Îmanın altı şartından beşincisi. Kaza ve kader, zeki insanların zihinlerinin en çok takıldığı husustur. Bu takıntılar, kaza ve kaderi iyi anlamamaktan ileri gelmektedir. Kaderin ne demek olduğu iyi anlaşılsa, hiç bir zekinin şüphesi kalmaz ve imanı kuvvetli olur.
İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyanların hepsi, Allahın takdir etmesi iledir. Kader, bir çokluğu ölçmek, hüküm ve emir demektir. Çokluk ve büyüklük manasına da gelir. Allahın, bir şeyin varlığını dilemesine kader denilmiştir. Kaderin yani varlığı dilenilen şeyin var olmasına kaza denir. Kaza ve kader kelimeleri, birbirinin yerine de kullanılır. Buna göre kaza demek, ezelden ebede kadar yaratılmış ve yaratılacak şeyleri, Allahın ezelde dilemesidir. Bütün bu eşyanın, kazaya uygun olarak, daha az ve daha çok olmayarak yaratılmasına kader denir. Allah, olacak her şeyi ezelde, sonsuz öncelerde biliyordu. İşte bu bilgisine kaza ve kader denir. Eski Yunan felsefecileri buna inayet-i ezeliyye dediler. Bu varlıklar, o kazadan meydana gelmiştir. Bu ilme uygun olarak, eşyanın var olmasına da kaza ve kader denir.
“Kamus” da, kaza kelimesinde diyor ki: “Kaza, kaderin hususi bir kısmıdır. Kader, anbara doldurulmuş buğday gibidir. Kaza ise, onu ölçerek vermek gibidir. Ömer Şama geldi. Şehirde veba hastalığı olduğunu işitince, şehre girmedi. “Allahın kazasından mı kaçıyorsun?” dediklerinde; “Allahın kazasından, kaderine kaçıyorum” buyurdu ki, kader, kaza şeklini almadıkça değişebilir. (Kader, maaş bordrosu gibidir. Kaza ise, bu maaşın dağıtılmasıdır.) İbn-i Esir dedi ki: Kaza ve kader, birbirinden ayrılmaz, çünkü, kader temel gibi, kaza da üstündeki bina gibidir. Kader kelimesinde diyor ki: “Kader, Allahın, olacak şeyleri ezelde bilmesidir. Kaza, kaderde bulunan şeyleri, zamanı gelince yaratmasıdır.”
Kaza ve kader bilgisi karışık olduğundan, okuyanlarda bir takım yanlış fikirler, evham ve hayaller hasıl olabilir. Bunun için, din büyüklerimiz, kaza ve kaderi çeşitli şekilde anlatmışlardır. Böylece okuyan ve dinleyenler, sözlerin gelişine ve şekline göre, tariflerin birinden faydalanabilir ve şüpheye düşmekten kurtulurlar. Bununla beraber İslam alimleri kaza ve kader mevzuuna girmemeyi tavsiye buyurmuşlardır.
Bu hususta büyük alim İmam-ı Begavi buyuruyor ki: “Kaza, kader bilgisi, Allahın kullarından sakladığı sırlardan biridir. Bu bilgiyi, en yakın meleklere ve şeriat sahibi olan peygamberlerine bile açmadı. Bu bilgi, büyük bir deryadır. Kimsenin, bu denize dalması, kaderden konuşması caiz değildir. Şu kadar bilelim ki, Allah, insanları yaratıyor. Bir kısmı şaki olup Cehennemde kalacak, bir kısmı da said olup Cennete gidecektir. Bir kimse, Aliden kaderi sorduğunda; “Karanlık bir yoldur. Bu yolda yürüme!” buyurdu. Tekrar sorunca; “Derin bir denizdir” buyurdu. Tekrar sordu. Bu defa; “Kader, Allahın sırrıdır. Bu bilgiyi senden sakladı” buyurdu.”
