"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Yusufun kardeşlerinin mısıra gelmesi

Mısırda görülen kıtlık, Kenan iline ve Şam taraflarına da isabet etmişti. Başkaları gibi, Yakup ın evi de kıtlığın sıkıntısını çekiyordu.

Hiç bir yerde tedbir alınmadığından, Mısırdan başka hiç bir ülkede buğday kalmadı. Bunu öğrenen insanlar, akın akın Mısıra gelmeye başladılar. Ne kadar kıymetli mal ve elbiseleri varsa buğdayla değiştiler.

Kıtlık bu şekilde devam ederken, Yakup oğullarına; “Mısıra gidip biraz buğday getirin. İşittim ki Mısır sultanının bir hazinedarı varmış, tahıl ambarlarının hepsi onun elinde imiş, İbrahim ın dini üzere imiş. Nasıl bir kimsedir gidip görün ve biz İbrahim oğullarındanız deyin. Belki İbrahim ın soyundan olduğunuzu bilir de size kolaylık gösterir” dedi. Bünyamin haricindeki diğer on oğlunu gönderdi. Bünyamin, Yusufun yadigarı olup, onu yanından hiç ayırmazdı. Çünkü o, Yusufla ana bir kardeştiler.

Yakub ın Yusuf a kavuşması ve ayrılığın sona ermesi yaklaşınca, Allah, insanlara kıtlık musibetini verdi. Bu hal, Yakup ın oğullarının yiyecek bulmak için evlerinden ayrılmalarına vesile olacaktı. Fakat Allah Yakuba , Yusufun yerini gizlemiş, Yusuf a da babasını kendi durumundan haberdar etmesine, nezdinde bilinen vakte kadar izin vermemişti. Böylece Yusuf ın kardeşleri, sözde yiyecek için Mısıra kadar gelmişlerdi.

Yakub ın oğulları Mısıra varınca, Yusuf ın huzuruna çıktılar. Yusuf onları tanıdı. Bu husus Yusuf suresi 58. ayetinde mealen şöyle haber verilmektedir: “Kardeşleri Yusufun huzuruna girince, Yusuf onları tanıdı. Onlar ise kendisini tanımıyorlardı.”

Yusuf ın onları hemen tanımasının, onların Yusuf ı tanımamasının birkaç sebebi vardı: 1- Yusuf ın zekası fevkalade idi. 2- Kardeşlerinin simaları, görünüşleri hiç değişmemişti. Birbirlerinden ayrıldıklarındaki halleri ile şimdiki durumları arasında pek fark yoktu. 3- Yusuf ın, çocukluğunda gördüğü rüya da, bir gün kardeşlerinin huzuruna gelip, boyun eğeceklerini gösteriyordu. Yusuf böyle bir durumun vukuunu bekliyordu. Onun için, uzak yerlerden yanına gelen herkesin halini soruyor, bunlar arasında kardeşlerinin olup olmadığını araştırıyordu. 4- Yusuf hizmetçilerine, onların uzakta bekletilmesini emretti. Onlarla, yalnız ve birisinin vasıtasıyla konuşuyordu. Ayrıca Yusuf makamında heybetli olduğundan huzuruna gelenler mübarek yüzüne bakamazlardı. Yüzüne bakıp göremedikleri için onu tanımaya imkanları yoktu. 5- Yusuf kuyuya bırakıldığı zaman daha küçük idi. Aradan bir hayli zaman geçip görünüşü değişmişti. Kendisi de tahtta oturmakta, bir devletin başında bulunmakta idi. Onlar, Yusuf dan ayrıldıktan sonra hiç haber alamamışlardı. Hatta onun, böyle bir devlete kavuşacağını akıllarından bile geçirmemişlerdi. 6- Tanımak ve hatırlamak, Allahın yaratması ile olur. Halbuki Allah kuyuda iken Yusuf a mealen şöyle bildirmişti; “Onlar (senin mevkiinin yüksekliği, şanının üstünlüğü sebebiyle) hatırlarına bile getirmedikleri halde, sen bu yaptıklarını (kötülüklerini) kendilerine haber vereceksin diye vahyettik” buyurmuştu. Allah bu ayet-i kerimenin haber verdiği hali hakikat olarak ortaya çıkarmak için onların kalblerinde Yusuf ı tanımalarını ve hatırlamalarını yaratmadı.

Yusuf onlara: “Siz kimsiniz? Ne maksatla geldiniz?” diye sorunca, onlar; “Şam tarafından buğday almaya geldik” diye cevap verdiler. Yusuf ; “Yalan söylüyorsunuz. Siz buğday alıcıları değil, casuslara benziyorsunuz. Maksadınız neyse haber veriniz” dedi. Bunun üzerine kardeşleri; “Biz Kenan vilayetindeniz. İhtiyar bir babanın on evladıyız. Babamızın ismi Yakubdur. Beldemizde kıtlık var. Mısırdan başka yerde buğday bulunmadığını ve senin iyi bir kimse olduğunu duyan babamız, bizi buraya gönderdi” diye cevap verdiler. Yusuf ; “Şimdi babanız nerede ve kiminle beraberdir?” diye sorunca, onlar da; “Kenan ilinde bizim en küçük kardeşimizle beraber kaldı. Babamızın küçük kardeşimizle aynı anadan olan çok sevdiği bir oğlu daha vardı. Kırda telef oldu. Onun derdinden Bünyamin adındaki küçük oğlunu yanından hiç ayırmaz. Yusuf a olan hasret ve üzüntüsü sebebiyle gözleri de görmez oldu” dediler. Yusuf , adeti veçhile şahıs başına bir deve yükünden fazla buğday vermezdi. Onlara da birer deve yükü verip paralarını aldı. Onlar babalarının hizmetinde kalan kardeşleri Bünyamin için de bir deve yükü buğday istediler. Onun için de bir deve yükü verdikten sonra, Yusuf şöyle buyurdu: “Sizin sözünüzden, babanızın yanında bıraktığı kardeşinizi daha çok sevdiği anlaşılıyor. Bu ise, insanı hayrette bırakıyor. Çünkü sizin bu kadar cemal ve kemal (olgunluk) sahibi olmanıza rağmen, babanızın o kardeşinizi daha çok sevmesi onun akıl, fazilet ve edeb bakımından kamil birisi olduğunu gösteriyor. Bu yüzden onu görmek istiyorum, onu bana getiriniz. Eğer getirmezseniz size zahire vermem” dedi. Onlara ikramda bulundu. Paralarını da gizlice zahirenin arasına koydurdu. Bu husus Kuran-ı kerimde mealen şöyle haber verildi: “Vakta ki Yusuf onların zahirelerini yükletip hazırladı. (Onlara ve babalarının yanında bulunan Bünyamine birer deve yükü zahire verip, azıklarını ellerine teslim etti.) Onlara dedi ki: (Bir daha gelirken) baba bir kardeşinizi (Bünyamini) de getirin. (Yusuf suresi: 59) Yusuf , kardeşlerine konuşurken ilk önce Bünyamini getirmelerini tenbih etti. Sonra da, ayet-i kerimede bildirildiği gibi mealen; “Görmüyor musunuz ki (yani işte görüyorsunuz) size tam ölçek veriyorum. (Babanızın yanında kalan kardeşiniz adına da zahire veriyorum.) Ben misafirperverlerin hayırlısıyım. (Sonra onları korkutarak); “Eğer onu bana getirmezseniz artık benim yanımda size hiç bir zahire yoktur. Yanıma da gelmeyiniz, diyarıma da girmeyiniz” dedi. (Yusuf suresi: 59-60)

Onların yiyeceğe son derece ihtiyaçları vardı. Bunu da ancak Yusuf dan temin edebilirlerdi. Ayrıca Yusuf ın onları yanına yaklaştırmaması, kendilerini son derece korkutmuştu. Bu sebeple Yusuf dan bu sözleri dinleyince mealen; “Onu babasından istemeye çalışırız ve her halde bunu yaparız dediler.” (Yusuf suresi: 61) Sözlerini kuvvetlendirmek için de; “Bize emrettiğini, bu hususta gücümüzün yettiğini yapacağız” dediler.

“Yusuf onların zahire yüklerini hazırladı. Uşaklarına da; “Sermayelerini yüklerinin içine koyuverin. Olur ki, ailelerine döndükleri zaman bunun farkına varırlar da belki yine (kardeşleri Bünyamin ile beraber buraya) dönerler dedi.” (Yusuf suresi: 62)

Yusuf , onların paralarını yüklerine koymakla, tekrar geri dönmeleri için acele etmelerini istemişti.

Yusuf ın kardeşleri, Yakup ın yanına varınca, daha yüklerini açmadan, babalarına, Mısırda gördükleri izzet ve ikramı, kendilerine gösterilen iyi muameleyi etraflıca anlattıktan sonra; “Mısır Maliye nazırını (Azizini) çok iyi bir insan olarak gördük, bize ikramda bulundu. Akrabamız olsa o kadar ikramı bize yapamazdı” dediler. Yakup ; “Eğer bir daha giderseniz, ona benden selam söyleyin. Babamız sana dua ediyor, deyin” buyurdu. Bunun üzerine oğulları, Yakup a; “Bir daha Mısıra gittiklerinde Bünyamini götürmezlerse zahire verilmeyeceğini” söylediler. Bu husus Kuran-ı kerimde mealen şöyle bildirilir: “Vakta ki babalarına (Kenan iline) döndüler. Dediler ki: “Ey babamız! (Eğer Bünyamini bizimle beraber göndermezsen) bizden zahire men olundu. Şimdi kardeşimizi bizimle (Mısıra) gönder ki zahire alalım. Biz onu koruyucularız.” Yakup onlara dedi ki: “Bundan önce, kardeşi Yusufu size (emanet hususunda) inandığım gibi, onu (Bünyamini) da inanır mıyım? (İnanmam. Kardeşi Yusufa yapacağınızı yaptınız. Halbuki siz onun için de böyle söylemiştiniz. Onu koruyacağınıza söz vermiştiniz. Biz onu muhakkak muhafaza edicileriz demiştiniz. Fakat ahdinizde durmadınız. İşte sizin hakkınızda bende o zaman itimad hasıl olmadı. Şimdi Bünyamini nasıl emanet edebilirim) Allah en hayırlı koruyucudur ve tevekkül edip, işlerimi Ona bıraktım. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir. (Ben, Onun Bünyamini muhafaza etmek suretiyle bana merhamet edeceğini ve iki musibeti birden bende toplamayacağını umarım)” (Yusuf suresi: 63-64)

Yakub ın bu sözünden, onun gitmesinde fayda gördüğü için oğullarının Bünyamini götürmelerine izin verdiği anlaşılmaktadır.

Kab-ül-Ahbar şöyle buyurdu: Yakup ; “Allah en hayırlı koruyucudur” deyince, Allah şöyle buyurdu: “İzzetim hakkı için, mademki sen bana tevekkül ettin, itimad ettin, ben de her ikisini (Yusuf ve Bünyamini) de sana iade edeceğim.” İşte hakiki mümine layık olan başkalarının himayesini bir tarafa bırakıp sadece Allaha tevekkül etmesidir. Çünkü Allahtan başka her şey, sebeplere, aletlere ve başka vasıtalara muhtaçtır. Halbuki Allah, her zaman ve her işte vasıtalara, aletlere ve başkasına muhtaç olmaktan çok uzaktır.

