"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Yusufun zindandan çıkması

Şerbetçi, Yusuftan duyduğu rüyanın tabirini gidip Firavuna haber verdi. Firavun bu tabiri beğendi. Kuran-ı kerimde mealen bildirildiği gibi; “Onu bana getiriniz” dedi. Bu hadise, ilmin faziletini göstermektedir. Çünkü Allah Yusuf ın ilmini onun dünyevi bir sıkıntıdan kurtulmasına vesile kıldı. İlim, kişinin dünyevi sıkıntıdan kurtulmasına vesile olduğu gibi, ahiretteki sıkıntısından kurtulmasına da vesile olacaktır. Şerbetçi, Firavunın “Onu bana getiriniz” emri üzerine, Yusuf ın yanına gitti. Firavunın kendisini davet ettiğini bildirdi. Fakat Yusuf bu daveti kabul etmedi. Bu hal ayet-i kerimede mealen şöyle beyan buyruldu: “(Şerbetçi dönüp, Yusuf ın tabirini arz edince, tabiri beğenen) Firavun; “Onu bana getiriniz” dedi. Bunun üzerine ona elçi gelince, (Firavunın davetini tebliğ eyledi. Yusuf ona); “Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru (hali) neydi, kendisine sor. Benim Rabbim onların hilelerinin ne olduğunu (ne söylediklerini, ne yaptıklarını) elbette bilir” dedi. (Elçi, Firavunın yanına dönüp, Yusuf ın isteğini arz eyledi. Meseleyi tahkik eden Firavun, o kadınları derhal yanına getirtip; Kuran-ı kerimde bildirildiği gibi mealen;) “Yusufun nefsinden murad almak istediğiniz vakit ne halde idiniz? (Onu, Züleyhanın emrine itaata teşvik ederken size karşı bir meylini hissetiniz mi? Kendisinde bir kötülük, şüphe götürür bir hareket gördünüz mü?) dedi. (Kadınlar, Yusuf ı tenzih edip, onun temizliğine ve iffetinin yüksekliğine hayret ederek); “Haşa! Biz onun hiç bir kötü haline, hiç bir günahına muttali olmadık dediler. (Züleyha da mecliste idi. Hanınmlar onun yüzüne bakıp; Sen ne dersin? gibi bir imada bulundular.) Azizin hanımı (Züleyha); “Şimdi hak ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murad almak istemiştim. O ise, şeksiz şüphesiz doğru söyleyenlerdendir. (Yani önce ben ona iftira ettiğimde o kendisini müdafa ederek; Züleyha benden murad almak istedi” demişti. Gerçekten o, bu sözünde sadıktır) dedi.” (Yusuf suresi: 50-51)

Yusuf zindanda bu kadar zaman haksız yere kalmış iken, kendisinin, Firavunın davetini derhal kabul etmeyip, habse giriş sebebinin araştırılmasını istedi. Bunda bir maksadı olmalıydı.

Yusuf , yapılan daveti kayıtsız şartsız kabul edip, zindandan çıkmakta acele etse idi, Firavunın kalbinde bu iftiradan bir eser ve şüphe kalabilirdi. Fakat zindandan çıkmadan önce, meselenin araştırılmasını istemesi; kendisine atılan iftiradan uzak ve temiz olduğuna delalet ettiği gibi, zindandan çıkarıldıktan sonra da kınanmaktan kurtulmuş olacaktı.

Yine uzun bir müddet haksız yere zindanda kalan bir insanın, hükümdar tahliyesini isterse, o kimse çıkmak için acele eder. Yusuf kendisine isnad edilen suçtan uzak olduğu, hükümdar tarafından da anlaşılmadıkça zindandan çıkmak istememiştir. Onun bu halinden ne derece sabır ve sebat sahibi olduğu kolayca anlaşılır. Her türlü kötü işten temiz olduğunu herkese tasdik ettirmesi, hakkında her ne söylenmiş ise hepsinin yalan ve iftira olduğuna delalet eder. Yusuf ın, kendi durumunu, kendisine iftira eden, o ellerini kesen kadınlara sorarak araştırmasını Firavuna teklif etmesi de; bu mesele de temiz, nezih ve suçsuz olduğunun ayrı bir delilidir. Çünkü, kendisine isnad edilen işe bulaşmış olsaydı, önceki halinden bahsetmekten, bunun araştırılmasından korkardı.

Yusuf ın, kendisine gelen elçiye böyle demesinin sebebi, Kuran-ı kerimde mealen şöyle beyan buyruldu; “(Arada elçilik eden şerbetçi gelip, hakikatin ortaya çıkışını anlatınca, Yusuf, araştırılmadan önce niçin zindandan çıkmadığını izah için şöyle dedi): “Benim, işin doğrusunun anlaşılmasına vesile olan bu teşebbüsüm, onun (Azizin) gıyabında (hanımına) hıyanet etmediğimi, Allahın hainlerin hilelerini muvaffakiyete erdirmeyeceğini, (bilakis, Allahın bir müddet sonra da olsa hakkı ortaya çıkaracağını) bilmesi içindi.” (Yusuf suresi: 52)

Ancak Yusuf , bu söz ile kendisini temize çıkarmayı, kendi halini beğenmeyi (ucb) kastetmedi. Çünkü bu; “Kendinizi (ucb ve riya ile) temize çıkarmayınız” mealindeki Necm suresi 32. ayet-i kerimesi ile nehyedilmiştir. Bilakis Yusuf , bu sözü, kendisine ihsan buyrulan ismet ve tevfik nimetini göstermek için söylemişti. Nitekim, Duha suresinde mealen; “Rabbinin nimetini söyle” buyrulmuştur.

