“İnsanlar, “inandık” demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler?”
Muhammed ve Al-i Muhammed’den (O’na ve Ailesine Selam Olsun) gelen, İlahi Adalet Devleti’nin, müminler denenip elenmedikçe kurulmayacağını vurgulayan çok sayıda rivayet vardır. Bu imtihanların maksadı, müminlerin Rabbe olan imanlarını ve yakinlerini temizleyip mükemmelleştirmek, ayrıca müminleri Kabil ile İblis’in soyunun kalıntılarından temizlemektir. Abdullah b. Ebi Yafur, İmam Sadık’ın (minhusselam) şöyle buyurduğunu işittiğini söyledi: “Yaklaşan bir şerden Arapların zulmedenlerinin vay haline!” Dedim ki: “Sana feda olayım, Kâim’le kaç Arap olacak?” “Çok az” dedi. Dedim ki: “Vallahi onlardan bunun hakkında konuşanlar çoktur.” Dedi ki: “İnsanlar imtihan olunmalı, ayıklanmalı ve elenmelidir ve elekten birçok insan düşecektir.” İmam Bakır (minhusselam), elenme ve imtihanın özellikle İmam’ın (minhusselam) yakın takipçileri, Şia’sı için olacağını açıkladı, zira şöyle buyurdu: “Gözdeki sürmenin temizlendiği gibi temizleneceksiniz ey Âl-i Muhammed’in Şiaları. Ve gözün sahibi sürmeyi gözüne ne zaman süreceğini bilir ama ne zaman sürmeyi sileceğini bilmez. Öyle ki, bir kişi kah bizim meselemizin şeriatı üzere uyanır, kah da ondan çıkmış halde uyanır.” İmam Sadık (minhusselam), bazılarının imandan çıkıp büyük bir beladan sonra geri döneceği, bazılarının ise tamamen kırılacağı imtihan, bela ve musibetlerin aşırılığından bahsetmiştir. O (minhusselam) buyurdu ki: “‘Vallahi cam gibi kırılacaksınız ve gerçekten cam eski haline döndürülebilir. Vallahi, çömlek gibi kırılacaksınız ve çömlek kırılınca eski haline getirilemez. Vallahi eleneceksiniz, vallahi ayıklanacaksınız ve vallahi imtihan olunacaksınız, ta ki sizden çok az kişi kalacaktır’ – ve yumruğunu sıktı.”
İmam Bakır (minhusselam), bu imtihanın amacının, inanan ümmeti, inandığını iddia eden ancak inanmayanların hepsinden temizlemek olduğunu açıkladı. Ve ne olursa olsun, Al-i Muhammed’e (Onlara Selam Olsun) kimin sadık kalacağını bulmak için, kasten müminleri tiksindirecek sözler söyleyerek imtihan edeceklerini söyledi. Eba Cafer (minhusselam) buyurdu: “Şüphesiz bizim bu sözümüz insanların kalblerini tiksindirir, kim kabul ederse ona daha çok anlatın, kim inkar ederse ona anlatmayı bırakın, muhakkak öyle bir fitne olacak ki, her dost ve sırdaş düşecek… Sonunda biz ve şiilerimizden başka hiç kimse kalmayacaktır.” İmtihan, elenme, bela ve musibetler, İmam’ın (minhusselam) takipçilerinin, kelimenin tam anlamıyla birbirlerine lânet etmelerine ve birbirlerinden beri olduklarını beyan etmelerine sebep olacaktır. Umeyra bint Nufeyl’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: İmam Hüseyin bin Ali’nin (minhusselam) şöyle dediğini işittim: “Sizler birbirinizden berî olduğunuzu söylemedikçe, birbirinizin yüzüne tükürmedikçe birbirinizi tekfir etmedikçe ve birbirinize lânet okumadıkça beklediğiniz vuku bulmayacaktır.” Arzettim ki: “O zamanda bir hayır olacak mıdır?” Buyurdu ki: “Hayrın hepsi o zamandadır. Kâim’imiz kıyam edecek ve bunların hepsini ortadan kaldıracaktır.”
Bu olmadıkça, hiçbir zaman İlâhi Adalet Devleti olmayacaktır, çünkü Allah’ın bu meselesini hak etmeyen münafıklar, müminler topluluğundan sökülüp atılmalıdır. Bu nedenle İmam Bakır (minhusselam) şöyle buyurmuştur: “Boyunlarınızı uzatıp baktığınız şey, siz imtihan edilmedikçe vuku bulmaz, ne yazık ki boyunlarınızı uzattığınız mesele, siz ayıklanmadıkça vuku bulmaz, boyunlarınızı uzattığınız mesele siz elenmedikçe vuku bulmaz. Boyunlarınızı uzattığınız mesele, siz ümidinizi kesmedikçe vuku bulmaz ve boyunlarınızı uzattığınız mesele, mutsuz olacakların hepsi mutsuz oluncaya kadar, mutlu olacaklar da mutlu oluncaya kadar vuku bulmaz.” Resulullah (O’na ve Ailesine Selam Olsun), elenme sırasında imana sımsıkı sarılmanın “kor ateşi elde tutmak” gibi olacağı konusunda bizi uyarmıştır.