Yakub ın oğulları yüklerini açınca zahire karşılığında verdikleri bedellerin kendilerine iade edildiğini gördüler. (Karşılaştıkları bu manzara, babalarına Mısır Azizi hakkında arz ettiklerini teyit eder mahiyette olduğu için sevindiler. Babalarının huzuruna varıp nazik ve hürmetkar bir ifade ile); “Ey babamız! Daha ne istiyoruz. (Bundan ziyade iyilik olur mu?) İşte sermayemiz de bize iade edilmiş. Biz onunla tekrar ailemize zahire getiririz. Kardeşimizi de koruruz. (Kardeşimiz Bünyamini götürmekle) bir deve yükü zahire de fazla alırız. Bu (seferki aldığımız zahire) az bir ölçektir, bizi idare etmez dediler.” (Yusuf suresi: 65)

Yakub ; “O akçeyi geri götürün. Belki yanılmışlardır. Yahut bizi denemişlerdir. “Peygamber oğullarıdır. Görelim, helali haramı seçerler mi?” demiş olabilirler” dedi. Sonra Bünyamini geri getireceklerine dair onlardan söz aldı. ayet-i kerimede bildirildiği gibi mealen; “Etrafınız kuşatılıp çaresiz kalmanız (hep birlikte ölmeniz yahut galib bir kuvvetin tesiri altında kalmanız) müstesna, onu (Bünyamini) geri getireceğinize dair Allahtan bana sağlam bir taahhüt verinceye (Vallahi Bünyamini yine sana getireceğiz diye Allahadına yemin edinceye) kadar sizinle beraber göndermem dedi.” (Yusuf suresi: 66)

Burada ibret alınacak bir husus vardır. hadiste; “Bela, (bazen) insanın konuştuğu söze bağlıdır” buyrulduğu gibi, Yakup ın daha önce oğullarına; “Onu (Yusufu) kurt yemesinden korkuyorum” buyurmuş, kendisine musibet bu cihetle gelmiş, oğulları; “Yusufu kurt yedi” demişlerdi. Burada da; “Etrafınızın kuşatılıp çaresiz kalmanız müstesna” buyurdu. Yine bu yönden musibete düçar oldu. Allahın hikmeti, Bünyamin Yusuf tarafından alıkonulunca, kardeşlerinin hiç bir şey yapmaya, Bünyamini alıp babalarına getirmeye güçleri yetmedi.

Aynı ayet-i kerimenin devamında oğullarının teminatına Yakup ın verdiği cevap mealen şöyle bildirildi: “Onlar da babalarına (istediği) teminatlarını verince o da; “Allah benim ve sizin bu dediklerinize vekil (şahit olsun)” dedi.” (Yusuf suresi: 66)

Yakub oğullarının Yusuf a yaptıklarını bilmesine rağmen Bünyamini onlarla beraber gönderdi. Çünkü artık onlarda Yusuf a karşı gördüğü hasedi, Bünyamine karşı görüp sezmemişti. Onların, ona karşı iyi niyet sahibi olduklarını görüyordu. Bir de kıtlık bütün şiddeti ile sürüyordu. Mısır Azizinden zahire alabilmek için buna mecburdu.

Yakub , oğullarına Mısıra yolculuğa çıkmadan önce bazı tavsiyelerde bulundu. Çünkü oğulları, yakışıklı, cemal ve kemal sahibi, boylu-poslu ve kuvvetli olup, hepsi de bir babanın oğlu idiler Yusuf ın onlara ikramda bulunduğunu Mısır halkı biliyordu. Bu sebeple orada şöhretleri vardı. Yakup , Mısıra hep birlikte girerken, nazar değmesinden endişe ettiği için onlara, Kuran-r kerimde bildirildiği gibi mealen; “Ey oğullarım! Mısıra varınca hepiniz bir kapıdan girmeyin. Her biriniz ayrı ayrı kapılardan girin. (Bununla beraber bu sözümle) Allahın kazasından hiç bir şeyi sizin üzerinizden gideremem. Hüküm ve kaza ancak Allahtandır. (Size, gözdeğmesini dilerse değer, dilemezse değmez.) Ben ancak Ona güvenip dayandım. Tevekkül edenler de Ona güvenip dayanmalıdır dedi.” (Yusuf suresi: 67) Bu sözüyle onlar üzerine nazar isabet edeceğinden korktu. Halbuki Mısıra ilk gidişlerinde böyle bir tavsiyede bulunmamıştı. Çünkü o zaman kimse onları tanımıyordu.

Bu ayet-i kerime göz değmesinin hak olduğuna delalet etmektedir. Resulallah de; “Muhakkak nazar, göz değmesi insanı kabre, deveyi de tencereye sokar” buyurdu.

Hazret-i Ali şöyle rivayet buyurdu ki: “Bir gün Cebrail Resulallaha gelip; “Ya Muhammed! Seni gamlı görüyorum?” dedi. Resulallah “Hasen ile Hüseyine nazar isabet etti” buyurdu. Bunun üzerine Cebrail ; “Doğru söyledin. Çünkü göz değmesi haktır” dedi.

Göz değmesi ile meydana gelen tesir, Allahın fiilidir. Ancak, bu tesir göz değmesinden sonra ortaya çıktığı için, göz değmesine nisbet edilmiştir.

Bazı kimseler, bir şeye bakıp, beğendiği zaman, gözlerinden çıkan şua zararlı olup, canlı ve cansız herşeyin bozulmasına yol açar. Bunun misalleri, çok olup, insanlar arasında bilmeyen yoktur. Fen, belki bir gün bu şuaları ve tesirlerini anlayabilecektir. Nazarı değen kimse, hatta herkes beğendiği bir şeyi görünce; “Maşaallah” demelidir. Önce Maşaallah deyince, nazar değmez. Nazar değen veya korkan çocuk için, çöp yakıp etrafında döndürerek tütsülemek veya ergimiş mumu başı üzerinde suya dökmek ve kurşun dökmek caiz olduğu, “Fetava-yı Hindiyye”de yazılıdır. Nazar değen kimseye şifa için ayet-el-kürsi, Fatiha, Muavvizeteyn ve Nun suresinin son kısmını okuyup üflemek muhakkak iyi gelir. Fatiha, Ayet-el-kürsi, Kafirun, İhlas ve Muavvizeteyn yedişer defa okunup hastaya üflenirse iyi geldiği, “Fevaid-i Osmaniye” adlı eserde yazılıdır.

Mevahib-i Ledünniyyede buyruldu ki; “Göz değen kimseye Peygamber efendimizin bildirdiği şu tavizi okumalıdır; “Euzü bi-kelimatillahittammati min şerri külli şeytanin ve hammetin ve min şerri külli aynin lammetin.” Bu taviz her sabah ve akşam üç defa okunup, kendi üzerine veya yanındakilerin üzerine üflenirse, gözdeğmesinden, şeytanların ve hayvanların zararından korur. Bir kimseye okurken, Euzü yerine “Üizüke” denir. İki kişiye okurken “Üizü-küma” denir, İkiden fazla kimseye okurken, “Üizü-küm” demelidir.

Hasen-i Basri ; “Göz değmesinin devası, Kalem suresinin sonundaki “Ve in yekudüllezine” (Kalem suresi: 41-42) ayet-i kerimesini okumaktır buyurmuştur.

ayet-i kerimede bildirildiği gibi Yakup mealen; “Allah, benim ve sizin bu söylediklerimize vekildir” buyurmakla itimadının yalnız Allaha olduğunu beyan etti. Bununla beraber oğullarını sözlerini yerine getirmeye davet etti. “Ahde vefa eder, Bünyamini sağ salim geri getirirseniz, cenab-ı Hakk sizi en güzel surette mükafatlandırır. Eğer sözünüzü yerine getirmezseniz, size büyük bir ceza verir” demek istenmiştir.

Bu ayet-i kerimede zahiri sebeplere tevessül etmekle, onlara yapışmakla, beraber tevekkülün sahih olduğuna işaret vardır.

İnsan bu alemde ne kadar tevessül edilebilecek sebep varsa yapışmalı, fakat onlara dayanıp güvenmemelidir. Ancak, sebeplere riayet etmek, onlara yapışmak, sadece kulluğun icabını yerine getirmek için olmalıdır. Kalbi, bütün sebepleri yaratan ve onlara gönderen Allaha, Onun takdirine ve tedbirine bağlamalı, Ondan başka hiç bir şeye ümid bağlamamalıdır.

Yakub , oğullarına nazar değmesin diye, bir kapıdan girmeyip, ayrı kapılardan girmelerini tavsiye etti. Bununla beraber, nazar değmemesini, Allahtan dileyip; “Bu nasihati yapmakla Allahın kazasından hiç bir şeyi sizin üzerinizden gideremem. Çünkü hüküm ve kaza ancak Allahtandır. Her zaman Onun dediği olur. Sizi Ona emanet ediyorum. Ona güveniyorum. Herkes de, her işinde, yalnız Ona güvenmelidir. Herkesin, vasıtadan başka bir şey olmadığını düşünerek, yalnız Ona güvenenlerin imdadına elbette yetişir” dedi.

Yakub bu sözleriyle, oğullarına karşı olan babalık şefkatini göstermiş, bu alemde muteber olan (yapışılabilecek) sebeplere yapışmış hem de ilminin icabı Allaha tevekkül etmişti. İmam-ı Muhammed Masum, Mektubatının birinci cildi, yüzonuncu mektubunda bu hususta buyurdu ki: “Allah, kendi kudretini sebepler altında gizledi. Kudret sahibinin yalnız kendisi olduğunu bildirdiği gibi, sebeplere yapışmayı da emir buyurdu. Tam müslümanın sebeplere yapışmasını ve sebeplere kuvvet veren yaratana güvenmesini bildirdi. Yakup ın bu ikisini birlikte yaptığını Kuran-ı kerimde haber vererek, onu övdü. Yusuf suresinde mealen; “Yakub , bizim bildirdiğimizi bilir. Fakat insanların çoğu, takdirin tedbire galib olduğunu bilmezler” buyurdu. “Tibyan tefsiri”nde, bu ayet-i kerimeye; “Müşrikler, Allahın evliyasına ilham ettiği şeyleri bilmezler” demiştir. Tesiri sebeplerden bilip, Allahın kuvveti ile tesir ettiklerini bilmeyenler sapıktır. Sebepleri ortadan kaldırmak isteyen de, Allahın hikmetini anlamamış, Onun, mahlukları boş yere, faydasız yarattığını söylemiş olur. Bu, insanları tembelliğe sürükler. Sebeplere tesir kuvvetini Allahın verdiğine inanan kimse ise hak yola kavuşur ve her iki tehlikeden kurtulmuş olur.

Tez olma teemmül kıl,

Her hale tahammül kıl,

Allaha tevekkül kıl,

Tedbiri bozar takdir.

İnsan tedbir alır, sebeplere yapışır, takdiri bilmez, Allahın takdiri, kulun tedbiri ile değişmez.

Fahreddin-i Razi hazretleri bu ayet-i kerimenin tefsirinde:

“İnsan bu alemde muteber olan sebeplere riayet etmek, onlara yapışmakla vazifeli olduğu gibi, Allahın kendisi için takdir buyurmuş olduğu şeyin başına geleceğine itikad etmek ve sakınmanın, tedbirin, kaderde olacak şeye mani olamayacağına inanması da insanın vazifesidir” buyurmuştur.

İnsan, kendisine zararlı olan gıdalardan sakınmalı, faydası olan ve zararı uzaklaştıran hususlarda da gereken gayret ve dikkati göstermelidir. Zaten bu bir emirdir.

İşte Yakup ın; “Mısıra bir kapıdan girmeyiniz, ayrı ayrı kapılardan giriniz” diye oğullarına yaptığı tenbih, alemde muteber olan sebeplere uymanın gereğini göstermektedir.

Bu tedbir ile beraber; “Allahın kazasından hiç bir şeyi sizden gideremem, ona mani olamam” buyurması da, alemdeki bu sebeplere güvenilmemesi, Allahtan başka her şeyden beri ve uzak olunmasına işarettir.

Birbirine zıt gibi görünen bu iki meseleyi birleştirmek için şöyle denir: Taatlare devam ve masiyetlerden (günahlardan) sakınmamız lazım olduğu gibi, “Said, anasının karnında said; şaki de, anasının karnında şaki” diye itikad ederiz.

İşte hem yeriz içeriz, hem de zehirden ve ateşe girmekten sakınırız. Halbuki ölüm ve hayat ancak Allahın takdiri ile olur.

