Başa gelen bela ve musibet yüzünden, Halıkı mahluka şikayet etmemektir. Bununla beraber şikayet, Allaha arz edilirse, bu daha güzel bir sabır olur. Çünkü böyle yapmakla kul olduğu ifade edilmiş olur. Kulun böyle yapması lazımdır. Meşhur şair Ömer ibni Farid, divanında şöyle demektedir:
“Mutlak olarak bela ve sıkıntılara karşı koyabildiğini; onlara göğüs gerebildiğini göstermen güzel değildir. Fakat din düşmanlarına karşı böyle yapmak güzeldir. Çünkü Resulallah, mübarek gazalarında ve haccında böyle yapmışlar, müşriklere karşı, güçlü ve kuvvetli, zorluklara karşı metin ve sabırlı olduklarını göstermişlerdir. Fakat dostların yanında böyle yapmak güzel olmayıp çirkindir.”
İslam alimleri; “Sabr-ı cemil, belayı, geniş kalb ve güler yüzle karşılamaktır” buyurmuşlardır. Nitekim hadiste de; “Sabr-ı cemil, kendisinde halka şikayet olmayan sabırdır” buyrulmuştur.
Sabır; cemil (güzel) olan sabır, cemil olmayan sabır olmak üzere iki kısımdır. Cemil olan sabır, kendisine gelen bela ve musibetin Allahtan olduğunu, mülkün sahibi olan Allahın mülkünde, dilediği gibi tasarruf etmesine itiraz olunamayacağını bilmektir. Bu mertebede olan kalb, bela ve musibete düçar olan kimseyi, başkasına şikayette bulunmaktan men eder.
Yine sabr-ı cemil, belanın, hakim (hikmet sahibi) her şeyden haberdar olan, hiç bir şeyi unutmayan, çok merhametli ve çok adaletli olan Allahtan geldiğini bilmektir. Böyle olduğunu bilince, Ondan gelen her şeyin bir hikmeti olduğu ve yalan yanlış olmayacağına iman edilir. Bu sebeple, Ondan gelene itiraz edilmez, sükut ile karşılanır.
Musibete uğrayan bir kimse, bu hususlara vakıf olunca, başına gelen bela ve musibetlerden şikayette bulunmakla meşgul olmaz. İşte bu sabr-ı cemildir.
Şayet sabır, kazaya rıza göstermekten dolayı değil de başka maksatlarla olursa, buna sabr-ı cemil (güzel) denmez.
Bütün işlerde, sözlerde ve itikadi hususlarda kaide şudur: Allaha kulluk için olan ve bu niyetle yapılan her şey güzeldir. Bu niyetle olmayan şeyler güzel değildir.
Bir işi yapan kimse, dikkatlice düşündükten sonra; “Beni bu işi yapmaya sevkeden sebep, Allaha kulluk mu, Onun rızasını kazanmak mı, yoksa başka bir şey mi?” diye kendi kendine sorunca; “Allaha kulluk, Onun rızasını kazanmak” cevabını alırsa bu iş güzeldir.
Yakub , oğullarının verdiği habere karşı tahammül gösterebilmek için, Allahtan yardım istedi. Çünkü, sabredebilmek, musibete tahammül göstermek, ancak Allahın yardımı ile mümkündür. İnsanda nefsani ve ruhi sebepler vardır. Nefsani sebepler, insanı bela ve musibete karşı, feryada yöneltir. Ruhi sebepler ise, sabretmeye ve kadere rıza göstermeye sevkeder. Bela ve musibete düçar olduğu zaman, insanın içinde bu iki sınıf arasında mücadele başlar. Allahın yardımı olmazsa, nefsani sebeplere galip gelinemez. Çünkü insanın nefsi devamlı feryad eder, asla sabır ve rıza göstermez.
Yakub , oğullarının Yusufa hased ettiklerini ve onun hayatta olduğunu biliyordu. Çünkü daha önce gördüğü rüyayı Yusufa ; “Rabbin seni seçecek” şeklinde tabir etmişti.
Yakub , Yusufun diri olduğunu bilmesine rağmen, neden araştırmadı? Bu suale cevap vermek için İslam alimleri çok uğraşmışlar, çeşitli neticeler çıkarmışlardır. Bir kısmı; “Yakub ı, Allahın araştırmaktan men ettiğini” söylediler. Diğer bir kısmı; “Yakub , Yusufu Allahın koruyacağını biliyordu” dediler. Bazıları da; “Yakub başına gelenlere sabrederek, bu belanın Allahtan geldiğini bilip, işi Ona havale etmenin, Onun takdirine bırakmanın daha doğru olduğunu gördü” dediler.
Yusuf kuyuya atıldıktan bir müddet (üç gün veya bir saat) sonra, Medyenden gelip Mısıra gitmekte olan bir kervan, kuyunun yakınında konakladı. Su getirmesi için sakalarını (bir rivayette Malik bin Zür Huzaiyi) kuyuya gönderdiler. Kuyunun başına varıp, kovasını sarkıttı. Kova kuyunun dibine inince, Yusuf kovaya sarıldı. Saka çekince, Yusuf da kovayla beraber dışarıya çıktı. Saka, Yusuf ı görünce; “Müjde, işte bir civan” dedi. Bir rivayete göre kardeşlerinden Yehuda, her gün gelip, Yusuf a yiyecek getirirdi. O gün de gelmiş, kuyuda Yusuf ı bulamayınca gidip kardeşlerine haber vermişti. Kardeşleri de kervana yetişip; “Bu bizim kölemizdi. Bırakıp gitmiş, kaçmış, isterseniz, onu satın alın, başka bir memlekete götürün” dediler. Yusuf ı da İbranice; “Bizi yalancı çıkarma seni öldürürüz” diye korkuttular. Bu sebeple, Yusuf sükut etti. Hiç konuşmadı. Kervancılar, mal almışlar, bütün paralarını onlara yatırmışlardı. Yusufun kardeşlerinin onu satma isteği karşısında, üzerlerinde kalan birkaç dirhemi verebileceklerini söylediler. Onların, Yusuf ı satmaktan maksatları, para elde etmek değil, onu babalarından uzaklaştırmaktı. Kervancıların verdiği birkaç dirheme razı olup onu sattılar. Yusuf ın kuyudan çıkarılışı, Kuran-ı kerimde mealen şöyle beyan buyruldu: “Bir kafile gelip, (kuyunun yakınına konakladılar ve) sakalarını (su getirmesi için kuyuya) gönderdiler. O, (kovasını doldurmak için) kuyuya saldı. (Yusuf kovaya yapışıp dışarıya çıkınca, saka); Müjde! İşte bir civan dedi. Onu bir ticaret malı olarak sakladılar. Allah (onların sırlarını, yahut Yusufun kardeşlerinin babalarına ve kardeşlerine) yaptıklarını bilir. (Ona gizli değildir.) Onu kıymetsiz bir pahaya, bir kaç dirheme sattılar. Onlar, onun pahasına rağbet ediciler değillerdi. (Maksatları, sadece Yusufu babalarından uzaklaştırmaktı).” (Yusuf suresi: 19-20)
Bu ayet-i kerimenin tefsirinde bazı müfessirler, Yusuf ı satanların, kardeşleri olduğunu söylemişler, bazıları da kervandakilerdir demişlerdir.