Kadere iman etmek için, iyi bilmeli ve inanmalıdır ki, Allah, bir şeyi yaratacağını ezelde irade etti, diledi ise, az veya daha çok olmaksızın; dilediği gibi var olması lazımdır. Olmasını dilediği şeylerin var olmaması ve yokluğunu dilediği eşyanın var olması imkansızdır.
Bütün hayvanların, nebatların, cansız varlıkların (katıların, sıvıların, gazların, yıldızların, moleküllerin, atomların, elektronların, elektro-magnetik dalgaların, kısaca her varlığın hareketi, fizik hadiseleri, kimya tepkimeleri, çekirdek reaksiyonları, enerji alış-verişleri, canlılardaki fizyolojik faaliyetler) her şeyin olup olmaması, kulların iyi ve kötü işleri, dünyada ve ahirette, bunların cezasını görmeleri yani her şeyi, ezelde, Allahın ilminde var idi. Bunların hepsini ezelde biliyordu. Ezelden ebede kadar olacak, eşyayı, özellikleri, hareketleri, hadiseleri, ezelde bildiğine uygun olarak yaratmaktadır. İnsanların iyi ve kötü, müslüman olmalarını, küfürlerini, istekli ve isteksiz bütün işlerini, Allah yaratmaktadır. Yaratan, yapan yalnız Odur. Sebeplerin meydana getirdiği her şeyi yaratan Odur. Her şeyi bir sebep ile yaratmaktadır.
Mesela, ateş yakıcıdır. Halbuki, yakan Allahdır. Ateşin, yakmakda hiç bir ilgisi yoktur. Fakat, adeti bir şeye ateş dokunmadıkça, yakmağı yaratmamasıdır. Ateş, tutuşma sıcaklığına kadar ısıtmaktan başka bir şey yapmaz. Organik cisimlerin yapısında bulunan karbona, hidrojene; oksijenle birleşmek ilgisi veren, elektron alış-verişlerini sağlayan, ateş değildir. Doğruyu göremeyenler, bunları ateş yapıyor sanır. Yakan, yanma tepkisini yapan, ateş değildir. Oksijen değildir. Isı da değildir. Elektron alış-verişi de değildir. Yakan, yalnız Allahdır. Bunların hepsini, yanmak için sebep olarak yaratmışdır. Bilgisi olmayan kimse, ateş yakıyor sanır. İlkokulu bitiren bir kimse, ateş yakıyor sözünü beğenmez. Hava yakıyor der. Ortaokulu bitiren de, bunu kabul etmez. Havadaki oksijen yakıyor der. Liseyi bitiren, yakıcılık oksijene mahsus değildir. Her elektron çeken element yakıcıdır der. Üniversiteli ise, madde ile birlikte enerjiyi de hesaba katar. Görülüyor ki, ilim ilerledikçe, işin içyüzüne yaklaşılmakda, sebep sanılan şeylerin arkasında, daha nice sebeplerin bulunduğu anlaşılmakdadır. İlmin, fennin en yüksek derecesinde bulunan, hakikatleri tam gören peygamberler ve o büyüklerin izinde giderek ilim deryalarından damlalara kavuşan İslam alimleri bugün yakıcı, yapıcı sanılan şeylerin, aciz, zavallı birer vasıta ve mahluk olduklarını hakiki yapıcının, yaratıcının araya koyduğu sebepler olduklarını bildiriyor. Yakıcı, Allahdır. Ateşsiz de yakar. Fakat ateş ile yakmak adetidir. Yakmak istemezse, İbrahim ı yakmadığı gibi, ateş içinde de yakmaz. Onu çok sevdiği için, adetini bozdu. Nitekim ateşin yakmasını önleyen maddeler de yaratmışdır. Bu maddeleri, kimyagerler bulmaktadır.