Firavunın yanına götürmek üzere gelen şerbetçiye, Yusuf ın verdiği cevabı bildiren bu ayet-i kerimede, bazı incelikler vardır:

1- Yusuf , Firavuna bir şeyi emretmiş görünmemek için, sözünü emir manasını taşıyan bir ifade ile söylemedi. Sadece, Züleyhanın meclisinde bulunan kadınlara; “Ellerini niçin kestiklerini sor” demekle iktifa etti.

2- Yusuf ; “O kadınların halini teftiş etmesini iste” demeyip; “O kadınların hali (zoru) neydi, kendisine (Firavuna) sor?” dedi. Maksadı böyle söylemekle, Züleyha ve diğer kadınların kendisine isnad ettikleri işten uzak ve temiz olduğunun ortaya çıkması için, Firavunu bu meseleyi araştırmaya teşvik idi. Çünkü her ne olursa olsun, bir kimseye bir şey sorulunca, o kimseyi o şey hakkında araştırmaya ve tecessüse sevk eder. Ayrıca insan kendisine sorulan suali bilmek ister, bilemedi denilmesini istemez. Bu sebeple sorulan şeyi araştırır. Bilhassa hükümdarlar, bu şekildeki hadiselerde halkının durumunu bilmek için hassas ve mütecessistirler. Eğer Yusuf , şerbetçiye; “Firavundan o kadınların halini araştırmasını iste!” şeklinde söyleseydi, bu, hükümdara karşı bir cüretkarlık olabilirdi, O zaman Firavun makamının yüksek olması dolayısıyla kibre kapılır, Yusuf ın sözüne itibar etmeyebilirdi.

3- Yusuf ın hapse girmesine, Züleyha sebep olduğu halde, onun ismini söylemeyip, sadece; “O kadınların hali neydi?” demesi, Züleyhanın evinde kaldığı için, onun hakkını gözetmesinden ve edebe riayet etmesindendir. Yusuf ın bu edebli ve asilane tavrından dolayı, Züleyha da Yusuf a nisbet edilen töhmetten, kötü işten beri ve temiz olduğunu itirafa kendisini mecbur tuttu. Yahut da Züleyha, Yusuf ın kendi hakkını bu derece korumasından dolayı, ona mükafat olarak Yusufun temiz olduğunu itiraf etti.

Sonra Yusuf ; “Benim Rabbim onların hilelerinin ne olduğunu elbette bilir” dedi. O kadınların Yusuf a yaptıkları hileler hakkında şu ihtimaller bildirilmiştir:1- Onlardan her biri, Yusuf ile beraber olmayı arzu ediyorlardı. Muradlarına kavuşamayınca, ona bu kötü iftirada bulunmuşlardı. 2- O kadınlar, Yusuf ı ayrı ayrı, Züleyhanın isteğine teşvik ediyorlardı. Fakat, Yusuf onların sözlerine itibar etmedi. İşte, Yusuf : “Benim Rabbim onların hilelerinin ne olduğunu elbette bilir” demek suretiyle, hanımların böyle bir hıyanete, ısrarlı şekildeki teşviklerine işaret buyurmuştur.

Bu ayet-i kerime, bilhassa, insanlara dinini öğretmek, doğru yolu göstermek için çıkan kimsenin yapmadığı bir şeyden dolayı kendisine isnad olunan töhmet ve suçu kabul etmemesi, böyle bir şeyden uzak ve temiz olduğunu isbata çalışması, töhmet altında kalmaya sebep olan yerlerden uzak durmak lazım geldiğinin delilidir.

Yusuf ; “Ben, onun (Azizin) gıyabında ona hıyanette bulunmadım” buyurdu. Hıyanette bulunmaması, tabiatının böyle bir şeye arzu ve istek duymadığından değil, bilakis Allah korkusundandı. Böylece beşer tabiatının beşer olma bakımından kötülüğü emrettiğini ve insan tabiatının lezzetlere düşkün olduğunu anlatmış oldu.

Yusuf ın bu sözü, Kuran-ı kerimde mealen şöyle beyan buyruldu; “Benim nefsim kötü şeyler istemez demiyorum. Çünkü, (Arşın üzerinde bulunan kalb, ruh ve alem-i emirdeki diğer latifelerin bineği olan anasır-ı erbeadan neşet eden) nefs (nefs-i hayvani, tabiatı icabı) kötülüğü emreder. Rabbimin merhameti ile korudukları müstesna. Muhakkak ki benim Rabbim (beşeri nefsin arzu ve isteklerine olan ihtiyari meylini) affeder. (Dilediğini benim gibi tevfik ve ismetine, korumasına nail olanları merhamet ve yardımının eseri olarak o meylden men eder, korur) dedi.” (Yusuf suresi: 54)

“Tefsir-i Mazhari”de buyruluyor ki: Yusuf burada nefs ile, anasır-ı erbeadan yani toprak, hava, su, ateşten, neşet eden hayvani nefsi kastetti. İmam-ı Rabbani hazretleri mektubatının bir çok yerlerinde hayvani nefsin arzularını, bedenin arzuları şeklinde açıklamıştır. Birinci cilt 260. mektubunda buyuruyor ki:

“Ey oğlum! Bu mutmainne, İslamiyete karşı gelemez. Baş kaldıramaz. Bütün varlığı ile, Rabbine dönmüştür. Ona tutulmuştur. Onun rızasını kazanmaktan başka, hiç bir düşüncesi yoktur. Ona itaat ve ibadet etmekten başka bir düşüncesi yoktur. Önce, mahlukların en kötüsü olan nefs-i emmare, şimdi itminan kazanmış ve Allahı razı ederek, alem-i emrin latifelerinden üstün olmuştur. Arkadaşlarının şefi olmuştur. Evet, Muhbir-i sadık (yani hep doğru söyleyici); “Cahillikte en ileride olanınız, İslam alimi olunca, en ileriniz olur” buyurmuştur. Bundan sonra, insanda İslamiyete uymamak, başkaldırmak gibi şeyler görülürse, bunlar cesedi meydana getiren maddelerden hasıl olur. Gadab, şehvet, hırs gibi aşağı düşünceler, bu maddelerden ileri gelmektedir. Bir şeye düşkün olmak, cimrilik, bayağı işler hep onlardan doğmaktadır. Hayvanlarda nefs-i emmare yoktur. Halbuki bu kötülükler, hayvanlarda daha çok vardır. Resulallah; “Küçük cihaddan döndük, cihad-ı ekbere geldik” buyurduğunda, cihad-ı ekber olarak, çok kimselerin dediği gibi nefsle cihadı değil, belki cesed ile cihadı bildirmiştir. Çünkü nefsleri itmimana kavuşmuş, Rablerinden razı olmuş, Rableri de o mübarek nesflerden razı olmuştur. Bu nefsler, İslamiyetten ayrılamaz. Rablerine karşı baş kaldıramazlar. Cesedi meydana getiren maddelerin İslamiyete uymuyor görünen arzuları ve baş kaldırmaları, daha iyisini yapmağı istememeleridir. İzin verilen şeyleri yapmalarıdır. Azimeti yani en iyisini terk etmeleridir. Yoksa, haram işlemeği ve farzları, vacibleri terk etmeği istemezler.”

Yusuf ın bu sözünde, Züleyhanın zevcine hıyanette bulunduğu haber verilmekte, Yusuf ın ise emin ve güvenilir olduğu anlatılmaktadır. Bu ayet-i kerime, Yusufun kendisine nisbet edilen bütün kötülüklerden beri ve temiz olduğuna kati bir delildir. Ayrıca, Yusuf bu sözüyle, kendisini temize çıkarıp, kendisini beğenmeyi kasdetmedi. Bilakis Allahın kendisine olan lütuf, ihsan ve nimetlerini izhar etmek istedi. Böyle söylemekle de, insanları kendisine uymaya, bildirdikleri ile amel etmeye teşvik etti.

İnsanın nefsi, batıl ve boş şeylerden, arzu ve isteklerinden fevkalade lezzet ve tat alır. Nefsin böyle tat alması olmasaydı, insanların ekseriyeti nefislerinin şehvetlerine, arzu ve isteklerine boyun eğmezdi. Bundan anlaşılıyor ki, Allahın katında kıymetli ve sevgili olanlar, nefsinin ayıplarını herkesten iyi görürler. Nefsini başkalarından daha çok suçlar ve kötülerler. Haliyle böyle bir nefsin kendini beğenmesi ve gururlanması da az olur.

ayet-i kerimede mealen; “Muhakkak ki nefs, kötülüğü emreder” buyrulması, insan nefsinin her zaman kötülüğe meylettiğini, yalnız Allahın muhafaza ettiği nefslerin bundan müstesna olduğunu göstermektedir. Bu sebeple Yusuf ; “Benim nefsim kötü şeyler istemez demiyorum” buyurduktan sonra; “Nefsim kötülüğü emredicidir” buyurmadı. Aksine; “Muhakkak nefs kötülüğü emreder” diyerek nefsin kötülüğü emredici olduğunu umumi bir ifadeyle buyurup, sonra, günahdan masun (korunmuş, yani mutmainne olmuş) olan nefsleri istisna etmiştir.

