"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Allahın varlığına inanmak

İnsan daha çocukken etrafında gördüğü eşyanın nereden ve nasıl meydana geldiğini araştırmağa başlar. Çocuk geliştikçe, üzerinde yaşamakta olduğu bu dünyanın nasıl muazzam bir eser olduğunu anlayarak hayretten hayrete düşer. Hele yüksek tahsilini yaparak, her gün etrafta görülen bütün bu eşya ve mahlukların inceliklerini öğrenmeğe başlayınca, hayreti hayranlığa dönüşür. İnsanların, büyük bir sürat ile fezada tek başına dönmekte olan, içerisi ateş dolu, toparlak (iki kutbu biraz basık) bir küre üzerinde, sırf yerçekimi kuvveti ile kalabilerek yaşaması ne büyük bir mucizedir. Ya etrafımızdaki dağlar, taşlar, denizler, canlı varlıklar, nebatlar nasıl bir büyük kudret sayesinde meydana gelebilmekte, gelişmekte ve türlü türlü özellikler göstermektedir. Hayvanların bir kısmı toprak üstünde yürürken, bir kısmı havada uçar ve bir kısmı su içinde yaşar. Üzerimize ışıklarını gönderen güneş, düşünebileceğimiz en yüksek harareti sağlar ve nebatların yetişmesini, bazılarının içinde ise, kimyevi değişiklikler yaparak, un, şeker ve daha nice maddelerin meydana gelmesini temin eder. Halbuki yer küresinin, kainat içinde ufacık bir varlık olduğu bilinmektedir. Güneş etrafında dönen gezegenlerden meydana gelen ve içinde dünyamızın da bulunduğu güneş sistemi, kainat (evren) içinde bulunan ve sayısı bilinmeyen pek çok sistemlerden biridir. Kainatın kuvvet ve gücünü izah için bir küçük misal verelim: İnsanların en son elde ettikleri muazzam enerji kaynağı, atomları parçalayarak veya birleştirerek meydana çıkardıkları atom enerjisidir. Halbuki, insanların “En büyük enerji kaynağı” saydıkları atom bombasının enerjisi, büyük yer sarsıntılarından ortaya çıkan enerji ile karşılaştırılacak olursa, bu enerjinin, onbinlerce atom bombası enerjisinden daha fazla olduğu görülür.

İnsan, kendi vücudunun ne muazzam bir fabrika ve laboratuvar olduğunun farkına varmaz. Halbuki, yalnız nefes alıp vermek bile çok büyük bir kimya hadisesidir. Havadan alınan oksijen, vücutta yakıldıktan sonra, karbondioksit halinde dışarı çıkarılır.

Sindirim (hazım) sistemi ise, sanki bir fabrikadır. Ağızla alınan gıda maddeleri ve içecekler, mide ve bağırsaklarda parçalanıp öğütüldükten sonra, vücuda faydalı kısmı, ince bağırsaklarda süzülerek kana karışmakta ve posası dışarı atılmaktadır. Bu muazzam hadise, otomatik olarak büyük bir intizam ile yapılmakta, vücud bir fabrika gibi işlemektedir.

İnsanın vücudunda türlü türlü ve çok karışık formüllü maddeler imal eden, türlü türlü kimyasal reaksiyonlar meydana getiren, analiz yapan, tedavi eden, tasfiye eden, zehirleri yok eden, yaraları onaran, türlü maddeleri süzen, enerji veren tertibat olduğu gibi, mükemmel bir elektrik ağı, manivela tertibatı, elektronik bilgisayar, haber verme tesisatı, optik, ses alma, basınç yapma ve ayarlama tertibatı, mikroplarla mücadele ve onları yok etme sistemi mevcuttur. Kalb ise hiç durmadan işleyen muazzam bir pompadır. Eskiden, Avrupalılar; “Bir insanın vücudunda bol su, biraz kalsiyum, biraz fosfor ve biraz da inorganik ve organik maddeler vardır. Onun için; “Bir insan vücudunun kıymeti, beş-on liradan ibarettir” derlerdi.” Bugün, Amerika üniversitelerinde yapılan hesablar, insanın vücudunda durmadan meydana gelen çok sayıda kıymetli hormon ve enzimlerle bir çok organik preparatların en azından milyonlarca dolar kıymetinde olduğunu meydana koymuştur. Hele, bir Amerikan profesörünün dediği gibi; “Otomatik olarak, böyle kıymetli maddeleri muntazaman meydana getiren bir tertibat yapmağa kalkacak olursak, dünyada bulunan bütün paralar bunu yapmağa kafi gelmez.” Halbuki, insanda bütün bu maddi mükemmeliyyet yanında; anlama, düşünme, ezberleme, hatırlama, hüküm ve karar verme gibi çok muazzam, manevi kudretler de bulunmaktadır. Bu kudretlerin kıymetini ölçmek, insanlar için imkansızdır. Demek ki, insanın bedeni yanında birde ruhu mevcuddur. Beden ölür, ruh ölmez.

