Hazret-i Hud bu vahyi aldıktan sonra doğruca kavminin toplandığı yere gitti. O gün onların bayramları olduğundan hepsi bir yerde toplanmışlardı. Başta melikleri Halcan ve kavmin ileri gelenleri hususi olarak hazırlanmış altın tahtlar üzerinde oturuyorlardı. Reislerinin başında çeşitli mücevherat ile süslenmiş bir taç vardı. O sırada Hudun gür sesi duyuldu. “Ey kavmim!” diyordu. “Benim ve sizin Rabbimiz olan Allaha ibadet ediniz. İbadet edilecek Ondan başkası yoktur. Allahı bırakıp da kendilerine ibadet ettiğiniz şu putlar, sizden önceki Nuh kavminin suda boğularak helak olmasına sebep oldu. Yani Nuh kavmi, putlara ibadet ettiler. Helak oldular.” Onun bu sözlerini duyan Halcan dedi ki: “Ey Hud! Yazık sana. Biz bu kadar kalabalık iken, bu kadar güçlü iken sen bize bu sözlerle galib geleceğini mi zannediyorsun? Sen bilmez misin ki, her gün ve gecede bizim bin çocuğumuz doğar.”
Davetine itibar etmeyip dinlememelerine üzülen Hud , Allaha dua edip, bu kavmin kadınlarının kısır olmalarını diledi. Allah kabul edip, o sene bütün kadınlar kısır kaldı ve hiç birinin çocuğu olmadı.
Araf suresinin 65. ayet-i kerimesinde mealen buyruldu ki: “ad kavmine, kardeşleri Hudu (peygamber olarak) gönderdik. Hud onlara; “Ey kavmim! Allaha ibadet edin. İbadet edilecek Ondan başkası yoktur. Hala Onun azabından korkmayacak mısınız?” dedi.”
Tefsir-i Mazharide diyor ki: “ayet-i kerimede, Hud ın, ad kavminin kardeşi buyrulması din kardeşliğinden değildir. O kavmin içinden yetiştiği, neseb olarak onlarla aynı soydan geldiği içindir. Dini inanç ve ibadetleri bakımından Hud ın kavmi ile bir yakınlık ve benzerliği olmamıştır. ad kavmi, putlara, güneşe, ateşe tapmakta iken; Hud , Nuh ın getirmiş olduğu dinin icaplarına göre amel edip ibadet yapardı.”
Bazı alimler, onun melek veya cin cinsinden değil de beşer cinsinden olduğu için “kardeşleri” buyruldu demişlerdir.
Nitekim, Kureyş müşrikleri de Peygamber efendimize; “Sen de bizim neslimizdensin. Bizden birisin. Bize peygamber olarak nasıl gönderilebilirsin?” diyerek itirazda bulunmuşlardı. Allah, ayet-i kerimede, ad kavmine kardeşleri Hudu peygamber gönderdiğini, Hudun cin ve melek cinsinden olmadığını, neseb ve soy bakımından adlıların kardeşi olduğunu bildirdi. Hudun, ad kavminden bir insan olması, onun peygamberliğine mani olmayınca, Muhammed ın Kureyş kabilesinden olması da peygamberliğine mani değildir. alimler ayet-i kerimede bu inceliğe işaret buyrulduğunu bildirmişlerdir.