Neticede göz değmesinden sakınmakla beraber, “Hakiki müessir, dilerse, göz değmesi ile hasıl olan tesiri yaratan dilemezse yaratmayan Allah olup, sakınmak kadere mani olmaz” diye itikad etmemiz de böyledir.

Nitekim Ömer Şama teşrif edecekleri zaman, şehirde taun hastalığı olduğunu duyunca, şehre girmeyip başka tarafa döndüler. Şam bölgesi başkumandanı olan Ebu Ubeyde bin Cerrah, Ömere; “Ey müminlerin emiri! Allahın kazasından mı kaçıyorsun?” dedi. Ömer; “Allahın kazasından yine Onun kaderine kaçıyorum” buyurdu. “Kader, (takdir-i ilahi) kaza suretini almadıkça yani ortaya çıkmadıkça Allahın onu değiştirmesi umulur” demek istedi.

Demek ki insan, faydalı olanı almak, zararlı olanı kendisinden gidermek hususunda, tedbir alıp bütün gücünü sarfetmekle beraber, var olan her şeyin mutlak suretle, Allahın kazası, dilemesi, hüküm ve hikmeti ile var olduğunu kesin olarak bilmelidir.

Yakub ; “Tedbirimle beraber, hakkınızda vaki olan Allahın kazasından hiç bir şeyi sizden gideremem. Hakkınızda kadere ait hüküm ne ise elbette olur. Her şey Allahın takdirine bağlıdır. Tedbir takdiri değiştirmez. Hüküm ve kaza ancak Allahındır. Hükmünde tekdir. Ona hiç bir şey ortak olamaz ve kazasını yerine getirmekte hiç bir şey de mani olamaz. Mısıra ayrı ayrı kapılardan girmek tedbiri o kazayı değiştiremez. Onun için size asla faydası olamaz” buyurmak suretiyle önceki söylediğini tekid buyurdu.

Yakub bundan sonra: “Ben ancak Ona güvenip, dayandım. (Başkasına değil) Tevekkül edenler de Ona güvenip dayanmalıdır” dedi.

Madem ki, her şey Allahtandır, madem ki her şey cenab-ı Hakkın hükmü ve kazasına, iradesine dayanır. Tevekkül de yalnız Ona olur.

İşte her hayrın meydana gelmesi, her afetin defi yani giderilmesi, kati olarak Allahın lütuf ve inayetine bağlıdır. Bundan da, Allahtan başkasına tevekkül edilemiyeceği kesinlikle anlaşılmaktadır.

Allah, Yakup ın sözünü tasdik ile mealen şöyle buyurdu; “Vakta ki onlar, babalarının emrettiği şekilde ayrı ayrı kapılardan şehre girdiler. Bu (Mısıra ayrı ayrı kapılardan girmeleri) Allahın hüküm ve kazasından hiç bir şeyi uzaklaştırmadı, (değiştirmedi.) Lakin Yakup nefsindeki haceti (yani hatırına gelen rey ve tedbiri, mahdumlarına) izhar edip (şehre ayrı ayrı kapılardan girmelerini) tavsiye etti. Muhakkak o, (vahyle) öğrettiğimizi (kaza ve kaderimizi) bilir. Fakat, insanların çoğu (kaza ve kaderimin değişmeyeceğini) sakınmanın kadere mani olmadığını bilmiyorlar.” (Yusuf suresi: 68)

ayet-i kerimede bildirildiği gibi; “Yakubun oğulları, Mısıra vardıkları zaman, babalarının emrine uyarak ayrı ayrı kapılardan şehre girdiler. Sözlerinde durarak, Bünyamini, Yusuf ın yanına getirdiler. Sonra; “İşte o küçük kardeşimiz budur, getirdik” dediler. Yusuf onları huzuruna aldı, gereken ikram ve iltifatta bulundu. Rivayete göre öncekinden daha çok ikramda bulundu. Onları yemeğe davet etti. Her bir sofraya ikişer kişi oturttu. Onbir kişi olduklarından Bünyamin yalnız kaldı. Bu sırada kardeşi Yusuf ı hatırlayıp ağladı. “Kardeşim Yusuf sağ olsa idi, sultan beni de onunla beraber oturturdu” diye kendi kendine söylendi. Yusuf ; “Bu kardeşiniz yalnız, kaldı” deyince, onlar; “Onun bir kardeşi vardı, öldü” dediler. Yusuf ; “Öyleyse onu yanıma oturtayım” diyerek, Bünyaminle aynı sofraya oturdu. Bünyamin, sofrada hem yemek yer, hem de sık sık Yusuf a bakardı. Yusuf ; “Niçin bana böyle dikkatli dikkatli bakıyorsun?” diye sordu. Bünyamin; “Vefat eden kardeşim size çok benzerdi de onun için” diye cevap verdi. Akşam olunca, yatıp istirahat etmek için iki kişiye bir oda gösterildi. Fakat Bünyamin yine tek kaldı. Bunun üzerine ağladı ve; “Kardeşim Yusuf sağ olsa idi, ben de onunla aynı odada kalırdım” dedi. Bu hali gören Yusuf ; “Gel sen de benim odamda misafir ol” dedi. Fakat Bünyamin, Yusuf ın kardeşi olduğunu hala anlayamamış ve kardeşlerinden ayrı kaldığına bile üzülmüştü. Bunun farkına varan Yusuf , bulundukları odada kimseyi bırakmadı ve Bünyamine; “Ölen kardeşin yerine, benim sana kardeş olmamı ister misin?” diye sordu. Bünyamin; “Senin gibi eşsiz bir kardeşi kim bulabilir. Fakat senin baban Yakup değil, sonra seni annem doğurmadı” deyince, Yusuf ağladı ve kalkıp Bünyaminin boynuna sarıldı. “Ben senin kardeşin Yusufum” diyerek kendisini tanıttı.

Bu husus, Kuran-ı kerimde mealen şöyle haber verilmiştir; “(Kardeşleri) Yusufun huzuruna girince o, kardeşini (Bünyamini) kendi yanına aldı; Ben senin hakiki kardeşinim. Onların (geçmişte hakkımızda) yapmış oldukları şeyler için mahzun olma! (Çünkü Allah bize ihsanda bulundu. Bizi helak olmaktan kurtardı. Bizi birbirimize kavuşturdu) dedi.” (Yusuf suresi: 69)

Yusuf kardeşlerini affetti. Onlar hakkında kalbinde hiçbir kötülük yoktu. İntikam alma gibi bir düşüncesi de bulunmuyordu. Kardeşi Bünyaminin kalbinin de onlara karşı, kendisininki gibi tertemiz olmasını istedi. Bu sebeple; “Onların (geçmişte hakkımızda) yapmış oldukları şeyler için üzülme” dedi.

Yusuf sonra, Bünyamine; “Sana söylediklerimi kardeşlerine söyleme” diye tembih etti. Bünyamin ayrılmak istemediğini söyleyince, Yusuf ; “Fakat babamızın benim yokluğuma ne kadar üzüldüğünü bilirsin. Sen de, bir sebep olmadan burada kalırsan, üzüntüsü daha da artar. Buna başka bir yol bulalım” dedi. Bünyaminde; “Karar senindir. İstediğini yap!” cevabını verdi.

İbrahim ın dininde, bir kimsenin bir şeyi çalınsa, mal sahibi de malını hırsızın elinde yakalasa, malı çalan, mal sahibine kölelik ederdi. Musa zamanına kadar, bu hüküm aynen devam etmişti.

Yusuf da bunu bildiği için Mısır melikinin altından yapılmış su tasını, kardeşi Bünyaminin yükünün içine koymalarını emretti. Tası, Bünyaminin yükü içerisine koydular. Kuran-ı kerimde mealen şöyle bildirildi: “Vakta ki Yusuf kardeşlerinin (her birine birer deve yükü olmak üzere) yüklerini hazırladı. (İhtiyaçlarının hepsini yerine getirdi ve onların haberi yok iken) su kabını (öz) kardeşinin (Bünyaminin) yükü içine koydurdu. (Kafile şehirden ayrılıp, biraz yol aldıktan) sonra, bir münadi yetişip bağırarak; “Ey kafile ehli! Durun! Muhakkak siz hırsızlarsınız” dedi. (Yusuf ın kardeşleri şanlarına yakışmayan böyle bir suçun üzerlerine atılmasından üzülüp, rahatsız olup) geriden gelenlere dönerek; “Ne koyboldu. Aradığınız nedir?” dediler.” (Yusuf suresi: 70-71)

Münadinin; “Ey kafile ehli muhakkak siz hırsızlarsınız” sözünü, Yusufun emri ile söylemiş olduğu Kuran-ı kerimde bildirilmemiştir. Ancak durumdan haberi olmayan memurlar, hükümdarın tasını arayıp bulamayınca; “Burada şu kafiledekilerden başkası yok idi. Demek ki tası bunlar aldılar” diye düşündüler. Hemen arkalarından koşup, Yusufun hiç bir emri olmaksızın, onlara böyle söylediler.

Sırr-i Giridi hazretleri “Ahsen-ül-Kasas” adındaki kitabında bu hususta şöyle buyurdu: Konuşma adabına riayet etmek herkese nasib ve müyesser olmayan faziletlerdendir. Münadinin, Yusuf ın kardeşlerine; “Ey kafile halkı! Durun! Muhakkak siz hırsızlarsınız” şeklindeki hitabı ile, onların; “Ne kayboldu? Aradığınız nedir?” diye cevap vermeleri arasında çok fark vardır. Kafiledekiler, şeref sahibi idiler. Sonra, melikin kaybolan tasını onlar mı, yoksa başkası mı çaldı henüz belli değildi. Bu sebeple Yusuf ın kardeşlerine münadinin böyle hitab etmesi hiç uygun düşmemişti. Onlara layık olan; “Melikin tası zayi oldu. Durun onu bir araştıralım” demek idi.

Kervan ehli olan Yusuf ın kardeşleri ise münadiye; “Hayır biz çalmadık” demeyip, “Ne kayboldu? Aradığınız nedir?” demeleri ile; “Bizim hırsız olmamız şöyle dursun, sizden zaten bir şey çalınmamıştır. Bu bir kayıp olabilir” demek istediler.

Münadi ve yanındakiler, onların sözündeki inceliği anladıklarından, ikinci defa; “Melikin tasını çaldınız. Yahud, Melikin su kabı çalındı” demeyip; “Melikin su kabını zayi ettik. Onu arıyoruz” demeye mecbur oldular. Bu husus Kuran-ı kerimde mealen şöyle beyan buyruldu; “Dediler ki: “Melikin su kabını arıyoruz. Onu getirene bir deve yükü (zahire) var. Ben de buna kefilim.” (Yusuf suresi: 72) buyrularak haber verildi.

Bu ayet-i kerime şu hususa delildir. Bir iş mukabilinde verilmesi şart koşulan ücret, işçi o işi tamamlamadan belki de o işe başlamadan önce, birisinin kefil olması caizdir. Bu sebeple işçi, o işi tamamladıktan sonra kararlaştırılan ücreti (kefilden) isteyebilir. Kefil olan kimse; “Ben kefil olduğum zaman, sen daha o ücrete hak kazanmamıştın” diyemez. Dese de muteber değildir. İşçinin ücretini vermeye zorlanr.

Hanefi mezhebi alimleri, kefaleti, şartlara bağlamanın caiz olduğuna bu ayet-i kerimeyi delil getirmişlerdir.

Münadinin konuşmasından sonra Yusuf ın kardeşleri, ayet-i kerimede bildirildiği gibi, mealen; “Vallahi muhakkak siz de bilirsiniz ki, biz buraya fesad çıkarmak için gelmedik. Biz hırsız da değiliz dediler.” (Yusuf suresi: 73)

Tefsir alimlerine göre bunlar iki şeye yemin etmişlerdir: İlk önce fesad çıkarmak için gelmediklerini hem halleri ile göstermişler, hem de yemin ederek böyle bir fiilin kendilerinden uzak olduğunu anlatmışlardır. Çünkü onlar, daima ibadet ve taat üzere bulunan güvenilir ve doğru kimselerdi. Kendilerinin yemek için başkasının malına dokundukları asla görülmemişti. Hatta, hayvanlarına da sahip olmuşlar, başkalarının ekinlerini yememeleri için ağızlarını bir şeyle kapatmışlardı. Bu şekilde insanların hakkı üzerine titreyen kimselerin fesad çıkarması mümkün değildi.