Hayvanlar alemine dikkat ile bakacak olursak, yaratıcının büyük kudreti, insanı büsbütün hayrete düşürür. Bazı canlı varlıklar o kadar küçüktür ki, bunlar ancak mikroskop altında görülebilir. Bazılarının görülebilmesi için (mesela virüsleri incelemek için) bir milyon defa büyülten elektronik ultra mikroskoplara ihtiyaç vardır.

En büyük yapay iplik fabrikalarının çeşitli modern makinalarla yaptığı ipeğin randımanı, küçücük bir ipek böceğinin yaptığı ipeğin randımanının çok altındadır. Eğer minimini Ağustos böceğinin boyu, bizim ses çıkarmak için kullandığımız araçlar kadar büyütülmüş olsa, yapılan ince hesablara göre çıkaracağı sesle camlar kırılır, duvarlar yıkılırdı. Bunun gibi, eğer bir ateş böceği, büyük bir sokak lambası kadar büyütülmüş olsa, bütün bir mahalleyi gündüz gibi aydınlatabilirdi. Böyle akıl almaz derecede mükemmel ve muazzam eserler karşısında hayran olmamak kabil midir? Bunlar yaratıcının ne kadar büyük, ne kadar kudretli olduğunu göstermeğe yetmez mi? O halde, ancak pek ufak bir parçasını gördüğümüz bu evrenin bir yaratıcısı, bunu kurabilen ve tam olarak anlamaya aklımızın yeterli olmadığı pek muazzam bir kudret sahibi vardır. Bu yaratıcının hiç değişmemesi ve sonsuz var olması gerekir. İşte, bu yaratıcıya Allah diyoruz. İslamiyette ilk esas, Allahın varlığını kabul etmektir.

Etrafımıza iyice baktığımız zaman ve tarihi okuduğumuz zaman, cisimlerin yok olduklarını, başka cisimlerin meydana geldiklerini görüyoruz. Dedelerimiz, eski milletler yok olmuşlar, binalar, şehirler yok olmuş. Bizden sonra da başkaları meydana gelecek. Fen bilgimize göre, bu muazzam değişiklikleri yapan kuvvetler vardır. Allaha inanmayanlar; “Bunları tabiat yapıyor. Her şeyi tabiat kuvvetleri yaratıyor” diyorlar. Bunlara deriz ki: “Bir otomobilin parçaları, tabiat kuvvetleri ile mi bir araya gelmiştir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan soldan çarpan dalgaların tesiri ile bir araya yığılan çöp kümesi gibi mi bir araya yığılmışlardır? Otomobil, tabiat kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket etmektedir?” Bize gülerek, “Hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akıl ile, hesab ile, plan ile, birçok kimsenin titizlikle çalışarak yaptıkları bir sanat eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akıl, fikir yorarak, hem de trafik kaidelerine uyarak, şoför tarafından yürütülmektedir” demez mi? Tabiattaki her varlık da, böyle bir sanat eseridir. Bir yaprak parçası, muazzam bir fabrikadır. Bir kum tanesi, bir canlı hücre, fennin bugün biraz anlayabildiği ince sanatların birer sergisidir. Bugün “Fennin buluşları, başarıları” diye öğündüklerimiz, tabiattaki bu güzel sanatlardan birkaçını görebilmek ve taklid edebilmektir. İslama karşı olanların kendilerine önder olarak gösterdikleri, İngiliz bilgini Darwin bile; “Gözün yapısındaki sanat inceliğini düşündükçe, hayretimden tepem atacak gibi oluyor” demiştir. Bir otomobilin tabiat kuvvetleri ile, tesadüfen meydana geleceğini kabul etmeyen kimse, baştan başa bir sanat eseri olan bu alemi tabiat yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesaplı, planlı, ilimli, sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yaptığına inanmaz mı? “Tabiat yaratmıştır. Tesadüfen var olmuştur” demek, cahillik, ahmaklık değil midir?

