“Ne var ki O, yani Gerçeğin Ruhu gelince, sizi tüm gerçeğe yöneltecek. Çünkü kendinden konuşmayacak, yalnız duyduklarını söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek.”
“Ne var ki O, yani Gerçeğin Ruhu gelince, sizi tüm gerçeğe yöneltecek. Çünkü kendinden konuşmayacak, yalnız duyduklarını söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek.”
Bunlar, bizi tüm gerçeğe yöneltecek olan, geleceği vaat edilen kişiyle ilgili İsa’nın (aleyhisselam) sözleriydi. Hayatımı, İsa’nın (aleyhisselam)
geleceğini vadettiği gerçeği, tam gerçeği – Gerçeğin Ruhu’nu – bulmaya
adadım. 14 yıl önce hatırlıyorum, Allah’a secde edip teslim olmuştum ve
şöyle demiştim: “Ey Rabbim, bana kim olduğunu ve benim için hangi yolu
izlememi istediğini göster, nerede olursan ol, kim olursan ol, Sana tabi olayım.
Eğer Sen Krişna’ysan, Sana tapınırım ve Seni takip ederim, eğer Sen
Buda’ysan, Budist olurum, Yahudilik hak ise, bırak ben Yahudi olayım, İsa
Rab ve Kurtarıcı ise, o zaman Sana ibadet edeceğim. Muhammed hak ise, o
zaman ben bir Müslüman olurum. Sen Ali isen ben de Ali’ye kulluk ederim
veya Sen her kimsen ona kulluk ederim. Her kim olursan ol ve nerede olursan
ol, ben orada olurum, yeter ki bana yolu göster.” O zamanlar Amerika’dan
Mısır’a seyahat ettim ve Tanrı’yı aramak için Piramitleri çevreleyen
kumlarda yürüdüm. Nil ve Kızıldeniz’de yelken açtım, Kuveyt ve Birleşik
Arap Emirlikleri’ni gezdim, en yüksek kuleleri gördüm ve Tanrı’yı aramak
için camilere girdim. Lübnan’a gittim, dağlarına tırmandım ve İsa’nın
(aleyhisselam), mağaralarında oturduğu yere oturdum. Bekledim,
bekledim ve aldığım her ipucunu takip ettim.
Sonra bir gün Mısır’a döndükten sonra, Vaftizci Yahya’nın
(aleyhisselam) sesine benzer bir sesin çölden şöyle dediğini duydum:
“‘Rab’bin yolunu düzleyin’ diye çölde haykıranın sesiyim ben.” Duyduğum
ses şöyle dedi:
“O halde bu örneği İsa’dan (aleyhisselam) dinleyin: “Bir üzüm
çiftliğinin sahibi vardı ve onu bahçıvanların eline bırakıp gitti.
Sonra, çiftliği ve meyveleri geri almak için yardımcılarını gönderdi,
bu yüzden işçiler onun yardımcılarını öldürdüler. Sonra oğlunu
gönderip, “Oğlumdan korkarlar, çiftliği ve meyveleri ona verirler”
dedi. Ama bahçıvanlar onun oğlunu gördüklerinde, “Bu onun tek
oğludur ve varis odur. Onu öldürelim, tarla ve meyve bize kalsın”
dediler. Çiftliğe el koyanlar amelsiz alimlerdir ve çiftliğin sahibi
İmam Mehdi’dir (aleyhisselam) ve onun gönderdiği vekilleri
öldürülen ve kovulan amel eden alimlerdir. Oğlu da size sesleniyor:
Uyanın ey uyuyanlar! Uyanın ey ölüler! Uyanın!”
Bu adamın sesi, bağ sahibinin İmam Mehdi’nin (Ona ve Ailesine Selam
Olsun) oğlu olduğunu iddia ediyordu. İsa (aleyhisselam) tarafından bize
gönderilen ve Kuran’da İsa’nın (aleyhisselam) zikrettiği bir elçi olduğunu
iddia ediyordu: “Hani, Meryem oğlu İsa, “Ey İsrailoğulları! Şüphesiz ben,
Allah’ın size, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek,
Ahmed adında bir elçiyi müjdeleyici (olarak gönderdiği) elçisiyim” demişti.”