İnsan nefsi, kötülüğü emredici olmak cibilliyeti (yaratılışı) üzere halk olunmuştur. Kendi haline ve tabiatının icabına göre bırakılınca, şerre yani kötülüğe yönelir. Kötülükten başka bir şeyi emretmez. Fakat, Allahın muhafaza ve sıyanetine (korumasına) mazhar olunca; nefis asli tabiatını ve yaratılıştan sıfatı olan şerliliği, hayır ile değiştirir. Böylece, beşer olma karanlığının gecesinde hidayet safasının aydınlığını teneffüs eder. Gönül semasının ufku aydınlanınca, levvame olur. Kötü işlerinden dolayı kendi kendini kınar ve ayıplar. Kötülük ile emredici olduğu zaman, kendisinden meydana gelen kötü hallerinden, dolayı pişmanlık gösterir. Allah da tevbesini kabul eder. Çünkü nedamet, tevbe demektir. Nefis, Allahın inayetine (ilahi yardımına) kavuşunca, kendinin kötülüğü ve Allahtan korkması icab ettiği ilham edilir. Bu nefs-i mulhime mertebesidir. Bundan sonraki mertebede nefs, İslamiyetin emir ve yasaklarından kıl kadar ayrılmaz. Resulallahın ahlakı ile ahlaklanmaktan zevk ve lezzet alır. Böyle olan kimsede; cömertlik, yumuşaklık, güler yüzlülük, sabır, tevekkül, rıza, doğruluk, teslimiyet, şükür, ayıpları örtmek, kusurları affetmek gibi bütün güzel sıfatlar mevcut olur. Bunlar, Allahın her işinden razıdır. Allah da onlardan razı olmuştur. Bunlar; “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” diyenlerdendir. El-Fecr suresinde mealen; “Ey mutmainne olan nefs!” kelamıyla bunlara hitab buyrulmuştur. Bunlar, mutmainne olan nefislerdir. Nefs-i mutmainne, bütün varlığı ile Rabbine dönmüştür. Onun rızasını kazanmaktan, Ona itaat ve ibadet etmekten başka hiç bir düşüncesi yoktur. İtminan makamında İslam-ı hakikiye kavuşulur ve imanın hakikati hasıl olur. Bundan sonra nefs-i radiyye makamı vardır. Bu mertebede nefis, Allahtan razıdır. Her halinde rıza ile sıfatlanmıştır. Allah bu nefise mealen; “Razı olmuş ve razı olunmuş olarak Rabbine dön” (El-Fecr suresi: 28) kelamıyla hitab buyurmuştur. Bu nefis, beşeri sıfatlardan temizlenmiş olarak kemale gelmiştir. Bu nefsin hali, tadarak anlaşılır, tam bir teslimiyet ve rıza üzeredir. Allahtan, başka her şeyi unutmuştur. Her türlü haramdan ve şüphelilerden sakınır. İbadetlerinde ihlas, muhabbet ve huzur içindedir. Bir çok kerametlere kavuşmuştur. Hiç bir şey, onu Allahın kullarına doğru yolu göstermekten alıkoyamaz. Sözünü duyan ondan istifade eder. Nefsi bu makama kavuşan kimse, Hakkın huzuru ile edeb deryasına dalar. Duası asla red olunmaz. Fakat edeb ve hayasının çokluğundan bir şey isteyemez. Allahın katında izzetli ve muhteremdir. İnsanlar yanında da muhteremdir. İnsanlar ona tazim edip, saygı gösterirler, ama bunun sebebini anlayamazlar. Fakat onu görünce, muhabbeti kendilerini kaplar ve anlamadıkları bir kuvvet, onları, ona hürmet etmeye zorlar. Bu hal, Allahın o salih kul üzerinde bulundurduğu heybet ve vakar sebebiyledir. O salih kul, bütün bunlara meyl ve aldırış etmez. Yalnız Allah ile meşguldur. Bu, Rabbinden razı olan nefsin yani nefs-i radiyyenin makamıdır. Bir de Rabbinin razı olduğu nefsin (Nefs-i merdiyyenin) makamı vardır. Nefs-i merdiyye, Allahın kendisinden razı olduğu nefstir. Allahın ahlakı ile ahlaklanmış, insanlık sıfatlarının hemen hepsini terketmiştir. Böyle olan nefs, hataları affeder, kusurları örter, kimseye su-i zan etmez, hiç kimse hakkında kötü düşünmez. Daima hüsn-i zan ile herkese lütuf ve şefkat gösterir. İnsanları, tabiatlarının zulmetlerinden kurtarıp, nura gark etmek için, onlara sevgi ile yönelir. Bu yöneliş ve sevgi, insanlara olan merhamettendir. Nefs-i merdiyye makamında olan kamil insanın, görünüşte diğer insanlarla farkı yoktur, ama kalbi pek kıymetli olup, misli bulunmayacak kadar azdır. Bunlar, seçilmişlerin seçilmişidir. Bunların her biri nur kaynağı, sırlar hazinesi, seçilmişlerin önderidir. Kalbi, Allahtan başkasından kurtulmuştur. Allahın razı olduğu her şeyden razıdır. Allahın kendisine ihsan ettiği marifet ve hikmetleri, insanların idrak edebileceği şekilde anlatır. Onlara faydalı olmaya çalışır. Nefs-i merdiyyeden sonra, nefs-i kamile (kamil insan) vardır. Evliyalık makamının en yüksek derecesidir. Bütün kemalata, olgunluklara, yüksekliklere kavuştuğu için, bu mertebedeki nefse, kamile ismi verilmiştir. Yukarıda bildirilen nefislerin sahiplerinde bulunan bütün güzel huy ve sıfatlar, nefs-i kamile sahibinin sıfatlarıdır. Bu makama ulaşan kimse, bütün maksat ve arzularına kavuşmuş, tek muradı Allahın rızasını kazanmak olmuştur. Her hareketi ibadet ve taat olup, ilim ve hikmet doludur. Yüzünü gören, huzura kavuşur. Kim görürse, kalbine Allahın zikri ve fikri gelir. Tam bir huşu ve hudu ile Allaha yönelmiştir. Nefsi bu makama kavuşan kimse, tam bir veli ve olgun bir rehberdir. Her an ibadetle meşguldur. Bedeninin her uzvu ile ibadettedir. Bütün azaları, haramlardan uzak olup, kalbi her an Allah iledir. Bir an ondan gafil değildir. Hep istiğfar eder, rızası ve sevinci, insanların Allaha bağlanmasındandır. Gadaplanması ve üzülmesi de, insanların Allahtan gaflet edip yüz çevirmelerindedir. Hakkı, doğruyu isteyenlere rağbet ve muhabbeti, öz evladına olandan daha çoktur. Herkese emr-i maruf nehy-i anil-münkerde bulunup, yumuşak ve alçak gönüllülükle söyleyerek nasihat etmeyi kendisine şiar edinmiştir. Bir kimseyi sevmesi veya sevmemesi, hep Allah içindir. Kendisi için kalbinde kimseye kötülük beslemez. Allah için olan işleri yapar. Ayıplayanların ayıplamasından çekinmez. Her işinde adalet üzere bulunur. Allahın huzurunda olduğunu bir an bile unutmaz. Böyle nefisler, Allahın merhametine kavuşmuşlardır. Nitekim Yusuf , Yusuf suresi 53, ayet-i kerimesinin sonunda bildirildiği gibi mealen; “Rabbimin merhameti ile korudukları müstesna” buyurdu. Böyle kimseleri, Allah korur. Bu sebeple onlar, nefislerine uymayıp daima mücadele ederler. Bu mücadelelerinden dolayı da meleklerden üstün olma derecesine kavuşurlar.

Allah bu mertebeye erişen nefsin kötülüklerini iyiliğe çevirir. Onu, hayır işlerde başkalarına rehber yapar.

Yusuf , zindana girince Cebrail gelmiş ve kendisine; “Allahümmecal li min indike ferecen ve mahrecen, verzukni min haysü la ahtesib” (Allahım! Bana kendi katından, içinde bulunduğum bu sıkıntıdan çıkış ve kurtuluş yolu nasib eyle. Beni ummadığım yerden, rızıklandır) duasını öğretmişti. Yusuf da böyle dua ederdi.

Allah, onun bu duasını kabul etti. Zindandan çıkması için sebepler yarattı. Yusuf ın halleri Firavunın da hoşuna gitti. Çünkü, rüya tabir ilmine vakıftı. Zindandan çıkmaya heveslenmemiş, ellerini kesen kadınların halinin araştırılmasını istemiş, bir de kendisine yapılan iftiradan uzak olup temiz ve günahsızlığını göstermişti.

