İnsanları her şeyin yaratıcısı ve sahibi, bir olan Allaha inanmağa, Onun emirlerini yapıp yasaklarından sakınmağa davet eden, bu hususta büyük bir azim ve sabırla çalışan İdris Kuran-ı kerimde şu vasıflarla zikredildi: “Peygamberdi. Sıddık (dosdoğru) idi. Yüce bir mertebeye yükseltildi. Sabırlı idi. Allahın rahmetine kavuşmuştu. İyi kimselerden idi.” Bu vasıflardan bazılarını İslam alimleri şöyle açıklamaktadır.
Sıdkın (doğruluğun) fazileti: Allah Meryem suresi 56. ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyrulmaktadır: “Kitapta İdrisi de an; çünkü o, çok sadık bir peygamberdi.” buyurulmaktadır.
Resulallah da bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurdular: “Doğruluk iyiliğe, iyilik ise Cennete götürür. İnsan, doğruluğu ile Allahın katında Sıddıklardan yazılır. Yalancılık, kötülüğe, kötülük de Cehenneme götürür.”
Abdullah ibni Abbas , “Şu dört vasıf kendisinde bulunan kimse kardadır: Bunlar; doğruluk, haya, güzel huy ve şükürdür” buyurdu.
Şiblinin sohbetine iştirak edenlerden birisi, anlatılanların manevi tesiri ile haykırarak kendisini Dicleye attı. Bunun üzerine Şibli ; “Eğer bu şahıs bu hareketinde sadık, doğru ise, Allah Musayı kurtardığı gibi onu da boğulmaktan kurtarır. Şayet yalancı ise, Firavunu batırdığı gibi onu da batırır” dedi. Nihayet bu insan kurtuldu.
Sıdk kelimesi altı manada kullanılır: Sözde doğruluk, niyet ve iradede doğruluk, azimde doğruluk, amelde doğruluk, dinin bütün makamlarında doğruluktur. Bütün bunların hepsinde doğru olan kimse Sıddıktır. Çünkü Sıddık, doğrulukta çok yükselmiş olan kimsedir. Bir kimse altı husustan birisinde sadık olursa o cihetten sadık olur. Mesela, bir kimse sadece sözünde doğru ise sözünde sadık (doğru) denir. Bu makamda kişi, hiç yalan söylemez; geçmiş haberlerden ve ne halde olursa olsun verdiği sözde yalan yoktur. Kalb ile dilin yakın ilgisi vardır. Eğri sözden eğrilir, doğru sözden de doğrulur. Bu sıdkın en yükseği iki şey iledir. Birincisi: Doğru sanılsın diye kapalı ve kinaye ile bir şeyi anlatmamaktır. Fakat bazan doğru söylemek iyi olmaz. Harpte devlete, orduya ait sırları vermede doğru olan söylenmez. Ayrıca hanımı kırıp üzmemek ve insanları barıştırmak için yalan söylemeye izin vardır. Burada üstün derece, elinden geldiği kadar kinaye ve ima ile konuşup açıkça yalan söylememektir. İkincisi: Allaha münacatta bulunurken sözünde sadık olmalıdır. Yüzümü sana döndüm dediği zaman, kalb yüzü dünyaya dönmüş ise yalan söylemiş olur ve yüzünü Allaha dönmemiş olur. Senin kulunum ve yalnız sana ibadet ediyorum dediği zaman dünyaya, şehvetlerinin bağı ile bağlanıp, şehvetlerine hakim olamaz, şehvetlerine kapılırsa, yalan söylemiş olur. Çünkü, kime ve neye bağlanmışsa onun kuludur. Bunun için Resulallah “Altın, gümüş, zinet ve süslü elbiselerin kulu olanlar helak olmuştur.” Buyurmuştur. Îsa da kavmine; “Ey dünyanın kulları” buyurmuştur. Belki bunlardan kurtulmayınca Hakkın kulu olunmaz. Bu kurtulmanın, azad olmanın ve hürriyetin tamamı, Allahtan başka her şeyden olduğu gibi nefsinden (kendinden) de kurtulmakla olur. Kendisi için takdir edilene gönül hoşluğu ile razı olur. İşte böyle kulluk sıdkın tamamıdır. Böyle olmayan kimseye Sıddık denilmediği gibi, sadık bile denilmez.