Ahmed El-Hasan (minhusselam), adı Ahmed olan Gerçeğin Ruhu
olduğunu iddia etti. Durup başka ne söyleyeceğini duymaktan başka bir
şey yapamadım. Bu adam söyledi:
“Sizler bu hayatta yolcularsınız ve her yolcu mutlaka varmalıdır.
Varacağınız yerin cehennem olmamasına dikkat edin. Ve
varacağınız yerin cennet olması için çalışın. Zira her akıllı insan,
kendisini selamete götürecek yolu dikkatle aramalıdır. Çünkü, vade
dolduğu ve teçhizat tamamlandığı zaman pişmanlık hiçbir fayda
sağlamayacaktır. Ve siz ey gerçek müminler, doğru yolda
yürüdüğünüzü ve Allah’ın dilediği ve sizi bunun için yarattığı hak
dinini benimsediğinizi Ahmed El-Hasan’dan değil, Allah’tan
öğrendikten sonra, soluğunuz kesilinceye kadar çalışın, çalışın,
çalışın.”
Davetini dikkatle inceledim ve irdeledim ve onun şöyle dediğini
farkettim: “Ahir zaman alimlerine İmam Mehdi’nin Vasisini sormadan önce
Resûlullah’a ve İmamlara (Onlara Selam Olsun) ahir zaman alimlerini hiç
sordunuz mu?” Onların rivayetlerinde ne anlattıklarına baktığımda; ahir
zaman âlimlerinin “gökkubbe altındaki âlimlerin en şerlileri” olduklarının,
“hain” olduklarının, “Bizim Şiamız için Yezid’in ordusundan daha
tehlikeli” olduklarının ve “Allah’ın yarattıklarının en kötüleri”
olduklarının söylendiğini gördüm. İsa’nın, Muhammed’in ve
Peygamberlerin düşmanlarının, amelsiz alimler, şeyhler, rahipler ve
hahamlar olduğunu gördüm. O zaman, Allah tarafından gönderilmedikçe
bir âlime bir daha asla güvenmemeye karar verdim, çünkü İmam Ahmed
El-Hasan’ın (minhusselam) sadece bu cümlesiyle bile alimlerden daha bilge
olduğunu kanıtladığını gördüm. Zira alimler Taklid veya Velayet-i Fakih
gibi doktrinlerle kendilerine çağrırken, Ahmed El-Hasan (minhusselam)
Peygamberlerin ve İmamların gerçekte ne dediğini biliyordu.
İnceledim ve İmam Ahmed El-Hasan’ı (minhusselam) yalnızca Allah’ın
hükümdar atayacağını söyleyen tek kişi olarak buldum. Tevrat’a, İncil’e
ve Kur’an’a baktım ve gerçekten de Adem’i tayin edenin sadece Allah
olduğunu, Saul, Samuel, Davud, Süleyman, İsa Mesih ve Kahir
Muhammed gibi peygamberleri tayin edenin Allah olduğunu gördüm.
“Ey insanlar, sadece Allah hükmedebilir!” diyen tek ses oydu. Bu arada
zalim yöneticilere körü körüne itaat çağrısında bulunan, demokrasi ve
seçim çağrısı yapan, insanları kendi yöneticilerini seçmeye ve Allah’ın
seçiminden vazgeçmeye çağıranlar da amelsiz âlimlerdi.