Allahın, sayamıyacağımız kadar çok nizam ve ahenk içinde yarattığı varlıklara “tesadüfen olmuştur” diyenlerin sözleri cahilcedir ve fen bilimlerine aykırıdır. Şöyle ki: Üzeri birden ona kadar numaralanmış on taşı bir torbaya koyalım. Bunları elimizle torbadan birer birer ve sıra ile, yani önce bir numaralı, sonra iki numaralı ve nihayet on numaralı olacak şekilde çıkarmağa çalışalım. Çıkarılan bir taşın numarasının sıraya uymadığı görülürse, çıkarılmış taşların hemen hepsini torbaya atalım ve yeniden, bir numaradan başlamak üzere, çıkarmağa çalışalım. Böylece, on taşı numaraları sırası ile ardarda çıkarabilme ihtimali on milyarda birdir. On adet taşın bir sıra dahilinde dizilme ihtimali bu kadar az olursa, kainattaki sayısız düzenin tesadüfen meydana gelmesine imkan ve ihtimal yoktur.

Daktilo ile yazmasını bilmeyen bir kimse, bir daktilonun tuşlarına gelişi güzel, mesela beş kere bassa, elde edilen beş harfli kelimenin, türkçe veya başka bir dilde bir mana ifade etmesi acaba ne derece mümkündür? Eğer, gelişi güzel tuşlara basmakla bir cümle yazmak istenilse idi, manası olan bir cümle yazılabilecek mi idi? Kaldı ki, böyle rastgele tuşlara basmakla bir sahife yazı veya kitap teşkil edilse, sahifenin ve kitabın, tesadüfen belli bir konusu bulunacağını zanneden kimseye akıllı denilebilir mi?

Cisimler yok oluyor, bunlardan başka cisimler meydana geliyor. Ancak, son kimya bilgilerine göre, yüzbeş madde hiç yok olmuyor. Yalnız yapıları değişiyor. Radyoaktif hadiseler elementlerin ve hatta atomların da yok olduklarını, maddenin enerjiye döndüğünü haber vermektedir. Hatta, Einstein (Aynştayn) adındaki Alman fizikçisi, bu tehavvülün (değişmenin) matematik formülünü ortaya koymuştur.

Cisimlerin durmadan tehavvül etmeleri (değişmeleri), birbirlerinden hasıl olmaları, sonsuz olarak gelmiş değildir. “Böyle gelmiş, böyle gider” denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. “Değişmelerin başlangıcı vardır” demek; “Maddelerin var oluşlarının başlangıcı vardır” demektir. “Hiç bir şey yok iken, hepsi yoktan yaratılmıştır” demektir. İlk, birinci olarak maddeler yoktan yaratılmış olmasalardı ve birbirlerinden hasıl olmaları sonsuz öncelere doğru uzasaydı, şimdi bu alemin yok olması lazımdı. Çünkü alemin sonsuz öncelerde var olabilmesi için bunu meydana getiren maddelerin daha önce var olmaları, bunların da var olabilmeleri için, başkalarının bunlardan önce var olmaları lazımdı. Sonrakinin var olması, öncekinin var olmasına bağlıdır. Önceki var olmazsa, sonraki de var olmayacaktır. “Sonsuz önce” demek; “Bir başlangıç yok” demektir. “Sonsuz öncelerde var olmak” demek “ilk, yani başlangıç olan bir varlık yok” demektir. İlk, birinci varlık olmayınca, sonraki varlıklar da olamaz. Her şeyin her zaman yok olması lazım gelir. Her birinin var olması için, bir öncekinin var olması lazım olan sonsuz sayıda varlıklar dizisi olamaz. Hepsinin yok olmaları lazım olur.

