Musaya ; “Firavun askeri bize yetişti. (Herhalde biz şimdi onların elinde esir ve helak olacağız) dediler.”
İsrailoğulları, Kıptilerin sayıca ve silah bakımından kendilerinden çok ileride olduklarını, dolayısıyla onlarla muharebe edemeyeceklerini, bir tarafları deniz olduğundan kaçmak ihtimallerinin de bulunmadığını düşünerek endişeye kapıldılar. Firavun ve kavminden çok eziyet, zulüm gördüklerinden, onların tesiri altında kalmışlar, çok korkmuşlardı. Bu defa da yine onlardan bir takım cezalar göreceklerini, onların elinde helak olacaklarını zannettiler: “Firavun ve askeri bize ulaşmak üzere, artık bizim için yaşamak ümidi kalmadı” dediler.
Fakat, Musa onları teselli etti. Firavun ve askerinin kendilerine hiç bir zarar yapamayacağı hakkında teminat verdi. Çünkü, Allah onları kurtaracağını vad etmişti. Musa da, Allahın vadinin hak olduğunu biliyor ve Ona güveniyordu. İsrailoğullarına dedi ki: “Asla, hayır. İçinde bulunduğunuz halin hakikati sizin zannettiğiniz gibi değildir. O melunlar size yetişemeyecekler ve bir zarar yapamayacaklardır. Çünkü, Rabbimin yardım ve muhafazası benimle beraberdir. Bana kurtuluşumuzu vad etti. Onun vadinde yanlışlık olamaz. O, vadinden asla dönmez. O, beni ve sizi düşmanlarımıza karşı elbette himaye buyuracaktır. Korkmaya, endişelenmeye lüzum yok.” Orada bulunanlardan biri; “Nereye gideceğiz ki, önümüz deniz, arkamız ise düşmandır” dedi. Bunun üzerine Musa dua etti. Bu duayı Abdullah İbn-i Abbas , Peygamber efendimizden naklederek şöyle bildirmiştir:
“Arais-ül-mecalis” kitabında, Süleyman bin Mihran el-Ameşin , Abdullah ibni Abbasdan şöyle rivayet ettiği bildirilmektedir: Resulallah efendimiz “Musanın İsrailoğulları ile denizi geçerken söylediği kelimeleri size bildireyim mi?” buyurdu. “Evet, buyurun ya Resulallah!” dedik. Bunun üzerine; “Allahümme lekel-Hamdü ve ileykelmüşteka, ve entel-müstean, ve aleykettüklan, vela havle vela kuvvete illa billahil-aliyyil azim” buyurdu. İbn-i Abbas ; Resulallahtan bunları işittikten sonra hiç dilimden düşürmedim demiştir.
Nitekim bu hususta Şuara suresinin 62. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki: “Musa ( yanında bulunanlara); “Hayır, onlar bize yetişemez. Rabbimin yardım ve muhafazası benimle beraberdir. O, tez vakitte bana kurtuluş yolunu gösterir, kurtuluş verir” dedi.”
Allah; Firavunın, askeriyle birlikte Mısırdan çıkıp, deniz kenarında bulunan İsrailoğullarına yaklaştığını, iki taraf askerinin birbirini gördüğünü; önlerinde deniz, arkalarında düşman ordusu olduğundan, İsrailoğullarının endişeye kapıldıklarını, Musanın kurtulacaklarına dair onlara teminat verdiğini beyan ettikten sonra, İsrailoğullarının kurtulduklarını haber vermiştir.
Abdullah ibni Selamdan rivayet edilerek bildirildiğine göre, Musa denizin kenarına vardığında; “Ey her şeyden evvel var olan, her şeyi var eden, ezeli ve ebedi olan Rabbim! Bana bir çıkış yolu göster” diye dua etti. Allah ona; “Asanı denize vur!” diye vahyetti. Nitekim ayet-i kerimelerde mealen buyruldu ki:
“Biz Musaya ; asan ile denize vur diye vahyettik. O da vurunca, deniz parçalara (oniki parçaya) ayrılıp yollar (oniki yol) meydana geldi. Her yolun iki yanı (yolların arası, semaya yükselen) büyük bir dağ gibi sularla kaplı, açılan yollar ise kupkuru idi. (Yolların etrafındaki yüksek sular, Allahın kudretiyle, hareket etmeden o şekilde duruyordu. Oniki fırka olan İsrailoğullarından her fırka bir yoldan girip, selametle karşıya geçtiler.) Firavun ve kavmini de İsrailoğullarına yaklaştırdık. (Onlar da açılan yollardan denize girdiler.) Musa ve beraberinde bulunan İsrailoğullarını boğulmaktan kurtardık. Sonra Firavun ve kavmini denize garkettik.