Onun, İsa’nın dilinde ve Hz.Muhammed’in (Ona ve Ailesine Selam
Olsun) Vasiyetinde Allah tarafından atanmış vadedilen kişi olduğunu
iddia ettiğini ve onu insanların en bilgesi ve Allah’ın hüküm ve
hakimiyetine çağıran tek kişi olarak gördükten sonra, hayatım pahasına
bağlılık yemini etmeye kendimi mecbur hissettim. Çünkü Peygamberlerin
Kutsal Metinlerinin hiçbirinde gerçeği tespit etmek için bulabileceğim
başka bir yol yoktu. Allah, Adem’i atadı ve şöyle dedi: “Şüphesiz ben
yeryüzünde bir Halife atayacağım” ve Allah “Adem’e bütün isimleri
öğretti” ve Allah “tüm meleklere Adem’e secde etmelerini emretti.”
Dolayısıyla Allah’ın Elçisini ancak şu üç şeyle tanıyabiliriz: 1. Kendisinden
önceki Allah’ın Peygamberinin Vasiyetinde anılmak veya Allah tarafından
atanmak. 2. En bilge olmak, her şeyin adını bilmek. 3. İnsanların Allah
tarafından atananın hükümdarlığına secde ettiği bir sisteme davet.
İmam Ahmed El-Hasan’ın (minhusselam) soyunu araştırmaya kalksam,
bunun anlamsız olacağını ve atalarının iyi ya da kötü, salih ya da günahkar,
iyi ya da kötü bir üne sahip olup olmamasının hiçbir şeyi
kanıtlamayacağını anladım. İncillerdeki İsa’nın şeceresi, en iyi öykülere
sahip olmayan üç kadını içerir, Uriya ile evliyken Davut (aleyhisselam)
tarafından hamile kalan Batşeba İsa’nın (aleyhisselam) büyük annesiydi,
Yuşa’nın ordusuna yardım eden Kenanlı bir fahişe olan Rahab İsa’nın
(aleyhisselam) büyük annesiydi; ve Yahuda’nın iki oğluyla evlenen ve
ardından Yahuda’dan hamile kalmak için fahişe kılığına giren Tamar da
İsa’nın (aleyhisselam) büyük annelerinden biriydi. O halde, şecere ve sülale
ne anlam ifade eder?
Ahmed El-Hasan’ın (minhusselam) ailesinin ona karşı olduğunu ve ona
inanmadığını öğrendim. Bazıları, en yakın akrabaları ona inanmıyorsa,
sen neden inanasın dediler. Ama sonra bunun, Peygamberlerin ve
İmamların sünneti olduğunu anladım. İsa dedi: “Size doğrusunu
söyleyeyim, hiçbir peygamber kendi memleketinde kabul görmez.” Ve İsa
ayrıca şunları söyledi: “İnsanın düşmanı kendi ev halkı olacak.” Adem’in
düşmanının öz oğlu, Habil’in düşmanının da öz kardeşi Kabil olduğunu
gördüm. Yusuf’un düşmanlarının kardeşleri, İmam Hasan Askeri’nin
düşmanının da kardeşi Cafer-i Kezzab olduğunu gördüm. Nuh’un,
Lut’un ve İmam Hasan’ın (Onlara Selam Olsun) düşmanlarının eşleri
olduğunu gördüm. Öyleyse ailenin seçiminin veya inancının ne önemi
var?
Ahmed El-Hasan’ın ve takipçilerinin adının ve itibarının yok edildiğini
gördüm. Onlar gökkubbe altındaki her türlü kötülükle suçlandılar.
İnsanlar derdi ki, onlara uymayın, çünkü onlar cahil bir topluluktur veya
zalim, kötü bir topluluktur. Oysa Kur’an’da Nuh’u (aleyhisselam) inkar
edenlerin şöyle dediklerini gördüm: “Kavminin inkâr eden ileri gelenleri,
“Biz, senin ancak bizim gibi bir insan olduğunu görüyoruz. İlk bakışta sana
uyanların da ancak en aşağılıklarımızdan ibaret olduğunu görüyoruz. Sizin
bize karşı herhangi bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine sizin yalancı
kimseler olduğunuzu sanıyoruz” dediler.” İsa’ya bir kafir ve sapkın olarak
iftira atıldığını gördüm, Korah’ın Musa’yı zina yapmakla suçlamak için
kadınları işe aldığını gördüm, Muhammed’in sihirbaz olmakla
suçlandığını gördüm. O hâlde, bu yolda ve Elçi’nin hakkaniyetini tayinde,
ithamların, dedikoduların ve şöhretlerin ne önemi var?