Yusuf ın, ucuz bir fiyatla satılması ile ilgili Resulallah efendimizden de, bir hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bir gün Resulallah efendimiz, Mescid-i saadetten gelirken çocuklar yolunu kesip; “Hasan ve Hüseyine verdiğin gibi bize de bir şey vermezsen seni bırakmayız” dediler. Resulallah efendimiz, Bilal-i Habeşiye eve gidip, nefsini çocuklardan satın alması için bir şeyler getirmesini istedi. Bilal da gidip sekiz ceviz getirdi. Resulallah efendimiz, getirilen sekiz cevizle nefsini çocuklardan satın alıp; “Kardeşim Yusufu ucuz fiyata sattıkları gibi, beni de sekiz cevize sattılar” buyurdu.
Kervancılar, Yusufu Mısıra götürüp pazara çıkardılar. Bir çok kimse ona müşteri oldu. Fiyatı çok yükseldi. Yüzünde parlayan nur, herkesi celbediyor, görenleri hayran bırakıyordu. Herkes onu satın almak istiyordu. Hatta bir kocakarı bile iki yumak iplikle onu satın almak istedi. O sırada Mısır Firavunu, Reyyan bin Velid Amaliki idi. Onun yetkilerini havale ettiği Kıtfir (veya İzfir) isminde bir maliye vekili vardı. Ona “Aziz” denirdi. Aziz, Yusufu kervancılardan çok yüksek bir fiyata satın aldı. Kalbine, Yusuf ın muhabbeti yerleştirildi. Eve varınca hanımına, ona iyi muamele etmesini, ileride kendilerine faydalı olabileceğini söyledi. Nitekim ayet-i kerimede mealen; “Onu satın alan Mısırlı, karısına; Ona izzet ve ikramda bulun (ona kıymet ver). Umulur ki, bize (işlerimizde, mallarımızın idaresinde) faydası olur. Yahut onu evlat ediniriz” dedi” buyruldu. (Yusuf suresi: 21)
Rivayete göre; Yusuf ı satın alan, Mısır Azizinin hanımı Zeliha (Farsça; Züleyha) idi ve çocukları da olmamıştı. Aziz, o yüzden Yusuf ı evlat edinmeyi düşünmüştü.
Azizin kalbine Yusufun sevgisini koyan Allah, onu, Azizin evinde yerleştirdi. Sonra rüya tabirini, geçmiş peygamberlere gelen kitapların manasını öğretti. Onu, Mısırda tasarruf sahibi yaptı. Yetişkin hale gelince peygamberlik verdi. Bu husus ayet-i kerimede mealen şöyle beyan buyruldu: “(Onu kardeşlerinden ve kuyudan kurtarıp, Azizin kalbine sevgisini yerleştirdiğimiz) gibi, ona Mısırda yüksek bir mevki ve rütbe verdik. (Onu orada tasarruf sahibi kıldık.) Ona rüya tabirini (ve ilahi kitapların manasını) öğrettik. Allah, emrinde galiptir. (Allah dilediğini yapar. Onu hiç bir şey red edemez, hiç bir şey Ona mani olamaz. Onun dilediği şeyde, hiç kimse Ona itiraz edemez. Yahut Allah Yusufun kardeşlerinin dilediğinden başkasını diledi ve Allahın dilediği oldu.) Lakin insanların ekserisi (emrin tamamının Allahın kudretinde olduğunu, yahut Allahın murat ettiğini, ne yapacağını) bilemezler. O, (Yusuf , beden ve kuvvet bakımından) yetişkin hale gelince, kendisine hüküm, (peygamberlik) ve ilim (din ilmi veya rüya tabiri ilmini) verdik. İşte biz, ihsan sahiplerini (takva sahibi olup, Yusuf gibi belalara sabredenleri ahirette) hayırla mükafatlandırırız.” (Yusuf suresi: 21-22)
Yusuf , Mısır Azizinin evinde gayet rahattı. Aziz, hanımına sıkı sıkıya tenbih etmiş, ona ihtimam göstermesini söylemişti. Azizin hanımı Züleyha, genç ve güzel bir kadındı. Aziz ise innin yani iktidarsız, güçsüz bir kimse idi. Yusuf ise akıllara durgunluk verecek derecede güzeldi. Yüzünde parlayan nübüvvet nuru herkesi hayran bırakırdı. Bu hal, Züleyhanın ona aşık olmasına yol açtı. Yusuf için süsleniyor, onu kendisine celb etmek için halden hale giriyordu. Fakat Yusuf hiç itibar etmiyordu. Züleyha sonunda kapıları kapadı ve ondan murat almak istedi. Kadının bu hali, ayet-i kerimede mealen şöyle beyan buyruldu:
“(Yusufun ) evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murad almak istedi. (Onu kendisine davet etti.) Kapıları sıkıca kapadı; “Hemen yanıma gel” dedi. (Yusuf ); Efendim (Kıtfir), iyi bakmam için beni sana bıraktı. (Bunun karşılığında onun haremine hıyanet etmekten) Allaha sığınırım. (Zina ile) nefsine zulmedenler felah bulmazlar (maksatlarına kavuşamazlar) dedi. (Züleyha), onunla bu işi (yapmak için) niyetlenmişti. Eğer (Yusuf ), Rabbinin burhanını görmeseydi (Züleyhaya) kastederdi. (Lakin burhanı görüp kastetmedi.) İşte biz, ondan (efendisine ihaneti) fenalığı ve fuhuşu gidermek için böyle yaparız. O, bizim ihlaslı kullarımızdan idi.” (Yusuf suresi: 23-24)
Yusuf ın Züleyhaya meyletmesi, ihtiyari bir kasıt ve niyetle değildi. Yusuf ın tabiatı meyl ve arzu etmişti. Fakat o, kendini ondan men ediyordu. Onun; “Allaha sığınırım” demesi bunu göstermektedir. Aslında insanlık icabı, kişinin tabiatında bulunan meyl ve istekler işlenmedikçe, teklife dahil değildir.