Ayrıca Yusuf ın çok ibadet ve taat yapması da, Firavunın hoşuna giden bir yönü idi. Bütün bunlar; Yusuf ın ilminin çokluğu başta olmak üzere, kendisine güvenilmesine ve ziyadesiyle hayranlık duyulmasına sebebiyet verdi. Böylece Firavun, Yusuf hakkında hüsn-i zan sahibi oldu.

Hükümdarların ortak yönü; en değerli kimseleri ve en kıymetli şeyleri kendilerinde bulundurmak istemeleridir. Zamanın Mısır Firavunı da, böyle üstün hasletlere sahip olan Yusuf ı, kendisine müsteşar edinmek istedi. Bu sebeple, “Onu bana getirin, kendisini has müsteşar edinip işlerimi ona bırakayım” dedi. Firavunın emri üzerine elçi (şerbetçi), Yusuf ın yanına geldi. Firavunın kendisini çağırdığını söyledi. Yusuf , hakikat ortaya çıktığı için, artık Firavunın davetini kabul etti.

Zindan arkadaşları, Yusuf ın aralarından ayrılışına çok üzüldüler. Çünkü ondan hep iyilik ve fayda görmüşlerdi. Kendilerine daima yardımcı oluyordu. Yusuf zindandan çıkarken zindandakilere veda edip şöyle dua etti: “Allahım! Hayırlı (salih) kimselerin kalplerini onların üzerine çevir. Onlardan haberleri, gizli tutma.” Yusuf ın bu duasından sonra, haberler herkesten önce hapishanedekiler tarafından öğrenilmeye başladı. Zindanın kapısına; “Burası, bela, musibet ve hüzün evi, dirilerin kabri, düşmanların sevinç, dostların tecrübe yeridir” diye yazdı. Gusl abdesti alıp elbiselerini değiştirdi. Sonra Firavunın sarayının kapısına kadar geldi. Bu sırada “Hasbi Rabbi min dünyayi ve hasbi Rabbi min halkıhi azze Şanuhu ve senauhu vela ilahe gayruhu: (Rabbim, dünyamın ve yarattıkları hakkında bana kafidir. Ondan başka ilah yoktur)” diye dua etti.

Firavunın odasına girince; “Allahümme inni eselüke bihayrike min hayrihi euzü biizzetike min şerrihi ve şerri gayrihi”: (Allahım! Bana ondan hayır gelmesini nasib et. Onun ve başkasının şerrinden sana sığınırım)” diye dua etti.

Firavun kendisini görünce, Yusuf Arapça selam verdi. Firavun; “Bu hangi lisandır?” diye sordu. O da; “Amcam İsmail ın lisanıdır” cevabını verdi. Sonra Firavuna İbrani lisanı ile söyledi. Firavun yine; “Bu hangi lisandır?” dedi. Yusuf ; “Babalarımın lisanıdır” dedi. Rivayete göre; Firavun, çok lisan bilirdi. Hangi lisan ile konuşursa Yusuf da o dil ile cevap verirdi. Arapça ve İbraniceyi de onun bildiği lisanlardan fazla olarak biliyordu. Firavun, ondaki bu hallere hayran oldu. Çok iltifatlarda bulundu. Yusuf ın zindandan getirilmesi ve Firavunla konuşması hususu Kuran-ı kerimde mealen şöyle bildirildi; ”Firavun; “Getirin onu bana, Onu kendime has bir müsteşar edineyim” dedi. Onunla konuşunca da: “Sen bugün (den itibaren) bizim nezdimizde mühim bir mevki sahibisin, her işte eminsin, (itimad edilen bir müsteşarsın) dedi.” (Yusuf suresi: 54) Önce Firavun konuştu. Çünkü, hükümdarlar, meclislerinde ilk önce kendileri konuşurlar. Başkasının söze başlaması edebsizlik sayılır.