Allah dileseydi, her şeyi sebepsiz yaratırdı. Ateşsiz yakardı. Yemeden doyururdu. Uçaksız uçurur, radyosuz, uzakdan duyururdu. Fakat lütf ile kullarına iyilik ederek, her şeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri, belli sebeplerle yaratmağı diledi. İşlerini, sebeplerin altında gizledi. Kudretini sebepler altında sakladı. Onun bir şeyi yaratmasını isteyen, o şeyin sebebine yapışır, o şeye kavuşur. Lambayı yakmak isteyen, kibrit kullanır. Zeytinyağı çıkarmak isteyen, baskı aleti kullanır. Başı ağrıyan, aspirin kullanır. Cennete gidip, sonsuz nimetlere kavuşmak isteyen, İslamiyete uyar. Kendine tabanca çeken ve zehir içen ölür. Terli iken su içen, hasta olur. Günah işleyen, imanını gideren de, Cehenneme gider. Herkes hangi sebebe başvurursa, o sebebin vasıta kılındığı şeye kavuşur. Müslüman kitaplarını okuyan, müslümanlığı öğrenir, sever, müslüman olur. Dinsizlerin arasında yaşayan, onların sözlerini dinleyen, din cahili olur. Din cahillerinin çoğu imansız olur. İnsan hangi yerin vasıtasına binerse, oraya gider.
Allah, işlerini sebeplerle yaratmamış olsaydı, kimse kimseye muhtaç olmazdı. Herkes, her şeyi Allahtan ister, hiç bir şeye başvurmazdı. Böyle olunca, insanlar arasında, amir, memur, işçi, sanatkar, talebe, hoca ve nice insanlık bağları kalmaz, dünya ve ahiretin nizamı bozulurdu. Güzel ile çirkin, iyi ile fena ve muti ile asi arasında fark kalmazdı. İnsanların her işini, istekli ve isteksiz, bütün hareketlerini yaratan Odur. Kulların, ihtiyari, yani istekli hareketlerini, işlerini yaratması için, kullarında irade yaratmış, bu iradelerini, dilemelerini, işleri yaratmasına sebep kılmışdır.
Allahın, kul irade etmeden yaratması caiz ise de, ihtiyari olan işleri yaratmağa, kulların iradelerini sebep kılmıştır. İrade-i cüziyyemizin sebep olması da, Allahın iradesi iledir. Nitekim Allah Dehr (İnsan) suresinin 30. ayet-i kerimesinde mealen; “Siz, ancak Allahın dilediğini arzu edersiniz” buyurmuştur. Kul, bir iş yapmak irade edince, Allah da onu irade ederse, yaratır. Kul irade etmezse ihtiyari olan o işi yaratmaz. Şu halde; kul, irade-i cüziyyesini ibadete sarf ederse, Allah ibadeti; günahlara sarf ederse, günahları yaratır. O zaman kul, ahirette azab görür.
Yukarıdaki ayet-i kerimenin manasını, Ebu Mansur-i Matüridi şöyle açıklıyor: “İhtiyari işleriniz, yalnız sizin iradenizle olmaz. Sizin iradenizden sonra, Allah da, o işi irade ederse yaratır.” Görülüyor ki, işi yapmakda kullar müstakil değildir.
Demek ki, kul her istediğini yapamaz. İstemedikleri de olabilir. Kulun, her istediğini yapması, her istemediğinin olmaması, kulluk değildir. Uluhiyyete kalkışmakdır. Allah, lutfederek, ihsan ederek, acıyarak kullarına muhtaç oldukları kadar ve emirlere, yasaklara uyabilecek kadar kuvvet ve kudret, yani enerji vermiştir. Mesela, sıhhati ve parası olan kimse, ömründe bir kere hacca gidebilir. Gökde Ramazan hilalini görünce, her sene bir ay oruç tutabilir. Yirmidört saatte, farz olan beş vakit namazı kılabilir. Nisab miktarı malı, parası olan; bir hicri sene sonra, bunun kırkda bir miktarı altın ve gümüşü ayırıp müslümanlara zekat verebilir. Görülüyor ki, insan kendi istekli işlerini, isterse yapar, istemezse, yapmaz. Allahın büyüklüğü, buradan da anlaşılmaktadır.