Muhakkikin alimlerden bazısı bu hususu açıklarken şöyle buyurdu: “Hemm, yani bir şeye niyet etmek, iki kısımdır: Birisi, sabit ve yerleşmiş olanıdır. Bununla beraber; azm, kasıt ve o işi yapmaya rıza vardır. Azizin karısının hemmi böyle idi. Bu manada kötü bir işe niyetlenen kimse, mesuldur ve hesaba çekilir. Hemmin diğer kısmı, arızi yani geçici olanıdır. Bu, insanın elinde olmadan, ihtiyar ve kasdı bulunmadan (istemeden) kalbe gelen düşüncelerdir. Yusuf ın, Azizin karısına olan kasdı bu manada idi. Bu kasd ihtiyari olmayıp, insan olma bakımından, elinde olmayarak tabiatının meyletmesidir. Kul, kalbine gelen böyle bir düşünceyi söylemediği veya yapmadığı müddetçe, mesul olmaz, muaheze de edilmez. Yusuf ın o zamanki kasdı, bizim kastımız, bir şeye azmetmemiz gibi değildir. Şayet öyle olsa idi, Allah onun hakkında; “O bizim ihlaslı kullarımızdan idi” buyurmazdı.”
“Tefsir-i Mazhari”de ve “Kadı Beydavi”de buyruluyor ki: Yusuf ın tabiatı, Züleyhaya meyletti, ona yöneldi. Fakat o kendisini bundan men etti. “Ben Allaha sığınırım” demesi, buna delalet etmektedir. Burada Yusuf ın tabiatının hemmi (meyli) ile murad, ihtiyari isteği ile kasd değildir. İnsanın tabiatının, insanlık icabı bir şeye meyletmesi, arzu duyması, mesuliyetine dahil değildir. Fakat tabiat kötü bir şeye meylettiği zaman, ona mani olmak, medhedilmeye ve çok sevaba vesiledir. Beşerin, meleklere üstünlüğüne sebep de budur. Ebu Mansur Matüridi şöyle buyurdu: “Yusufun Züleyhaya meyletmesi, kasdetmesi, insanın beşer olarak hatırına gelen düşünce kabilindendir. Böyle düşüncelerin, insanın hatırına gelmesi elinde değildir. Bu düşünce ve meyillerden dolayı, insan o arzuyu yapmadıkça mesul değildir.”
Yusuf a nisbet olunan hemme, meyl-i tabii manası verilmesi, oruçlunun soğuk suya meyli gibidir. Yazın oruç tutan kimse, soğuk su görünce ona meyleder. O kimse soğuk sudan içmek ister. Fakat dindarlığı ve takvası, orucu bozup, günaha girmekten onu korur. İşte kötülenmeyen, günah olmayan tabii meyl buna denir.
Bir kimse, konuşmadığı veya yapmadığı müddetçe, kalbine gelen düşünceden mesul tutulamayacağına, o sebeple de muaheze olunamayacağına dair Ebu Hüreyrenin rivayet ettiği hadiste, Resulallah efendimiz şöyle buyurmaktadır; “Allah azze ve celle; “Kulum, bir iyilik yapacağını söylediği zaman, onu yapmasa bile kendisine bir sevab yazarım. Onu yaparsa, on sevab yazarım. (Kulum) bir günah yapacağını söylediği zaman, onu yapmadığı müddetçe, onu af ve mağfiret ederim. Onu yaptığında bir günah yazarım” buyurdu.”
Fahreddin-i Razi hazretleri de şöyle buyurmuştur: “Yusuf , böyle kötü bir işten ve haram bir kasıttan beridir, uzaktır. Müfessirlerin ve mütekelliminin muhakkik alimleri böyle buyurmuşlardır. Biz de böyle deriz ve bunu müdafa ederiz. Çünkü deliller, peygamberlerin günahlardan masum olduğunu bildirmektedir. Bunun dışında söylenilenlere iltifat ve itibar edilmez. Çünkü peygamberlerden , bir zelle ve hefvet (sürçme) sadır olunca, onlar bunu pek büyük görmüşler, derhal peşinden pişman olmuşlar, tevbe ve istiğfar etmişlerdir. Mesela, adem ve Davud ın tevbeleri, Kuran-ı kerimde beyan buyrulmuştur. Yusuf hakkında ise böyle bir şey bildirilmemiştir. Eğer kendisinden böyle bir şey meydana gelmiş olsa idi, Yusuf , peşinden tevbe ve istiğfar eder; Allah da bunu Kuran-ı kerimde bildirirdi. Nitekim diğer peygamberlerin tevbelerini bildirmiştir. Kuran-ı kerimde, Yusuf ın tevbesine dair hiç bir şey bildirilmemesinden; ondan böyle bir şeyin meydana gelmediği anlaşılmaktadır. Buradan, Yusuf ın, hakkında söylenilen şeylerden ve din düşmanlarının iddia ettikleri şeylerden beri (uzak) olduğu anlaşılmaktadır. Sonra bu hadise ile alakası olanların hepsi, onun böyle bir işten beri olduğuna şahidlik etmiştir. Üstelik Allah da şahidlikte bulunmuştur. Bu durumda olan bir peygambere şeytan asla musallat olamaz. Nitekim şeytanın, Allahın halis kullarını saptıramayacağına dair itirafı, Kuran-ı kerimde bildirilmiştir. Bu sebeple, şeytanın onlar arasına girdiğini söylemek imkansızdır. Yusuf ın böyle bir işe teşebbüsüne dair rivayetlerin de aslı yoktur.
Bir kısım İslam alimleri, Yusuf da, değil bir hemmin meydana gelmesi, böyle bir şeyin olabileceği ihtimalini bile tamamen red etmişlerdir.”
Şeyh Üftade hazretlerinden naklen, İsmail Hakkı hazretleri “Ruh-ul Beyan”da şöyle buyurdu; “Yusuf beşeri tabiatına hücum ile, tabiatının istediğinden uzak durdu. Tabiatının meylini yerine getirmedi. İnsanın, tabiatına ait meyillerin ve arzularının bulunmaması kemaline değil, noksan olduğuna delalet eder. Kemal; bir insanın beşer icabı, tabiatı bir şeyi şiddetle arzu edip, o şeyi yapmağa kadir iken, kendini o tabiatın meyl ve arzusundan isteği ile men etmesi, alıkoymasıdır. İşte insanın manevi ilerlemesi ve yükselmesi bununla olur. Kamil insanlar, Allahın katında bu suretle yüksek derecelere kavuşurlar. Yoksa, iktidarsız kimseyi, zina etmiyor, şehvetine düşkün değil diye elbette hiç kimse övmez.