İkinci sıdk: Niyetle olur. Taatinde yalnız Allahı kasteder, başkasını karıştırmaz. Bu ihlasla olur. İhlasa da sıdk denir. Çünkü, içinde taattan başka bir düşüncesi olan kimse, ibadetinde yalancı olur. Nitekim alime kıyamet günü “İlminle ne amel ettin” diye sorulunca; “Allah rızası için okuttum. İlmi yaydım” der. Fakat kendisine; “Sen yalancısın, ilim okutuyor desinler için okuttun. Okuttun, fakat iradende yalancısın” denir. Bunun için bir zat: “Sadakat, kasıt ve irade, tevhidin sıhhatidir” demiştir.
Üçüncü sıdk: Azmetmekle olur. Bir kimse vali olsa adalet etmeye, malı olsa sadaka vermeye, kendinden daha iyi idare eden bir kimse ortaya çıkınca valiliği ona teslim etmeye azmeder. Bu azim bazan kuvvetli ve zorlayıcı olur. Bazen bunda zayıflık ve tereddüt olur. Tereddütsüz olan kuvvetli azme, sıdk-ı azm denir. Sıddık, daima iyiliğe azmetmeye kendinde büyük kuvvet bulan kimsedir.
Dördüncü sıdk: Azmde vefakarlıktır. Nefs, peşin olarak söz vermek ve bir şeye azmetmekte yani yönelmede pek cömert ve serbesttir. Fakat, işin gerçekleşme safhasına gelince, birçok arzu ve istekleri sebebiyle o işi yapmaya yanaşmaz. Bu ise sadakate muhaliftir. Azminde kuvvetli olan kimse muharebede canını bile feda edebilir. Enes şöyle anlattı: “Amcam Enes bin Nadr, Resulallah ile birlikte Bedir muharebesine iştirak edemedi. Bu sebeple çok üzüldü. Kendi kendine; ikinci bir muharebe olursa, yapacağımı ben bilirim dedi. Ertesi sene vuku bulan Uhud muharebesine katıldı. Sad bin Muaz muharebe sırasında onu görüp; “Ne yapıyorsun, böyle nereye gidiyorsun” diye sordu. O; “Uhud Dağının ardında Cennetin kokusunu aldım. Cennete gidiyorum” diye cevap verdi. Uhud muharebesinde müşriklere karşı öyle harp etti ki, sonunda şehid oldu. Vücudunda seksen küsur yara vardı. Hemşiresi, onu ancak elbisesinden tanıyabildiğini söyledi. Bunun üzerine; “Müminlerden öyle kimseler vardır ki, Allaha verdikleri sözde sadakat gösterdiler. Kimi (şehid oluncaya kadar dövüşeceğine dair) adağını ödedi, şehid oldu. Kimi de (şehid olmayı) bekliyor. Onlar asla verdikleri sözü değiştirmediler.” mealindeki Ahzab suresinin 23. ayet-i kerimesi nazil oldu.
Yine Resulallah, sancaktarlarından olup, Uhud muharebesinde şehid olarak yüzüstü düşen Musab bin Umeyrin baş ucunda durup, bu ayet-i kerimeyi okumuştur.
Beşinci sıdk: Amelde sadakattir. Bu, içini dışına, dışını da içine uydurmaktır. Dışın içe uymaması maksatlı olursa bu riyadır; bu ihlası yok eder. Eğer dışın içe uymamasında kasıt bulunmazsa bu riya olmaz, ancak sadakati yok eder. Şöyle ki; Çok huşu ile namaz kılan kimseler vardır. Bunların amellerinde riya ve gösteriş olmadığı halde kalbleri gaflet içerisindedir. Onları böyle zahiren huşu ile ibadet ederken görenler, gerçekten kalblerinin de huşu üzere olduğunu zanneder. Halbuki kalbleri başka işlerle meşguldür. Onun bu şekildeki zahiri görünüşü, lisan-ı hali ile (o görünüş ile), o kimsenin kalben de huşu üzere olduğunu bildirmesinde yalancıdır. Aynı şekilde, nice sükunet ve vakar üzere olan kimseler vardır ki, kalblerinde vakardan asla bir eser, bir iz yoktur. Halbuki görünüşleri kalblerinin böyle olduğunu gösteriyor. Bu gibiler, amellerinde sadık değildir. Onların bu halleri, riya olmasa da, yalan olmaktan kurtulamaz.