Kulların istekli hareketleri, iki şeyden meydana gelmektedir: Birincisi, kulun irade ve kudreti iledir. Bunun için, kulun hareketlerine “Kesb etmek” denir. Kesb, insanın sıfatıdır. İkincisi, Allahın yaratması, var etmesi iledir. Allahın emirler, yasaklar koyması, sevablar vermesi ve azablar yapması, insanda kesb bulunduğu içindir. Saffat suresinin 96. ayet-i kerimesinin meal-i alisi; “Allah, sizi yarattı ve işlerinizi de yarattı” dır. Bu ayet-i kerime, insanlarda kesb, yani hareketlerinde irade-i cüziyye bulunduğunu göstermekte ve cebr olmadığını açıkça isbat etmektedir. Bunun için “İnsanın işi” denilmektedir. İnsanın işinde, mesela, “Ali vurdu, kırdı” denir. Ayrıca, her şeyin kaza ve kaderle yaratıldığını belli etmektedir.
İnsanın bir işi yapıp yapmamağa gücü yetmesine kudret; yapmayı veya yapmamayı istemeye irade yani dilemek; bir işi kabul etmeye, karşı gelmemeye de rıza yani beğenmek denir. Tesirli olmayarak bir araya gelmelerine kesb; tesir etmek ve etmemek şart olmazsa ihtiyar adı verilir. İnsanın ihtiyari hareketi, dört şeyle meydana gelmektedir: 1- O işi tasavvur etmek, hatırlamak. 2- O şeyden şevk duymak. 3- İrade-i cüziyyeyi kullanmak, yani harekete başlamak. 4- Hareketin meydana gelmesi. Birinci ve ikinciyi Allah yaratıyor. Çünkü, tasavvur ile şevk, var olan şeyler olup, yaratılmağa muhtaçdır. İrade-i cüziyye, kuldandır. Hareketi yaratan, Allahdır. Kuldan, iradenin meydana gelmesi de, tasavvur ve şevkin yaratılması ile olur. Mesela, bir kimse, sadaka vermeyi ve sevabını tasavvur etse, kendisinde şevk veya nefret hasıl olur. Buna göre, irade eder veya etmez. Şevk, irade demek değildir. Nefret de, iradeyi kullanmamak değildir.
Her ihtiyar edenin, halık (yaratıcı) olması lazım gelmez. Bunun gibi her irade edilen şeyden, razı olmak lazım gelmez. İhtiyar ve kesb, birlikte bulunabilir. İhtiyar, halk ile de birlikte bulunabilir. Bunun için, Allaha halık ve muhtar denir. Kula, kasib ve muhtar denir. İnsan bir şeyi yapmayı veya terk etmeyi irade eder ve kuvvetini kullanır. Sonra Allah da bunu irade eder ve kudretini kullanırsa, bu şey yani bu iş olur. İlk ikisine kesb, son ikisine halk denir.
Kulun yaptığı işi, Allah beğenirse taat olur. Bunun için insana ahirette sevab verilir. Bir taat yapılırken, sevab kazanmak niyet edilirse, kurbet olur. Beğenmezse masiyyet, yani günah olur. ahirette itab veya ikab olunur. Mekruh işleyen veya müekked sünneti özürsüz terk etmeyi adet edinen, itab olunur, azarlanır. Farzı terk eden veya haram işleyen tevbesiz ölür ve şefaate, atfa kavuşmazsa, ikab olunur, yanar. İnsanda irade ve kudret, yani kesb bulunduğuna inanmayan mürted olur, yani İslamiyetten çıkar.