Yusuf , zinanın son derece çirkin ve kötü olduğuna dair Allahın burhanını görünce, kapıya doğru kaçmak istedi. Züleyhada peşinden koştu. Ona yetişince, kapıdan çıkmaması için, arkasından gömleğini yakalayıp, kendisine doğru çekti. Çekmesi ile beraber gömleğin arkası yırtıldı. Bu halde kapıdan dışarı çıkınca, Züleyhanın amcasının oğlu ve Aziz ile karşılaştılar. Her ikisi de orada oturuyordu. Züleyha kocası olan Azizi görünce, töhmet korkusu ile Yusuf dan önce söze başlayarak; “Senin ehline (haremine) kasdedenin cezası nedir?” diye sordu. Sonra da kocasının onu öldürmesinden korktu. Daha kocasının konuşmasına fırsat vermeden, sözüne devam edip; “Onun bu cezası, ancak hapse atılması, tasarruftan men edilmesi yahut sopa ile dövülmesidir” dedi. Züleyha, sopa ile dövülmesinden önce, hapsedilmesini söyledi. Çünkü Yusufu çok seviyordu. Seven, sevdiğinin acı çekmesini istemez. Ayrıca Yusuf hakkında hapis ve ona azab etmekten biri ile muamele edilmesi lazım geleceğini açıkça beyan etmedi. Onu korumak için umumi bir ifade kullandı. Yapılacak muamelenin de uzun değil, bir veya iki gün gibi kısa bir müddet olmasını istedi. Eğer onun maksadı, devamlı hapiste kalması olsaydı, ayet-i kerimede böyle buyrulmazdı.
Yine Züleyha, genç ve güzel bir delikanlı olmasına rağmen Yusufun kendisi gibi cemal sahibi bir kadının teklifini kabul etmediğini görünce, onun temiz, nazik ve asil bir insan olduğu hususunda kati bir inanca sahip oldu. Bu sebeple onun ismini açıkça söyleyerek; “Yusuf bana zinayı kastetti” demeyi ve böyle bir yalanı söylemeyi kendine yakıştıramadı. Ancak kinaye yolu ile; “Senin ehline kastedenin cezası nedir?” demekle yetindi.
Yusuf onun bu sözlerini işitince, kendisine nisbet edilen bu töhmeti (suçu) def etmek için; “O benim nefsimden murad almak istedi. Ben ise teklifini kabul etmeyip kaçtım” dedi. Aslında, Yusuf Züleyhanın namus perdesini yırtmak, onun kendisine yaptıklarını ifşa etmek istemiyordu. Ancak Züleyha, onun hakkında bu sözleri sarfedip şerefine ve nezaketine yakışmayan sözler sarfedince, bu töhmetin altından kalkmak zorunda kaldı. Bu sebeple; “O benim nefsimden murad almak istedi” dedi. Yoksa, Züleyhanın bu halini ifşa etmezdi. Bu sırada Züleyhanın ehlinden (akrabalarından) bir hakim şöyle hüküm verdi: “Eğer Yusufun gömleği önünden yırtılmışsa, Züleyha haklı; yok arkasından yırtılmışsa, Yusuf doğru söyleyicidir” dedi.
Yusufun sözünün doğru olduğuna pek çok alamet olmakla beraber, hakimin Züleyhanın akrabasından olması da kuvvetli bir delil idi.
Yusufun , kendisine isnad edilen töhmetten (suçtan) uzak ve temiz olduğuna dair bazı alametler vardır. Bunlardan birincisi; Yusuf , aslında hür olmasına rağmen, gürünüşte Azizin kölesiydi. Böyle bir kimsenin efendisinin hanımına el uzatması mümkün olmazdı. Bu uzak bir ihtimaldir. İkincisi; gerek Aziz, gerekse yanında bulunanlar, Yusufun , kapıdan çıkmak için süratle koştuğunu görmüşlerdi. Eğer niyeti kötü olsaydı, kapıdan çıkıp hemen oradan uzaklaşmaya çalışmazdı. Üçüncüsü; Züleyhanın, gayet güzel bir şekilde süslenmesine karşılık, Yusuf , kılık ve kıyafeti bakımından tabii ve sade idi. Dördüncüsü; Yusuf , hep emin olmuş, onların yanında uzun müddet kalmış, böyle bir hal vuku bulmamıştı. Beşinci olarak; Züleyha, açıktan Yusuf ı itham etmeyip, hakkında umumi ve kapalı sözler söyledi. Yusuf ise, hiç korkmadan işin aslını olduğu gibi anlattı. Suçlu olsa idi, hadiseyi bu kadar açık anlatamazdı. Azizin hanımına böyle harekette bulunan kimsenin, korkusundan bu kadar açık ve rahat konuşması mümkün olmazdı. Altıncı olarak; rivayete göre, Züleyhanın zevci iğdiş ve aciz idi. Züleyha ise, bunun aksine idi. Buna göre de, bu kötü işin Züleyhaya hamledilmesi daha muvafıktır.
ayet-i kerimede Yusufun gördüğü bildirilen burhanın ne olduğu hususunda Katade , bazı müfessirlerin dediği gibi: Yusuf ın bu sırada, Yakubun suretini gördüğü ve ona; “Ey Yusuf! Sen, sefih kimselerin işini mi yapıyorsun? Halbuki sen, peygamberler arasında yazılısın” buyurduğu rivayet edilmiştir. Yine müfessirlerden bazıları, Yusufun başını kaldırınca sarayın duvarında; “Zinaya yaklaşma…” mealindeki ayet-i kerimeyi gördüğünü bildirmişlerdir. İmam-ı Cafer-i Sadık hazretleri; “Burhan, peygamberliktir. Allahın Yusuf a ihsan ettiği peygamberlik (ilahi ismet) nuru, Yusuf ile, Allahın gadap ettiği şey arasına girdi. Onun kötü bir iş yapmasına mani oldu” buyurmuştur.” “Tefsir-i Mazhari” sahibi Senaullah-i Pani-püti hazretleri de: Burhanın ne olduğu hususunda, en doğru sözün, İmam-ı Cafer-i Sadıkın sözleri olduğunu bildirmiştir.
Hakimin hükmü ile beraber, bütün bu alametlerle, hadiseye Züleyhanın sebep olduğu anlaşılınca, Aziz utandı. Yusufun doğru, karısının ise yalan söylediğini anladı. Aslında bu hususta daha başka alametler de vardı. Lakin gömleğin yırtılması görünen bir alamet idi.