Adem’in İmtihanı: Amelsiz Alimler
Kâim’in (minhusselam) zamanında imtihan ve fitnelerden ne bekleneceğini bilmek için, önceki peygamberlerin (Onlara Selam Olsun) ve onların ümmetlerinin geçtiği imtihan türlerine bir göz atalım. Adem (aleyhisselam) ile başlıyoruz ve onun imtihanı ağaçtan yememekti Şeytan’a, Adem’i (aleyhisselam) ağaçtan yerse, ebedi bir krallığa sahip olacağını ve Allah gibi olacağını söyleyerek elemeye çalışmasına izin verildi. Adem (aleyhisselam) Allah’ın mı yoksa Şeytan’ın mı doğruyu söylediğine karar vermek zorundaydı. Kime güveneceğine ve kimi dinleyeceğine karar vermeliydi. Gerçek şu ki, Şeytan’ı dinledi, yani Allah’ı bırakıp Şeytan’a tapmayı seçti. İmam Sadık (minhusselam) [Allah’ı bırakıp, hahamlarını ve rahiplerini rab edindiler] ayeti hakkında şöyle buyurdu: “Allah’a yemin ederim ki, onlar insanları kendilerine ibadet etmeye çağırmadılar ve eğer onları buna çağırsalardı (yani “bana ibadet edin” deselerdi) insanlar bunu yapmazlardı. Bilakis onlar insanlara haram olanı helâl, helâl olanı da haram kıldılar, insanlar da bilmeden onlara taptılar.”
Dolayısıyla şeytan, ilk amelsiz âlimdir ve Adem’i (aleyhisselam) Allah’ın emirlerine karşı gelmesi için ayartarak, helal olanı haram, haram olanı da helal kılmak suretiyle düşürmüştür. O halde biliyoruz ki, Kâim zamanında, şeytanın insanları, İmam’ın (minhusselam) doğrudan sözlerine karşı kışkırtmaya çalışacak olan amelsiz rahipler, hahamlar, piskoposlar ve din şeyhleri aracılığıyla ayartmaya ve şaşırtmaya çalışmasını beklememiz gerekir.
Nuh’un İmtihanı: Zaman, Zamanlama ve Sabır
Nuh (aleyhisselam) zamanında müminler çetin bir imtihana tâbi tutuldular ve Nuh (aleyhisselam) bir Kurtarıcı ve Adem Ailesi’nin (Onlara Selam Olsun) Hak ile kıyam eden Kâim’i idi. İmam Sadık (minhusselam) şöyle buyurmuştur:
“Allah, Nuh’un (aleyhisselam) peygamberliğini açıklayınca ve Şiiler kurtuluşun yakın olduğuna emin olunca, fitneler ağırlaştı, iftiralar o kadar yaygınlaştı ki, Şiileri son derece şiddetli vuran durumlara yol açtı. Nuh’a (aleyhisselam) öyle şiddetli saldırılar yapılırdı ki, bazen üç gün baygın kalır ve uyanmadan önce kulaklarından kan gelirdi. Bu, gönderildiği zamandan yaklaşık 300 yıl sonraydı. O zaman insanları gece gündüz çağırır, onlar ondan kaçar, gizlice çağırır, ona cevap vermezler, açıktan çağırır da yüz çevirirlerdi. 300 yıl sonra onlara bedduâ etmeye karar verdi, sabah namazından sonra duaya oturunca yedinci semadan üç melekten oluşan bir grup kendisine indi ve onu selamlayarak “Ey Allah’ın Nebisi, bizim bir
ricamız var” dedi. Dedi ki: “Nedir?” Dediler ki: “Kavmin hakkında bedduanı geciktir, çünkü bu, Allah’ın yeryüzündeki ilk egemenliğidir.” Nuh, “Onlara bedduâ etmeyi 300 yıl daha erteledim” dedi. Ve onlara geri dönüp her zaman yaptığını yaptı, onlar da her zaman yaptıklarını yaptılar, sonunda 300 yıl daha geçti. Nuh’un onların inanacaklarına dair bir ümidi kalmamıştı.
Öğle vakti dua için oturdu ve altıncı semadan başka bir melek topluluğu inerek onu selamladılar ve: “Erken çıktık ve sana geldik” dediler. Onlar, yedinci semâdan olan topluluğun istediklerini istediler, o da diğerlerine verdiği aynı cevabı onlara da verdi ve kavmine döndü. Onları Allah’a davet etmesi, sadece ondan kaçma ısrarlarını artırdı. Bu durum 300 yıl boyunca devam etti. Toplam 900 yılın sonunda Şiiler ona giderek halktan ve tiranlardan gördükleri kötü muameleleri ona şikayet ettiler ve Allah’tan acil kurtuluş dilemesini istediler. Nuh onların isteklerini kabul etti, namaz kılıp dua etti ve Cebrail (aleyhisselam) inerek şöyle dedi: “Şüphesiz Allah dualarını kabul etti ve şöyle dedi: ‘Şialarına söyle ki, bu hurmaları yesinler ve tohumlarını eksinler ve büyüyünceye kadar onlarla ilgilensinler, büyüdüğü zaman onları rahatlatacağım.’” Bunun üzerine Nuh, Allah’a hamdü senalar etti ve bunu Şialarına bildirdi. Onlar da mutlu oldular. Nuh (aleyhisselam) Allah’ın kendisine vahyettiğini onlara bildirdi, onlar da kendilerinden isteneni yaptılar ve meyve verene kadar tohumla ilgilendiler. Sonra meyveleri alıp Nuh’a (aleyhisselam) gittiler ve sözünü yerine getirmesini istediler. O da Allah’tan istedi ve Allah ona şöyle demesini vahyetti: “Bu hurmayı yiyin ve tohumunu ekin, eğer meyve verirse, kurtuluş gönderirim.”