Ezeldeki, yani sonsuz öncelerdeki takdir; “Filan kimse, kendi isteği ile filan işi yapacaktır” şeklindedir. Görülüyor ki, ezeldeki takdir, insanda ihtiyar, yani seçmek hakkı bulunmadığını değil, ihtiyarın bulunduğunu göstermektedir. Ezeldeki takdir, insanlarda ihtiyar bulunmadığını gösterseydi, Hak tealanın da, her gün yarattıklarında, yaptıklarında ihtiyarsız olması, mecbur olması lazım gelirdi. Çünkü Allah da, her şeyi, ezeldeki takdire uygun olarak yaratmaktadır. Allah muhtardır; diler, seçer; dilediğini ve seçdiğini yaratır.
Kader bir ilm-i mütekaddimdir, cebr-i mütehakkim değildir
Kader, Allahın ezeli ilmi ile sonradan olacak şeyleri bilmesidir. Yoksa, Allah öyle bildiği için, sonradan olacak şeyler öylece olmak mecburiyetindedir şeklinde değildir. Bu hususta Ehl-i sünnet mezhebi, Mutezile ile Cebriyye arasındadır. Ehl-i sünnete göre, insan kendi işlerinin halıkı olmadığı gibi, bu işleri yapmaya mecbur da değildir. İslamiyette ve semavi olan bütün dinlerde her şey, her iş Allahın takdiri ve iradesi ile hasıl oluyor. Fakat, insan bir işin ezelde nasıl takdir edildiğini bilemediği için, Allahın emrine uyarak çalışması lazımdır. Kaza ve kader, insanın çalışmasına mani değildir. İnsanlar, kaza ve kaderi, bir işi yapmadan önce değil, yapdıktan sonra düşünmelidir. Hadid suresinin 22. ayet-i kerimesinde mealen; “Dünyada olacak her şey, dünya yaratılmadan evvel ezelde Levh-i mahfuza yazılmış, takdir edilmişdir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allahın gönderdiği nimetlerden mağrur olmayasınız. Allah kibirlileri, bencilleri sevmez” buyuruluyor. Bu ayet-i kerime gösteriyor ki, kaza ve kadere iman eden bir kimse, hiç bir zaman yese, ümidsizliğe düşmez ve şımarmaz. Kaza ve kadere inanmak, insanın çalışmasına mani olmaz aksine teşvik eder. “Çalışınız! Herkes, kendisi için takdir edilmiş olan şeylere sürüklenir.” hadis-i şerifi de insanın çalışmasının, kaza ve kaderin nasıl olduğunu göstereceğini; çalışmak ile kaza ve kader arasında sıkı bir bağlılık bulunduğunu bildirmektedir.
Kaza ve kadere inanmak ve bütün hayırları ve şerleri cenab-ı Hakdan bilmek, müslümanlar için nasıl vazife ise; hayırlı işleri yapmak ve şer olan, fena işlerden kaçınmaya çalışmak da, vazifedir. Allahın, bir şeyin nasıl olacağını, olmadan evvel bilmesi ve o bilgisine göre takdir ve irade buyurması, insanlara cebr etmek olmaz. Çünkü, kulların irade ve ihtiyarlarını nasıl kullanacağını da ezelde biliyordu. Bu bilmesi ve takdir etmesi, kulların arzularına, iradelerine zıt değildir. Cenab-ı Hakkın ezelde bilmesi, işlerin olup olmamasına tesir etmez, “İlim, maluma tabidir” sözü de, ilmin işlere tesir etmeyeceğini anlatmak için söylenmiştir.
İrade ile yapılan işleri yapmak arzusunu, Allahın yaratması da, cebr olmaz. O arzuyu Allah yaratır ise de, kazanan insandır. Allahın iradesi, birşeyi yalnız yaratıp yaratmamaya mahsus olmayıp, her ikisine de şamil olduğu gibi, insanın iradesi de böyledir. İşi yapmayı ve yapmamayı irade edebiliriz. Yani yapmayı dilediğimiz zaman, yapmamayı da isteyebiliriz. Bir işi yaparken, hiç kimse, bu işi yapmamak elimde değildi diyemez.