Yine Araf suresinin 66. ve daha sonraki ayet-i kerimelerinde mealen buyruldu ki: “Hud ın kavminden, kafir olanların ileri gelenleri; (Ey Hud !) Biz seni (kavminin dinini terk ettiğin için) akılsız, peygamberlik davasında da yalancılardan zannediyoruz” dediler. Hud bunlara cevaben şöyle dedi: “Ey kavmim! Bende akıl azlığı ve cahillik yoktur. Ben, alemlerin Rabbi tarafından size gönderilmiş bir peygamberim. Ben, Rabbimin risalatını (bana vahyettiklerini) size tebliğ ediyorum. Size nasihat (ve sizi tevbeye davet) ediyorum. Ben sizin için, güvenilir, emin bir nasihatçiyim. (Peygamberliğimde sadık ve eminim. Allahın vahyi ve Allahın bana emaneti olan peygamberlik hususunda eminim. Bu hususta yalan söylemem. Bir ziyade ve değişiklik yapmam. Bilakis, bana emrolunan şeyi, aynen emrolunan şekilde tebliğ ederim.) Sizi Allahın azabından korkutmak için, Rabbiniz tarafından içinizden biri vasıtasıyla vahy (ve haber) gelmesine taaccüb mü ediyorsunuz? (Allahın sizi, Nuh kavminin helakinden sonra onların yerine getirdiğini, yaratılışta size onlardan kat kat ziyade boy, cüsse ve kuvvet verdiğini ve) Allahın daha nice nimetleri (ihsan ettiği) ni düşünün, hatırlayın. (İhlas ile Allaha ibadet ederek ve Ona şirk koşmayı bırakarak Onun bu nimetlerine şükredin) ki felah bulasınız, kurtulasınız.”
(ad kavminin ileri gelenleri Hud a) dediler ki: Sen bize, babalarımızın ibadet ettiği putlarımızı bırakıp, Allaha ibadet, kulluk etmemizi emretmeye mi geldin? Eğer risaletinde (Peygamber olduğunu bildirmek hususunda) sadık isen, haydi, (hala Onun azabından korkmayacak mısınız? diye) bizi korkuttuğun azabı getir (de görelim. Kavminin bu inkarcı ve alaycı sözlerine karşı, Hud onlara) dedi ki: Muhakkak ki size Rabbiniz tarafından bir azab ve gadab vacib ve hak oldu. Allah tarafından haklarında bir ayet nazil olması yahut hiç bir hüccet ve burhan (delil) indirilmemiş iken, sizin ve babalarınızın ilah diye isimlendirdiğiniz putlarınız ile benimle mücadele mi ediyorsunuz? (öyleyse şimdi azabın gelmesini) bekleyin! Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.”
Hud uzun müddet kavmini Allaha iman ve ibadet etmeye davet etti ise de, pek az kimse iman etti. Îman edenler de, diğer müşriklerin, zulüm ve işkencelerinden çekinerek imanlarını gizliyorlar, açıktan açığa söyleyemiyorlardı.
Kavmin ekserisi ise, iman etmedikleri gibi, inkar ve inadda pek ileri gidiyorlar, yola gelmiyorlardı. Şirk ve dalalette kaldıkları gibi, üstelik Hud a karşı çıkıyorlar ve onu çok üzüyorlardı. Her defasında; “… Eğer doğru söylüyorsan, haydi, bize vad ettiğin, (hala Onun azabından korkmayacak mısınız?) diye bizi korkuttuğun azabı getir (de görelim) dediler. (Hud da onlara) dedi ki: O azabın geleceği vaktin ilmi Allah katındadır. (Onu sadece Allah bilir) Ben size vahyolunduğum şeyi bildiriyorum. (Peygamberin vazifesi haber vermektir) Lakin ben sizi görüyorum ki cahillik ediyorsunuz. (Peygamberlerin, tebliğ ve Allahın azabı ile korkutmak için gönderildiğini bilmiyorsunuz. Sizin bu sözleriniz azabın gelmesini süratlendirir.)” (Ahkaf suresi: 21-22)
Hud yalvarırcasına kavmine nasihate devam ediyor, onları, Allaha imana ve yalnız Ona ibadet etmeye, acizlere zulmetmemeye, başkalarına karşı merhametli olmaya, Allahın ihsan etmiş olduğu nimetlere nankörlük etmemeye davet ediyordu. Dağ başlarında, çöllerde, ıssız yerlerde, korumasız zavallı kimselere saldırmamalarını, haksız yere başkalarının mallarını almamalarını söylüyor, Allaha karşı gelmenin çok büyük felaket olduğunu anlatıyordu.