Firavun, Yusuf la konuştukça ona olan hayranlığı gitgide artıyordu. Halbuki Yusuf ı ilk gördüğünde; “Bunca yaşlı başlı sihirbaz ve kahinin tabir edemediği rüyayı bu genç mi yorumladı?” diye sormaktan kendisini alamamıştı. Rüyasının yorumunu, bir de Yusuf ın ağzından dinlemek istedi. Rivayete göre Yusuf , Firavunın rüyasını ve tabirini şöyle anlattı; “Rüyanda, Nil Nehri kenarında semiz ve güzel yedi ineğin ortaya çıktığını gördün. Sen onların güzelliklerine hayran hayran bakarken, aniden suyun kabardığını sonra da kuruduğunu gördün. Bu sırada Nilin kokmuş çamurlarından, zayıflıktan karınları yapışmış yedi ineğin çıktığını gördün. Bunlar yedi semiz ineğin arasına girip, onları yırtıcı hayvanların parçaladığı gibi parçaladılar. Etlerini yediler, derilerini parçaladılar ve kemiklerini kırdılar. Sen, zayıf olmalarına karşılık semiz ineklere galip gelip, onları yemelerine rağmen, hiç semizleşme olmadığını görüp hayret ettin. Bu sırada aniden, tanesi dolgun yedi yeşil ve taze başak gördün. Bunun hemen yanında, kuru ve siyah yedi başak daha vardı Hepsinin kökleri sulu bir yerde idi. Sen ise kendi kendine hayret içerisinde; “Bittikleri yer aynı, hepsi de sulu bir yerde bulunuyor. Fakat bu yedisi yeşil ve meyveli; şu yedisi ise, siyah ve kuru, bu nasıl oluyor?” diyordun. Bu sırada rüzgar esti. Kuru ve siyah olan başakların yaprakları, yeşil başakların üzerine dağıldı. Bu sırada yeşil başaklar arasından bir ateş çıktı. Bu ateş onları yakıp kararttı. İşte, senin gördüğün rüya budur” buyurdu. Yusuf ı dikkatle dinleyen Firavun; “Ey Sıddık! Gördüğüm rüyayı olduğu gibi anlattın. Hiç hata etmedin. Senden dinlediklerim, gördüğüm bu rüyadan daha garib ve hayret verici. Şimdi bunun için ne tedbir almamız gerektiğini söyle” dedi. Firavun, rüyanın tabirini daha önce dinlediği için sadece rüyayı dinlemekle yetindi. Yusuf söze başladı; “Bolluk senelerinde çok ekip, ekinleri sapları ile beraber başaklarında anbarlara koymalısın. Bu şekilde ekinler bozulmadan kalır, hem de saplar, hayvanlarınız için yem olur. Halka da ekinlerinden ihtiyaçları kadarını yemelerini, geriye kalanını saklayıp korumalarını emretmelisin. Sakladığın bu kadar yiyecek, Mısır halkı ve etrafındakiler için kafi gelir. Böylece daha evvel kimsenin toplamadığı malı toplamış olursunuz. Kıtlık zamanı her taraftan insanlar, yiyecek almak için size gelirler. Topladığınız yiyecekleri, onlara satarsınız. Bu şekilde hem onlar ihtiyaçlarını giderir ve hem de devlet hazinesi mal ile dolar” buyurdu. Yusuf ın bu tavsiyeleri, Firavunın çok hoşuna gitti. Fakat bu işte kendisine yardım edebilecek, kabiliyetli birini tanımıyordu. Yusuf a; “Bu hususta bana kim yardımcı olur? Bu işi benim için kim yapar?” dedi. Yusuf onun bu sözüne, ayet-i kerimede de bildirildiği gibi mealen şöyle cevap buyurdu; “Arzın (Mısırın) hazinelerinin (idare işini) bana bırak. Ben onu (müstahak olmayanlardan) muhafaza etmeye muktedirim, tasarruf yollarını bilirim” (Bu büyük ve mühim işi hakkıyla yaparım) dedi.” (Yusuf suresi: 55) Yusuf ın bu sözüyle kendisini ileri sürmesi bu vazifeye getirilmesini bir sene geciktirdi. Nitekim İbn-i Abbasın bildirdiği hadiste, Resulallah buyurdu ki: “Kardeşim Yusufa Allah rahmet eylesin. Eğer; Mısır hazinelerinin muhafaza ve idaresine beni memur et! demeseydi, Firavun, kendisini derhal o memuriyete tayin edecekti. Fakat o sözü söyledi, bu talebi, o işin ona verilmesini bir sene geciktirdi.”

Fahreddin-i Razi bu hadis-i şerifi açıklarken şöyle buyurdu; “Bu garib bir sırdır. Yusuf , hapishaneden, hakikat ortaya çıkmadıkça, çıkmak istemedi. Allah onun zindandan çıkışını en güzel şekilde kolaylaştırıp, çabuklaştırdı. Burada ise, hazine idareciliğini almak için talebde bulundu. Fakat Allah onun bu arzusunu geciktirdi. İşte bu hadise, (Allahın emri olduğu için) sebeplere yapışarak tam bir tevekkül halinde olmak lazım geldiğini göstermektedir.”

“Hakka tefviz et umuru ne elem çek ne keder,

Gelir elbette zuhura ne ise hükm-i kader”

Fahreddin-i Razi , Yusuf ın Firavunın hazinelerinin idaresini kabul etmesindeki bazı hususları şöyle zikretmektedir. Resulallah, Eshab-ı kiramdan Abdurrahman bin Semureye buyurdu ki: “Ey Abdurrahman! Emirlik isteme. Eğer emirliği istersen, sana verilir (fakat yardımdan mahrum kalırsın). Eğer istemeden sana verilirse, bu işte yardıma kavuşursun” buyurdu. Ama halkın işlerinde tasarruf ve yetkiyi alması Yusuf a vacib idi. Bundan dolayı işi üzerine almak ona caiz oldu. Halkın işlerinde tasarruf ve yetkiyi ele almasının Yusuf a vacib olmasının birkaç sebebi vardı:

1- Yusuf Allah tarafından insanlara gönderilen bir peygamber idi. Onun için mümkün olduğu kadar, insanlara işlerinde faydalı olması lazım ve vacib idi.

2- Yusuf , yakında kıtlık çekileceğini, bu seneler için tedbirli ve ihtiyatlı bulunulmazsa, halkın büyük bir kısmının helak olacağını vahy ile öğrenmişti. Allahın, Yusuf a kıtlığın zararının az olması için tedbir almasını emretmiş olması muhtemeldir.

3- Ayrıca layık olanlara faydalı olmak, onlardan zararı def etmek aklen de güzel bir iştir.

Fahreddin-i Razi , bunları anlattıktan sonra buyurdu ki: “Yusuf halkın faydasına olan işlerde titizlik göstermekle mükellef idi. Hazinenin idaresi onun elinde olmadıkça, üstlendiği vazifeyi yerine getirmesi mümkün değildi. Vacib bir işin yerine getirilmesine sebep olan şey de vacib olur. Bundan dolayı, Mısır hazinelerini ele almak istemesi, Yusuf a vacib işlerdendi. Yoksa kıtlıkta, insanların ihtiyaçlarını gidermesi mümkün olamazdı.”

Yusuf ; “Ben onu (hazineleri) muhafaza etmeye muktedirim, tasarruf yollarını bilirim” buyurmakla, zahiren kendisini medhetmiş gibi görünse de, hakikatte, böyle değildir. Çünkü Yusuf böyle buyurmakla, hazine işlerini yürütmekte lazım olan iki vasfını burada beyan buyurmuştur. Kendisini medh etmekle, bu mana arasında fark vardır. Firavun, her ne kadar, Yusuf ın din ilimlerindeki kemalini ve üstünlüğünü anlamış ise de, mali işleri yürütüp yürütemiyecegini bilmiyordu. Onun için Yusuf , mali işlerdeki ehliyetini Firavuna bildirmeye ihtiyaç olduğu zannı ile; “Ben onu muhafazaya muktedirim, tasarruf yollarını bilirim” buyurmuştur.