Altıncı sıdk: En üstün derece budur. Zühd, muhabbet, tevekkül, havf ve reca, rıza ve şevk gibi haller her müminde biraz bulunur, fakat zayıf olur. Bunlarda kuvvetli olan sadık olur. Nitekim Hucurat suresi 15. ayet-i kerimesinde mealen; “Hakikatte müminler, Allaha ve Peygamberine iman edip şüphe etmeyenler, can ve malları ile Allah yolunda cihad edenlerdir. İşte böyle kimseler, imanlarında sadık olanlardır.” buyruldu. Demek ki imanı tamam olana sadık buyruldu. Bu şuna benzer; bir kimse bir şeyden korkarsa, bunun alameti; titremesi, yüzünün sararması, yiyip içememesidir. Bir kimse Allahtan böyle korkarsa günahtan el çekmesi gerekir. Günahtan korkuyorum deyip el çekmeyene yalancı denir.
Bu altı işte sadık olup en üstün derecede olana Sıddık denir. Bunların bazısında sadık olana Sıddık denmez. Derecesi sıdkına göre olur.
İdrisin vasıflarından birisi de sabırdır. Nitekim Enbiya suresi 85. ayet-i kerimesinde mealen şöyle buyurulmaktadır: “Ey Habibim! İsmail, İdris ve Zülkifl hakkında anlattığımızı da hatırla! Onların her biri sabredenlerdendi.”
Bütün farzları eda etmek ve bir günahı yapmamak sabr olmadan ele geçmez. Bunun için Resulallahdan “Îman nedir?” diye sorduklarında; “Sabırdır” buyurdu. Diğer bir hadiste; “Sabır, imanın yarısıdır.” buyurdu. Sabrın öneminin büyüklüğü ve fazileti sebebiyledir ki, Allah Kuran-ı kerimde yetmişten çok yerde sabrı bildirdi. Daha iyi olan dereceleri, hatta dinde imam olmayı sabra havale etti. Bu hususta Secde suresi 24. ayet-i kerimesinde mealen “İsrail oğullarından da (dinlerinde) sabrettikleri için, emrimizle (insanları doğru yola götürecek) imamlar kılmıştık. Onlar (Tevratdaki) ayetlerimizi yakinen biliyorlardı.” buyuruyor. Sayısız ve hesapsız sevapları sabra havale ediyor ve Zümer suresi 10. ayet-i kerimesinde mealen; (Allah yolunda) sabredenlere, mükafatları hesapsız verilecektir” buyuruyor. Kendisinin sabredenlerle olduğuna söz veriyor ve Bakara suresi 153. ayet-i kerimesinde mealen; “Muhakkak Allahın yardımı sabredenlerle beraberdir.” buyuruyor. Salevatı, rahmeti ve hidayeti, sabredenlerden başkasında toplamadı. Yine Bakara suresi 157. ayet-i kerimesinde mealen; “O teslimiyet gösterip, Rablerine sığınanlar üzerine, Rablerinden mağfiret, rahmet (ve Cennet) vardır. Ve işte onlar hidayete ermiş olanlardır.” buyuruyor. Sabrın faziletinin büyüklüğündendir ki, Allah onu aziz ve kıymetli eyleyip, dostlarından az bir kısmı hariç herkese vermedi. Nitekim Resulallah “Size verilen en az şey, yakin ve sabırdır. Bu ikisinin kendisine verildiği kimse, çok nafile namaz kılmasa da, çok oruç tutmasa da korkmasın. Ey Eshabım, bugün nasıl iseniz, ona sabrediniz, değişmeyiniz! Bu halinizi, birinizin, hepinizin amelini yapmasından daha çok severim. Fakat dünyanın size yaklaşacağından korkuyorum. Benden sonra birbirinize kırılırsanız, göklerdekiler de size kırılır. Sabreden tam sevap alır. Sabredin! “Dünya baki kalmaz. Baki olan Allahdır. Sizin yanınızda olanlar yok olur. Allahın indindekiler devamlıdır. Sabredenlere, yaptıkları için en iyi karşılıklar veririz” (Nahl suresi: 96) ayet-i kerimedir” buyurup bu ayet-i kerimeyi sonuna kadar okudu. Yine buyurdu: “Sabır, Cennet hazinelerinden bir hazinedir.” Yine buyurdu: “Eğer sabır insan olsaydı çok kerim ve cömert olurdu.” Yine buyurdu: “Allah sabredenleri sever.”