Gerçi, İmam Ahmed El-Hasan’ın müstehcenlikle suçlandığını ve
takipçilerinin birbirlerini cinsel skandallarla suçladığını gördüm. Ona
yakın olanların bile birbirlerine yönelik suçlamalarda bulunduğunu
gördüm, ama yine de bunun ne önemi var? Çünkü Saul’u Davud’un
karısını başka bir adamla evlendirmek için alıp götürürken buldum ve
Davud’u Uriya’nın karısını alırken buldum ve Davud’un oğlu Avşalom’u
babasının on karısını alıp hepsiyle ilişki kurmak için tüm İsrail’in önünde
bir çadır kurarken buldum! Muhammed’i evlatlık oğlu Zeyd’in karısını
alırken buldum. Yahudilerin kitaplarında İsa’ya bile iftira atıldığını ve
gayri meşru bir çocuk olarak adlandırıldığını gördüm. Yakup’un oğlu
Ruben’i babasının karısı Bilha ile yatmak için yatağa tırmanırken buldum
ve Yakup, Tanrı’nın seçilmiş halkının babasıydı. O halde ailevi seks
skandallarının gerçeği belirlemekle ne ilgisi var? Ahmed El-Hasan’ı bu
temelde reddedeceksek, o zaman tüm peygamberleri reddetmemiz
gerekmez mi?!
İmam Ahmed El-Hasan’ın (minhusselam) garip veya açıklanamaz
görünen eylemleri olduğunu gördüm. Görünüşte, bu eylemler müminin
çıkarına değil gibi görünüyor. Ama ne önemi var ki, Musa’nın
(aleyhisselam) iki denizin birleştiği yere yaptığı yolculukta Salih Kul’un
yaptıklarını görmedik mi? Allah’ın Şeytan’a, kulu Eyüp’ü (aleyhisselam)
devirmesine izin verdiğinde yaptıklarını tuhaf bulmadık mı? Allah’ın
İbrahim’e (aleyhisselam) kendi oğlunu katletmesi için verdiği imtihanı zor
ve sarsıcı bulmadık mı? Garip hareketlerin ve zorlu imtihanların Allah’ın
Elçisinin kimliğini tespit etmekle ne alakası var? Aksine, bunun, neredeyse
Allah’ın Çağrısının bir parçası olması gerektiği anlaşılıyor.
Öyle görünüyordu ki, ne olursa olsun, insanı İmam Ahmed El-
Hasan’dan (minhusselam) yüz çevirtecek ne olmuş olursa olsun, (o
şeylerde) kendisinden önceki Peygamberlerden veya İmamlardan birinin
örneği vardı. Bahsettiklerimiz dışında, Allah’tan gelen gerçek bir Elçiyi
tanımlamanın herhangi bir yolu yoktu ve (şimdi de) yoktur. Bazıları İsa’yı
(aleyhisselam) veya Elçileri doğaüstü bir mucize aracılığıyla tanıdı. Ama biz
bunun, Allah’ın Elçisi’ni gerçek anlamda özdeşleştirmenin bir yolu
olmadığını gördük, çünkü İslam’daki, İncil’deki ve Tevrat’taki rivayetlere
göre Deccal ve sahte peygamberler bile ölüleri diriltmek dahil büyük
mucizeler ve harikuladelikler yaptılar ve yine de onlar batıldılar. Öyleyse,
hem hayır hem de şer bunu yapabiliyorsa, bu (şey), gerçeği tanımlamanın
bir yolu nasıl olur? Duygularla, ithamlarla, rivayetlerle, hatta garip
gerçeklerle Ahmed El-Hasan’a (minhusselam) inanmadıysam,
peygamberleri inkâr edenlerle benim aramda ne fark var? İmam Ahmed
El-Hasan (minhusselam) denizde bir gemiyle yolculuk yapıyordu, gemi
sallanır, dalgalar vurur ve fırtınalar çakardı ama daha sağlam olan başka
bir gemi bulmadan gemiden atlamam mümkün değil, içinde bulunduğum
gemide delikler olduğunu duysam da; belki de Salih Kul gemiye ait
olmayan herkes dışarı atlasın diye o delikleri oraya açmıştır (diye
düşünürüm).
İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) hak idi ve ondan başka hak ve
gemi yoktu. Gemisini terk eden boğulur, fırtınanın ortasında sımsıkı
tutunan kurtulur, ondan önde giden helak olur ve ezilir. Beni mantıklı bir
argümanla yakaladı ve ben gerçeğin kölesi ve tutsağı oldum. Verdiği sözler
gecikmiş olsa bile ben onu nasıl bırakabilirdim ya da ondan nasıl
vazgeçebilirdim? Nuh’un vaadi ertelenmedi mi, İsa’nın vaadi ertelenmedi
mi, Muhammed’in vaadi değiştirilip ertelenmedi mi? Tufan yüzlerce yıl
ertelendi, İsa Kudüs’ten hüküm sürmedi, bilakis bedeni çarmıha gerildi ve
Muhammed yeryüzünü adaletle doldurmadı, aksine vaat onun soyundan
olan birine ertelendi. Ahmed El-Hasan’ı, vaadlerinden biri gecikti veya
umduğumuz gibi gerçekleşmedi diye inkâr edersek, bunların hepsini inkar
mı edeceğiz? Bir insan Allah’tan gerçek bir Elçi olmanın kriterlerini yerine
getirdiğinde, vasiyet iddiasında bulunduğunda, ilim gösterdiğinde ve
Allah’ın Hakimiyeti’ne davet ettiğinde, onu asla bırakamazsınız, aksi halde
sapıtırsınız. İşte bu yüzden pes etmedim, bilakis her zorlukta, her fırtınada,
her kötü ithamda ve tehlikede, İmamım için canımı vermeye hazırdım.
Çünkü Hz.Muhammed şöyle dedi: “Sizden biriniz, ben ona evladından,
babasından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça iman etmiş
olmaz.” Ve İsa şöyle dedi: “Annesini ya da babasını benden çok seven bana
layık değildir; Oğlunu veya kızını benden çok seven bana layık değildir.”
Bırak Senin Yerine Ben Öleyim Baba
Bir gün Babama (minhusselam) dedim ki, “Bırak bu enkarnasyonda
senden önce öleyim ve sen devam et, seni kaybetmeye kalbim dayanmıyor,
sanırım bu yüzden Kerbela’da senden önce öldüm.”
İmam (minhusselam), “Bu olmayacak oğlum” dedi.
Dedim ki: “Bir gün olana kadar bunu istemeye devam edeceğim. Allah için
hiçbir şey imkansız değildir.”
İmam (minhusselam) buyurdu: “Evet, imkânsız diye bir şey yoktur, ancak
esaslar vardır. Mahlukat ve yeryüzü yok olur ve milyonlar ölür.”
“Nasıl olsa yıkılıyor” dedim.
İmam (minhusselam), “Hayır oğlum, düzelecek” dedi.
“Sen düzelteceksin baba” dedim.
İmam (minhusselam), “Lütfen bu konuyu tekrar etme oğlum, ben senden
daha bilgeyim ve farkındalığım daha yüksek” dedi.
Ama işin peşini bırakamazdım, ne zaman İmam Ahmed El-Hasan’ı
(minhusselam) kaybetmeyi düşünsem küçük bir çocuk gibi gözyaşlarına
boğulurdum. Bu yüzden konuyu onunla bir kez daha gündeme getirdim.