Yusuf ile Azizin hanımı Züleyha arasında geçen bu haller, Kuran-ı kerimde mealen şöyle beyan buyruldu: “(Yusuf kapıya doğru kaçmak, kadın da onun çıkmasına mani olmak kastı ile) ikisi de kapıya koştular. Kapının dışında kadının efendisine rast geldiler. (Kadın); “Zevcine kötülük etmek isteyenin cezası zindana atılmak, yahut acıklı bir azaptan (dayakla dövmekten) başka ne olabilir?” dedi. (Yusuf); O (kadın), kendisi benim nefsimden murad almak istedi (benden kötü işi yapmamı istedi. Beni bu iş için kendisine davet etti, ben ise ondan kaçtım) dedi. Onun (kadının) akrabasından bir şahid (hakim); “Eğer gömleği ön taraftan yırtılmış ise, doğru söylemiştir. Bu (Yusuf) ise yalancılardandır. Eğer arka taraftan yırtılmış ise kadın yalancıdır. Bu ise doğru söyleyicilerdendir” diye hükmetti. (Zevci veya hakim, Yusufun) gömleğinin arka taraftan yırtılmış olduğunu görünce; “Şüphesiz bu (“zevcine kötülük etmek isteyen…” sözün) sizin (siz kadınların) hileniz (fendiniz) dendir. Muhakkak sizin hileniz (nefse tesir eden) büyük bir şeydir” dedi.” (Yusuf suresi: 24-29)
Azizin yanında Yusufun böyle bir işten beri, uzak olduğu ortaya çıkınca, ayet-i kerimede beyan buyrulduğu gibi mealen; “(Ey)! Yusuf bu meseleden vazgeç, onu kimseye söyleme. Bu mesele yayılmasın. Ey kadın! Sen de günahın için tevbe et. Çünkü hata edicilerden oldun” dedi.” (Yusuf suresi: 29)
Ayet-i kerimenin zahiri, af talep etmeyi emretmektedir. Allahtan mı, yoksa zevcinden mi af talep edeceği bildirilmemiştir. Affın zevceden istenmesi muhtemeldir. O zaman mağfirete, af manası verilir. Şu durumda; “Günahın için tevbe et” diyen, Züleyha ile Yusuf hakkında hakemlik yapan şahıs da olabilir. Allahtan mağfiret istenmesi manası da muhtemeldir. Çünkü o zaman Mısırlılar, alemi yaratanın, Allah olduğunu biliyor ve Ona inanıyorlardı. Bununla beraber, putlara da taparlardı. Bu ihtimale göre, mağfiret talebinde bulunmasını söyleyen Züleyhanın zevci de olabilir.
Züleyhanın Yusufa yaptıkları, bir müddet sonra Mısır ahalisi tarafından duyuldu. Bir rivayete göre, bu haber, sultanın hacibi, ekmekçileri, hayvan bakıcıları ve sucularının hanımları arasında yayılmıştı. Mısır eşrafının hanımları arasında yayıldığı da rivayet edilmiştir. Onlar aralarında; “Azizin hanımı Züleyha, Kenanlı kölesi Yusufun nefsinden kam yani murad almak istiyormuş, o gencin sevgisi onun yüreğine işlemiş, onu deli etmiş. Azizin ehli olduğu halde Züleyhanın bir köleye gönül vermesini açık bir hata olarak görüyoruz” dediler. Kadınlar, bu sözleri rastgele söylemiş değillerdi. İnsan bazan farkında olmadan bir şeyler konuşabilir. Züleyhayı ayıplayan kadınlar ne konuştuklarının farkında idiler. Bilerek konuşmuşlardı. Bununla beraber güya Züleyhanın yaptığı işten kendilerinin uzak olduklarını da ifade etmek istiyorlardı.
Kuran-ı kerimde bu hadise anlatılırken mealen; “Şehirdeki bir kısım kadınlar; “Azizin karısı, delikanlısının nefsinden murad almak istiyormuş. Delikanlının muhabbeti yüreğine işlemiş (Onu başka şey düşünemez hale getirmiş). Biz onu (Azizin hanımını, delikanlısına gönül vermesi sebebiyle) apaçık hata içerisinde görüyoruz. (Çünkü iffetini muhafaza etmedi) dediler.” (Yusuf suresi: 30) buyrulmuştur. Ayet-i kerirnede delikanlı, köle yerinde kullanılmış, fakat köle manasında bir lafız ile buyrulmamıştır.
Aslında Yusuf Züleyhanın kölesi değildi. Fakat, onun sırf hizmetinde bulunduğu (yahut zayıf bir rivayete göre, Aziz onu Züleyhaya hibe ettiği) için kölesi denmiştir. Bu muhabbetin Züleyhanın gönlüne işlemesi ile murad şudur: Züleyha devamlı Yusuf ın muhabbeti ile meşguldu. Ondan başkasını gözü görmez, başkasını düşünmez, başkasını hatırına getirmezdi. Öyle ki bu muhabbet onunla (kadının kendisi ile) başkaları arasında bir perde olmuştu. Züleyhanın görünürdeki (zahirdeki) halleri böyle olduğu gibi batıni (kalbi) halleri de böyle idi.
Züleyha, Mısırlı kadınların kendisi hakkındaki sözlerini işitti. Aslında, Mısırlı kadınların bu sözleri hileden başka bir şey değildi. Çünkü onlar, Yusuf ın güzelliğini işitmişler ve onu görmek hevesine düşmüşlerdi. Bu gayelerine erişmek istediler. Nihayet, Züleyhanın işini aralarında konuşup, onu ayıpladılar. Bundan maksatları, Züleyhayı ayıplamak değildi. Gerçekte, onun bu sözleri duyarak, kendisini mazur gösterebilmek için, Yusufu onlara göstermek mecburiyetini hasıl etmekti. Bu hanımlar ancak Yusuf ı bu şekilde görebileceklerini sanıyorlardı. Bundan dolayı onların Züleyhayı ayıplamalarına, onu gıybet etmelerine Kuran-ı kerimde mekr denilmiştir.
Züleyha, kadınların Yusufa olan muhabbeti sebebiyle kendisini ayıpladıklarını duyunca; “Yusuf gibi cemal sahibi eşsiz birisine yalnız ben değil, herkes metfun ve hayran olur, bakın siz de görün bakalım ne diyeceksiniz demek” ve onu sevmekte mazur olduğunu göstermek için, bir ziyafet tertib etti. Kendisini ayıplayan ve arkasından konuşan kadınlarla beraber, şehir eşrafından kırk kadar hanımı davet etti. Onlar için dayanıp rahat edecekleri yastıklar; bıçakla kesilerek yenecek yiyecekler hazırladı. Misafirler gelip oturdular. Her birine birer bıçak verdi. Yastıklara kibirli bir şekilde yaslanarak, yiyecekleri bıçakla keserek yemeye başladılar. Bu sırada Züleyha, başka bir odada bulunan Yusuf a, kadınlara görünmesini ve karşılarına çıkmasını söyledi. Yusuf , Züleyhadan çekindiği için, emrine muhalefet etmedi. Kadınlara göründü. Kadınlar, Yusuf ı görünce cemalinin heybetinden, yüzünün güzelliğinden kendilerini unuttular. Çünkü onun güzelliği akıllara durgunluk verecek derecede idi. İkrime şöyle buyurmuştur: “Yusuf ın güzellikte insanlara olan üstünlüğü, ayın ondördüncü gecesinde, dolunayın yıldızlara olan üstünlüğü gibiydi.”