İşte bunda (denizin yarılıp Musa ın ve beraberinde olanların kurtulmalarında, Firavun ve kavminin boğulmasında); Allahın kudretine, Musanın davasının doğruluğuna delalet ve bir ibret vardır. Lakin Firavun kavminin ekserisi onu tasdik etmediler. (Denildi ki, Firavun kavminden Musaya iman etmiş olanlar, sihirbazların dışında sadece şunlardır: asiye binti Müzahim, Hazkil ve hanımı, Maşita Hatun ile Meryem binti Namusa isimli bir kadın.)
(Ya Muhammed !) senin Rabbin, Firavun gibi düşmanlarına galib ve Musa gibi dostlarına merhamet sahibidir.” (Şuara suresi: 63-68)
Rivayete göre, Musa ve yanında bulunanlar, Allahın kudretiyle denizde açılan yollara girip ilerlemeye başladılar. Oniki tane ayrı yol vardı. Her iki yol arası dağ gibi su idi.
İsrailoğulları denizde ilerlerken, bir yolda bulunan başka yoldakini bilmez ve görmezdi. Çünkü arada dağ misali su kümeleri donmuş halde duruyordu.
Hazret-i Musanın yanında olanlar, ona; “Ya Musa ! Biz bu yolda gidiyoruz. Fakat diğer yollara girmiş olan akrabalarımızın halinin nice olduğunu bilmiyoruz. Onlar da bizim gibi sağ ve selametle yollarına devam ediyorlar mı? Yoksa denizin içinde boğulup helak mi oldular?” dediler.
Hazret-i Musa hemen dua etti. Allahın kudretiyle, yollar arasında bulunan dağ gibi sular içinde pencere açıldı. Böylece, denizden geçmekte olan İsrailoğulları birbirlerini görerek sevindiler. Gönülleri rahatladı.
Kolaylıkla denizi geçip karşı kıyıya çıktıkları zaman, geri tarafta Firavun ve ordusunun önü de denize dayanmıştı. Denizde açılmış yolları ve İsrailoğullarının selametle karşıya geçtiğini görünce hayrette kaldılar. Denizde açılmış yollar, önlerinde apaçık duruyordu. Fakat asker, girmeye cesaret edemedi. Firavun, askerini cesaretlendirmek için; “Denize bakın! Düşmanlarıma, benden önde yürümüş, gitmiş olan kölelerime yetişmem için, heybetimden nasıl da yarıldı. Onları yakalayıp hepsini öldüreceğim. Yürüyün, haydi denize” diye böbürlendi.
Asker içinde, kimse denizde bulunan yollara girmeye cesaret edemedi. Hatta Firavunın veziri olan Haman bile, atını sürüp girmek isteyen Firavuna mani oldu ve; “Ben buraya çok geldim, burada böyle bir yol yoktu. Ben korkuyorum. Bu halin, o adamın (Hazret-i Musanın) bir hilesi olduğunu zannediyorum. Bizim ve adamlarımızın helak olmasından endişe ediyorum” dedi. Firavun onun sözlerine kulak asmadı ve denize girmek için acele ile atını ileri sürdü. At gitmek istemedi ve diretti. Bu sırada Cebrail beyaz renkli at üzerinde, bir insan suretinde oraya geldi ve ileri atıldı. Firavunın atı, onu görünce, kişneyerek ardından denize (denizde açılmış yola) girdi. Bundan sonra bütün ordu denize girip, ilerlemeye başladı. Aslında Firavunın kendisi de denize girmeye korkuyor, çekiniyor, fakat cesaretli imiş gibi görünmekten de geri kalmıyordu.