“Tıbyan tefsiri”nde; “Bu ayet-i kerime, kabiliyeti olduğunu ortaya koyarak, kafir bile olsa devlet başkanlarından iş istemenin caiz olduğuna delalet eder” buyrulmaktadır.

Sırrı Giridi , Ahsen-ül-kasas adlı eserinde şöyle buyurdu: “Bu ayet-i kerime, bir iş talebinde bulunmanın, bu sahada, ehil ve istidad sahibi olduğunu göstermenin caiz olduğuna delalet ettiği gibi, adaleti yerine getirmek, insanlara kolaylık sağlamak ve işlerinin yolunda gitmesini temin etmek; zalim veya kafir bir kimsenin yardımına bağlı olduğu vakit kesin kanaat hasıl olunca, gerek zalim gerekse kafirden iş almada bir mahzur bulunmadığını göstermektedir.”

“Tefsir-i Mazhari”de bu hususta şöyle buyrulmaktadır: “Yusuf ın Firavuna kendisini, emin (güvenilir) ve mali işlerde ehil bir kimse olarak anlatıp, ondan hazine işlerinin idaresini istemesi, bu yolla maliyeyi Allahın rızasına uygun yürütmek, hakkı ayakta tutup, işleri adalet üzere yapmak maksadı ile idi. Zaten peygamberlerin aleyhimüsselam kullara gönderilmelerinin sebebi de budur.” İşte, Yusuf , kendisinden başka hiç bir kimsenin bunu başaramayacağını bildiği için, Firavundan böyle bir talebde bulunmuştu. Dünyanın makam ve mevkiini sevdiğinden dolayı değil, sırf Allahın rızasını düşünerek bu talebde bulunmuştu. İşte bunun gibi Resulallah efendimizin, ahirete teşriflerinden sonra, Eshab-ı kiramın hilafet meselesi ile meşgul olmaları da sırf Allahın rızası içindi. Yoksa makam, mevki ve dünya sevgisi için değildi. Yusuf , peygamber olduğu halde, kulların sıkıntıda olduğunu görüp, kafir olan hükümet reisine giderek vazife istedi. Böylece, insanlara hizmet etti. O halde, kullara hizmet edeceğini bilen ve bunu kendisinden başka yapacak kimsenin bulunmadığını gören, bu vazifeye bir zalimin geçmesini önlemek ve insanlara hizmet etmek için, vazife istemelidir.

Yusuf ın teklifinden bir sene sonra maliye vekili (Aziz) öldü. Firavun, Yusufu çağırıp, Mısıra maliye vekili yaptı. Mücevherlerle süslü taht ve tacla birlikte hazinelerin anahtarlarını teslim etti. Yusuf verilen tahta oturdu. Diğer devlet ümerası, onun emrine girdi. Bütün hazineleri teslim aldı. Firavun, bütün yetkilerini ona verdi. Memleketin her tarafında, onun emri geçer, hükmü dinlenir oldu.

Rivayete göre; Mısır Azizinin hanımı Züleyha, kocasının ölümünden sonra her şeyden el-etek çekip, saraydan uzaklaşıp bir viranede yaşar olmuştu. Yusuf ın maliye nazırı olmasından sonra, kocasından kalan, zinet ve malını dağıtmaya başladı. Yusuf dan bahseden herkese veriyordu. Elinde avucunda hiç bir şeyi kalmadı. İyice fakir düştü. Müslüman olup, kendisini ibadet ve taata verdi. Birgün Yusuf ın yolu üstüne çıkıp; “Sultanları emrine isyan ile köle eden, köleleri emrine itaatla sultan eden Allahı tesbih ederim. O, her türlü noksanlıktan uzaktır” dedi. Züleyhanın sesini duyan Yusuf onu tanıyıp iltifatlarda bulundu. Sarayına gönderdi. Allahın emri üzerine nikah kıyıp onunla evlendi. Yusuf , Züleyhanın yanına girince; “Bu senin istemiş olduğundan hayırlı değil mi?” dedi. Züleyha; “Ey Sıddık! Beni ayıplama, bildiğin gibi ben; mal, mülk, güzellik gibi dünya nimetlerine sahip bir kadındım. Ancak kocam kadınlara yaklaşmaktan mahrumdu. Sen de benim gördüğüm en güzel kimseydin” diye cevap verdi.

Yusuf ın Züleyhadan iki oğlu ile Rahmet adında bir kızı oldu. Yuşa ve Eyyub ın hanımı, Yusuf ın soyundandır.

Yusuf devlet işlerinde yetki ve salahiyetleri eline alınca, kıtlık senelerinin geleceğini düşünerek çeşitli tedbirler almaya başladı. Ülkenin her tarafına haber gönderip insanların ziraatle meşgul olmasını istedi. Ekilmedik hiç bir yerin bırakılmamasını ve her tarafın ekinlerle doldurulmasını emretti. Bu hal tam yedi sene devam etti. Elde edilen hasılatın beşte birini devlet hesabına vergi olarak topladı. Bunun için kaleler ve depolar yaptırdı. Bolluk senelerinde topladığı yiyecekleri, ekinleri, başakları ile buralarda depoladı. İnsanlara çok iyilik ve ihsanlarda bulundu. Mısır halkı kendisinden çok memnun oldu. Onlara hep adaletle muamele ederdi. Bolluk seneleri böylece geçip gitti. Peşinden bütün şiddetiyle kıtlık baş gösterdi. O zamana kadar böyle kıtlık görülmemişti. Bir damla yağmur düşmediği gibi yerden bitki namına hiç bir şey bitmez oldu.