Onun vaadinden caydığını düşündüklerinde, üçte biri irtidat etti ve üçte ikisi kaldı. Bunun üzerine hurmaları yediler ve tohumları ektiler. Nihayet tohumlar meyve verdi, onlar da meyveleri aldılar, Nuh’a (aleyhisselam) gelip haber verdiler ve ondan vaadini yerine getirmesini istediler. O da bunu Allah’a sordu ve Allah ona şöyle vayhetti: “Bu hurmalardan yiyin ve tohumunu ekin.” Ve böylece diğer üçte biri de irtidat etti ve geriye üçüncü üçte biri kaldı. Bunun üzerine hurmaları yediler, tohumları ektiler, meyve verdiğinde onu alıp Nuh’a gittiler ve dediler ki: “Bizden pek az kimseden başkası kalmadı ve eğer kurtuluş bir daha ertelenirse öleceğimizden korkuyoruz.” Bunun üzerine Nuh (aleyhisselam) dua ederek şöyle dedi: “Ey Rabbim, ashabımdan bu küçük topluluktan başka kimse kalmadı ve korkarım yardım ertelenirse helak olacaklar.” Bunun üzerine Allah ona: “Duanı kabul ettim” diye vahyetti.” İmam Sadık (minhusselam) buyurdu: “Kâim’in zamanında (aleyhisselam) da böyledir, onun gaybeti o kadar uzar ki, hak batıldan ayrılır ve iman, Kâim’in (aleyhisselam) zamanında yayılan hakimiyeti hissettiklerinde münafıklıklarından korktuğumuz, Şiilerden çamuru kötü olan herkesin irtidatıyla temizlenir.”
İşte burada görüyoruz ki, Kâim’in (minhusselam) zamanında beklenilen bir başka imtihan türü de zaman, zamanlama ve kıyamın gerçekleşmesi için gereken sabırdır. Nitekim İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) kendisinin İmam Mehdi’nin (O’na ve Ailesine Selam Olsun) elçisi olduğunu söyleyerek ortaya çıktığında, onun taraftarları 1999’da kıyamın gerçekleşmesini beklediler ve şimdi 2022 yılındayız. Dolayısıyla, 23 yıldır Şiiler bir kıyam bekliyorlar ve İmam Ahmed El-Hasan’a (minhusselam) inananların çoğunluğu, onun, 2007’de gaybete çekilmesinden sonra 15 yıldır alenen ortaya çıkmasını bekliyorlar (2015’te kendi gözdelerine görünse de). Müminlerin Nuh (aleyhisselam) ile birlikte yaşadıkları bu büyük imtihandan öğreneceğimiz şey şu ki, Allah’ın vaadi defalarca ertelense bile, vaadin bozulduğunu veya peygamberliğin batıl olduğunu zannetmemeliyiz ve bu, irtidat etmek için bir mazeret değildir. Ne olursa olsun inancımıza bağlı kalmalıyız. Zamanın kendisi büyük bir iman imtihanıdır ve Kâim (minhusselam) ile uzun bir bekleyiş beklenilendir.
İbrâhim’in İmtihanı: Rüyalar, Geleneksel Aile ve Kan Bağları
İbrâhim (aleyhisselam) ile, Allah’ın kendisine oğlunu kurban etmesini emretmesinden daha güzel bir imtihan örneği yoktur. Kur’an-ı Kerim’de İbrâhim’in (aleyhisselam) bir rüya gördüğü söylenir: “Oğlum, rüyamda seni boğazladığımı gördüm.” İbrâhim önce rüyasına inanmakla imtihan edildi ve rüyasına inanıp da onunla amel edince Allah onu övdü ve şöyle buyurdu: “Gördüğün rüyanın hükmünü yerine getirdin. Şüphesiz biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.” Bu, İmam Ahmed El-Hasan’ın (minhusselam) yaptığının aynısıdır, o da rüyasına iman etmiştir. Rüyasında İmam Mehdi’nin (O’na ve Ailesine Selam Olsun) kendisine, onunla bir yerde buluşmasını söylediğini gördü ve rüyasına iman etti. Onun İmam Mehdi (O’na ve Ailesine Selam Olsun) olduğuna güvenerek oraya gitti ve onunla orada tanıştı, çünkü şeytan İmamların (Selam Onlardandır) suretinde gelmez. O halde müminler, Kâim’in zamanında da rüyaları, rüyalarına yakin getirmeleri ve Kâim’i desteklemek üzere amel etmeleri ile imtihan edilirler.
İbrâhim’in imtihanının ikinci kısmı, oğlunu kurban etmesinin emredilmesiydi. Bu emir başlı başına Nuh’un öldürmeme emrine aykırıydı: “Kim insan kanı dökerse, kendi kanı da insan tarafından dökülecektir. Çünkü Allah insanı kendi suretinde yarattı.” Dolayısıyla İbrâhim (aleyhisselam) sadece kendisinin de bildiği Allah’ın emirlerine karşı gelmekle kalmamalı, aynı zamanda kendi oğlunu kurban etmeliydi. Buradan öğrendiğimiz şey, Allah’ın bazen kendi ahlak kurallamıza veya daha önce öğrendiğimiz dine aykırı emirler vererek bizi imtihan ettiğidir. Ailemizi feda etmekle bizi imtihan edebilir, çünkü herkesin ailesi bu gerçeği anlamaz ve sizinle bu yolda yürümez. İbrâhim (aleyhisselam), ayrıca Hacer ve İsmail’i (aleyhisselam) çölde bırakıp Allah’a hicret etmiştir. Kâim (minhusselam) zamanında, müminlerin de benzer seçimler yapmalarını ve Allah yolunda, hak yolunda ve İlahi Adalet Devleti’nin kurulması yolunda aile ilişkilerini terk etmelerini veya feda etmelerini bekleyebiliriz.