İkincisi, hırsızlık yapmadıklarına yemin ettiler. Çünkü onlar, Kenan iline varıp, yüklerini çözdüklerinde, aldıkları zahirenin bedellerini yükleri arasında buldukları halde, geri Mısıra gelince iade etmişlerdi. Böyle olan kimsenin hırsızlık yapması mümkün değildi.

Bu sebeplerden dolayı; “Vallahi muhakkak siz de bilirsiniz ki…” dediler. Münadi ve yanındakiler mealen; “Eğer (hırsız değiliz) sözünüzde yalancı çıkarsanız (sizin dininizde) hırsızlığın (su kabını çalanın) cezası nedir?” dediler. (Yakub ın oğulları); (Su kabını çalmanın) cezası, kimin yükünde bulunursa odur, (yani mal sahibinin kölesi olur. Hırsızın kendisinin mal sahibinin kölesi olması, işlemiş olduğu hırsızlık suçunun cezasıdır.) Biz zalimleri (hırsızlık yapanları) böyle cezalandırırız dediler.” (Yusuf suresi: 74-75) Yusuf ın adamları; “O halde, sizin yüklerinizi arayacağız” dediler ve onları Yusuf ın huzuruna getirdiler.

Yusuf aratmaya kardeşi Bünyaminden başlatmadı. Onun yükünü sonraya bıraktı. Böylece, diğer kardeşlerinin kalbinde herhangi bir şüphe doğarak itiraz edilmesini önlemek istedi. Yoksa işin hakikati ortaya çıkacak, maksat hasıl olmayacaktı. Arama, Bünyaminin yüküne gelince, Yusuf ; “Bunun bir şey almış olacağını zannetmem” deyip, aramakta tereddüt gösterdi. Fakat kardeşleri, ısrarla, onun yükünün de aranmasını istediler; “Böyle olursa, hem siz, hem biz vicdanen rahat oluruz” dediler. Bunun üzerine Bünyaminin yükü de arandı ve su kabı oradan çıktı. Bunu gören kardeşleri utançlarından başlarını önlerine eğdiler. Bünyamine dönerek onu ayıplamaya ve kınamaya başladılar “Bizim başımıza sen neler getirdin? Bizi rezil ettin. Yüzümüzü kara çıkardın” diye serzenişte bulundular.

Kuran-ı kerimde bu mevzu, mealen şöyle bildirildi:(Yusuf ) derhal kardeşinin (Bünyaminin) yükünden önce, diğerlerinin yüklerini aramaya başladı. Nihayet onu (su kabını) kardeşinin (Bünyaminin) yükünden çıkardı.” (Yusuf suresi: 76)

Yusuf ın maksadı; kardeşi Bünyamini yanında alıkoymaktı. Bu ise, ancak babası Yakup ın dinine göre mümkündü. Çünkü Firavunın hırsız hakkındaki kanunu, kardeşini esir olarak yanında bırakmaya müsait değildi. Allah Yusuf a bu tedbiri vahy ile öğretti.

Allah, bu hususu Kuran-ı kerimde mealen şöyle bildirdi: “(Onlar daha önce Yusufa hile yaptıkları gibi) İşte biz Yusufa böyle bir tedbiri (vahiyle) öğrettik. Yoksa Mısır melikinin dinine göre kardeşini (Bünyamini yanında) tutmak ve esir almak mümkün değildi. Ancak Allah onu (Babası Yakubun dini üzere yanında tutmasını) murad etti. (Bu iş tamamen Allahın izni, irade ve tedbiri ile meydana geldi. Allah böyle olmasını murad etti. Neticede Yusuf ın maksadı da hasıl oldu.)” (Yusuf suresi: 76)

Firavunın hırsız hakkındaki kanunu, hırsızın dövülüp, çaldığı malın iki katı ile ödetilmesi şeklinde idi. Bu kanuna göre, Yusuf ın kardeşini yanında alıkoyması mümkün değildi.

Ruh-ul-Beyan müellifi İsmail Hakkı Bursevi ; “Allah, Yusuf a öğrettiği bu tedbiri büyük faydalara ve birtakım hoş olmayan işlerden uzak kalmaya vesile kıldı” buyurdu.

ayet-i kerimenin devamında mealen şöyle buyrulmaktadır: “(Yusuf ı kardeşlerine üstün kıldığımız gibi) dilediğimiz kimseyi (ilimle) nice derecelere yükseltiriz.” Burada, ilmin en yüksek derece ve mertebe olduğu bildirilmektedir. Çünkü, Allah Yusuf, ı medh buyurdu. İlim ile, maksadına ulaşması için, ona bu işin tedbir ve çaresini bildirdi. Bütün işlerinde doğruya isabet ettirmek suretiyle onu kardeşlerinden üstün kıldı.

Sonra Allah mealen şöyle buyurdu: “Her ilim sahibinin üstünde bir alim vardır” (Yusuf suresi: 76) İbn-i Abbas şöyle buyurdu: “Her alimin üstünde ondan daha iyi bilen bir alim vardır. Bu üstünlük Allaha varıncaya kadar devam eder. Allahın ilminin nihayeti olmayıp sonsuzdur. Bu ayet-i kerimenin burada getirilmesinden muradın, Yusuf ın kardeşlerinin ilim ve fazilet sahibi olduklarını, ancak Yusuf ın ilim ve irfan bakımından onlardan daha üstün olduğunu bildirmek için söylenmiştir.” İbn-ül-Enbari ; “alim olan kimse, Allahın kendisine bahşettiği lütuf ve ihsanlarını düşünerek mütevazi olmalı, galib ve üstün görünmek cihetine gitmemelidir. Çünkü, her alimin üstünde, ondan daha alim birisi vardır” buyurmuştur.

Zayi olan (kaybolan) su kabı, umduklarının aksine Bünyaminin yükünde çıkınca diğer on kardeş telaşlandılar. Hepsi hiç hoşa gitmeyen bu manzara karşısında ne yapacaklarını şaşırdılar. Bunun üzerine on kardeş; “Su kabının Bünyaminin yükünden çıkması hayret edilecek bir şey değildir. Daha önce kardeşi de çalmıştı” dediler. Onlar böyle söylemekle “Biz Bünyamine benzemeyiz. Hırsızlık ona ve kardeşi Yusufa mahsus bir iştir. Çünkü, onların anneleri aynıdır. Anaları bir olduğu için, huyları da benzemektedir” demek istiyorlardı.

Bu husus Kur”an-ı kerimde mealen şöyle beyan buyrulmaktadır: “(Yakub ın oğulları) dediler ki: Eğer o (Bünyamin) hırsızlık yaptıysa, bundan önce onun kardeşi (Yusuf) de hırsızlık yapmıştı. (Yusuf suresi: 77)

Yakub ın oğullarının; “Eğer o (Bünyamin) hırsızlık yaptıysa…” demeleri, böyle bir hırsızlığın kendi kanaatlerine göre sabit olmamasından dolayıdır. Çünkü, bir peygamber ailesinden hakikaten hırsızlık yapacak birisinin çıkacağına asla ihtimal vermiyorlardı. Ayrıca Bünyaminin yükünden tasın çıkması, onun tası çaldığına delalet etmez. Zaten daha önceki gelişlerinde, aldıkları zahirenin bedelleri de yüklerine konulmuştu. Halbuki onlar hırsızlık yapmamışlardı. Bünyaminin yüküne de tas bu suretle konmuş olabilirdi.

Yusuf a nisbet ettikleri hırsızlık, Yakup ın kız kardeşinin Yusuf ı yanında alıkoymak için başvurduğu çare idi. İbrahim ın kemerini Yusuf ın üzerine bağlayarak onu yanında alıkoymuştu.

Gerek Yusuf ın ve gerekse Bünyaminin durumlarında hırsızlık yoktur. Ancak hırsızlığa benzer bir görünüş bulunduğu ve başlarına gelen bu hadiseden canları sıkıldığı için kardeşleri böyle söylemişlerdir.

Yusuf kardeşlerinden “Bundan önce onun kardeşi (Yusuf) de hırsızlık yapmıştı” sözünü işittikten sonrası mealen şöyle bildirildi: “O, onların bu sözünü (yahut, onların kendisine hırsızlık nisbet etmelerini) içine gizledi. (Duymamış gibi göründü. Onları affettiği için ve hilminden dolayı ne sözle ve ne de fiille) bu sözün (hakikatini, nisbet ettikleri hırsızlığın nasıl olduğunu, onda kendisinin zem olunmasını icabettirecek bir şeyin bulunmadığını) onlara açıklamadı. (Kendi kendine); “Sizin durumunuz daha kötüdür. (Siz benim gibi masum bir kardeşinizi çaldınız, pederinden ayırdınız, götürüp, kuyuya bıraktınız. Sonra da, kıymetsiz bir fiyatla sattınız.) Allah sizin söylediğiniz şeyin hakikatini en iyi bilendir. (İşin hakikatinin sizin söylediğiniz gibi olmadığını Allah çok iyi bilmektedir. Yani benden hırsızlık meydana gelmemiştir) dedi.” (Yusuf suresi: 77)

Yakub ın oğulları, yükleri aranmadan önce kendi dinlerinde hırsızlığın hükmü sorulunca, çalanın mal sahibine köle olacağı hükmünü beyan etmişlerdi. Tabii ki onlar, kendilerinden böyle bir şeyin vaki olacağını tahmin etmiyorlardı. Ancak beklediklerinin aksine su kabı Bünyaminin eşyası arasında çıkınca; Bu defa affetmenin de, fidye almanın da caiz olduğunu beyan ettiler. Yusuf ın şefkat ve merhametini celbetmek için Kuran-ı kerimde mealen şöyle dedikleri bildirilmektedir: “Ey Aziz! Hakikat onun (Bünyaminin) ihtiyar (ve çok muhterem) bir babası vardır. (Kaybolan kardeşimizin acısını onunla unutur ve onu bizden çok seviyor, biz onun yerini dolduramayız.) Onun yerine birimizi alıp onu azad eyle. Biz muhakkak seni ihsan edenlerden görüyoruz. Bu ihsanını tamamla.”

Yusuf onlara; “Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını (günahı olmayanı) alıkoymaktan Allaha sığınırız. Çünkü bu takdirde, (dininize, uygun olarak verdiğiniz fetvaya göre) biz de elbette zalimlerden oluruz. (Çünkü, fetvanıza göre onun yerine sizden günahsız birini tutmak zulümdür. Başkasından meydana gelen bir suçtan dolayı bir kimseye eza edersem, verdiğiniz fetvaya göre zulüm yapmış olurum. Bu sebeple teklifinizi kabul etmem. Onların verdikleri fetvaya göre, hırsızlık yapanın yerine rızası ile de olsa başkasını esir almak zulümdür. İi tarafın muvafakati ile de olsa, dinin hükmünü kimse değiştiremez) dedi.” (Yusuf suresi: 78-79)

Yusuf yalan söylemiş olmaktan sakınmak için; “Eşyamızı yanında bulduğumuz…” dedi. “Eşyamızı çalan” demedi. Çünkü kardeşinin hırsızlık yapmadığını biliyordu.

Yusuf ın, babasına bulunduğu yeri haber vermeyip, kendisini gizlemesi, babasının pekçok üzüleceğini bildiği halde, Bünyamini yanında alıkoyması ve kardeşlerine bu şekilde muamele etmesinde bir hikmet vardır. İslam alimleri, bu hikmetle alakalı çok şeyler buyurmuşlardır. Ancak, bunun en güzeli ve en sahih olanı şudur; “Yusuf , bütün bunları kendiliğinden değil, Allahın emri ile yaptı. Onun kullarından hiç kimsenin bilmediği sırları vardır. Yarattıkları hakkında dilediği şekilde tasarruf sahibidir. Allahın Yakup ın mihnet, acı ve sıkıntılarını arttırması, sıkıntılara karşılık, derecesini daha da yükseltmek içindi. Böylece, mesafenin yakın olmasına rağmen, bu zaman içinde, Yusuf ın durumunu Yakup dan gizledi.