alemin şimdi var olması, sonsuzdan var olarak gelmediğini, yoktan var edilmiş bir ilk varlığın bulunduğunu göstermekte olduğu anlaşıldı. alemin yoktan var edilmiş olduğuna, o ilk mahluktan hasıl ola ola, bugünkü alemin varlığına inanmak icab eder.

alemi yoktan var eden bir yaratıcının bulunması ve bu yaratıcının hep var olması, hiç değişmeden, sonsuz varolması lazım gelir. Her şeyi yaratan, yalnız Allahdır. Ondan başka yaratıcı yoktur. Fakat Allahadet-i ilahisine uygun olarak, her şeyi sebeplerle yaratmaktadır. Böylece madde alemine ve sosyal hayata düzen vermektedir. Sebepsiz yaratsaydı, alemdeki bu nizam, bu düzen olmazdı. Mikroplar hastalığa, bulutlar yağmura, güneş hayata, katalizörler birçok kimya reaksiyonlarının hızlanmasına ve hayvanlar, bitkisel maddelerin et, süt, bal haline gelmelerine, yapraklar organik maddelerin sentezine sebep oldukları gibi, insanlar da, uçak, otomobil, ilaç, elektrik motorlarının ve daha nice şeylerin yapılmasına sebep olmaktadır. Bütün bu sebeplere tesir eden kuvvet, Allahdır. İnsanlara fazla olarak akıl ve irade de vermiştir. Sebeplere, vasıtalara, yaratıcı demek doğru olamaz.

Allah zatı ile vardır. Varlığı kendi kendiyledir. Şimdi var olduğu gibi, hep vardır ve hep var olacaktır. Varlığının önünde ve sonunda da yokluk olamaz. Çünkü Onun varlığı lazımdır, yani Vacib-ül-vücuddur. O makamda, yokluk olamaz. Allah birdir. Yani şeriki, benzeri yoktur. Vacib-ül vücud olmakta, uluhiyete ve ibadet olunmağa hakkı olmakta ortağı yoktur. Ortağı olmak için, Allahın kafi olmaması ve müstakil olmaması lazımdır. Bunlar ise kusurdur, noksanlıktır. Varlık ve uluhiyet için noksanlık olamaz. O kafidir, müstakildir. Yani kendi kendinedir. O halde şerike, ortağa lüzum yoktur. Lüzumsuz olmak ise, bir kusurdur ve vücuba ve uluhiyete yakışmaz. Görülüyor ki, şeriki olduğunu düşünmek, ortaklardan her birinin noksan olacağını gösteriyor. Yani ortak bulunmasını düşünmek, ortak bulunmayacağını meydana çıkarıyor. Şu halde Allahın şeriki, ortağı, benzeri yoktur. Yani birdir.

Müslüman, ilk olarak Allahın varlığını, büyüklüğünü, birliğini, doğmadığını, doğurulmadığını, daim ve değişmez olduğunu bütün kalbi ile kabul eder. Bu inanış, İslamın ilk şartıdır.

Allahtan korkmak ve Allahı sevmek, ibadetlerin en makbulüdür. Allahtan korkmak ve Onu sevmek, bir bilgi işi olmakla beraber, aynı zamanda, bir çalışma, bir gayret işidir. Herkes kolaylıkla bunları elde edemiyor. Allah, istediklerine kendisini sevdirir. Korku ve haşyet verir. Bunu herkese nasib etmiyor. Nasib ettiği kulunu seviyor demektir. Çok kimse, uzun gayret, telkinler, çalışmalar sonunda bu mertebeye erişiyor.