Musa’nın İmtihanı: Hicret
Musa (aleyhisselam) İsrailoğulları için büyük bir imtihandı, çünkü onlara gönderildiğinde ne Firavun’un sarayında Mısır dili konuşarak büyüdüğü için İbraniceyi çok iyi biliyordu, ne de İsrailoğullarının alışkanlıklarına aşinaydı. İsrailoğullarının beklediği son şey, Firavun’un evinden bir kurtarıcıydı. Onlara göre Musa (aleyhisselam), Firavun’un oğlu olan bir Mısırlı idi. Bu sebeple Kâim zamanında da Allah müminleri Mısır’da yetişip batıya, Amerika’ya hicret eden ve çağrısı batıdan başlayan bir kurtarıcı vererek eleyip imtihan etmiştir. İmam Kazım’a (minhusselam) Mehdi, O’nun kıyamının nereden başladığı ve nerede ikamet ettiği hakkında sorulduğunda şu cevabı vermiştir: “Senin sorduğun kimsenin misali gökten düşmüş bir direk gibidir, başı batıda ve kökü doğudadır, öyleyse direk kaldırıldığında nereden kalktığını görüyorsun?” Adam dedi ki: “Kafasından.” İmam Kazım (aleyhisselam) buyurdu: “Bu kadar kâfidir, o batıdan kalkar, kökeni ise doğudandır, orada kıyamı pekişir ve meselesi tamamlanır. Mehdi (aleyhisselam) ve onun doğuda yetişmesi böyledir, sonra batıya hicret eder ve oradan kıyam eder, doğuda da meselesi tamamlanır.”
Kâim’in batıdan geldiğine dair birçok işaret vardır. Rivayetler, onun ashabının çoğunun Arap olmadığını belirtiyor: “Kâim ile Araplardan çok az kişi vardır.” Müminlere, kar veya buz üzerinde sürünerek de olsa ona gelmeleri emredilmiştir ve Orta Doğu’da değil de Avrupa’da ve Amerika’da buz olduğu bilinmektedir: “Buz üzerinde sürünüyor olsanız bile ona doğru gelin…” Annesi Arap değil, batılıdır: “Annesi Romalıdır.” O halde bir mesele, umduğumuzdan farklı bir yönden gelse, bizim beklentimize ve inancımıza aykırı gelse bile, onu inkar edemeyiz ve bunu gerekçe göstererek irtidat etmeye hakkımız yoktur. Ve bu gerçeği öğrendikten sonra, belki de İsrailoğulları Musa (aleyhisselam) ile hicret etmek ve Firavun topraklarını terk etmekle imtihan edildikleri gibi, müminler de Kâim’e hicret etmekle imtihan edilirler.
İsa’nın İmtihanı: İç ve Dış Düşmanlar
İsa Mesih (aleyhisselam) gibi geçmişin diğer Kurtarıcılarının zamanında bile, gerçek müminlerden başkası kalmasın diye müminlerin elenmesi gerekiyordu. İsa (aleyhisselam) tutuklanmadan önce Simun Petrus’a (aleyhisselam) şöyle diyor: “Simun, Simun, Şeytan sizleri buğday gibi kalburdan geçirmek için izin almıştır. Ama ben, imanını yitirmeyesin diye senin için dua ettim. Geri döndüğün zaman kardeşlerini güçlendir.” Simun İsa’ya, “Ya Rab, ben seninle birlikte zindana da, ölüme de gitmeye hazırım” dedi. İsa, “Sana şunu söyleyeyim, Petrus, bu gece horoz ötmeden beni tanıdığını üç kez inkâr edeceksin” dedi.” İsa’nın (aleyhisselam) kıssasında bir elenme örneğini görüyoruz. Müminler, havariler çok zorlu bir imtihanla karşı karşıya kaldılar. İsa’nın (aleyhisselam) Mesih olduğuna inanıyorlar ve Yahudi rivayetlerinin Yahudi bir Mesih’in Kudüs’ten hüküm süreceğini ve adaletsizlik ve zulümle dolu olduğu gibi dünyayı adalet ve eşitlikle dolduracağını belirttiğini biliyorlardı. Kendini bâtıl bir şekilde Mesih ilan edenin, Allah’ın gerçek Mesih’e verdiği görevi ve vaadi yerine getiremeyeceğini de biliyorlardı. Allah, Mesih olmadıkları halde kendilerini Mesih olarak ilan edenlerin ömürlerini keserdi.
Şimdi, Mesih olduğunu iddia eden İsa’nın tutuklandığını ve Romalılara götürüldüğünü, görünüşte çaresiz ve kendini savunamayacak durumda olduğunu görüyorlar. Allah ve Melekleri onu kurtarmaya gelmiyor, çarmıha geriliyor ve görevinin üçüncü yılında öldürülüyor. Kafaları karışmış bir halde sorularla doluydu: Bütün bunlar ne anlama geliyor? Bu nasıl olabilir? O gerçekten Mesih mi, değil mi? Bu, olmadığı bir şeyi iddia ettiği için verilen bir ceza mıydı? Kalplerini ve zihinlerini şüphe doldurdu. Havariler, tutuklanması ve sorgulanması sırasında İsa’yı (aleyhisselam) terk etmelerine ve onu reddetmelerine rağmen, sonunda inançlarına sıkı sıkıya sarıldılar. İmtihanı geçecek ve İsa’nın (aleyhisselam) mesajını tüm dünyaya yaymaya devam edeceklerdi. Ama gerçekten de imtihanları zordu, çünkü onların imtihanı İsa’ya (aleyhisselam) inanmaktı, hatta o, zihinlerinde bir Mesih’in kriterlerini yerine getirmemiş olsa bile. Kâim (minhusselam) ile olan müminler de, hapis veya ölümle karşı karşıya kaldıklarında bile, onun yanında dimdik durup onu inkar etmeden düşmanlara karşı savunup savunmayacakları konusunda imtihan edileceklerdir.