İnsanın bir işi yapmasına ilk sebep, onun kendi irade ve ihtiyarıdır. Kulun kendi arzusu ile yapdığı bir işi, Allah ezelde takdir etmiş ise de, o insanın iradesi ve ihtiyarı da, ezeli ve belki takdirden önce ilm-i ilahidedir. Böylece ezeldeki takdir, kulun irade ve ihtiyarına yardım etmiş olur. Kul kendi kendine bir şey yapamıyacağı, her şeyi Allahın yaratması lazım geleceği için, onun bir işe olan iradesini cenab-ı Hak, kendi takdiri ile yaptırmakdadır. Ehl-i sünnet; “Cenab-ı Hak, sizin ve vücuda getirdiğiniz işlerinizin halıkıdır” ayet-i kerimesine uygun olarak; “Kulların her hareketi, her işi, cenab-ı Hakkın halk ve icad etmesi, kuvvet verip yaptırması ile hasıl oluyor” diyor. Cenab-ı Hakkın yaratması, insan irade ve ihtiyarını kullandıktan sonra oluyor.
İlm-i ilahinin, kulların ilmine benzemeyip, hep doğru çıkması lazımdır. İlm-i ilahinin hep doğru çıkması, Cebriyyeyi ve dalalet yani sapıklık yolunda olanları şaşırtmış, ilm-i ilahinin, kulların işlerine hakim ve müessir olduğunu sanmışlardır. İlm-i ilahinin hiç şaşmaması ilimlikden çıkarak cebre dönmesine sebep olmaz. Talebesinin imtihanında kazanamıyacağını önceden bilen hocanın bilgisi, imtihanda başarı gösteremeyen talebesi için cebr ve zulm değildir. Allah, ileride olacak her şeyi ezelde biliyor. Her şeyin bu bilgiye uygun olması, insanın irade ve ihtiyarının yokluğunu göstermez. Çünkü, Allah kendi yaratacaklarını da, ezelde bildiğinden elbette bu bilgisine uygun yaratacaktır. Bu Onun irade ve ihtiyarının yokluğunu göstermiyeceği gibi, insanların irade ve ihtiyarını inkar etmek de doğru değildir.
Düşünce ve hareketlerinde hür olan insanlar irade sahibidir. Fakat, düşünceleri ve işleri, bir sebebe bağlıdır. Bu sebepler insanı hür olmaktan çıkarmaz. Çünkü, sebepler olmadan da, irade sahibidirler ve sebepsiz olarak da irade eder ve yaparlar. Sebepler varken, insan istemezse, iş olmaz. İnsan bir işi yapıp yapmamayı irade etmeden önce, zihninde düşünür, muhakeme eder. Hangi taraf ağır gelirse, onu irade eder. Bir satıcı en çok para veren müşteriye satar. Müşteri, malı satıcıdan cebren alamaz. Satıcı çok para veren adama satmaya mecbur gibidir. Biri çıkıp da az para verene satamazsın diyerek kızdırırsa başka düşünceler ve yeni tartışmalarla, buna satmaya da mecbur olabilir.
Allah, gönderdiği dinler ile, insanlara iyi ve kötü işleri ve bunlara karşılık olan nimetlerini ve azablarını bildirerek, kulların iradelerine sebepler hazırlamakla beraber, insanların zihinlerinde, onları iyi ve kötü yollara sevk edebilen ve birbiri ile tartışmakda, çekişmekte bulunan sebepler, düşünceler de yaratmıştır. Allahın bildirdiği ve zihinde yarattığı sebeplerin çatışmasından, iyilik tarafı ağır basarsa, iyi tarafı irade eder. Mesela bir memur, iyi çalışmasını icab ettiren kanun ve nizamları bilirken, kanuna uymazsa, mesela rüşvet alırsa, vicdanında kanunun yasağına karşı ağır basan bir sebep, bu yolsuzluğu yapmaya onu zorlamıştır. Yapılmayacak bir işe, dayanamamış, yapmışdır. Para teklif edilmesi ve Allahın zihinde yarattığı para sevgisi, rüşvet almak irade ve ihtiyarına mecbur etmiş ise de kanun bunu iyi karşılamaz.