Hud , neseb olarak ad kavminden olup, onların arasında yetiştiğinden onların hallerini çok iyi biliyor, hangi hususlarda çok hassas olduklarını pek iyi anladığı için bütün bunları dikkate alarak konuşuyor, nasihat ediyordu. Fakat ad kavmi pek azmış, müşriklik ve putperestliğe iyice dalmış olduğundan nasihatleri kabul etmiyor ve inkarda ısrar ediyordu. Daha düne kadar, aklı, zekası, cesaret ve doğruluğu ile çok yakından tanıdıkları, hatta kendisine “Emin” lakabını verdikleri Hud ı, bu gün yalancı ve akılsız olmakla, itham ediyorlardı. Allahın emirlerini kabul edip, iman etmek, Onun peygamberine tabi olmak, bu haddi aşmış, canavarlaşmış kavme pek zor geliyordu.
Müminun suresi 31-42. ayet-i kerimelerinde mealen buyruldu ki: “Nuh a inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra yarattığımız insanlara, içlerinden peygamber (Hazret-i, Hudu) gönderdik ve Allaha ibadet ediniz. İbadet edilecek, Ondan başkası yoktur. Onun azabından korkunuz! dedik. Dinlemeyenlerden, öldükten sonra tekrar dirilmeğe inanmayanlardan, dünya nimetlerini bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, bu peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz gibi birçok şeye muhtaç olan birine inanırsanız, aldanmış, ziyan etmiş olursunuz. Peygamber, size ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak olduktan sonra, tekrar dirilerek kabirden kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyadadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünya böyle gelmiş böyle gider. Öldükten sonra, bir daha dirilmek yoktur. O (peygamber olduğunu söyleyen) kimse (risalet davasında ve öldükten sonra tekrar diriltileceğimizi söylemek hususunda) Allaha iftira ediyor. Biz ona inanıcı, onu tasdik edici değiliz, dediler.
(Onların bu sözlerine karşı, peygamberleri olan Hud , Allaha dua edip); “Ya Rabbi! Onların beni yalanlamalarına karşı, bana yardım et! (Beni yalanladıkları için, intikamımı onlardan al!) dedi. Allah, az zamanda azab geldiğini görüp, seni yalanladıklarına pişman olurlar buyurdu. Nihayet onları, müthiş bir sayha, (korkunç bir azab gürültüsü) Allahtan adalet olarak yakalayıverdi. (Şirk ve isyanla nefslerine) zulmedenler, Allahın rahmetinden uzak olsunlar.”
Burada mealleri yazılan, Müminun suresinin 31-42. ayet-i kerimeleri için, bazı müfessirler, ad; bazıları ise hem ad hem de Semud kavimleri hakkında nazil olduğunu bildirmişlerdir.
Fahrüddin-i Razi hazretlerinin bildirdiğine göre, Allah, bu ayet-i kerimelerde onların şu üç kötü vasfını bildirdi. 1-Yaratanı inkar, 2- Kıyamet gününü inkar, 3- Dünya sevgisine, dünyanın geçici lezzet ve zevklerine dalmak.
Hud ; “Ey kavmim! Allaha ibadet ediniz.” (Araf suresi: 65) dedikçe, onlar; “Hayır, biz Allaha ibadet etmeyiz. Ancak şu putlarımıza ibadet ederiz” diyerek putlarını gösterirlerdi. Ona karşı kaba ve inkarcı davranmaya devam ederlerdi. Hud onlara, bu itikatlarının yanlışlığını, Allahtan başka ibadete layık bir ilah bulunmadığını bildiriyor, müşriklikte inad ve ısrar etmemelerini söylüyordu. Buna rağmen ad kavminin insanları, Hudun vaz ve nasihatlerine kulak vermiyor ve bildiklerinden şaşmıyorlardı. Devamlı olarak, yüksek binalar yapmakta, garib, güçsüz, zavallı ve kimsesizlere zulmetmekte adeta birbirleriyle yarış ediyorlardı. Herkesin gelip geçtiği yolların kenarlarına kurdukları ihtişamlı binalardan, gelip geçenlerle eğlenirler, bilhassa Hud ın evine giden misafirlerle istihza (alay) ederler ve insanların onun yanına gidip, konuşup görüşmelerine mani olmak isterlerdi. Hud , çok güç şartlar altında kalmış olmasına, pek çok manilerle karşılaşmış bulunmasına rağmen, sabır ve tahammül gösteriyor, bıkmadan, usanmadan ve yorulmadan onları imana davete devam ediyordu. Onlar ise, ters, sert, kırıcı ve kaba cevaplarına ve kibirli sözlerine devam ediyorlardı.