Davud a şöyle vahyedildi: “Ahlakta bana uy! Benim ahlakımdan biri, çok sabredici olmamdır.” Îsa buyurdu: “Sabretmeyince istediğine kavuşamazsın.” Resulallah, Ensardan bir grup gördü; “Mümin misiniz?” buyurdu. “Evet” dediler, “Îmanın alameti nedir?” buyurdu. “Nimete şükrederiz, belaya sabrederiz. Allahın kazasına razı oluruz” dediler. “Kabenin Rabbi olan Allaha yemin ederim ki, Müslümansınız” buyurdu. Ali buyurdu: “Sabrın imandaki yeri, başın bedendeki yeri gibidir. Başı olmayanın bedeni, sabrı olmayanın imanı olmaz.”
Sabır, insana mahsustur ve hayvanlarda yoktur. Çünkü, çok noksandırlar. Çok kamil ve şehvetten emin olduklarından meleklerin sabra ihtiyacı yoktur. Bu durumda hayvan, şehvete ve isteklere esirdir. Onun zaten şehvetten, istekten başka hali yoktur. Melekler ise, Allahın aşkına gömülmüşlerdir. Onlar için bu aşka hiçbir engel yoktur. Sabır; bela ve engel karşısında olur. Fakat insan başlangıçta, hayvanlar sıfatında yaratılmış ve kendisine elbise, süs, oyun ve çalgı şehvetleri (arzuları) verilmiştir. Sonra büluğ zamanında, işlerin sonunu görmek için ona meleklerin nurundan bir nur ile iki melek verilmiştir. Melek ona hidayet eder ve doğru yolu gösterir. Sahip olduğu bu nur sebebiyle de işlerin sonunu anlar ve niçin olduğunu bilir. İşte bu nur ile kendini ve Rabbini tanır. Başlangıçta tatlı görünseler de şehvetlerin sonunda helak olacağını anlar. Yine rahat ve iyiliğin çabuk geçeceğini ve geriye bitmeyen cefa ve sıkıntıların kalacağını bilir. Bu şekilde hakikatleri görmek hayvanda yoktur. Fakat bu durum da insana yetişmez. Ziyan ve zararda olduğunu bildiği halde bunu giderecek kudreti yoksa, ne faydası olur? (Bu, tıpkı bir hastanın, hastalığın kendine zararlı olduğunu bildiği halde, tedavisini yapmamasına benzer.) Bunun için Allah diğer meleği, kuvvet ve kudret vermesi ve kendisi için zararlı bildiği şeyden sakındırması için ona verdi. İçindeki arzu, şehvetini yaptırmak isteği uyandığında, gelecekteki bir zararı önlemek için, şehvete muhalefet eden ikinci bir arzu da meydana gelir. Karşı koyan bu arzu melektendir. Birincisi, yani şehvetlerini yaptırmak arzusu şeytanın askerindendir. Bu şehvete uymayan ona mani olmaya çalışan arzu ve kuvvete dini sebep denir. Şehvet kuvveti ve arzusuna da heva denir. O halde bu iki asker arasında daima kavga vardır. Biri yap, diğeri yapma der. İnsan ise bu iki arzu ve kuvvet arasında kalmıştır. Eğer din sebebi, yani din kuvveti hevanın, yani nefsin arzularına kavgada diretirse ve devamlılık gösterirse buna sabır denir. Nefsi yener ve arzularını atarsa bu galibiyetine zafer denir. Hep onunla kavga ederse, buna nefisle cihad denir. O halde sabır, din kuvvet ve gayretinin, nefis kuvveti karşısında direnmesi demektir. Bu iki muhalif askerin bulunmadığı yerde sabır da bulunmaz. Maksadımız, karşılıklı iki şeyin kavga üzere olduğu yerde sabrın bulunduğunu anlamaktır. Cenk (kavga) ise, iki düşman askerinin bulunduğu yerde olur. Bu iki askerden biri, melekler grubundan, diğeri ise şeytan taifesindendir. İkisi de, insanın göğsünde bir arada bulunmaktadır. O halde din yolunda ilk adım, bu cenk ile uğraşmaktır. Çünkü, göğüs sahrasını çocuklukta şeytan askeri kuşatmış ve melek askeri ise büluğ zamanında ortaya çıkmıştır. O halde şehvet askerini kırmadıkça saadete kavuşmak mümkün değildir. Bunun için de cenkte sabır gösterip, devamlı bunda ısrar etmek lazımdır. Şehvetin önüne ancak bu şekilde geçilebilir. Bu cenkten kaçan kimse şeytanın emri altına girmiş demektir. Şehvetini yenen ve isteyerek dinimizin emirlerine uyduran bu fethe kavuşmuş, göğüs kalesini elde etmiştir. Nitekim Resulallah buyurdu: “Allah şeytanıma karşı bana yardım etti ve şeytanım bana teslim oldu.” Ekseriya cihadda olanlar, ya yener, yahut yenilirler. Bazen şehvet tarafı, bazan din tarafı galib gelir. Bu kalenin fethi için de sabırdan başka çare yoktur.