Muhammed’in İmtihanı: Kıyam ve İlahi Adalet Devletinin Kurulması
Şimdi Adem’den Muhammed’e (O’na ve Ailesine Selam Olsun) kadar olan yolculuk, Adem (aleyhisselam) ile amelsiz alimlerle yüzleşmekten, Nuh (aleyhisselam) ile zaman imtihanıyla yüzleşmeye, İbrâhim (aleyhisselam) ile geleneksel aile ilişkilerini feda etmeye, Musa (aleyhisselam) ile hicret etmeye, İsa (aleyhisselam) ile düşmanlara karşı dimdik durmak ve zulme katlanmaya kadar süren bir yolculuktur. Son olarak, Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) ile olan imtihan, kıyam ederek İlahi Adalet Devleti’ni kurma imtihanıydı. Nitekim Kâim’le (minhusselam) Allah’ın vaadi gelmeli ve bir İlâhi Adalet Devleti kurulmalıdır. Müminler kendi Devletlerini kurmak ve savunmakla imtihan edileceklerdir. Bununla da kalmayıp, Kâim’den ne duyarlarsa duysunlar, ne görürlerse görsünler, ona sıkı sıkıya bağlı kalmaları ve yaptıklarını muhakeme etmemeleri ile de imtihan edileceklerdir.
Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun), devletinin kurulmasından sonra vasisinin tayini ile ümmetini elemiştir. Ali (minhusselam) gerçekleşen bir elenmenin açık bir örneğiydi. Hz. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) vefatından sonra sayıları on binlerce olan ümmetten dört gerçek mümin kaldı. Fakat Müslüman bir ümmet neden Hz. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) vasisini terk etsin? Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) Allah’ın mükemmel yansıması ve halifesiydi ve bu nedenle o ve vasisi Ali bin Ebi Talib (minhusselam) kendilerinde hakkın tamamını ve Allah’ın hak dinini taşıyorlardı. Allah’ın bu gerçek dini ağırdır ve sadece çok az kişi bunu kaldırabilir. Bu nedenle Hz. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) vasilerini kabul etmek insanlar için çok zordu, çünkü getirdikleri gerçekler zordu. İmam Seccad (minhusselam) şöyle buyurmuştur: “Vallahi, Ebû Zer, Selman’ın kalbinden geçeni bilseydi, onu öldürürdü, ve Allah Resûlü onları birbirine kardeş kıldı. O zaman yaratılışın geri kalanına ne demeli? Alimlerin ilimleri gerçekten çok zordur ve onu mürsel bir nebi, mukarreb bir melek veya Allah’ın kalbini imanla imtihan ettiği mümin bir kuldan başkası taşıyamaz. Şüphesiz Selman, biz Ehl-i Beyt’ten olduğu için alimlerden oldu ve bu nedenle alimlere benzetildi.” İmam Ali (minhusselam) bir keresinde Ebu Zer’e şöyle dedi: “Selman sana bildiği şeyleri söyleseydi, ‘Allah Selman’ın katiline merhamet etsin’ derdin.”
İsa (aleyhisselam) bile, “Arayanlar, buluncaya kadar aramayı bırakmasın. Bulduklarında rahatsız olacaklar”derken hakikatin rahatsız edici olduğunu dile getirmiştir. Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) şöyle buyurmuştur: “Hak ağır ve ekşidir, batıl ise hafif ve tatlıdır.” Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) ümmetini birçok defa hak ile rahatsız etmiştir. Ancak Hz. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) gücü ve etkisi (karizması) nedeniyle halk, onun vefatına kadar İslam dininde kaldı. O ölür ölmez birçok insan irtidat etti ve irtidat savaşları başladı. Muhammed’den (O’na ve Ailesine Selam Olsun) sonra insanların irtidat etmelerinin sebebi, hayatları boyunca O’ndan (O’na ve Ailesine Selam Olsun) pek çok rahatsız edici meseleyi görmüş ve işitmiş olmalarıdır. Görünüşte Müslüman olduklarını söylüyorlardı ama gerçekte küfürlerini gizliyorlardı. Rahatsız edici bir meseleyle karşılaşmak, harika bir eleme ve imtihan etme şeklidir. Rahatsız edici bir şey bulmak, onun, sahip olduğumuz önyargılı eğilim veya fikirlere aykırı olduğu gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Biz düşünürüz ki, bir şeyin doğru ya da yanlış olduğunu söylemek veya gün yüzüne çıkarmak, yalnızca Hz. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun), o şeyin doğru ya da yanlış olduğunu söylemesi ile olur. İnançta temelleri olmayan bir kimse, daha önce sahip olduğu inançların yanlış olduğunu duyunca bunu kaldıramaz ve rahatsız olur, beyni, aklındaki ve kalbindeki çelişkiyi, Peygamber’i ve onun mesajını reddederek, onun batıl veya Şeytan’ın ajanı olduğunu ilan ederek açıklamaya çalışır. İmam Ali (aleyhisselam) şöyle buyurmuştur: “Şüphe, hakka benzediği için şüphe diye isimlendirilmiştir.”İnsanların, hak olup bâtıla benzeyen şeylerle, batıl olduğu halde hakka benzeyen şeyler arasında kafaları karışır.