Yakub ın oğulları, kardeşleri Bünyamini kurtarmak için Yusuf a çok yalvardılar. hatta; “Onun yerine birimizi alıkoy” diye büyük bir fedakarlıkta bulundular. Fakat Yusuf kesin olarak bilinemeyen bir hikmetle onların bu dileklerini kabul etmedi. Neticede ümidlerini iyice kestiler.

Onların bu hali, Kuran-ı kerimde mealen şöyle beyan buyruldu: “Yakubun oğulları, ondan (Bünyamini alabilmekten) ümidlerini kestiler. Fısıldaşarak bir yana çekildiler.” (Yusuf suresi: 80)

Bir müddet aralarında meseleyi müzakere ettikten sonra, en doğrusunun, babalarına dönüp, hadiseyi aynen anlatmak olduğuna karar verdiler. ayet-i kerimenin devamında bu husus şöyle bildirilmektedir:

“Büyükleri (Robil veya Şemun veya Yehuda) dedi ki: “Babamızın sizden Allahın adıyla teminat almış olduğunu, daha evvel de Yusuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmez misiniz (muhakkak bilirsiniz). Artık ben, babam bana izin verinceye (yanına çağırıncaya) veya Allah (kardeşimi kurtararak iadesine) hükmedinceye kadar buradan (Mısırdan) ayrılmam. O, (Allah) Hakimlerin (hükmedenlerin) hayırlısıdır, hakkın gayrı ile hükmetmez, (O, bu sözüyle, babasının mazeretini kabul etmesi için Allaha iltica etmeyi, sığınmayı kasdetti. Diğer kardeşlerine şöyle dedi): “Siz babanızın yanına dönün (hadiseyi olduğu gibi anlatın) ve deyiniz ki; “Ey babamız! Muhakkak ki oğlun (Bünyamin bizim gördüğümüze göre) hırsızlık yaptı. Biz ancak gördüğümüze şahidlik ederiz. (Su kabının Bünyaminin yükünden çıktığını gördük) Biz gaybı (Onun halinin hakikatini, onu gerçekten çaldı mı, yahut onun haberi olmadan eşyası arasına mı kondu) bilmeyiz. (Gaybı Allahtan başkası bilmez.)” (Yusuf suresi: 80-81)

Yusuf a yaptıklarından dolayı, babaları yanında suçlu olduklarından Mısırda kalmaya niyetlenen büyükleri, üzerlerinden töhmeti atmakta daha tesirli olması için, ayet-i kerimede bildirildiği gibi mealen şunları da söylemelerini emretti: “Eğer bize inanmazsan, içinde bulunduğumuz (ve kendisinden döndüğümüz) şehre (Mısır halkına) da aralarında geldiğimiz kervana da (su kabının onun yükünde nasıl bulunduğunu) sor. Biz, hakikaten doğru söyleyicileriz.” (Yusuf suresi: 82)

Büyüklerini ve Bünyamini Mısırda bırakan dokuz kardeş, babalarının yanına döndü. Mısırda kalan büyüklerinin talimatı üzere başlarından geçenleri ve olup bitenleri babalarına anlattılar. Yakup , bu habere çok üzülüp anlatılanlara inanmadı.

Aslında oğulları bu defa yalan söylememişlerdi. Bünyaminin Mısırda alıkonulmasına gerçekten onlar sebep olmamıştı. Fakat bir kere Yusuf ın kuyuya bırakılması hadisesinde yalan söyledikleri ve suçlu oldukları için, doğru söylemelerine rağmen Yakup inanmak istemedi. ayet-i kerimede mealen bildirildiği gibi: “Onlara dedi ki: Hayır! (İş sizin dediğiniz gibi değil. Aranızda kararlaştırdığınız) bu işi (peşin bir menfeat elde etmek için onu Mısıra götürmeyi) nefsleriniz size aldatıp süsleyerek kolay gösterdi. (Yoksa Mısır Azizi, bizim dinimizde hırsızın esir edileceğini ne bilsin) (Yusuf suresi: 83)

Kısaca, bu işte kasıtları bulunmasa bile, onların fetvaları neticesi Bünyaminin Mısırda tutulması, Yakup ın sitemine sebep oldu.

ayet-i kerimenin devamında Yakup ın mealen şöyle buyurduğu haber verildi: “Artık bana düşen sabr-ı cemildir. (Benim sabrım, kendisinde insanlara şikayet bulunmayan güzel bir sabırdır) Umulur ki, Allah (oğullarımın üçünü) hepsini birden bana getire. Şüphesiz Allahalimdir, hakimdir.”

Yakub ın üzüntü ve kederi son aldığı haberle daha da artmıştı. Zaten uzun zamandan beri üzüntü ve elem içerisindeydi. Fakat, Allahın kendisini bu sıkıntıdan yakında kurtaracağına da inanıyordu. Çünkü bela ve sıkıntı pek şiddetlenip son hadde geldiği vakit, ondan kurtulmak daha çabuk olur. İşte Allah hakkındaki bu hüsn-i zannından (iyi ve güzel zannından) dolayı “Umulur ki Allah (oğullarımın üçünü) hepsini birden bana getire” buyurdu.

Tefsir alimleri bu ayet-i kerime hakkında şöyle de bildirmişlerdir: Yakup daha başlangıçta kendisinin ve oğullarının başına gelecekleri farketmiş, Yusuf rüyasını anlatınca ona; “Oğulcağızım! Rüyanı kardeşlerine anlatma! Sonra sana hile yaparlar” buyurmuştu. İşte önceki bildiklerine göre, başına gelen işler sonuna doğru yaklaşınca, “Umulur ki, Allah (oğullarımın üçünü) hepsini birden bana getire” buyurmuştur.

Yakub , oğullarından Bünyaminin acı haberini alınca, çok üzüldü. Acı ve kederi daha da arttı ve ayet-i kerimede bildirildiği gibi mealen; “Onlardan yüz çevirdi ve Yusufun firakıyla beni kaplayan (şiddetli) hüzün ve hasretim! Gel, işte şu an senin tam gelme zamanındır” dedi.” (Yusuf suresi: 84)

Yakub , oğullarından Bünyaminin haberini öğrenince, sadece Yusuf a olan hüznünü açıkladı. Halbuki Bünyaminin hadisesi daha yeni idi. Tefsir alimleri başka sebepler zikretmişlerse de, bu hali diğer iki oğlunun hayatta olduğunu bilmesine, Yusuf dan ise hiç haber alamamasına bağlamışlardır.

Yakub , son derece üzüntülü ve kederli olmasına rağmen, halini Allahtan başkasına arzetmedi. Nitekim ayet-i kerimede onun şu mealdeki sözü bildirildi: “Ben kalbimde tutamadığım hüzün ve kederimi, yalnız Allaha arz ediyorum. (Size bir şikayetim yoktur.)” (Yusuf suresi: 86)

Yakub ; başına gelen ağır ve büyük bir musibete rağmen, daima sabırlı oldu. Asla feryad ve figan etmedi. İnsanlara da şikayette bulunmadı. Rivayete göre, Azrail Yakup ın yanına gelmişti. Yakup , Azraile ; “Yusufumu görmeden benim ruhumu almaya mı geldin?” diye sordu. Azrail da “Hayır, senin hüzün ve kederine iştirak etmek için geldim” dedi.

Bela ve musibete uğrayan kimsenin; “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” demesi evladır. Çünkü Bakara suresi 156. ve 157. ayet-i kerimelerinde mealen: “Musibet zamanında istirca edenler (Allahın kazasına rıza gösterenler) üzerine, Rablerinden rahmet, nimet ve Cennet vardır. Onlar hidayete erenlerdendir.” İstirca; “İnna lillah ve inna ileyhi raciun: Muhakkak biz Allahın kullarıyız, (vefat ettikten sonra diriltilmek ve neşir ile yine) ona döneceğiz demektir.

Bir hadiste, Resulallah şöyle buyurmuştur: “Bir bela gelince; “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” demek, bu ümmete mahsus bir ihsandır. Geçmiş ümmetlerden hiç birisine verilmemiştir. Yoksa Yakup Yusufun ayrılığı musibeti başına gelince; “Ey Yusufun firakıyla beni kaplayan hüzün ve hasretim” demez; “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” derdi.” Bu hadis-i şerifi, Taberani, İbn-i Mürdeveyh ve Beyheki, Said bin Cübeyrden rivayet etmişlerdir.

Ebu Hüreyrenin rivayet ettiği bir hadis-i şerifde Resulallah şöyle buyurdu: “Allah, hakkında hayır murad ettiği kimseye bela ve musibet verir.”

Sad şöyle anlattı: Resulallaha , insanlardan başına bela ve musibete en fazla kimlerin uğradığı sorulunca; “Peygamberlerdir. Şiddeti onların rütbelerine göredir. Her mümin, dinindeki derecesine göre bela ve musibete düçar olur. Eğer dinde kuvvetli ve metanetli ise, (bela ve musibet de) o derece olur. Eğer dinde zayıf ise hafif ve kolay olur” buyurdu. Enes de; “Mükafatın büyük olması, bela ve musibetin büyüklüğüne göredir. Allah sevdiği kimselere bela ve musibet verir. Eğer rıza gösterilirse Allah da onlardan razı olur. Şayet uğradıkları beladan dolayı isyan ederlerse, Allah onlara gazab eder” buyurdu.

Başka bir hadiste de; “Müminin her hali hayrete şayandır! Ona hayır isabet etse, Allaha hamd ve şükür eder. Musibet gelse, Allaha hamd edip belaya sabreder. Mümin her hali ile sevab alır, hatta hanımının ağzına (Allah için) koyduğu lokma ile de” buyruldu.

İşte Yakup , devamlı gözleri yaşlı bir şekilde derin bir gam ve keder içerisindeydi. Bu hususta Kuran-ı kerimde şöyle buyuruldu: “Hüzün ve kederinden gözlerine ak düştü.”

Tefsir alimleri içinde, Yakup ın gözünün görmez hale geldiğini söyleyenler de vardır. Hüznün devamlılığı, hiç durmadan ağlamayı icabettirir. Devamlı ağlamak ise gözün görmemesine sebep olur. Çünkü devamlı ağlamak gözün siyahında perde meydana getirir. Mukatil şöyle buyurdu: “Yakub ın iki gözü altı sene görmedi. Nihayet Allah, Yusuf, ın gömleği ile onun gözlerine görmeyi nasib etti.”

Yusuf ın babasından ayrılması ile ona kavuşması arasında uzun bir zaman (40 veya 80 yıl) geçti. Bu müddet içerisinde Yakup ın gözlerinden yaş hiç dinmedi. Halbuki o zaman yeryüzünde Allahın katında Yakup dan daha kıymetli kimse yoktu.

ayet-i kerimenin devamında mealen; “(Evladına hasretten kalbi üzüntü ile dolu olup, kalbinde) onu tamamen tutar, izhar etmezdi.” (Yusuf suresi: 84) buyruldu. İnsanın en şerefli azaları, dili, gözü ve kalbidir. Allah, Yakup ın bu üç azasının da gama battığını beyan eyledi. Çünkü Yakup ın; “Ey Yusufun firakı (ayrılığı) ile beni kaplayan hüzün ve üzüntüm!” demesi, çok ağladığını ve kalbinin şiddetli gam ile dolduğunu haber vermektedir.

Bütün bunlar onun bir an olsun Allahı anmasına mani olmadı. Çünkü daralan ve sıkıntıda olan, üzülen kalbler Allaha daha yakındır ve onunla meşguldur. Böyle acı ve sıkıntılar, Allahtan başka düşünceleri kalbden çıkarır. Neticede kul, Allaha daha çok yönelir, daha çok dua eder. Yalvarıp yakarma ile meşgul olur.