Firavun dahil orada bulunan herkes, insan şeklinde görünüp, denize giren Cebrail ı kendilerinden biri zannetmişler ve bundan sonra denize girmeye cesaret göstermişlerdi. Bu sırada Cebrail beyaz ata binmiş bir insan şeklinde önde giderken Mikail da yine ata binmiş bir insan suretinde Firavunın ordusunun arkasından gelerek; “Haydi çabuk olun! Önceki arkadaşlarınıza yetişin, geride kalmayın” diyerek onları da ileri sürdü. Nihayet, Firavunın askerinin ön kısmı karşı sahile yaklaştığında, arkada olanların hepsi denize girmişler, dışarıda onlardan hiç kimse kalmamıştı. Yani Firavun ile ordusunun ön tarafı, İsrailoğullarının çıktıkları kıyıya, arka kısmı ise geri taraftaki sahile yakın idi.
Bu halde iken Allah denize, kapanarak onları batırmasını emretti. Hak tealanın bu emri ile bütün yollar kapanıverdi. Firavun ve askerinin hepsi boğulup gitti. Musa ve beraberindekilerin, denizi selametle geçtikleri; Firavun ile ordusunun helak olduğu o gün, Muharrem ayının onu, yani aşure günü idi. Musa ve yanındakiler, bu nimete, şükür olarak, o gün oruç tuttular.
İsrailoğulları, karşı tarafta, sahilde, yüksekçe bir yere çıkmışlardı. Denizde açılmış yolların kapanması ve dalgaların çarpışmasıyla çıkan müthiş gürültüyü ve hengameyi duyup; “Bu sesler nedir?” diye söylenirlerken, Musa onlara; “Allah, Firavunu ve beraberindekilerin hepsini denizde boğup helak etti” dedi.
Bunun üzerine İsrailoğulları da bulundukları yüksekçe yerden, Firavun ve kavminin helak oluşlarını seyrederek, hadiseyi gözleriyle gördüler. Nitekim ayet-i kerimede mealen buyruldu ki:
“Ey Beni İsrail! Hatırlayın şu zamanı ki biz, o zamanda sizin deryaya girmeniz sebebiyle denizi (oniki ayrı yola) ayırıp sizi kurtardık. Firavun ve takımını da denizde garkettik ve siz de onların nasıl boğulup helak olduklarını sahilden seyrediyor, onlara bakıyordunuz.” (Bakara suresi: 50)
Rivayete göre Firavun, boğulacağını tam anlayınca; “Beni İsrailin iman ettiği Allahtan başka ilah olmadığına iman ettim. Ben şimdi Müslümanlardanım” dedi.
Bilindiği gibi, Firavun ve kavmine daha evvel, Allahın varlığına, birliğine inanıp, iman etmeleri, gafletten uyanmaları için Onun kudretine alamet ve işaret olmak üzere bazı musibetler gelmişti. Her musibet geldiğinde, Firavun ve kavmi Musaya yalvarıp; “Rabbinin sana verdiği ahd (peygamberlik, duanı kabul etmek) hürmetine Ona dua et. O senin duanı elbette kabul eder. Bu musibeti bizden kaldırsın. Eğer kaldırılırsa, artık biz elbette sana iman edeceğiz. İsrailoğulları ile gitmene müsade edeceğiz ve kati olarak, kesin bir şekilde söz veriyoruz ki, bir daha eski halimize dönmeyeceğiz” diyorlardı. O da dua edip musibet kaldırılınca, onlar verdikleri sözü tutmayıp, yine eski halleri üzere devam ediyorlardı.
alimlerin bildirdiklerine göre, Firavun her ne kadar boğulurken iman ettiğini söyledi ise de bu hakiki bir iman, tasdik değildi. Böyle söylemekle, kurtulacağını sandı. Kurtulsaydı küfür ve zulmüne devam edecekti.
Ayrıca bu iman, kalbden olsa bile, yeis ve ümidsizlik halinde olduğundan, makbul ve muteber değildir. Artık, can hulkuna (boğaza) geldikten sonra, ruhunun çıkmak üzere olduğu sırada, insana ahiret halleri keşfolup hakikati gördüğünde, bu anda iman etmesi de makbul ve muteber değildir. Yani imanın gaybi olması, insanın görmeden inanması lazımdır.