Meselâ Salih Kul kıssasında Musa’nın (aleyhisselam) Salih Kul hakkında kafası karışıyor, çünkü fiilleri hak olmasına rağmen bâtıla benzemektedir. Salih Kul, kendisini gemilerine bindiren bazı fakirlerin gemisinde bir delik açar, hiçbir günah işlememiş bir çocuğu öldürür ve zalimlerin kasabasında duvar örer. Bu fiiller zahirde yanlış veya kötüdür. Fakat Musa’nın (aleyhisselam) nazarında bu fiillerin bâtıldan hakka dönüşmesi, ancak sebeplerin anlaşılmasıyla olur. Salih Kul açıkladı ki, aslında geminin, bölgenin bütün gemilerini ele geçirerek kendilerine doğru gelen baskıcı kral tarafından ele geçirilmemesi için onda bir delik açtı. Bu bilgiyle, Salih Kul’un aslında fakirlere zarar vermek değil de yardım etmek için uğraştığı Musa tarafından (aleyhisselam) anlaşılır oldu. Salih Kul açıkladı ki, çocuğu, anne babasına zarar verecek bir kâfir olduğu için öldürdü. Bu bilgi ile de Salih Kul’un zahiri merhametsizliğinin aslında bir rahmet olduğu ortaya çıkmış oldu. Son eylem olan duvarın restorasyonu, o duvarın altında hazine sahibi olan iki yetim için bir merhamet eylemiydi. Duvarı restore etmek hazineyi onlar büyüyene ve kendileri kazıp çıkarana kadar korumak içindi. İşte hakka yaklaşan müminlerin durumu da böyledir, önce Elçi’ye uyarlar ve O’nun şer ve batıl olarak görünen bir fiilini gördüklerinde, sebebini anlamadan önce rahatsız olur ve irtidat ederler. Bu nedenle İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) müminlere her zaman, eğer bu yolda kalacaklarsa, “Sabır, sonra sabır, sonra sabır ve sonra teslimiyet” tavsiyesinde bulunmuştur. Yani, sebebini anlayana kadar göreceklerine ve duyacaklarına sabretmeleri, sebebi anladıklarında ise ona boyun eğip kabul etmeleri. İşte Hz. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) yaptığı, sahabelerini rahatsız eden ve onların irtidat etmelerine neden olan olaylardan bazı örnekler.
Vahyin Kaynağını ve Mekanizmalarını Sorgulamak
Hz. Muhammed’e (O’na ve Ailesine Selam Olsun) karşı hayatı boyunca yalancı, sahtekar ve düzenbaz olduğu yönünde birçok suçlama yapıldı. Onu Allah’tan hiçbir vahiy almamakla suçladılar. Aslında malzemesini başkalarından çaldığını veya insanların onun için söylemesini sağladığını söylediler. Bu suçlamalar, eğer İslam ve Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) düşmanlarından gelmiş olsaydı pek bir şey ifade etmezdi, çünkü doğal olarak kafir ve düşman, kendi rakibine yalan ve iftiralarda bulunacaktır. Ancak bu suçlamalar müminlerden, Peygamberimizin kendi katiplerinden geliyordu. Hz. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun), Allah’tan gelen vahiyler olan Kur’an-ı Kerim’i yazan 42 katibi olduğu Müslümanlar arasında az bilinen bir gerçektir. Bu katiplerin birçoğu irtidat etti. Bunlardan biri de Medine’ye hicret eden, Peygamberimizin (O’na ve Ailesine Selam Olsun) yakın ve güvenilir bir sahabesi olan ve Peygamber tarafından Kur’an katibi olarak görevlendirilen Abdullah b. Sad b. Ebi Serh’tir.
Abdullah’la ilgili birkaç hikaye vardır, bunlardan biri bir gün Peygamber’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) ona Müminun Sûresi’nin (23. Sûre) 14. ayetini dikte etmesiydi: “Sonra bu az suyu “alaka” hâline getirdik. Alakayı da “mudga” yaptık. Bu “mudga”yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık.” Ayetteki ayrıntıya hayret eden Abdullah, “Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir!” dedi. Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) ona: “Evet, onu da ayetle birlikte yaz, tam olarak böyle indi”dedi. Abdullah, Hz. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) peygamberliğinden şüphe etmeye başladı ve kendi kendine, “bu nasıl olabilir? Vahiy bana da mı iniyor? Muhammed yalancı olmalı” dedi. Abdullah, Peygamber’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) kendisine yazdıracağı bazı sözleri değiştirmeye karar verdi, bu yüzden Resûlullah (O’na ve Ailesine Selam Olsun) ona “Şüphesiz Allah Bilendir, Hikmet Sahibidir” yazmasını söyleseydi, “Bağışlayıcıdır, Rahimdir” yazar, “Bağışlayıcıdır, Rahimdir” dese, “Alîmdir, Hakîmdir” yazardı. Daha sonra Peygamber’in, yaptığı değişiklikleri fark etmediğini iddia etti, Muhammed’i (O’na ve Ailesine Selam Olsun) tamamen inkar etti, gecenin bir yarısında Mekke’ye kaçtı ve eski dinine geri döndü.
Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) son derece öfkelendi ve onun ölümünü emretti. Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) ve Müslüman ordusu Mekke’yi fethettiğinde, Kâbe’nin örtülerine tutunmuş halde bulunsalar bile Peygamber’in, öldürülmelerini emrettiği 4 erkek ve 2 kadın vardı. Abdullah da onlardan biriydi. Osman bin Affan sonunda onun affedilmesi için yalvardı ve Peygamber’den onun için şefaat istedi ve Abdullah affedilip İslam’a döndü. Hz. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) katipleri ile daha fazla ihtilaf yaşandı, ikinci bir katip irtidat etti ve Hz. Muhammed’e (O’na ve Ailesine Selam Olsun) karşı aynı suçlamaları yaptı. Enes bin Malik şöyle dedi: “Bir Hristiyan vardı ki, Müslüman oldu, Bakara Suresi ve Al-i İmran Suresini okuyup ezberlemişti. Sonraları Peygamber’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) vahiy katipliğini yaptı. Sonra (irtidat edip) tekrar Hristiyan oldu. Dedi ki: ‘Muhammed’in, benim onun için yazdıklarımdan başka bildiği bir şey yok.’ Adam öldü ve onu gömdüler. Sabah cesedi toprağın üzerine çıkmıştı. Halk: ‘Bu, Muhammed ve ashabının işidir, o kendilerinden kaçtıktan sonra onu arayıp buldular ve (kabrinden çıkarıp) dışarı attılar’ dediler. Bunun üzerine onun için mümkün olduğu kadar derin bir çukur kazdılar ve ertesi sabah toprak onu tekrar kabirden dışarı attı ve dediler ki: ‘Bu, Muhammed ve ashabının işidir, o kendilerinden kaçtıktan sonra onu arayıp buldular ve (kabrinden çıkarıp) dışarı attılar.’ Böylece onun için mümkün olduğunca derin bir çukur kazdılar ve ertesi sabah toprak onu tekrar dışarı attı, bu yüzden bunu insanların yapmadığını anlayınca onu bir daha gömmediler.”
Müslümanlar, Cebrail’in (aleyhisselam) veya Allah’ın, Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) ile insanlar gibi konuştuğunu, ona kelime kelime, harf harf Kur’an-ı Kerim okuduğunu düşündükleri için rahatsız oldular. Gördükleri şeyi gördüklerinde, onun sahte bir peygamber olduğunu zannettiler ve onlara sanki Kur’an’ı uyduruyormuş ya da katiplerinden, işe yaradığını düşündüğü ayetleri intihal ediyor ve Kur’an’a ekliyormuş gibi göründü. Gerçek şu ki, bu kitapta daha önce de söylediğimiz gibi, Kur’an Hz. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) sözleridir. O, Allah’ın kendisine vahyettiği daha büyük gerçekleri ifade etmek için uygun gördüğü sözlerle söyleyip yazdırdı. Örneğin, Allah Her Şeyi Bilen, Hikmet Sahibi ve Çok Bağışlayandır, bu üç özelliğin tümü, her şeye sonsuz derecede kadir olan bir Allah’ı tanımlar, dolayısıyla fikir, mesaja inananlara ulaştığı sürece hangi kelime veya deyimleri kullandığı önemli değildir.
Belki o zamanki katipler vahiy ve ilahi iletişim mekanizmalarını anlasalardı, daha mutmain olurlardı. Belki vahyin her zaman böyle olduğunu anlasalardı, daha az zahire önem veren bir tavır takınsalardı ya da irtidat edip kaçmak yerine sadece Peygamber’e (O’na ve Ailesine Selam Olsun) sorsalardı, anlarlardı ve yaptıkları şeyi yapmazlardı. Örneğin, bazı kaynaklarda Kehf Suresi’ndeki (18. Sure) Zülkarneyn (aleyhisselam) kıssasının, İslam öncesi dönemde Hz. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) katiplerinden biri tarafından yazılmış bir şiirden mısralar içerdiği yazılıdır. Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) o mısraları beğendi ve kâtibe onu Kehf Suresi’ne geçirmesini emretti. Bu doğruysa bile Hz. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) peygamberliğini geçersiz kılmaz, çünkü basitçe, Allah, Muhammed’e (O’na ve Ailesine Selam Olsun) hikayenin doğru olduğunu bildirebilirdi ve Muhammed bu mesajı ister tüm hikayeyi kendi sözleriyle yeniden yazarak, isterse de kısmen katibinden uyarlayarak, hangi şekilde uygun görürse kavmine tercüme etmekte özgürdü.
Hz. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) katiplerinin irtidat edip Mekke’ye kaçtıklarını işittiğinizde, o sırada Müslümanlardan biri olduğunuzu hayal edin. Peygamber’in hak peygamber olmadığını, onların yazdıklarından başka bir şey bilmediğini, vahyin sözlerini değiştirdiklerini ve onun bunun farkına bile varmadığını söylediklerini bir düşünün. Onun, onların bilgilerini ve sözlerini çaldığını söylediklerini hayal edin. Bu, o zamanlar için büyük bir iman ve sadakat imtihanı ve büyük bir elenme olurdu. Ancak imanda sabit olanlar şüphe etmez, diğerleri ise şiddetli bir fırtınanın ortasındaki bir ağacın yaprakları gibi sarsılırdı. Hz. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) en yakın ve en güvenilir 42 ashabından birkaçı, ilahi vahiy’e tanık olan, onu yazan kendi katipleri irtidat edebiliyor ve onun bir yalancı olduğunu, Allah’tan bir vahiy almadığını iddia edebiliyorsa, İmam Ahmed El-Hasan’ın (minhusselam) en yakın ashabından bazıları, belki de 42 kişiden bazıları aynı şeyi yaparak Kâim’in (minhusselam) İmam Mehdi’den (O’na ve Ailesine Selam Olsun) vahiy aldığını yalanlarsa şaşırmamalısınız. Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) şöyle buyurmuştur: “Ruhum elinde olan Allah’a andolsun ki, kendinizden öncekileri adım adım, nokta nokta takip edeceksiniz, öyle ki, onlar bir kertenkelenin deliğine girseler, siz de peşlerinden gideceksiniz.”