Tefsir-i Mazharide bildirildiğine göre; Burada tasavvufla alakalı bir husus vardır. Tasavvuf büyükleri şöyle buyurmuşlardır: Tasavvufta kalb fena mertebesine ulaşınca, artık Allahtan başkası ile meşgul olmaz. O kalbde hiç bir mahlukun sevgisi bulunmaz. Durum böyle olunca, Allahın seçilmiş kullarından ve aynı zamanda peygamberi olan Yakup , Yusuf ı çok sevdiğinden, sevgisi ta kalbine işlemişti. hatta onun ayrılığının verdiği hüzün ve kederinden devamlı ağlıyordu.

Kalbin, Yusuf gibi bir peygamberin sevgisi ile meşgul olması, Allah ile meşgul olmasına mani değildir. Çünkü, peygamberleri aleyhimüsselam sevmek, Allahı sevmek gibidir. Nitekim hadiste Resulallah ; “Sizden birine ben, babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça, o, imanı kamil bir mümin olamaz” buyurmuştur.

Bu ayet-i kerime; bağırıp çağırmak, yüzüne vurmak, elbisesini yırtmak gibi durumlar olmadığı müddetçe, musibet ve belaya uğranıldığı zaman üzülmenin ve ağlamanın caiz olduğunu göstermektedir. Hüzün ve üzülmek, insanın elinde olmayan hallerdendir. Çünkü musibet, bela ve şiddetli sıkıntı zamanlarında insan kendisine sahip olamaz. Nitekim Resulallah efendimiz de, oğulları İbrahimin vefatı üzerine hüzünlenip merhametlerinden dolayı ağlamışlardır.

Yakub ın çok ağladığını gören oğulları yahut evdeki torunları ve hizmetçilerinin, Kuran-ı kerimde mealen şöyle dedikleri bildirilmektedir: “Oğulları, Yakuba ; “Yusufu anmaktan geri durmuyor, onun sevgisinde gevşeklik göstermiyorsun. Vallahi sonunda ya kederinden hastalanıp eriyeceksin, yahut helak olacaksın” dediler.” (Yusuf suresi: 85) Onlar böyle söylemekle Yakup ın çok ağlamasına mani olmak istiyorlardı. Yemin etmeleri ise, Yakup ın akıbetinin ne olacağını kati olarak bilmedikleri halde, işin sonunda buraya varacağını kuvvetle zannettikleri içindi.

Yakub onların bu sözleri üzerine ayet-i kerimede bildirildiği gibi mealen; “Ben, kalbimde tutamadığım hüzün ve kederimi, ancak Allaha arz ediyorum. (Size ve başkasına şikayetim yok. Beni şikayetim ile başbaşa bırakın. Şikayetimi Rabbime arz edeyim) Ben, sizin bilemeyeceğiniz nice şeyleri, Allah tarafından (vahiyle) biliyorum” dedi.” (Yusuf suresi: 86)

Fahreddin-i Razi , şöyle buyurmaktadır: Bu ayet-i kerimede Yakup ın Yusuf a kavuşacağını beklediğine işaret olunmaktadır. Yakup ın bu bekleyişinin birkaç sebebi vardır:

1- Rivayete göre Azrail Yakup a gelince, ona; “Ey Melek-ül mevt! Oğlum Yusufun ruhunu aldın mı?” diye sordu. Azrail da; “Hayır, oğlunun ruhunu almadım ya Nebiyyallah!” diye cevap verdi. Sonra Mısır tarafını işarete ederek; “Onu orada ara” dedi.

2- Yusuf rüyasının, rüyay-ı sadıka olduğunu biliyor, onun gibilerin rüyasının doğru çıkacağına inanıyordu. Çünkü, Yusuf da rüşd ve kemal alametlerini görmüştü.

3- Allah, Yusufa kavuşturacağını ona vahyetmiş, fakat vaktini bildirmemiş olabilir. Ondan ayrılığın hasretinden Yakup acı ve ızdırap içinde kalmıştı.

4- Süddinin rivayetine göre, Yakup a oğulları, o sırada Mısırın başında bulunan kimsenin gidişatını, işlerinde ve sözlerindeki kemalini, faziletini anlatınca, onun Yusuf olabileceğini ümid etti. Çünkü, müslüman olmayanlar arasında böyle birisinin bulunmasının uzak bir ihtimal olduğunu söyledi. “Olsa olsa Yusuf dır” dedi.

5- Bünyaminin hırsızlık yapmadığını kesin olarak biliyordu. Mısır melikinin yakalayınca ona eziyet yapmadığını, onu dövmediğini de duyunca, kuvvetli ihtimalle onun Yusuf olduğuna kanaat getirdi.

Yakub bu alametlere istinaden, Yusuf ı bulmak ümidi ile, oğullarına yumuşak ve hoş bir şekilde; “Ey oğullarım! (Mısıra) gidin. Yusuf ile kardeşlerinden haber sorun. Allahın fadl ve rahmetinden ümid kesmeyin. Çünkü, hakikat kafirler güruhundan başkası, Allahın fadl ve rahmetinden ümid kesmez dedi.” (Yusuf suresi: 87) Mümin, bela, musibet ve darlık zamanında Allahın fadl ve rahmetinden ümidini kesmez, sabreder ve bu yüzden hayıra nail olur. Bolluk ve genişlik zamanında da Allaha hamd eder. Yine bu yüzden hayra kavuşur. Kafir ise bunun aksini yapar.

Bir insan, Allahın kemaliyle kadir olmayıp acizliğine, her şeyi bilmediğine, kerim değil, bahil olduğuna itikad ettiği zaman, tamamen Onun lütuf ve merhametinden ümid keser. Bu üç husus ise, küfrü (imansızlığı) icabettirir. Böyle bir itikad da ancak imansız olanlarda bulunur.

Yakub ın oğulları: “Vallahi sen Yusuf diye diye hasta olacaksın, yahut öleceksin” demişlerdi. “Ruh-ul beyan”da buyurulur ki: Bu ayet-i kerimede muhabbet ehlinden hiç birinin kınanmaktan kurtulamayacağına işaret vardır. Sadık ve samimi olan muhabbet ehlinin alameti, Allah için kınayanın (ayıplayanın) ayıplamasından korkmamasıdır. Bunun için; “Halka sırrını açarsan, hor ve hakir; Hakka yalvarırsan aziz olursun” demişlerdir.

Yakub , halinden Allaha şikayette bulundu. Bu caizdir. Eyyub kendisine gelen musibet sırasında; “Bana gerçekten hastalık isabet etti. Sen merhametlilerin en merhametlisisin” demiş (Enbiya suresi: 83), buna rağmen Allah da; “Onu (belalara) sabredici bulduk. O ne iyi kuldur” buyurmuştur. (Sad suresi: 44) Çünkü, Eyyub ın şikayeti Hakkdan yine Hakka idi. Bu sebeple Allahın nezdinde mazur idi. Çünkü, sabrın hakikati, nefsi Allahtan başkasına şikayette bulunmaktan men etmek, Hakdan başkasına meyli terketmek, Allahın kaza ve kaderinden meydana gelmesi bakımından eza, bela ve musibete tahammül etmektir.

İlahi aşk ve muhabbet lisanı, niyaz ve anlatma lisanıdır. Bu, naz ve şikayet lisanı değildir. arif-i billahın şikayet gibi görünen hali naz değil; sevdiğine yüksek bir tazarru ve yakarışın, kısacası bir niyazın arzıdır.

Yakub ın oğulları, babalarının tavsiyesi üzerine Mısıra döndüler. Yusuf ın huzuruna varmadan aralarında anlaştılar. “Önce ona çok sıkıntıda olduğumuzu, bize şiddetli açlık isabet ettiğini, söyleyerek halimizi arzedelim. Eğer kalbinde bir incelik ve yumuşaklık görürsek, asıl maksadımızı açıklarız. Yok, eğer böyle umduğumuz gibi olmazsa ondan bahsetmeyiz” dediler. Yusuf ın huzuruna varınca mealen şöyle dedikleri Kuran-ı kerimde haber verilmiştir: “Ey Aziz! Bize ve ailemize darlık (kıtlık, fakirlik ve açlık) ulaştı. Çok az ve ehemmiyetsiz bir sermaye ile geldik. Bize (daha önce tam sermaye ile, tam bedelle verdiğin gibi) tam ölçek ver (sermayemizden eksik olan bu miktara karşılık olan zahireyi vermekle veya kardeşimizi iade etmek suretiyle) hakkımızda ayrıca tasaddukda bulun. Zira Allah, sadaka verenleri (dünyada ve ahirette en güzel şekilde) mükafatlandırır. (Yusuf onlara); “Siz (sonunun neye varacağını) bilmeden Yusufa ve kardeşine yaptığınız işin kötülüğünü anlayıp ondan tevbe ettiniz mi?” dedi.” (Yusuf suresi: 88-89)

Yusuf , onların yalvarışlarını çaresiz kaldıklarını ve açlık içinde bulunduklarını görünce, kalbi inceldi. Merhametinden dolayı onlara kendisini tanıtmak, kendisinin Yusuf olduğunu bildirmek istedi. Ancak Allahın hakkını kendi hakkına tercih etti. Onlara, gerek kendisine yaptıkları zulmün ve gerekse kardeşi Bünyamini kendisinden ayırmanın, onu aralarında hor ve hakir tutmanın çirkinliğini sordu. Bunu, şefkatinden dolayı onlara din hususunda nasihat etmek maksadıyla yapmıştı. Böyle yapmakla onların günahlarını ikrar ile, tevbe ve istiğfarda bulunmalarını sağlamak istiyordu. Yoksa maksadı, onları paylamak ve kınamak değildi.

Bu ayet-i kerime ile aynı surenin; “Onlar (senin, mevkiinin yüksekliği, şanının üstünlüğü sebebiyle) hatırlarına bile getirmedikleri halde, sen bu yaptıklarını (kötülüklerini) kendilerine haber vereceksin” diye vahyettik” mealindeki 15. ayet-i kerimesi tasdik edilmekte ve vadin gerçekleştiği anlatılmaktadır.

Yakub ın oğullarına verdiği ve Mısır Azizine hitaben yazdığı mektubu alınca, Yusuf ın okuyarak, hislendiği ve kendisini tutamayıp, durumu açıkladığı da bildirilmiştir. Bu hususta başka rivayetler de vardır.

Yusuf ın sözleri üzerine; bu izzet ve ikram sahibi kimsenin kardeşleri olabileceğini düşündüler. Sonunda şaşkınlık içinde ona Yusuf olup olmadığını sordular. Onların bu hayretleri ve Yusufun cevabı, ayet-i kerimede mealen şöyle bildirildi:

“(Kardeşleri) Yoksa sen gerçekten Yusuf musun?” dediler. Yusuf ; (Evet) “Ben Yusufum ve bu kardeşim (Bünyamin) dir. Allah (birbirimize kavuşturmakla) bize ihsanda bulundu” dedi (Yusuf suresi: 90)

Yusuf , böyle buyurunca, bundan gurur ve övünme anlaşılmaması için, Allaha şükretmek, Onun nimetini anmak ve kardeşlerine nasihat etmek için ayet-i kerimede mealen şöyle söylediği bildirildi: “Muhakkak ki, kim (farzları yerine getirmek, günahlardan sakınmak suretiyle) Allahtan korkar ve belalara (musibetlere, taatları yapıp, günahları terketmenin meşakkatine) sabrederse, şüphesiz Allah muhsinlerin (sabır ve takva sahiplerinin) ecrini zayi etmez.” (Yusuf suresi: 90)

ayet-i kerimede Yusuf ın, kardeşlerine; “Ben Yusufum” diye bizzat ismini söyleyerek cevap verdiği bildirildi. Bununla kardeşlerinin kendisine yaptığı zulmün ve buna karşılık Allahın lütfettiği zafer ve nusretin (yardımın) büyüklüğünü açıkladı. Sanki şöyle demek istedi: “Ben, zulümlerin en büyüğü ile zulmettiğiniz, buna karşılık da Rabbimin en yüksek makam ve mertebeyi verdiği kimseyim. Beni öldürmeye teşebbüs ettiğiniz ve kuyuya attığınızda aciz bir kimseydim. Şimdi ise, gördüğünüz gibiyim.”