Allahtan korkmak ve Allahı sevmek için pek çok sebep vardır. Dünyada insanın başına gelen felaketleri düşünelim: Hastalanmak, yaralanmak, vücudun bir parçasından mahrum olmak, aç kalmak, susuz kalmak, fakir olmak, akıldan mahrum olmak, çoluk ve çocuğunun başına felaketler gelmek, yangınlar, zelzele… gibi mahluklar vasıtasıyla veya doğrudan doğruya cenab-ı Hak tarafından insanlara takdir edilen felaketler, elemler hepsi Ondan gelmektedir. Dünyadaki elemler nihayet geçicidir. ahiretteki ise, ebedidir. Oradaki azab, bitmeyen bir azabdır. Yahud, imanla ahirete intikal etmiş günahkar bir müslüman ise, cenab-ı Hakkın irade ettiği kadar, azab görecektir. ahiret azabı, kabre girildiği andan itibaren başlayacaktır. Bütün bunlar, cenab-ı Haktan korkmak için, yeter derecede sebepler değil midir? Cenab-ı Hakkı sevmek için de, sebepler pek çoktur. Evvela, müslüman olarak dünyaya gelmek, yani, bir müslüman ananın ve bir müslüman babanın evladı olarak dünyaya gelmek, bütün ömrümüzce, Allahı sevmek, Allaha şükür ve hamd etmek için tek başına en büyük sebeptir. Mesela, hristiyan olarak dünyaya gelmiş olsaydık, artık müslümanlık yolunu bulmak, bizim için, çok zor veya imkansız olurdu. hristiyan topluluğu içinde yaşar ve ahirete imansız olarak giderdik. Zamanımızda müslüman olarak doğmak da kafi değildir. Müslümanlığı sevmiş, elinden geldiği kadar müslümanlık yolunda yürümeğe gayret etmiş bir ailenin çocuğu olmak da ayrı bir talihtir. İsmi, Ahmed veya Hatice olup da, müslümanlık icablarını yapmayan, hatta müslümanlığı hor gören, nice sözde müslümanlar var. Akıl ve izan sahibi olmak, iyi ve kötüyü anlayabilmek bir tahsil ve anlayış seviyesinde bulunmak da, Allahın en büyük nimetlerindendir. Bundan başka, insan haklarını tanıyan bir hükümetin ferdi olarak yaşamak, sıhhatte olmak, fakir olmamak gibi binlerce nimet, hep cenab-ı Hakkın lütuf ve ihsanıdır. Bu saydığımız nimetlerden mahrum olan milyonlarca insanın, milyonlarca müslümanın bulunduğunu düşünürsek, cenab-ı Hakkı nasıl sevip, şükretmemiz lazım geldiği kolayca anlaşılır.

Bizi yoktan var eden ve her nimeti gönderen Allaha ibadet etmemiz lazım ve zaruridir. Bu hususta İmam-ı Rabbani bir mektubunda buyurdu ki: İyice düşünmeli, anlamalıdır ki, herkese her nimeti gönderen, yalnız Allahdır. Her şeyi var eden, ancak Odur. Her varlığı, her an varlıkta durduran hep Odur. Kullardaki üstün ve iyi sıfatlar, Onun lütfu ve ihsanıdır. Hayatımız, aklımız, bilgimiz, gücümüz, görmemiz, işitmemiz, söyliyebilmemiz, hep Ondandır. Saymakla bitirilemeyen çeşitli nimetleri, iyilikleri gönderen; insanları güçlüklerden, sıkıntılardan kurtaran, duaları kabul eden, dertleri, belaları gideren Odur.

Rızkları yaratan, ulaştıran yalnız Odur. İhsanı o kadar boldur ki, günah işleyenlerin rızkını kesmiyor. Günahları örtmesi o kadar çoktur ki, emrini dinlemeyen yasaklarından sakınmayan azgınları, herkese rezil ve rüsvay etmiyor ve namus perdelerini yırtmıyor. Affı ve merhameti o kadar çoktur ki, cezayı ve azabı hak edenlere azab vermekte acele etmiyor. Nimetlerini, ihsanlarını, dostlarına ve düşmanlarına saçıyor. Kimseden bir şey esirgemiyor. Bütün nimetlerinin en üstünü, en kıymetlisi olarak da, doğru yolu, saadet ve kurtuluş yolunu gösteriyor. Yoldan sapmamak, Cennete girmek için teşvik buyuruyor. Cennetteki sonsuz nimetlere, bitmez, tükenmez zevklere ve kendi rızasına, sevgisine kavuşabilmemiz için, sevgili Peygamberine uymamızı emrediyor. İşte, Allahın nimetleri güneş gibi meydandadır. Başkalarından gelen iyilikler, yine Ondan gelmektedir. Başkalarını vasıta kılan, onlara iyilik yapmak isteğini veren, onlara iyilik yapabilecek gücü, kuvveti veren, yine Odur. Bunun için, her yerden, herkesden gelen nimetleri gönderen hep Odur. Ondan başkasından iyilik, ihsan beklemek emanetçiden, emanet olarak bir şey istemeğe ve fakirden sadaka istemeğe benzer. Bu sözlerimizin, yerinde ve doğru olduğunu, cahil olanlar da, alimler gibi, kalın kafalılar da, zeki, keskin görüşlü olanlar gibi bilir. Çünkü anlatılanlar, meydanda olup, düşünmeğe bile lüzum görülmeyen bilgilerdir.