Hazret-i Huda ilk iman eden, Cünade bin Esam isminde bir zattır. Bu zat, Hudun amcasının oğlu idi. Cünade bir gün, akrabalarından kırk kadar kişiyle otururken, onlara dedi ki: “Ey kavmim! Defalarca size, doğru saadet yolu teklif edildiği halde, sizi bundan men eden nedir? Niçin kabul etmiyorsunuz? Batılda bir tatlılık yoktur, niçin onu terk etmiyorsunuz. Bu Hud sizin yakın akrabanızdır, amcanızın oğludur. Şüphesiz siz onu, önce ve sonra, doğru, sadık olarak tanırsınız. O size Allah tarafından vaiz ve peygamber olarak geldi. Şimdi niçin onu yalanlayıp hakaret ediyorsunuz? Allahtan korkunuz ve ona itaat ediniz. Siz böyle inkar ve inatta ısrar ederseniz, Nuh kavminin başına gelen felaketin, sizin başınıza da gelmesinden korkuyorum.”
adlılar, Cünadenin bu sözlerine fena halde kızdılar. Üzerine hücum edip, hakarete başladılar. Cünade, ellerinden kurtulup Hudun yanına dönerek, olanları anlatınca, Hud onu teselli ederek; “Üzülme! ahirette senin için hüzün yoktur. Ecrini (mükafatını) Allah verir” buyurdu.
Hud bir gün yolda giderken, Mersed bin Sad (veya Mesud) isminde bir zat ile karşılaştı. Bu zatın ismi, Mürsed bin Said şeklinde de bildirilmiştir. Mersed dedi ki: “Ya Hud! Ben de sana bir iş için geliyordum. Eğer ben sana o işimi haber vermeden evvel, sen bana haber verirsen, sen Nebisin (peygambersin). Hud ona tebessüm edip şöyle buyurdu: “Dün gece yatarken hanımınla aranızda şöyle bir konuşma geçti. Sen hanımına; Yarın Huda gideceğim. Bu konuşmalarımızı bana haber verirse o peygamberdir. Kendisine iman edeceğim dedin. Mersed bunları duyunca, kelime-i şehadeti söyleyip; “Ben şehadet ederim ki, hak mabud olarak, Allahtan başka ilah yoktur. O Allah ki, seni peygamber olarak gönderdi. Seni tasdik eden kimseye ne mutlu. Seni yalanlayan kimseye de yazıklar olsun” dedi. Sonra; “Ey Allahın Nebisi! Acaba benim çocuğum olacak mı?” diye sual etti. Hud buna cevaben; “Hanımın şimdi hamiledir. Bu hamilelikten iki erkek çocuğun olur. (Hanımın ikiz doğurur). Ayrıca hanımının, senden, daha çok çocuğu olacaktır. On batında ikiz doğum yapar. Hepsi de erkek olur. Ayrıca çocuklarının hepsi de benim ümmetimden olur.”
Hazret-i Huddan bunları dinleyen Mersed, sevincinden Huda sarılıp, alnından öptü. Allaha hamd ve sena ederek oradan ayrılıp, hanımının yanına döndü. Olanları hanımına haber verdi. O da çok sevinip, hemen iman etti. Mersed, imanını gizlerdi. Kavminin ileri gelenlerinden olduğu için, onların arasında oturur, Hud hakkında ne konuştuklarını, ne yapacaklarını dinlerdi. Ona bir zarar vermeyi konuşurlarsa, onlara; “Ey akrabalarım! Ona mühlet tanıyın. Hemen öldürmeye kalkmayın. Çünkü o, kardeşimizdir ve amcamızın oğludur” diyerek caydırırdı.