Yine Yusuf , kardeşleri tanımalarına rağmen; “Bu da kardeşim” dedi. Böylece onun da kendisi gibi mazlum olduğunu, görüldüğü gibi Allah tarafından nimete ve ihsana kavuşturulduğunu anlatmak istedi.

Yusuf kardeşlerine böyle söyleyince, onlar bu sözlerini tasdik ettiler. Yusuf ın fazilet ve meziyetini itiraf ettiler. ayet-i kerimede bu husus mealen şöyle bildirildi. “Vallahi Allah (zikrettiğin yüksek sıfatlar, güzel ahlak, ilm, hilm ve saltanatla) muhakkak seni bizden üstün kıldı. Muhakkak ki, biz sana yaptığımız muameleden dolayı günahkar olduk dediler.” (Yusuf suresi: 91)

Onlar, Yusuf ın kendilerine olan üstünlüğünü, ona yaptıklarından dolayı günahkar olduklarını itiraf edince, Yusuf ın onlara söyledikleri, ayet-i kerimede mealen şöyle bildirildi: “Yusuf onlara; Bugün (den sonra günahınızı zikretmek suretiyle benim tarafımdan) size, bir kınama ve ayıplama yoktur dedi.” (Yusuf suresi: 92)

Yusuf , dünyaya ait kınama ile kınamayacağını kardeşlerine söyleyerek, ayet-i kerimenin devamında haber verildiği gibi, ahiret azabını da onlardan gidermesi için Allaha dua etti. Mealen; “Allah sizi mağfiret buyursun, (affetsin). O, merhametlilerin en merhametlisidir” dedi.

Tefsir alimlerinden bazıları, ayet-i kerimenin manasının; “(Benim tarafımdan) size, bir kınama ve ayıplama yoktur. Bugün Allah sizi (günahlarınızı) af ve mağfiret eyler” olduğunu da bildirmiştir. Yusuf kendi tarafından onlara hiç bir başa kakma ve kınamanın olmadığını bildirdi. Sonra Allahın, günahlarını af ve mağfiret buyurduğunu onlara müjdeledi. Çünkü onlar, Yusuf ın karşısında çok mahcup düştüler. Gönülleri ziyadesiyle kırıldı. Yaptıkları işin kötülüğünü ve günahkar olduklarını da itirafla, tevbe ve istiğfarda bulundular. Allah da onların tevbelerini kabul edip, günahlarını af ve mağfiret buyurdu. İşte Yusuf onlara; “Bugün Allah sizi (günahlarınızı) af ve mağfiret eyler” buyurarak onlara ilahi müjdeyi verdi.

Rivayete göre, Yusuf kardeşlerine çok izzet ve ikramda bulundu. Onlar da; “Siz bizi sabah-akşam yemeğe davet ediyorsunuz. Biz ise yaptıklarımızdan ve kusurumuzdan dolayı utanıyoruz” dediler. Yusuf da cevabında; “Mısırlılar, şimdiye kadar hakkımda; Az dirheme satılmış bir köleyi, bu mertebeye kavuşturan Allahı tenzih ederiz diyorlardı. Şimdi ise sizin sayenizde şeref buldum. Herkesin nazarında yükseldim. Çünkü onlar, sizin benim kardeşlerim olduğunuzu, benim de İbrahim ın torunlarından Yakup ın oğullarından olduğumu öğrendiler” dedi.

Yusuf ın kendisine zulmeden kardeşlerine gösterdiği bu asil davranış; Resulallah efendimizin Mekke-i mükerremenin fethinde, kendisini ve eshabını yurtlarından çıkaran Mekkelilere gösterdiği alicenaplığa benzemektedir. Resulallah efendimiz Mekkenin fethedildiği gün Kabe-i muazzamanın kapısının iki tarafından tutarak, Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerine; “Benden ne umarsınız, size ne yapacağımı zannedersiniz?” buyurdular. Onlar da; “Senden hayır umarız. Kerim kardeş oğlu kerimsin, istediğini yapabilirsin” dediler. Bunun üzerine alemlere rahmet olarak gönderilen Resulallah efendimiz; “(Size) kardeşim Yusufun söylediğini söylerim: Bugün (benim tarafımdan) size hiç bir kınama ve ayıplama yoktur” buyurdular.

Yine o şanlı Mekkenin fetih gününde, öldürülmesinde bir beis görülmeyen Ebu Süfyan bin Haris gizlendiği yerden çıkıp, müslüman olmak için gelmişti. O zaman Resulallah efendimizin amcası Abbas ona; “Resulallah in huzuru seadetlerine varınca; “Bugün (benim tarafımdan) size hiç bir kınama ve ayıplama yoktur” mealindeki ayet-i kerimeyi okumasını söyledi. Ebu Süfyan da, Resulallah efendimizin huzur-ı seadetlerine varınca böyle yaptı. Bunun üzerine Resulallah “Allah seni ve sana (bunu) öğreteni af ve mağfiret etsin” diye dua edip, talebini kabul buyurdu.

ayet-i kerimenin sonunda Yusuf ın mealen; “O (Allah) merhametlilerin en merhametlisidir.” yani; “Ben zayıf ve aciz bir kul iken sizi af edince, Gafur ve Rahim olan Allah elbet küçük ve büyük günahları af ve mağfiret eyler. Tevbe edenlere lütuf ve ihsanı ile muamele de bulunur. Onların tevbesini kabul eder” buyurduğu bildirilmektedir.

Yusuf kardeşlerine kendisini tanıttıktan sonra, hemen babası Yakup ın halini, kendisinin yokluğundan sonra ne durumda olduğunu sordu. Onlar da; “Senin için üzüldü ve çok ağladı. Bu sebeple gözleri görmez oldu” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Yusuf , derhal gömleğini çıkarıp onlara verdi ve; “Bunu babama götürün yüzüne sürsün” dedi.

Bazı İslam alimleri; “Yusuf a, gömleğinin babasının gözüne sürülmesi sayesinde gözünün göreceği vahy ile bildirilmiştir. Yoksa bilemezdi” demişlerdir.

Bazı alimler de; “Yakub ın gözünün görmemesi iç sıkıntısı ile, çok ağlamaktan meydana gelen bir görme zayıflığı idi. Gömlek, gözünün üzerine konunca, oğlunun hayatta olduğunu anlayıp, gönlünde bir genişlik, kalbinde bir rahatlık hasıl oldu. Bu vesile ile gözündeki görme zayıflığı da gitti” buyurmuşlardır.

Yıllar süren ayrılığın sona ermesini ve babasının sevinmesini isteyen Yusufun, kardeşlerine söylediği sözler, Kuran-ı kerimde mealen şöyle bildiriliyor: “Yusuf kardeşlerine; “Şu gömleğimi babama götürün ve yüzüne sürün. O, benim kokumu koklasın ve gömleğimi gözlerine sürsün. O artık rahatlıkla görmeye başlar. Sonra bütün ailenizi de bana getirin (Babam ve siz, bütün evlad ve iyalinizle birlikte geri bana gelin)” (Yusuf suresi: 93)

Sonra Yusuf , kardeşlerinin bütün sefer ihtiyaçlarını hazırladı. Babası Yakup a verilmek üzere, onun bütün hanedanı ile birlikte Mısıra teşriflerini isteyen bir mektub da verdi. Kardeşleri gömleği de alarak yola çıktılar. Bu sırada Yakup , oğlu Yusufun kokusunu aldığını yanındakilere haber verdi. Fakat onlar, Yakup ın sözüne inanmadılar. Yusuf a duyduğu aşırı muhabbetten dolayı böyle bir koku duyduğunu zannedebileceğini söylediler. Bunlar Kuran-ı kerimde mealen şöyle haber verildi;

“Vakta ki kafile (Yusuf ın gömleği de beraberlerinde olarak) Mısırdan ayrıldı. (Yakub yanındakilere); Eğer bana yaşlılık sebebiyle noksan akıllılık nisbet etmezseniz, ben muhakkak Yusufun kokusunu buluyorum (duyuyorum) dedi. (Yanında bulunanlar); Vallahi sen (Yusufa olan) aşırı muhabbetinde devam ediyorsun. (Onu unutamıyor, hala ona kavuşacağını umuyorsun) dediler.” (Yusuf suresi: 94-95) Yani; “Sen hala Yusufa karşı eski muhabbetini sürdürüyorsun. Yusuf senden ayrılalı uzun zaman oldu. Hala sen Yusufu unutmazsın ve dilinden düşürmezsin” dediler.

Yakub ın yanındakiler, Yusuf ın çoktan vefat etmiş olduğunu zannettiklerinden, onun; “Muhakkak ben Yusufun kokusunu buluyorum (duyuyorum)” demesine hayret ediyorlardı. Bu sebeple de; “Vallahi sen (Yusufa olan) aşırı muhabbetinde devam ediyorsun (onu unutamıyor ve hala kavuşacağını umuyorsun)” dediler.

Yusuf ın kokusunun Yakup a nasıl ulaştığı mevzuuna gelince, Fahreddin-i Razi bu hususta şöyle buyurur: “Bu işin hakikati şudur: Allah Yusuf ın latif ve has kokusunu mucize olarak ulaştırmıştır. Çünkü o kadar uzak bir mesafeden bu kokunun Yakup a ulaşması harikulade bir hal olup, mucizedir. Netice Yakup ın buyurduğu gibi çıkmıştır.”

Bu hadise Kuran-ı kerimde mealen şöyle beyan buyruldu: “Vakta ki müjdeci geldi. Yusufun gömleğini (Yakub ın) yüzüne sürdü. Gözleri açılıverdi. (Yahud Yakup bizzat kendisi yüzüne sürdü. Eski haline döndü)” (Yusuf suresi: 96)

Tefsir alimlerinin çoğu, müjdecinin Yehuda olduğunu bildirmişler ve daha yola çıkmadan; “Babama; Yusufu kurt yedi diye kanlı gömleğini götürerek, üzülmesine sebep olmuştum. Şimdi de onun gömleğini ben götürüp sevindireyim” dediğini zikretmişlerdir.

Yakub ın gözleri açılınca oğullarına söyledikleri, Kuran-ı kerimde mealen şöyle bildirildi: “Ben size, sizin bilmeyeceğiniz şeyleri, Allah tarafından biliyorum demedim mi? dedi.” (Yusuf suresi: 96) Onların bilmediği şeyden murad, Yusuf ın hayatta olduğu ve Allahın birbirlerine kavuşturacağıdır. Rivayet olunur ki, Yakup , müjdeyi getiren Yehudaya, Yusuf ın ne durumda olduğunu sordu. O da; “Mısır azizidir” cevabını verdi. Bunun üzerine Yakup ; “Mülk ve saltanatı ben ne yapayım. Ben hangi din üzere olduğunu soruyorum” dedi. Yehudadan; “Elhamdülillah İbrahim ın dini üzeredir” cevabını alınca; “İşte şimdi nimet tamam oldu” buyurdu. Oğullarının da babalarına verdikleri cevap, aynı ayet-i kerimenin devamında mealen şöyle bildirildi: “Oğulları; “Ey bizim babamız! Allahtan bizim için günahlarımızın mağfiretini iste. Gerçekten biz günahkarlardan olduk” dediler.

(Yakub da); “Sizin için, Rabbime, sonra istiğfar ederim. Hakikat şudur ki, çok günah örtücü, çok merhamet edici ancak Odur” dedi.” (Yusuf suresi: 96-97)

Fahreddin-i Razi bu hususta şöyle buyurmaktadır; “Bu ayet-i kerimenin zahiri, Yakup ın oğulları için, istiğfarı hemen o sırada yapmadığını, bilakis, sonra Allahtan onlar için af ve mağfiret dileyeceğini vadettiğini göstermektedir.” Tefsir alimleri Yakup ın, bu tehiri için, değişik sebepler bildirmişlerdir:

1- Yakup , istiğfarı seher vaktine tehir etti. Çünkü seher vakti duaların kabul olması için en uygun zamandır.