Kıtlığın ilk senesinde, insanlar hazırladıkları yiyecekleri bitirdiler. Yusuf dan para ile yiyecek satın almaya başladılar. Yusuf , kim olursa olsun kimseyi kayırmadan, ilerde sıkıntı olmaması için yiyecek almaya gelene bir deve yükünden fazla yiyecek vermezdi. Bu hususta adaletten asla ayrılmazdı.

Yusuf ın bizzat kendisinin köle olarak satıldığı Mısırda herkes onun eline bakar olmuştu. İnsanlar, akın akın gelip, yiyecek bir şeyler almak için çırpınırlardı. Aç insanlar, Yusuf ın mübarek yüzünü görünce açlıklarını unuturlardı. Yusuf Firavuna da yiyeceği halka verdiği gibi verir, insan olarak herkesin hakkını gözetir ve başkalarından fazla vermezdi. Bununla beraber Firavuna çok iyi muamele ederdi. Çünkü kendisini hazinelerinin başına geçirerek bunca insanın sıkıntıdan kurtulmasına vesile olan Firavun idi. Yusuf onun Allaha ve peygamberliğine inanması için, gayret ederdi. Yusufun bu güzel muamelesi sayesinde Firavun ve daha pek çok insanın imanla şereflendiği rivayet edilmiştir. Yusuf ın kavuştuğu devlet ve saadeti Allah, Kuran-ı keriminde mealen şöyle haber vermektedir: “(Daha önce kuyudan, sonra zindandan kurtardığımız, daha sonra da Firavuna kendisini sevdirip, ona yakın etmek suretiyle inam ve ihsanda bulunduğumuz gibi) ona Mısırda (dilediği gibi idareye) kudret verdik. O, burada dilediği yere inerdi. (yani Mısırda önünden manileri kaldırmak suretiyle, onu dilediğini yapmaya muktedir kıldık) (Yusuf suresi: 56)

Yusuf ın, hazine işlerinin idaresinin kendisine verilmesini, Firavundan talep ettiği, Kuran-ı kerimde açıkça bildirilmiştir. Ancak Firavunın; “İsteğini kabul ettim” dediği açıkça belirtilmemiştir. Tefsir alimleri bu hususta şöyle buyurmuşlardır; Yusuf ın isteğini kabul ettiği için, ayet-i kerimede Firavunın; “İsteğini kabul ettim” sözü zikredilmemiştir. Sadece, insanların işlerini istediği gibi idare etme kudreti verildiğini beyan ile iktifa buyrulmuştur. Bununla bütün yardımların Allahtan geldiği; Firavunın bu hususta sadece tavassutu beyan edilmistir. Yusuf a bu imkanı veren hakikatte Allahdır. Çünkü, Firavun, Yusuf ın bu isteğini kabul ve red etmekte serbestti. Ancak Allah, onun kalbinde Yusuf ın bu arzusunu kabul etmesini tercih edeceği sebepleri yarattı. Allah bu sebebi onun kalbinde yaratınca, Firavun da onun isteğini kabul etti.

Fahreddin-i Razi , burada buyurdu ki: “ayet-i kerimede mealen; “Ona Mısırda kudret verdik” buyrularak, Yusuf ın, Mısırda kavuştuğu devlet, kudret ve saadetin yalnız Allahtan olduğu, Ondan başkasından olmadığı, ilk önce bildirildi. Sonra, mealen; “Biz rahmetimizi (nimetimizi) dilediğimize nasib ederiz” buyrularak bu husus tekid edildi.

Burada iki husus vardır: Birincisi, her şey Allahtandır. İkincisi ise; Allah Yusuf a o devlet ve saadeti, ilahi irade ve kudreti ile ihsan buyurmuştur.

Yani ayet-i kerime, her şeyin Allahın kudret ve iradesine bağlı olduğuna delalet etmektedir.

Aynı ayet-i kerimenin devamında mealen; “Biz, (dünya ve ahirette) rahmetimizi (nimetimizi) dilediğimize nasib ederiz. İhsan sahiplerinin sevabını zayi etmeyiz” (Yusuf suresi: 56) buyrulmuştur. İbn-i Abbas bu ayet-i kerimede muradın “sabredenler” olduğunu bildirmiştir.

Süfyan bin Uyeyne ; “Mümin, iyiliklerinin karşılığını dünyada ve ahirette görür. Facirlerin yaptığı iyiliğin karşılığı, dünyada hemen verilir. Çünkü onlara ahiretten nasib yoktur” buyurdu ve bu hususla ilgili olarak Yusuf suresi: 56. ayet-i kerimesinin sonunu okudu.

Yusuf suresinin 57. ayet-i kerimesinde de mealen; “Îman edip, Allahın nehyettiklerinden (ve şirkten) sakınanlar için (bitmeyen ve tükenmeyen) ahiret sevabı daha hayırlıdır” buyruldu. Fahreddin-i Razi bu ayet-ı kerime ile alakalı olarak şöyle buyurdu:

1- Yusuf , her ne kadar, dünyada yüksek derecelere kavuşmuş olsa bile, Allahın onun için ahirette hazırladığı sevab daha hayırlıdır. Çünkü mutlak hayır sonunda hiç zarar gelmeyen bir faydadır, daimi ve kıymetlidir. Bunların hepsi ahirete ait hayırlarda mevcut olup, dünyadaki hayırlarda bulunmaz.

2- Allah, bu ayet-i kerime ile de, Yusuf ın Züleyhanın kendisine yaptığı teklif sırasında, müttekilerden olduğuna şehadette bulunmaktadır. Daha önceki ayet-i kerimelerde de Allah, Yusufun “Muhsininden” yani iyilerden ve kendisine ihlas ile ibadet eden halis kullarından olduğunu beyan buyurmuştu.