Hud zamanında Ona iman etmiş olan Nuheyl bin Halil isminde bir zat vardı. Bu zat, o rezil kavmin ileri gelenleri ile beraber bulunur, onların iman etmeleri için devamlı nasihat ederdi. Uzun müddet böyle devam ettiği halde, kavminde hiçbir değişiklik olmadığını görüp, bu işten vazgeçti. Kendisi gibi iman edenlerle birlikte bir köşede ibadet ve taat ile meşgul olmaya başladı. Bir gece uykuda bir ses duydu. Rahmani olan bu ses; “Ey Nuheyl! Başını kaldır. Semaya doğru bak! Kavminin üzerine gölge veren ve onların üstüne kadar gelen azab bulutunu seyredip, ibret al” diyordu. Hakikaten, ad kavminin üzerinde, zulmetten yaratılmış siyah bir bulutun büyük bir dağ gibi durmakta olduğunu gördü.
Korkuyla uyanan Nuheyl, doğruca Amr bin Baıd (veya Baıs) bin Esam ismindeki amcasının oğlunun yanına gitti. Korku ve dehşet içersinde, gördüğü hali ona anlattı. Daha önce kendisinin çok uğraştığını, bu azgın kavme söz geçiremediğini bu sebepten gidip bu hali ad kavmine haber vermesini söyledi. “Git! ad oğullarına benim gördüğüm bu hali anlat! Hidayete kavuşmalarına çalış. Îman etmeleri için gayret göster!” dedi. Amr gidip, kavmine bunları anlattı. Hud ın anlattıklarını kabul etmeyen apaçık mucizelerini gördükleri halde yine inkar eden ad kavmi, Amr bin Baıdın sözlerine aldırmadılar ve onu reddettiler. Hatta öldürmeye kalktılar, fakat buna güçleri yetmedi. Amr, ellerinden kurtulup Nuheylin yanına geldi ve olanları haber verdi.
Nuheyl de Hud a bildirdi. Bu hali kavmine bizzat kendisi anlatabilmek için ondan izin alıp, Vadi-i gays isminde bir yere gelerek ad kavmini yanına topladı. Nuheyl, ad kavminin Beni Esam kolundan sözü dinlenir bir zat idi. Uykuda gördüğü hali onlara uzun uzun anlattı. Yumuşaklıkla, tatlılıkla, onların iman etmelerine gayret etti. Fakat, bu ad kavmi idi ve hakkı, hakikati kabul etmemek hususunda sanki ahdları vardı. Ne anlatılsa, ne gösterilse kar etmiyor, inanmıyorlardı. Nuheylin; sözlerine, anlattıklarına da kulak asmadılar. “Ey Esam oğlu! Zamanımızda peygamberlik işi size mi kaldı. Demek ki, peygamberlik size geldi. Siz bu işinize devam edin. Fakat devamlı olarak bizi azabla korkutuyorsunuz. Ama hala biz, o dediğiniz azablardan, sıkıntılardan, güç hallerden hiç bir şey görmedik. Eğer siz bizleri azab ile korkuttuğunuz sözlerinizde sadık iseniz, dediğiniz azabları bize de gösterin” diyerek alay ettiler.
Hazret-i Hud, bütün bunları gördükçe, devamlı sabrediyor; “Bekleyelim. Belki iman edip, Allahın emirlerine itaatkar olurlar da, azab ve cezaları, Cennet nimetlerine ve sevaba dönüşür” diyordu.
Zaman ilerleyip, günler aylar birbirini takip ederek seneler geçiyor, Hud da kavmini imana davete devam ediyordu. İnsanların, itiraz ve muhalefetlerine, inanmamalarına, kendisini yalanlayıp iftira etmelerine rağmen, o, bu kudsi vazifesini hiç aksatmadan sürdürüyordu. Kavmini doğru yola kavuşturmak için tebliğ vazifesine devam ediyor; onları putlara tapmaktan, zulüm ve haksızlık yapmaktan vaz geçmeye, günahlardan tevbe etmeye yalnız Allaha ibadet ve Ona şükretmeye davet ediyordu.