Kadınlar, Yusuf ın güzelliği karşısında kendilerinden geçtiler. Meyve yerine, hiç acı duymadan, ellerini kestiler. Yusuf ın kendilerine ve yiyeceklerine iltifat ve itibar etmediğini gören kadınlar, onda, meleklerin hususiyetini seyrettiler. Ona hayran kaldıklarından ellerini kestiklerinin farkında değillerdi. Onun güzelliğini ve cemalinin heybetini hiç bir insanda görmemişlerdi. Böylece, onun melek olmadığını bildikleri halde “Bu bir melektir” demekten kendilerini alamadılar. Mısırda insanlar arasında bir kimsenin güzelliği, meleğe benzetilerek ifade edilmekte idi. Çünkü, onların nazarında en çirkin mahluk şeytan, en güzel mahluk (varlık) da melektir. Bu yüzden meleğe benzetme yaparlardı. Yusuf ı gören Mısırlı kadınlar da, onun fevkalade güzelliğini ifade etmek için meleğe benzetmişlerdi. Meleklerde şehvet, nefsin arzu ve istekleri gibi beşeri hususiyetler bulunmamaktadır. Yusuf ın kadınlara ve yiyeceklere iltifat etmemesi, onun meleğe benzetilmesine sebep olmuş ve böyle bildirilmiştir.
Gerçekten de Yusuf ın güzelliği fevkalade idi. adem a çok benzerdi. Mısır sokaklarında gezerken, Yusuf ın yüzünün parıltısı, güneş ışıklarının yansıması gibi şehir duvarlarına aksederdi. Hatta bir kimse, onun yüzüne bakmak istese, hemen gözlerini çevirmek zorunda kalırdı. Kıtlık zamanında açlık sıkıntısından muzdarip olan Mısırlılar, onun yüzünü görmekle sıkıntılarını giderirler ve açlıklarını unuturlardı. Bütün bunlara rağmen Yusuf a güzellikten bir parça verilmişti. Muhammed a ise tamamı verilmişti. Çünkü Muhammed , cümle mahlukatın en güzeli ve Allahın sevgilisi idi. Nitekim “Kaşifi tefsiri”nde Cabir-i Ensarinin rivayet ettiği hadiste, şöyle bildirildi: Bir gün Cebrail Resulallah efendimizin huzurlarına geldi. Allahın selamını ve şöyle buyurduğunu haber verdi: “Ey Habibim! Ben, Yusufun cemalini Kürsinin, senin güzelliğini ise, Arşın nurundan yarattım. Senden daha güzel bir kimse yaratmadım.”
Yusuf da cemal, Resulallah efendimizde kemal vardı. Yusuf ın cemali görülünce, eller kesildi. Resulallah efendimizin kemali ile, zünnarlar kesildi, putlar kırıldı ve küfür bulutları dağıldı.
Eshab-ı kiram , Peygamber efendimize; “Siz mi güzelsiniz, Yusufmu güzel?” diye sordular. Resulallah efendimiz; “Kardeşim Yusuf benden sabih (güzel), ben ondan melihim (sevimliyim.) Onun görünen güzelliği, benim görünen güzelliğimden çoktur” buyurdular. Resulallah efendimizin güzelliği gösterilse idi, kimse bakmaya takat getiremezdi. Resulallah efendimiz, bir başka hadis-i şeriflerinde de; “Allahın gönderdiği her peygamber güzel yüzlü, güzel seslidir. Sizin peygamberiniz ise, onların en güzel yüzlüsü ve en güzel seslisidir” buyurmuştur.
Hazret-i Ayşeden, Resulallah efendimizin güzelliği sorulunca, şu mealde bir şiir söyledi:
“Yusuf ı satın almak için arttırmaya çıkan Mısır zenginleri, Muhammed ın yüzünün güzelliğini işitmiş olsalardı; güzelliği dillere destan olan Yusuf için hiç para vermezler, bütün varlıklarını Muhammed ın yüzünü görebilmek için saklarlardı. Yusufun yüzünü görünce ellerini kesen Mısır kadınları, Muhammed ın parlak alnını görselerdi, ellerinin yerine kalblerini keserler ve hiç acı duymazlardı.”
“Dürr-üs-semin” kitabının müellifi diyor ki: “Babam Abdurrahim Dehlevi bana şöyle anlattı; “Kardeşim Yusuf benden sabih, ben ise ondan melihim” hadis-i şerifinin manasını kavrayamamıştım. Çünkü melahet, aşıkların kalbini sabahatten daha fazla cezbeder. Hal böyle iken, Yusuf ın kıssasında kadınların onu görünce, ellerini kestikleri bildirilmekte, fakat bu hususta Resulallah efendimize dair hiç birşey bildirilmemektedir. Halbuki bu hususta, Resulallah efendimize dair pekçok hadiselerin bildirilmesi lazım idi. İşte bu hususta düşünür, hayret ederdim.
Birgün, rüyamda Resulallah efendimizi gördüm. Bu meseleyi arzettim. Resulallah efendimiz şöyle buyurdular: “Allah benim cemalimi (güzelliğimi) insanlardan gizledi. Şayet insanlar benim cemalimi görselerdi, Yusufu gördükleri zaman yaptıklarından daha fazlasını yaparlardı. (Ellerini değil yüreklerini keserler de haberleri olmazdı.)”
Züleyhayı kınayan kadınlar, Yusuf ın güzelliği karşısında kendilerinden geçtiler. Hayretlerini dile getirip, Yusuf için; “Bu kerim bir melektir” dediler. Onların bu halini seyreden Züleyha; “İşte gördünüz mü? Siz benden daha çok kınanmaya, ayıplanmaya layıksınız. Çünkü, onu bir defa görmekle kendinizi kaybedip ellerinizi kestiğinizin bile farkında olmadınız. Ben ise, uzun zamandan beri onunla birlikteyim. Fakat hiç bir vakit sizin bu halinize düşüp, hayranlığımdan dolayı kendimden geçmedim. Eğer şimdi gördüğünüz gibi, onu önceden gözünüzün önüne getirseydiniz beni mazur görür, bu sevgimden dolayı beni kınamazdınız” dedi. Züleyhanın Mısırlı kadınlarla aralarında geçenler, Kuran-ı kerimde mealen şöyle haber verildi; “O (Azizin hanımı) şehirdeki (Mısırdaki) kadınların (hakkında yaptıkları) hilelerini (gıybetlerini) duyunca, birisini gönderip onları davet etti. Onlara yaslanarak (yahut bıçakla keserek yenecek şeyler) hazırladı. Her birinin (eline birer) bıçak verdi. (Hazret-i Yusufa); “Çık karşılarına!” dedi. (Kadınlar) onu görünce (cemalinin heybetine ve) yüzünün güzelliğine hayran kalıp, ellerini kestiler. (Allahın, Yusuf gibi birisini yaratmaktaki kudretine hayranlıklarından, ellerinin kesildiğini hissetmediler. Allah böyle bir beşer yaratmaktan aciz değildir.) Ancak bu (zat) bizim gibi beşer cinsinden değil (Çünkü böyle bir cemal insanda görülmüş değildir). Ancak bu (Allahın katında) kerim bir melektir dediler. O (Azizin hanımı onlara); “İşte beni kendisi hakkında ayıpladığınız (Kenanlı delikanlı) bu! Ben onun nefsinden murad almak istedim (ona böyle bir işi teklif ettim), o, asla kabul etmedi. Eğer emrettiğimi yapmazsa, muhakkak hapse atılacak ve elbette zelillerden olacak” dedi.” (Yusuf suresi: 30-32)
ayet-i kerimede, Yusuf ın, Züleyhanın teklifini kabul etmediğini ifade için kullanılan, İstisam kelimesi, Yusuf ın, Züleyhanın teklifini şiddetle reddedip, zatında mevcut olan masumiyetini (günahsızlığını) muhafazada son derece gayret gösterdiğini, ifade etmektedir.