İnsanın, bu nimetleri gönderen Allaha, gücü yettiği kadar şükretmesi, insanlık vazifesidir. Aklın emrettiği bir vazife, bir borçtur. Fakat, Allaha yapılması gerekli bu şükrü yerine getirebilmek, kolay bir iş değildir. Çünkü insanlar, yok iken sonradan yaratılmış, zayıf, muhtaç, ayıplı ve kusurludur. Allah ise, hep var, sonsuz vardır. Ayıplardan ve kusurlardan uzaktır. Bütün üstünlüklerin sahibidir. İnsanların Allaha hiç bir bakımdan benzerlikleri, yakınlıkları yoktur. Böyle aşağı kullar, öyle bir yüce Allahın şanına yakışacak bir şükür yapabilir mi? Saygı ve şükür sandıklarımız, beğenilmeyen, bayağı şeyler olabilir. Bunun içindir ki, insanlar, kendi kusurlu akılları, kısa görüşleri ile Allaha karşı şükür, saygı olabilecek şeyleri bulamaz. Şükür etmeye, saygı göstermeye yarayan vazifeler, Allah tarafından bildirilmedikçe, övmek sanılan şeyler, kötülemek olabilir.

İşte, insanların Allaha karşı, kalb, dil ve beden ile yapmaları ve inanmaları lazım olan şükür borcu, kulluk vazifeleri, Allah tarafından bildirilmiş ve Onun sevgili Peygamberi tarafından ortaya konmuştur. Allahın gösterdiği ve emrettiği kulluk vazifelerine İslamiyet denir. Allaha şükür, Onun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, bunun dışında kalan hiç bir şükrü ve ibadeti, Allah kabul etmez, beğenmez. Çünkü insanların, iyi, güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslamiyet, bunları beğenmemekte, çirkin olduklarını bildirmektedir.

Aklı olan kimselerin, Allaha şükür etmek için, Muhammed a uymaları lazımdır. Onun yoluna İslamiyet denir. Muhammed a uyan kimseye müslüman denir. Allaha şükretmeğe, yani Muhammed a uymağa, ibadet etmek denir. İslamiyet iki kısımdır:

1- Kalb ile itikad edilmesi, inanılması lazım olanlar. Bunlara usul-i din denir.

2- Beden ile ve kalb ile yapılacak ibadetler. Bunlara füru-i din denir.

Îman ve itikad aynıdır. Bunları anlatan geniş ve derin ilme ilm-i kelam denir. Kelam ilmi alimleri, çok büyük insanlardır ve kelam kitapları pek çoktur. Bu kitaplara akaid kitabı da denir. Amel edilecek, yani kalb ile ve beden ile yapılacak ve sakınılacak şeylere, ahkam-ı şeriyye denir. Beden ile yapılacak ahkam-ı şeriyyeyi bildiren ilme ilm-i fıkh denir. Dört mezhebin kelam kitapları aynı olup, fıkıh kitapları başka başkadır. Halk için, yani yüksek din ilimlerini tahsil etmemiş olanlar için yazılmış olan ve herkesin bilmesi ve yapması gereken kelam (yani iman), ahlak ve fıkıh bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitaplara ilm-i hal kitapları denir. Dinini bilen seven ve kayıran mübarek insanların ilm-i hal kitaplarını alıp; çoluğuna ve çocuğuna öğretmek her müslümanın birinci vazifesidir.