Tefsir alimlerinin beyanlarına göre, Firavunın imanı sahih ve makbul değildir.
Musa ile birlikte İsrailoğullarının denizden selametle geçip kurtulmaları, Firavun ve kavminin, topluca denizde boğulmaları hususunda, başka ayet-i kerimelerde de mealen buyruldu ki:
“Celalim hakkı için, muhakkak ki biz, Kureyş kavminden evvel, Firavun kavmini de (mühlet ve çok mal vermekle) imtihan etmiştik. Kendilerine, tarafımızdan şerefli bir peygamber geldi (ki Musa dır.) O, onlara şöyle dedi; Allahın kullarını (Beni İsraili) bana verin. (Onları benimle gönderin. Yakalarını serbest bırakın, kendilerine azab etmeyin.) Muhakkak ki, ben, Allah tarafından size vahiyle gönderilmiş emin bir peygamberim. Allaha karşı tekebbür etmeyin. Zira ben size davamın doğru olduğunu açıklayan delil ile, açık mucize ile geldim. Biliniz ki ben, beni taşlamanızdan, öldürmenizden, benim ve sizin Rabbiniz olan Allaha sığınıyorum ki, O beni muhafaza eder.
Eğer beni tasdik ve iman etmezseniz, beni kendi halime bırakınız. (Ben hayrınızdan geçtim şerriniz bari dokunmasın. Onlar iman etmedikleri, kendisini yalanladıkları gibi, bilakis bir takım eza ve cefaya başlayınca) Musa Allaha dua edip; “Ya Rabbi! Bunlar küfür üzere ısrar eden bir kavimdir” dedi. Allah Musaya vahyedip buyurdu ki, kullarım (Beni İsrail) ile gece (Mısırdan) çıkıp git. Firavun ve takımı sizin çıktığınızı haber aldıklarında ardınızdan gelirler. (Onlar mutlaka sizi takip edeceklerdir.) (Duhan suresi: 17-23)
“…Biz de Firavunu ve beraberinde bulunanları, toptan denizde boğuverdik.” (İsra suresi: 103)
“(Firavun ve kavmi) küfür üzere ısrar edip, ayetlerimizi yalanladıkları ve onlara kulak asmayıp gafil bulundukları için, biz de kendilerinden intikam almak diledik ve hepsini denizde boğduk.” (Araf suresi: 136)
“Vakta ki, Firavun ve kavmi, inadla ve isyanda haddi aşmakla bizi gadaplandırdı. Biz de onlardan intikam aldık. Hepsini deryada boğup helak ettik. Bunları sonra gelip böyle inad edecek olan kavimlere öncü bir kavim ve yine onları gelecek nesillere bir misal ve ibret yaptık.” (Zuhruf suresi: 55-56)
“(Musa İsrailoğulları ile birlikte denizi geçince, Allah Musaya buyurdu ki:) Kavminle denizi geçtikten sonra onu olduğu gibi bırak. (Asanı tekrar vurup, açılmış olan yolları kapatma. Açık bırak.) Zira Firavun ve askeri o yollara girip garkolacaklar, boğulacaklardır.” (Duhan suresi: 24)
“Şüphesiz biz, Beni İsraili; Firavunın ihanet edici azabından (onları köle gibi kullanmalarından, oğlanlarını öldürüp kız evlatlarını bırakmalarından, aşağılık işlerde çalıştırmalarından ve bunlar gibi ihanet ve hakaretlerinden) kurtardık. Şüphesiz ki, Firavun, İsrailoğullarına galip olmakla şerde haddi aşanlardan idi.” (Duhan suresi: 30-31)
“Ey İsrailoğulları! Hatırlayın şu zamanı ki, o zamanda biz sizi (atalarınızı) Firavunın ve kavminin zulüm ve haksızlıklarından kurtarmıştık. Onlar size azabın şiddetlisini yüklerler, çirkin olanını tattırırlardı. (Bir kısmınıza yapı yaptırır, bazınıza çift sürdürür, kiminize ekin ektirir, bir çoğunuzu kendilerine hizmet ettirir, kalanlarınıza ise iş yaptırmaz fakat vergi alırlardı.) Hatta kuvvetinizi, üstünlüğünüzü kırmak için, doğan evladınızdan erkek olanları öldürürler, kızları ise sağ bırakırlardı. İşte bu beyan olunan azabda, Rabbiniz tarafından sizin için büyük bir imtihan vardı.” (Bakara suresi: 49, Araf suresi: 141)