Züleyha bu şekilde Yusuf ı kadınların karşısına çıkarmakla, kendisinin ona karşı davranışlarında haklı olduğunu göstermek istiyordu. Belki de arzusuna kavuşmasında o kadınların yardımı olur ümidiyle, Yusuf hakkındaki düşüncelerini de izah etti. Onlara; “Duyduğunuz gibi ben ondan bu iş için talebde bulundum. O ise, bu hususta masumiyet gösterip teklifimi kabul etmedi. Eğer ona emrettiğim şeyi yapmazsa, muhakkak zindanlarda sürünür” dedi. Hepsi Yusufun başına toplanıp; “Azizin hanımının emrine karşı gelmen sana bir fayda getirmez. Üstelik hapse düşer hakaret ve zillete uğrarsın” dediler. Yusuf ın karşısında kendilerini unutan ve ona rağbet gösteren bu kadınlar, onu Züleyhanın arzusuna uymaya teşvik ettiler. Züleyha, güzelliğinin yanında mal, servet ve mevki sahibi idi. Eğer arzusuna uymazsa onu hapse attırabilir, iftira edebilir, hatta öldürtebilirdi. Yusuf istenilmeyen bütün şeylerle tehdit ediliyor, karşılığında insan nefsinin rağbet ettiği şeyler teklif ediliyordu.
Yusuf , kadınların, fuhşu güzel gösteren hileleri ve kendine layık olmayan teklifleri ile karşı karşıya gelince, Allaha sığınıp dua etti. Başına gelen bu musibetten korunmasını istedi. Allahın koruması olmazsa, bu masiyetin içine düşeceğini itiraf etti. Bu da, Allahın koruması ve lütfu olmadan, kimsenin masum olamayacağını göstermektedir. Nitekim ayet-i kerimede mealen şöyle buyruldu; “(Yusuf) dedi ki: “Ey Rabbim! Zindan bana, bu (Mısırlı) kadınların beni davet ettikleri şeyden daha sevgilidir. (Yani onların itaat tekliflerine muvafakat etmekten ise zindanı tercih ederim.) (Ya Rabbi!) Eğer sen onların hilelerini benden çevirmezsen (Beni ismet üzere sabit kılmak suretiyle muhafaza etmezsen, ben, ihtiyari olmayan tabii meyil ile) onlara meyleder (onların tekliflerini kabullenir), böylece sefihler (yahut, ilimlerinin icabı ile amel etmeyenler) zümresine dahil olurum. Bunun üzerine, Rabbi onun duasını kabul etti. (Mısırlı) kadınların hilelerini, şerlerini ondan çevirdi. Çünkü O (Allah, kendine tazarru ve iltica edenlerin dualarını) işitici ve (hallerini) bilicidir.” (Yusuf suresi: 33)
Bu ayet-i kerimelerin tefsirinde alimler, Yusuf ın zindana girmesine; “Rabbim, zindan bana, kadınların beni davet ettikleri şeyden daha sevgilidir” demesi sebep olmuştur. Şayet, Rabbim, bana afiyet daha sevgilidir dense idi, Allah onu zindan yerine afiyete kavuştururdu. Fakat o, zindanı söyledi. Musibeti masiyete tercih etti. hadiste; “Bela, ağızdan çıkan söze bağlıdır” buyrulmuştur. Yine Resulallah efendimiz; Bir kimsenin; “Ey Allahım! Ben senden sabır istiyorum” dediğini işitince; “Sen, Allahtan bela istedin. Sen, Allahtan afiyet iste” buyurmuştur. Eshab-ı kiramdan Abdullah ibni Abbas Resulallahın huzuruna varıp; “Ey Allahın Resulü! Bana kendisiyle dua edeceğim bir şey öğret” dedi. Resulallah efendimiz de; “Allahtan afiyet iste” buyurdu. Bir kaç gün sonra aynı suali tekrar sordu. Resulallah efendimiz “Allahtan dünya ve ahiret afiyetini iste” buyurdu.
Züleyhanın zevci, bu işte Yusuf ın suçsuz olduğunu anladığı için herhangi bir ceza vermeye lüzum görmemişti. Bu defa Züleyha başka hilelerle Yusuf ı kendi arzularına uydurmaya çalıştı. Yusuf ise onun hallerine iltifat etmedi. Züleyha, Yusuftan ümidini kesince, kocasına; “Bu Kenanlı genç, beni insanlar arasında rezil etti. Kendi nefsinden murad almak istediğimi söyledi. Bu hususta mazur olduğumu insanlara anlatamadım. Ya bana izin ver, beni kınamamaları için insanlara mazur olduğumu anlatayım, veya onu hapset” dedi. Aziz, dedikoduların son bulması için en uygun yolun, Yusufun hapsedilmesi olduğuna karar verdi. ayet-i kerimede bu durum mealen şöyle beyan buyruldu; “(Aziz ve ailesi),Yusuf ın bu işten uzak ve nezih olduğuna dair açık alametleri gördükleri halde (halkın dedikodusu kesilinceye kadar) onu bir müddet hapsetmeleri (görüşü) onlara zahir oldu.” Böylece Yusuf zindana atıldı. Uzun zaman orada kaldı. Kaç sene zindanda kaldığı ihtilaflıdır ve kesin olarak bilinmemektedir.
Yusuf la beraber, Mısır Firavununun iki kölesi de (ekmekçisi ile sucusu) zindana atılmıştı. Rivayete göre, her ikisi de Firavuna karşı suç işlediklerinden buraya gönderilmişlerdi.