Îman yalnız değildir. Birçok dalları ve kısımları vardır. Nitekim hadiste; “Îman yetmiş bu kadar babdır. En büyüğü “Lailahe illallah” kelimesidir. En küçüğü ise yoldaki dikenleri kaldırmaktır.” buyruldu. Îmanın kısımları çok olmakla birlikte aslı üç cinstir. Bunlar; marifetler, haller ve amellerdir. Dinde hiç bir mertebe bu üç şeyin dışında kalmaz. Mesela tevbenin aslı, pişmanlıktır. Bu kalbe ait bir hal olup aslı marifettir. Günahın öldürücü zehir olduğunu bilmektir. Neticesi günahtan el çekmek ve hayırlı amellerle meşgul olmaktır. Böylece, bu hal, bu marifet (böyle bilmek) ve bu amelin üçü de imandandır. Îman ise üçünden ibarettir. Fakat marifete, bilmeye tahsis edebilir. Çünkü, onun aslıdır. Hal ise marifetten meydana gelir. Halden de amel meydana gelir. O halde marifet ağaç gibidir. Kalbin marifet sebebi ile değişmesi, ağacın dal vermesi, bu hallerden meydana gelen ameller de, meyveleri gibidir. O halde iman iki şeydir. İnanma ve yapma. Yapma ise sabırsız olmaz. O halde sabır, imanın yarısıdır ve iki kısımdır. Biri şehvete (arzulara), diğeri ise kızmaya sabırdır. Oruç ise arzular kısmından olan sabırdır. O halde oruç da sabrın yarısıdır. Müminin ameli ise sıkıntılara sabır ve nimete şükürdür. Bu sebepten de sabır, imanın yarısıdır. Hiç bir asıl sabırdan zor değildir. Bu yüzden sabır, iman kısmındandır. Nitekim Peygamberimize iman nedir diye sorduklarında; “Sabırdır” buyurdu. Yani en zorudur.
Kul, her anda nefsinin hoşuna giden veya gitmeyen bir işten ayrı değildir. Her iki halde de sabra muhtaçtır. Fakat arzularına uygun olanlar, mal, nimet, sıhhat, evlenmek, istediği çocuk ve buna benzer şeylerdir. Hiç bir halde sabır, bunlardakinden mühim değildir. Çünkü kendini tutamayıp bu nimetlere dalar ve kalbini bunlara bağlarsa ve bu halde olursa, onda nimetlere aşırı derecede dalmak ve haddi aşmak meydana gelir. Nitekim; “Herkes mihnete katlanır amma, Sıddıklar hariç, afiyete sabredilmez” demişlerdir. Mal ve nimet, Eshab-ı kiram zamanında çok olunca; “Mihnet ve sıkıntı içerisinde bulunduğumuz zamanlar sabretmek, bugün içerisinde bulunduğumuz nimet ve zenginliklere sabretmekten daha kolay idi” dediler. Bunun için Allah, Enfal suresi 28. ayet-i kerimesinde mealen; “Biliniz ki, mallarınız ve evladınız bir fitnedir.” buyurdu. Nimete sabır, kalbi ona bağlamamak, ona sevinmemek, ariyet olduğunu ve çabucak elinden alınacağını bilmektir. Belki aslında bunu nimet bilmemelidir. Çünkü kıyamette derecesinin noksan olmasına sebep olur. O halde, Allah kendisine mal, sıhhat ve çeşitli nimetler verdiği için şükür ile meşgul olmalıdır. Bunların birinde sabra ihtiyaç vardır.