“Muhakkak biz, Musa ve Haruna (aleyhimesselam) nimetler verdik. (Kendilerini, peygamberlik, dini ve dünyevi menfaatler vermekle nimetlendirdik.) O ikisini ve onlara tabi olup iman edenleri (İsrailoğullarını, Firavunın kendilerine galib olması ve denizde boğulmak gibi) büyük mihnet ve sıkıntıdan kurtardık. Onlara (o ikisine ve Beni İsraile) yardım ettik de, Firavun ve kavmi üzerine galib oldular.” (Saffat suresi: 114-116)
“Karun, Firavun ve Hamanı da helak ettik. Musa onlara mucize ve açık alametlerle gelmişti. Onlar ise çok kibirlenip, yeryüzünde (Mısır memleketinde) fesad çıkarmışlar, iman etmemişlerdi. Böyle olunca azabımız onlara erişti. Hiç biri azabdan kurtulamadılar.” (Ankebut suresi: 39)
“Biz İsrailoğullarını denizden (Kızıldenizden, Süveyş körfezinden) geçirdik. Firavun ve askeri ise zulüm ve saldırganlıkla onların ardına düşüp denize geldiler. (Halbuki, deniz, Musa ve kavmi için yarılmıştı ve onlar selametle karşıya geçmişlerdi. Firavun ve kavmi, denizi o halde görünce girdiler.) Denizin ortasında bulundukları bir sırada, yolların etrafında bulunan sular kapanıverdi. Firavunın askeri boğuluyordu. Firavun da sular arasında kalıp, yaşamasından ümid kesip, boğulacağını anlayınca; Beni İsrailin iman ettiği Allahtan başka ilah olmadığını tasdik ve Ona iman ettim. Ben de müslümanlardanım dedi.
(Ona); Önceleri Musayı dinlemeyip, isyan ve fesadda bulunduğun halde, şimdi elinden her şey gidince ve nefsinden, kendinden ümid kalmayınca mı iman ediyorsun? (denildi. Bu sözün, Allah tarafından veya Onun emriyle Cebrail tarafından Firavuna söylendiği bildirilmiştir.)
(Ey Firavun!) Bu gün senin cesedini denizden çıkarıp bir yüksek mahalle bırakırız ki, senden sonra gelenlere ibret olasın. Fakat, insanların çoğu, bizim alamet ve ayetlerimizden gafillerdir. Tefekkür etmezler ve ibret almazlar.” (Yunus suresi: 90-92)
Rivayete göre, Musanın Firavun dahil Kıpti ordusunda bulunanların hepsinin denizde boğularak helak olduklarını bildirmesi üzerine, İsrailoğulları, sahilden, karşıda uzak ve yüksek bir yerden onların boğulmalarını seyrettiler. Fakat sonra bunlardan bazısı, Firavunın suda boğulup helak olmasını iyice anlayamadılar. Daha önceki bildiklerine göre Firavun, insanların ihtiyaç duyduğu bir çok şeylere muhtaç değildi. Bu bilgilerine göre, deniz suyunun kapanmasının ona zarar veremeyeceğini, yine sağ kalıp, zulüm ve haksızlığa devam edeceğini zannettiler. Bu endişelerini Musaya arzettiler. Bunun üzerine, Allah denize emretti. Bir dalga, Firavunın cesedini arazide yüksekçe bir tümseğin üzerine attı. Zırhı üzerinde idi. İsrailoğulları onun cansız bedenini görüp, öldüğünü anladılar. Nitekim Allah, yukarıda zikredilen Yunus suresi 92. ayet-i kerimesinde bunu bildirmiştir. Denildi ki, onun cesedi böyle çıkarılmasaydı, bazı kimseler, onun ölüp ölmemesinde şüpheye düşüp, helak olmamıştır zannederlerdi.