ad kavmi, her defasında, onun söylediklerine itiraz ve onu tekzip ediyorlardı. Zaman ilerledikçe, bu itiraz ve yalanlamaları alay ve hakarete dönüştü. Hatta, daha ileri giderek, onu taşa tutmaya, dövmeye başladılar. Bu hal o dereceye geldi ki, Hudu döverler, kendinden geçip bayıldığı zaman, ayakları altında çiğnerlerdi ve artık öldü diye iyice kanaat getirmedikçe bırakmazlardı. Bundan sonra da, sanki mühim bir iş yapmış gibi, alçak tabiatları ve aşağılık zevkleri icabı sevinç kahkahaları atarlardı.
Hazret-i Hud, bunların akıllanmayıp yola gelmeyeceklerini anlayınca, Nuhun, vefatından evvel oğlu Sama vasiyetlerde bulunduğu Vadi-i Nuh denilen yere geldi. Orası, suyu tatlı olan bir yer idi. O sudan abdest alıp yirmi rekat namaz kıldı. Sonra ellerini kaldırıp; Allaha şöyle dua etti: “Ya Rabbi, sen her şeyi biliyorsun. Ben onlara risaletimi (peygamberliğimi) tebliğ ettim. Kendilerini açlık ve kıtlık azabıyla korkuttum, fakat iman etmiyorlar.
Ey Rabbim! Onlara, ders almalarına, akıllarını başlarına toplamalarına vesile olacak bir musibet ver. Ümid olunur ki iman ederler. Şayet yine iman etmezlerse, onları öyle bir azab ile helak eyle ki, daha evvel ve daha sonra hiç bir kavim öyle bir azab ile helak edilmiş olmasın.” Allah onun bu duasını kabul etti. Azgın ve taşkın ad kavminin sonu gelmişti.
ad kavminin, nasihat dinlememesi ve Hud ın bildirdiklerini kabul etmemekte ısrarı üzerine; onlara Allah tarafından gönderilecek azabın işaretleri görülmeye başladı. Üç sene müddetle ad kavminin bulunduğu yere hiç yağmur yağmadı. Akan pınarlar kuruyup, ağaçlar, meyveler sararıp soldu ve meşhur İrem bağları yok oldu. Yağmurların yağmaması sebebiyle meydana gelen kuraklık, ortalığı kasıp kavuruyor, hayvanlar susuzluktan telef oluyordu. İnsanlarda bir yudum suya ve bir lokma ekmeğe muhtaç hale gelmişlerdi. Devamlı olarak bunaltıcı kuru bir rüzgar esiyor, tozdan göz gözü görmüyor, ad kavminin insanları ağızlarını güçlükle açıyor ve zor nefes alıyorlardı. Hepsi perişan bir vaziyette bulunuyordu. Hal böyle iken Hud hiç durmadan sabır ve merhametle onları dine davet ediyor, sıkıntıların, bu zor şartların daha büyük bir azabın habercisi olduğunu söylüyor, bütün bela ve musibetlerin kendini (peygamberleri olan Hud ı) dinlemeyip, karşı çıkmaları sebebiyle geldiğini bildiriyor, küfür ve inattan vazgeçmelerine çalışıyordu. İşin şaşılacak tarafı, bu halde bile onlar Hud ın söylediklerini kabul etmedikleri gibi, inadla işkence etmeye, hatta onu öldürmeye kalkışıyorlardı.
Rivayet edildiğine göre, meydana gelen müthiş kuraklık sebebiyle, kavminin hepsi perişan oldu. Sonunda Huda gelerek; “Sen doğru sözlü, duası makbul, yardım sever, iyilik sahibi, emin bir zatsın. Dua et de, bundan sonra davarlarımız kırılmasın. Yağmurlar yağsın. Bolluk meydana gelsin” diye yalvardılar. Hud onlara cevaben; “Ben dua edip de yağmur yağarsa, siz benim bildirdiğim şekilde, iman edip günahlarınıza tevbe eder misiniz?” buyurarak iman etmeyi teklif etti. Bu durum karşısında hemen geri dönüp, bu teklifi kabul etmediler.