Yusuf , zindanda hastaları ziyaret eder, onların işlerini görür ve sıkıntısı olanları ferahlandırırdı. Biri bir şeye muhtaç olsa, onun için, zindandakilerden para toplar ve yardımda bulunurdu. Geceleri daima namaz kılar ve Rabbini zikrederdi. Belalara uğrayan, hayattan ümidlerini kesmiş, hüzünlü kimseleri teselli eder, onlara; “Sizi müjdelerim. Sabrediniz. Allah size ecrinizi verir” derdi. Zindandakilerin her biri ona muhabbet eder; “Ey Yiğit! Ne güzel yüzlü, tatlı sözlü ve iyi huylusun” derlerdi. Zindan arkadaşları; “Bizi sevindiren, rahatlatan delikanlı! Söyle sen kimsin?” dediler. Yusuf ; “Ben Halilullah İbrahimin oğlu İshakın oğlu Safiyyullah Yakubun oğluyum” dedi. Zindan müdürü, Yusuf a; “Ey delikanlı! Gücüm yetse seni salıverirdim. Buna imkanım yok. Fakat, zindanda istediğin yerde kalabilirsin” derdi. Yusuf , burada da ilmi ve halleri ile insanlara doğru yolu gösteriyor; dedelerinden İbrahim ın dininin hükümlerini anlatıyor; Allahı bir bilip, Ondan başka hiç bir şeye ibadet etmemelerini söylüyordu. Firavunun ekmekçisi ve sucusu da Yusuf ı dinleyenler arasında idi.
Hazret-i Yusufla beraber hapse atıldıktan bir müddet sonra, bunlar birer rüya görüp; Yusufa anlatarak tabir etmesini istediler. Bu kölelerin hali, Kuran-ı kerimde mealen şöyle beyan buyruldu: “Onunla beraber zindana iki de delikanlı girdi. Bunlardan biri (şerbetçi): “Ben rüyamda kendimi şarab (üzüm) sıkıyor gördüm” dedi. Diğeri (ekmekçi) de; “Ben rüyamda başımda ekmek götürdüğümü, kuşların da gelip o ekmekten yediklerini gördüm dedi. Bize bunun (gördüğümüz rüyaların) tabirini (neye delalet ettiğini) haber ver. Çünkü biz seni (rüyaları) iyi tabir edenlerden (yahut zindandakilere ihsan edenlerden) görüyoruz. (Hazret-i Yusuf); “Size rızıklanacağınız yemeğiniz gelmeden önce onun ne ve lezzetinin nasıl olduğunu, miktarını size haber veririm dedi. Çünkü ben, Allaha inanmayan bir kavmin dinini terk ettim. (Ben sizin zannettiğiniz gibi Allaha inanmayan bir kavmin dininde değilim, hiç bir zaman da olmadım ve o bozuk dinden uzağım.) Onlar, ahireti inkar edenlerin de ta kendileridir. (Yusuf suresi: 36-37)
O iki şahıs, Yusuf a gördükleri rüyayı anlatıp, tabirini sormuşlardı. Ancak Yusuf onların suallerine cevap vermeyip mucize gösterdi ve onları tevhid itikadına (bir olan Allaha ve Onun bildirdiklerine inanmaya) davet etti. İslam alimleri bunun bazı sebepleri olduğunu bildirdiler:
1- O ikisinden birinin rüyası, idam olunacağını gösteriyordu. O, Yusuf dan bu tabiri işitince, fevkalade mahzun olacaktı. Tevhide davet eden sözlerini asla dinlemeyecekti. Bu yüzden Yusuf , rüyalarını tabir etmeden önce, onları Hak dine davet etti. Kendisinin de doğru sözlü olduğunu teyit eden bir mucize göstermeyi münasip buldu. Böylece rüyalarının tabirinden sonra; “Bunu maksatlı olarak söylüyor” demelerine fırsat vermedi. Hak dine davetinde ve yapacağı rüya tabirinde, doğru sözlü olduğuna, onların daha önceden kalben hazır olmalarını temin etmiş oldu.
2- Yusuf , ilimde onların tahmin ettiklerinden daha da ileri derecede olduğunu bildirmek istedi. Onlar, Yusuf dan, yalnız rüyalarının tabirini öğrenmek istiyorlardı. Tabir ilmi, zan ve tahmin üzerine kuruludur. Yusuf , onlara bu şekilde cevap vermekle, Allahın izniyle gaybden kafi olarak haber verebileceğini bildirmek istedi. İnsanların aciz kaldığı gaybden haber vermeye (Allahın izniyle) gücü yetince, rüya tabirini hakkıyla yapabilecekti. Böylece tabir ilminde de herkesten üstün olduğunu gösterdi.
3- Yusuf , hüsn-ü zanları sebebiyle, sözünü kabul edeceklerini anlayınca, onlara; Kendisinin peygamber olduğuna delalet edecek bir şeyler anlatmayı, rüyalarını tabir etmeye tercih etti. Çünkü, herkes gibi onların da dini bakımdan doğruyu bulmaları, dünyaya ait işlerinden önce gelmekteydi. Böylece onların ebedi saadetine vesile olacaktı.
4- Yusuf , ekmekçinin birkaç gün sonra idam edileceğini anladığı için, onun hak dine girmesine çalıştı. Böylece küfürden ve ahirette ebedi azabdan kurtulup, saadete kavuşmasına vesile olmak istedi.
Peygamberlerin ve onların varisleri olan alimlerin vazifeleri ve yol göstermedeki esasları budur. Bunlardan ilk ikisi, Yusuf ın rüya tabiri ilminde yüksekliğine; son ikisi ise, Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğuna delalet etmektedir.
Yusuf , onlara gelen rızıklarının neler olduğunu haber verebileceğini söyleyince, onlar; “Böyle şeyleri müneccimler ve kahinler bilir. Sen bunu nereden öğrendin?” dediler. Yusuf ; “Ben ne kahinim, ne de müneccimim. Bu, Rabbimin bana (vahy ve ilhamla) bildirdiği ilimlerdendir. Bu, yıldızlara bakılarak anlaşılan ve kehanetle bilinen şeylerden değildir” dedi.
Mısır Azizi ve çevresi kafirdi. Zindandakilerin zannına göre, Yusuf da Azizin kölesi idi. Azizin sarayında bulunduğu sırada gizli gizli ibadet eder, dinini onlardan saklardı. Zindana girince dinini açıkladı. Allahın bir olduğuna inandığını, Mısır Azizinin dinine inanmadığını söyledi. “Allaha inanmayan bir kavmin dinini terk ettim” sözüyle; “Ben sizin zannettiğiniz gibi Allaha inanmayan bir kavmin dininde değilim. Hiç bir zaman da olmadım ve o bozuk dinden uzağım” sözünü kastetti. Zira onlar, Yusuf ı kendi dinlerinde zannediyorlardı.
ayet-i kerime, onların ahireti inkarlarının, Allahı inkarlarından daha şiddetli olduğunu göstermektedir. Zaten peygamberlerin ve ilahi kitapların gönderilmesinden murad da; kullarını, Allahın birliğine, bildirdiklerine ve ahiret gününe inanmaya davet etmektir.