Çünkü Ebu Hüreyrenin bildirdiği hadiste, Resulallah in; “Gecenin son üçte biri olunca Allahın; Bana dua eden yok mu onun duasını kabul edeyim? İsteyen yok mu vereyim? Benden af ve mağfiret dileyen yok mu? Onu af ve mağfiret edeyim buyurduğunu” bildirmişlerdir.

Yakub , dua edeceği gece seher vaktinde kalkıp namaz kıldı. Namazını bitirince; “Allahım Yusuf için, üzüldüğüm, onun için tahammülsüzlük gösterdiğim için beni ve Yusufa yaptıklarından dolayı da oğullarımı af ve mağfiret eyle” diye dua etti. Allah, Yakup a onları af ve mağfiret ettiğini vahiyle bildirdi.

2- Yakup , oğulları için mağfiret dilemeyi Cuma gecesine bıraktı. Zira Cuma gecesi, dua ve tevbelerin kabulü için en uygun zamandır.

3- Yakup ; oğullarının hakikaten günahlarına pişman olup, tevbe edip etmediklerini ve tevbelerinin ihlasla olup almadığını anlamak için istiğfar etmeyi geciktirmiştir.

4- Yakup , “Sizin için sonra istiğfar ederim” dedi. Bu, mazlumun affetmesi şartını bildiğinden; “Ancak Yusufla görüştükten sonra sizi affederse istiğfar ederim” demektir. İstiğfarı, Yusufla görüştükleri vakte kadar tehir etti.

5- Yakup , oğulları için hemen istiğfar etti. “Sizin için sonra istiğfar edeceğim” demesi; “Gelecekte de istigfar etmeye devam edeceğim” manasınadır diyen alimler de vardır.

Bir rivayete göre, Yakup , 20 seneden fazla her Cuma gecesi oğullarını af ve mağfiret buyurması için Allaha yalvarmıştır.

Rivayete göre, Yusuf kardeşleri ve babasından başka öteki aile ve akrabalarını Mısıra getirmek üzere yüz binek ve ayrıca sefer için gerekli şeyleri eksiksiz yollamıştı. Kardeşleri Kenan iline varınca, bir müddet, Mısır yolculuğu için hazırlık yaptılar. Yakup aile ferdlerini topladı. Tabiinden Mesruk bin Ecdanın bildirdiğine göre, kadın-erkek hepsi 73 kişi idiler. Hazırlıklarını bitirip, yola çıktılar. 8 veya 10 gün süren bir yolculuktan sonra Mısıra yaklaştılar. Yusuf bu haberi alınca, Mısır sultanı Reyyanla görüştü. Babasının ve akrabalarının, Mısıra yakın bir yerde olduklarını söyledi. Yusuf ve Reyyan beraberlerinde askerleri ve Mısır halkından da pekçok kişi olmak üzere Yakup ve yanındakileri karşılamaya çıktılar. İki taraf birbirine yaklaştı. Yakup gelenlere baktı. En önde bulunan, kılık ve kıyafeti ile dikkatini çeken Yusuf ı işaret ederek, yanında bulunan Yehudaya; “Bu kimdir?” diye sordu Yehuda; “Yusuf dır” diye cevap verdi. Birbirlerine iyice yaklaşınca, Yakup ; “Esselamü aleyküm. Ey hüzün ve kederleri gideren Yusuf” diye selam verdi. İkisi de bineklerinden yere inip, birbirlerine sarıldılar.

Bu husus Kuran-ı kerimde mealen şöyle beyan buyruldu; “Vakta ki onlar (Yakub ve yanındakiler, Yusuf ın) huzuruna girdiler. O (Yusuf ), babasını ve annesini (üvey annesini) yanına aldı (kucakladı. Bütün sıkıntılardan, istenmeyen durumlardan) inşaallah emin olarak Mısıra giriniz, dedi.” (Yusuf suresi: 99)

Yusuf ın saltanat tahtı vardı. Babası ile üvey annesini tahtının üstüne çıkarıp, oturttu. Babası ile üvey annesine yaptığı ikram, kardeşlerine yaptığından daha fazlaydı. Çünkü, tahta sadece o ikisini çıkarmıştı.

Bu husus ayet-i kerimede mealen şöyle bildirilmektedir; “Babasını ve anasını (üvey annesi veya teyzesini) tahtının üzerine çıkarıp oturttu. Hepsi onun için (ona kavuştukları için) secde ettiler.” Beydavi tefsirinde Yusuf ın ebeveynini tahta çıkarmasının hakikatte secdeden önce olduğunu, ancak ayet-i kerimede Yusuf ın ebeveynini tahta çıkarmasının önce bildirilmesi, Yusuf ın onlara tazim ve hürmete verdiği ehemmiyeti bildirmek içindir. Hem böyle yerlerde secde, tahta çıkmaktan önce gelir.

Ebüssüud Efendi ve “Tefsir-i Mazhari” müellifi Senaullah-ı Pani-püti (rahmetullahi aleyhima), secde edenlerin Yusuf ın ebeveyni ve kardeşleri olduğunu bildirmişlerdir. Ayrıca onların yaptıkları secde hakkında da şu malumatı vermişlerdir; “Yusuf a yapılan secde, selamlama secdesi idi. O zamanlar secde, şimdiki el öpmek, ayağa kalkmak gibi bir tazim ve hürmet şeklinde idi. Yoksa Allahtan başkasına, ibadet kasdıyla secde etmek haramdır. Onların dinlerinde tazim ve hürmet için secde caiz idi. Muhammed ın dininde tazimin bu şekli kaldırılmıştır.”

Bazı müfessirler; “ayet-i kerimedeki secdeden murad, alnı yere koymak değildir. Eğilmek ve tevazudur. Yani Yusuf a, ebeveyni ve kardeşleri, tevazu etmişlerdir buyurmuşlardır.”

Fahreddin-i Razi ise; “ayet-i kerimede, onların Yusuf a kavuştukları için Allaha şükür secdesinde bulunduklarını zikretmiştir. Yusuf a secde ettikleri bildirilmemiştir” buyurdu.

Sonra Yusuf babasına, nail olduğu lütuf ve ihsanlardan birinin de zindandan kurtulması olduğunu anlattı ve; “Rabbim bana ihsan etti. Çünkü beni zindandan çıkardı” dedi. Yusuf , zindana düşmeden önce kuyuya atılmıştı. Halbuki kuyuya atılmak, zindana atılmaktan daha şiddetlidir. Yusuf bu sırada, Allahın kendisini sağ-salim olarak kuyudan çıkarmasından bahsetmedi. Çünkü orada kardeşleri de vardı. Onları utandırmak, ayıplamak istemedi. Hem daha önce; “Bugün (benim tarafımdan) size bir kınama ve ayıplama yok” buyurmuştu. Yusuf böyle yapmakla kardeşlerine ihsanda bulundu.

Bundan sonra Kuran-ı kerimde Yusuf ın babasına mealen şöyle dediği bildirildi: “Ey Babam! İşte bu evvelce gördüğüm rüyanın tevilidir (açıklamasıdır.) Hakikaten Rabbim, o rüyayı tahakkuk ettirdi. Beni zindandan çıkarıp mülk ihsan etti. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını (hased ile) bozduktan sonra, (Allah) sizi çölden (Kenan diyarından) getirdi. Muhakkak ki, Rabbim dilediği şeyleri (çok güzel ve) çok ince tedbir edendir. Şüphesiz ki (kullarının menfaatlerine olan şeyleri) hakkıyla bilen, her şeyi hikmetinin icab ettirdiği vakit ve şekilde yapan Odur” (Yusuf suresi: 100)

Rivayete göre, Yakup Yusuf ın yanında 24 sene yaşadı. Ömrünün sonuna gelince Yusuf a, vefat ettiğinde, babası İshak ın yanına defnedilmesini vasiyet etti. Yakup vefat edince, Yusuf babasının vasiyetini yerine getirdi. Cenazesini tabutla Halilürrahmana götürdü. Bu sırada Yakup ın kardeşi Iysda vefat etti. Yusuf her ikisini de defnederek Mısıra döndü.

Dünya nimetlerinin çok çabuk elden çıktığını, hepsinin geçiciliğini çok iyi bilen Yusuf , sonunun iyi ve akıbetinin güzel olması için Allahtan hüsn-i hatime istedi. ayet-i kerimede Rabbine mealen şöyle dua ettiği bildirildi. “Ya Rabbi bana mülkden (Mısır sultanlığından) bir nasib verdin, rüya tabirini öğrettin. (Ey) gökleri ve yeri yaratan Rabbim! Sen, dünyada da ahirette de yardımcım ve işlerimin velisisin. Benim canımı müslüman olarak al. Beni salihler zümresine kat.” (Yusuf suresi: 101)

Dua edecek bir kimsenin duadan önce, Allaha hamd ve senada bulunması lazım gelir. İşte Yusuf da dua etmek isteyince, bu şekilde dua etti.

Katade , bu duasıyla Yusuf ın; “Hemen Allaha kavuşmayı arzu ettiğini”, İbn-i Abbas ise; “Benim ruhumu alacağın zaman, İslam dini üzere al!” demek istediğini bildirmiştir.

Yusuf , babasının vefatından sonra bir müddet daha yaşayıp vefat etti. Mısırda herkes Yusuf ı kendi mahallesine defnetmek istiyordu. İş kavgaya kadar yaklaştı. Sonunda mermer bir sandukaya koyup, Nil Nehri kıyısına (veya Nil Nehrinin ortasına) gömmekte anlaştılar. Bir rivayete göre, ondan dörtyüz sene sonra gelen Musa , kabrini bulup, mübarek cesedini oradan alarak Yakup ın da medfun bulunduğu Halilurrahmandaki yere defnetti.

Allah, Kuran-ı kerimin 12. suresi olan Yusuf suresine “Ahsen-ül-Kasas” buyurmuş ve bu surede onun ibretli kıssası anlatılmıştır. Surede, Yusuf ın kıssası bittikten sonra, Allah Resulallahıne mealen şöylebuyurmuştur: “Habibim! Bu (Yusuf ın kıssası) sana vahy ile bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Zira Yusufun kardeşleri işlerini (Yusufu kuyuya atarak babalarından uzaklaştırmayı) kararlaştırdıkları ve (Yakub a) hile yaptıkları zaman sen yanlarında değildin.” (Yusuf suresi: 102)

Resulallah efendimiz, hiç kitap okumadığı ve alimlerden ders görmediği, yetiştiği muhitten başka yerlere gitmediği, ilimden habersiz bir cemiyet arasında yetiştiği halde; Yusuf ın kıssasını en güzel bir tertip ve ifade ile anlattı. Allah tarafından vahyedilen bu kıssa, Resulallah efendimizin kıyamete kadar devam edecek bir mucizesidir.

Yusuf ın kıssasının anlatıldığı Yusuf suresi için İslam alimleri şöyle buyurmuşlardır:

“Ahsen-ül-kasas olan Yusuf suresini okuyan kimse, Yusuf ın, kemalini, ihsanını, sabrını, iffetini, keremini (ikramını), ilmini, siyasetini, hayatını, tedbirini, rüya tabirini nasıl yaptığını öğrenir.”

“Yusuf kıssasını ibret olarak dikkatlice okuyan kimse, Allahın kazasını def etmeğe gücünün yetmeyeceğini, Onun takdirine mani olamayacağını iyice anlar. Allah, bir insan için hayır ve iyilik murad ettikten sonra, isterse dünyada herkes ona düşman olsun, bütün insanlar aleyhine çalışsın, hatta onun hakkındaki takdiri, kaderde yazılan hükmü değiştirmeye kalkışarak, bütün güçlerini ortaya koysunlar, küçük bir zarar veremezler.”