Hükümet kanunları gibi, din ve ahlak kanunlarını koyarak, onlara uymayı sıkı sıkıya emreden Allahın, öte yandan hep kötülük isteyen nefs-i emmareyi insanlarda yaratması; hükümetin, memuru tecrübe için el altından rüşvet göndermesine, memurun da, yaman bir imtihan geçirdiğini anlayıp dikkatli ve uyanık olmasına benzer.
Kader değişmez. Kaza, kadere uygun olarak meydana gelir. Kaza, hergün çok değişip, sonunda kadere uygun olunca yaratılır. Kaza-i muallak şeklinde, yaratılacağı Levh-i mahfuzda yazılmış olan bir şey, kulun iyi ameli ile değişip yaratılmaz.
İmam-ı Gazali, “İhyau ulumiddin” kitabında buyurdu ki: “Kaza-ı muallak, Levh-i mahfuzda yazılıdır. Eğer o kimse, iyi amel yapıp, duası kabul olursa, o kaza değişir.” Hadis-i şerifde buyuruldu ki: “Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabul olan dua, o bela gelirken korur.” Duanın belayı def etmesi de, kaza ve kaderdendir. Kalkanın oka siper olduğu gibi; su, yerden otun yetişmesine (ve havadaki oksijen gazının, canlının hücrelerindeki gıda maddelerini yakıp hararet meydana gelmesine) sebep olduğu gibi, dua da, Allahın merhametinin gelmesine sebepdir. Bir hadis-i şerifde; “Kaza-i muallakı, hiç bir şey değiştiremez; yalnız dua değiştirir ve ömrü, yalnız, ihsan, iyilik arttırır.” buyuruldu. Allahın takdirinin, yani kaderin, Levh-i mahfuzda yazılması kazadır. Bir kimseye takdir edilen bela, kaza-i muallak ise,yani, o kimsenin dua etmesi de, takdir edilmiş ise, dua eder, kabul olunca, belayı önler. Ecel-i kazayı da, iyilik etmek geciktirir.
Davud ın yanına iki kişi gelip, birbirinden şikayet etti. Dinleyip, karar verip giderken, Azrail gelip; “Bu iki kişiden birincisinin eceline bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de, bir hafta önce bitmişti, fakat ölmedi.” dedi. Davud sebebini sorunca; “İkincisinin bir akrabası vardı. Buna dargın idi. Gidip, onun gönlünü aldı. Bundan dolayı, Allah, buna yirmi yıl ömür takdir buyurdu” dedi. Emali kasidesi altmışikinci beytinde; “Öldürülen kimsenin eceli münkatı değildir” yani, o anda, ömrü ortadan kesilmiş değildir der. “Kamus” mütercimi Ahmed asım Efendi, bu beyti şerh ederken diyor ki: “Ehl-i sünnete göre, öldürülen kimsenin, o anda eceli gelmiştir. Ömrü ortadan kesilmemiştir. Herkesin eceli bir tanedir.”
Doktor ve ilaç bulmak da, takdire bağlıdır. Allah, takdirine göre sebepleri yaratmaktadır. Çok eskiden bilindiği gibi, bir yeri kesilen insanın eceli gelmedi ise, damarı bağlanır, ilaç verilir, ölmez. Eceli gelmiş ise, damarı bağlıyacak biri bulunamaz, kanı akar, mikrop kapar, ölür. Yürek adelesi bozuk olan ağır hastaya, ölmek üzere olan bir başkasının sağlam yüreği takılıp takılmaması da, ecelin gelip gelmemesine bağlıdır. Kalbin değiştirilmesi de hastayı muhakkak iyi yapmamakta ve bir çoklarının ölmesine sebep olmaktadır.