İnsanın başına gelenlerden nefsin arzularına uygun olmayanlar üç kısımdır: Biri, kendi isteğiyle olanlardır. Hayırlı amelleri işlemek ve günahlardan kaçmak gibi. Biri, bela ve musibetler gibi kendi isteği dışında olanlar, diğeri de aslı kendi isteğinde olmayan fakat def edilmesi ve karşılık verilmesi, elinde olanlardır. İnsanın kendisine sıkıntı vermesi gibi.
İyi ameller işlemek gibi, kendi isteği ile olan şeylerde, sabra ihtiyaç vardır. Çünkü, ibadetlerin bir kısmı tembellikten dolayı zor gelir; namaz gibi. Bazısı da bahillik yani cimrilikten dolayı zor gelir; zekat gibi. Bazısı da her ikisi sebebiyle zor gelir ve sabırsız yapılamaz; hac gibi. Her iyi amelin başında, ortasında ve sonunda sabra ihtiyaç vardır. Başında olan, niyeti ihlasla yapmak, riyayı kalbden çıkarmak gibi. Bunlar ise zordur. Taat esnasında sabretmek ise, yaptığı ibadetin şart ve edeblerini hiç bir şeyle karıştırmamaktır. Mesela namazda ise, etrafa bakmamalı, hiç bir şey düşünmemelidir. İbadetten sonraki sabır da; yaptığını açıklamaktan ve söylemekten kaçınarak ucba (kibre) yer vermemeye sabretmektir.
Günahlara gelince, sabretmeden el çekmek imkansızdır. Şehvet ne kadar kuvvetli ve günah işlemek ne kadar kolay olursa, o günahı işlememeye sabretmek de, o kadar zor olur. Bunun için dil ile işlenen günahlara sabretmek daha güçtür. Çünkü dilin hareketi kolaydır. Hele çok konuşursa adet haline gelir ve huy edinmiş olur. Şeytanın askerinden biri de budur. Bundan dolayı dil; gıybette, yalan söylemekte, kendini övmekte, diğerlerini ayıplamakta ve buna benzer şeylerde dolaşır. Dil ucuna gelip kendisini başkalarına beğendirecek bir kelimeye sabretmek büyük eziyet olur. Ekseriye, kalabalıkta dilini korumak mümkün olmadığından, selameti, kurtuluşu uzlette arar.
İnsanların eliyle veya diliyle eziyet etmeleri gibi, kendi isteği ile olmayan, fakat karşılık vermesi isteği ile olan şeylerde, karşılık vermemek için veya karşılık verirken haddi aşmamakta sabır etmeye tam ihtiyaç vardır. Eshab-ı kiramdan biri buyurur: “Biz insanların sıkıntısına katlanmadığımız imanı, iman saymazdık.” Bunun için Allahahzab suresi 40. ayet-i kerimesinde mealen; “Kafirlere ve münafıklara boyun eğme. (Şimdilik) eziyetlerine mukabelede bulunma, sabret ve Allaha tevekkül et. Allah vekil olarak kafidir.” buyurdu. Resulallah efendimize; Müzzemmil suresi 10, ve 11. ayet-i kerimesinde mealen; “Ve inkarcıların sana iftira ve yalanlarına sabırlı ol ve onları güzel bir şekilde terk edip ayrıl. (Ey Resulüm, seni) inkar eden o refah sahiplerini bana bırak ve onlara biraz mühlet ver. (Yakında Bedir muharebesinde ve kıyamette onların cezasını vereceğim.)” Yine Hicr suresi 97. ve 98. ayet-i kerimelerinde mealen; “Muhakkak biliyoruz ki, onların sözlerinden kalbin sıkılıyor. O halde Rabbini hamd ile tesbih et. (Sübhanallahi ve bihamdihi de!) ve secde edenlerden ol (namaz kıl).” buyurdu. Resulallah buyurdu: “Sizi mahrum edene, siz ihsan edin. Bir kimse size kötülük yaparsa, siz ona iyilik yapınız.” Böyle sabır Sıddıkların derecesidir.
Üçüncü kısım, başlama ve bitmesinin senin isteğin ile ilgisi olmayan şeylerdir. Bunlar da musibetlerdir. Çocuğunun ölmesi, malının elden çıkması ve göz, kulak gibi uzuvların görmemesi ve işitmemesi ve bütün semavi belalar böyledir. Bunlara sabretmekten faziletli sabır yoktur.