Böylece Allah, İsrailoğullarını hatta bütün insanlığı Firavun gibi bir zalimin şerrinden kurtardı. Neticede, Musa gibi büyük bir peygambere karşı gelmenin cezasını, kavmi ile birlikte gördü.
Allahın, insanları ebedi saadete kavuşturmak için gönderdiği peygamberlere her asırda karşı çıkan ve insanların hidayete kavuşmasını engellemek isteyen zalimler olmuştur. Fakat bu zalimlerden hiç biri, imanı yok edememiş, Allahın dininin, dünyanın dört bir tarafına yayılmasına mani olamamıştır. Kendileri kahrolmuş, çok acı ve perişan halde saltanatlarından ayrılmışlar, zevklerine doyamadan ölümün pençesine düşmüşlerdir. İsimleri lanet ile anılmış veya unutulmuş, namları ve nişanlan kalmamıştır. ahirette Cehennem azabında sonsuz kalacakları gibi, dünyada zulüm ve azgınlıklarıyla insanlığa zararlı olmuşlardır. Kendileri rahat ve huzurun yanında, gönül saadetini de bulamamışlar, mülk ve saltanatları ne kadar muhteşem görünse de, devamlı rahatsız olmuşlardır. Zalimlerin ölüp gitmeleri ile, hem memleketler, hem de insanlar rahata, huzura kavuşur. Şu beyt, Firavunın halini çok güzel ifade etmektedir:
Ne kendi etti rahat, ne alem etti huzur,
Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubur.
Firavunın azıp ilahlık iddia etmesine, sonunda da helak olmasına sebep, cebbarlık yapmasıdır. Allaha asi olan, hakkı kabul etmemekte ısrar eden, haddi aşan kibir sahibi, zorba ve isyankar insana, cebbar denir.
Şu işleri yapan kişi cebbarlara benzemiş olur: Sadece kendisini ve kendi faydasına olan şeyleri düşünmek. Yalnız kendi görüş ve hareketlerini beğenmek. Mesela, kendisini beğenerek yürümek, kasılmak; kibrinden, hakir ve aşağı gördüğü için, insanlardan tarafa bakmaya tenezzül etmemek. Meclislerde, toplantı yerlerinde herkesin önüne geçmek, kendisini temize çıkarıp, başkasını kötülemek… gibi.
İnsanların azalarında ve zahirlerinde görülen bütün bu tecebbür (büyüklenme) ve tekebbür hareketleri, kalbin inanmamasından ve kibirli olmasından doğmaktadır. Böyle hallerin insanda ve azalarında görünmesine tecebbür, böyle kimseye de cebbar denir. Yeryüzünde tecebbür ve tekebbür edenlerin önde gelenlerinden ve ileri gidenlerinden biri de Firavun idi.
“Arais-ül-mecalis” kitabında, Cebrail ın, Resulallah efendimize şöyle söylediği bildirilmektedir: İki kimseye kızdığım kadar hiç kimseye kızmadım. Bunlardan biri, cinlerden iblis olup, ademe secde etmediği zaman; diğeri de insanlardan Firavun olup; “Ben sizin en yüce Rabbinizim” (Naziat suresi: 24) dediği zaman. (En çok, böyle yaptıklarında bunlara kızdım.)”
“Keşşaf tefsiri”nde, yukarıda meali verilen Yunus suresinin 92. ayet-i kerimesinin tefsirinde diyor ki: “… Seni deniz kenarında bir köşeye atacağız. Cesedini; tam, noksansız ve bozulmamış bir halde, çıplak ve elbisesiz olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olmak üzere koruyacağız.”
Firavunın cesedi bir İngiliz araştırma ekibi tarafından, Kızıldeniz kenarında kumlar arasında bulunarak İngiltereye götürülmüştür. Hadisenin olmasından bu güne kadar üçbin sene kadar çok uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Firavunın vücudu bozulmamış, etleri dökülmemiş, tüyleri kaybolmamıştır. Bu haliyle ve secde eder vaziyette, Londradaki meşhur British Müzesinde teşhir edilmektedir.
İşte bu hal; Kuran-ı kerimin fesahat ve belagatının, tam bir mucize olduğunu açıkça gösteren delillerden sadece bir tanesidir.