“Kitabı basılmak üzere hazırlamak için iznini aldım ve incelemen için
sana gönderdim” dedim.
İmam (minhusselam), “Evet, doğrudur” dedi.
“Çok heyecanlıyım” dedim.
İmam (minhusselam) “Başarılar dilerim, sevgili oğlum” dedi.
“Babacığım, bu büyük şeref için sana teşekkür ederim” dedim.
İmam (minhusselam) buyurdu: “Sen bütün hayırlara lâyıksın oğlum,
bütün hayırlara lâyıksın, çünkü sen benim salih oğlumsun.”
“Bütün hayırlar sensin” dedim.
İmam (minhusselam): “Benim pirupak oğlum, salihim, sabredenim,
mücahidim” buyurdu.
“Ben de bu dünyadan ayrılıncaya kadar daima böyle kalacağım” dedim.
İmam (minhusselam) buyurdu ki: “Yüreği ak olan iffetli oğlum, Allah seni
kutsasın, her türlü beladan ve şerden korusun.”
“Bir ricam var” dedim.
İmam (minhusselam), “Evet, nedir?” dedi.
“Babacığım, şimdi kalbimin içine bakmanı ve birazdan söyleyeceklerimin
ne kadar ciddi olduğunu görmeni istiyorum” dedim.
İmam (minhusselam), “Evet, açıkça görüyorum, biliyorum” dedi.
Dedim ki, “Senden sonra bu dünyada bir hayır yoktur, dünyanın benim
gibilerden çok sana ihtiyacı var. Senden önce gitmemi kabul ediyor musun?
Sen kal ve insanlığı yönet, olur mu?”
İmam (minhusselam) buyurdu ki: “Gözümün nuru sevgili oğlum,
kalbindekileri ve senin sadık ve imanlı duygularını takdir ediyorum, ancak
bu olmaz sevgili oğlum, çünkü olursa, Evrenin tüm sisteminde ve yaşamın
temellerinde bir sorun olacaktır.”
“Artık senin elinde olan evrenin” dedim.
İmam (minhusselam) buyurdu ki: “Benim elimde de olsa yine adaletli
olurum ve bu da adalettir.”
Dedim ki: “Nasıl adalet değil de senin için kendimi feda ediyorum,
Abdullah’ın Ahmed El-Hasan için kendini feda etmesi ne büyük şereftir,
selam sendendir ey Rablerin Rabbi, Kralların Kralı ve Efendilerin Efendisi.”
İmam (minhusselam) buyurdu ki: “Oğlum, omuzlarının arasında benden
olan bir ruh taşıdığını ve bu yüzden bu bedeninde benim yoldaşım olduğunu
ve bu bedenden ayrıldıktan sonra da benim yoldaşım olduğunu unutma.”
“Senden ayrı kalmaya dayanamadığımı biliyorsun” dedim.
İmam (minhusselam) buyurdu ki: “Dilediğin zaman beni göreceksin ve
işiteceksin.”
Ben ağlamaya başladım.
İmam (minhusselam) buyurdu ki: “Mübareksin ey gözümün nuru,
mübareksin, bu konuşmayı unutmanı ve ezelden beri belirlenmiş olan işlerle
vaktini boşa harcamamanı istiyorum.”
“Sana hayatımı vermemden daha büyük bir hediye var mı?” dedim.
İmam (minhusselam), “Evet, var” dedi.
“Nedir?” dedim.
İmam (minhusselam) buyurdu ki: “Bütün samimiyet ve sadakatinle
yolumu sürdürmen.”
“Ama sana ihtiyacım var” dedim.
İmam (minhusselam) buyurdu ki: “Ey gözümün nuru, çölde bir ağaç
olsan, beni üzerine gölgesini vuran, seni güneşten ve rüzgardan koruyan daha
büyük bir ağaç olarak bulursun.”