Cinsel İlişkiler İmtihanı
Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) döneminde Hristiyanları ve Arapları rahatsız eden konulardan biri de onun kadınlarla ilişkileriydi. Peygamberimizin (O’na ve Ailesine Selam Olsun) evlilikleri ve kadınlarla olan ilişkileri bu çağda hâlâ tartışma konusudur ve birçok insan bunu Hz. Muhammed’e (O’na ve Ailesine Selam Olsun) ve İslam’a karşı tartışmak için kullanmaktadır. Allah’ın Kur’an’daki hükümlerine tam olarak uymadığına, Kur’an’ın, her erkeğin dört kadınla evlenmesine izin verdiğine ve Peygamber’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) bundan çok daha fazlasıyla evlendiğine değinirler. Onun hayatında dokuz daimi karısı olduğu, kısa bir süre için evlendiği (Muta) ve köle, cariye veya evlenip boşandığı başka kadınlar da olduğu rivayet edilmiştir. Ayrıca bazı kadınlara evlenme teklifinde bulunduğu, ancak onların reddettiği rivayet edilir. Hristiyanlar bunu İsa (aleyhisselam) ile kıyaslar ve Hz. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) allahsız bir adam olduğunu söylerler. Onlar Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) tarihini Müslümanlardan daha iyi bilir, kitaplarında, piyeslerinde ve şiirlerinde onun hakkında yazılar yazar, onu ve dinini gözden düşürmeye çalışırlardı. Ünlü İtalyan yazar Dante Aligheiri’nin bu konuda bir şiiri olan “Dante’nin Cehennemi” şiirinde Hz. Muhammed, Cehennemin sekizinci katında görülüyor.
Cehennemin ilk katı, vaftiz edilmemiş ve erdemli Hristiyan olmayanlar için olan bir yerdir. Cehennemin ikinci katı şehvet düşkünleri ve zina edenler içindir. Dante’nin Kleopatra ve Truvalı Helen’i yerleştirdiği yer burasıdır. Cehennemin üçüncü katı, karınlarına hâkim olamayan oburlar içindir. Cehennemin dördüncü katı, para ve mal varlığı için savaşan açgözlüler içindir. Cehennemin beşinci katı, hırs ve gazabına uyanlar içindir. Cehennemin altıncı katı, dine küfreden ve sapıklıklara inanan sapkınlar içindir. Yedinci kat, şiddetli caniler ve katiller içindir. Sekizinci kat, sahtekarlar ve yalancılar içindir, içine Muhammed ve Ali’yi (Onlara Selam Olsun) yerleştirmiştir. Bundan daha düşük olan tek kat, İsa’ya ihanet eden Yahuda’yı yoldan çıkaran Şeytan’ı yerleştirdiği dokuzuncu kattır.
Müslümanların kitaplarında Hz. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) otorite, hak ve yetkileri açıkça tanınmakta ve kaydedilmektedir. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) sadece kadınlarla ilgili değil, hayatın her alanında birçok hakkı vardı. Meşhur İslami Kur’an Tefsiri kitabı ‘Tefsir-i Kurtubi’de şöyle geçiyor:
“Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) için caiz beyan edilenlere gelince, bu, toplam 16 meseledir: Birinci – Savaş ganimetlerinden en iyisini dağıtılmadan önce seçmek. İkinci – Humus toplamak. Üçüncü – Sürekli oruç tutmak. Dördüncü – Dörtten fazla kadın almak. Beşinci – Hediye şeklinde evlilik (bir eş hediye edilmesi). Altıncı – Velisiz evlilik (kadın için). Yedinci – Mehirsiz evlilik. Sekizinci – İhram halindeyken evlenmek. Dokuzuncu – Eşlerle geçirilen vakitte eşitlik sağlama yükümlülüğü ondan kaldırılır, açıklaması gelecek. Onuncu – Bir kadına gözü düşerse, kocası onu boşamalıdır ve Peygamber’in bu kadınla evlenmesi caizdir. İbni Arabi şöyle dedi: İmam Haremeyn böyle söylemiş ve alimler bu anlamda Zeyd kıssasına benzer bir açıklama getirmişlerdir. On birinci – Safiye’yi serbest bırakması ve özgürlüğünü mehiri yapması. On ikinci – Mekke’ye ihramsız girdi, bu konuda görüş ayrılığımız var. On üçüncü – Mekke’de savaşmak. On dördüncü – Ondan miras alınmadığı. Bu, tahlil bölümünde zikredilmiştir, ancak ölüm, bir adama hastalıkla yaklaşırsa, malının çoğu ondan alınır, sadece üçte biri ona kalır, Miras ayetinde ve “Meryem” Suresinde açıklananlara göre ise Resûlullah’ın mallarının hepsi kendisinde kalır. On beşinci – Eşleri, ölümünden sonra onun eşleri olarak kalır. On altıncı – Bir kadını boşarsa, kutsallığı o kadında kalır, bundan sonra kimse onunla evlenemez. Bu üç bölüm, inşallah ilerdeki bölümlerde çoğunlukla ayrıntılı olarak sunulmaktadır. Yanında bulunan kimse kendisi için ölümden korksa bile, Allah Teâlâ’nın şu buyruğundan dolayı aç ve susuzların yiyeceklerinden yemesi ve sularından içmesi ona helâl kılındı: “Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır.” (Ahzab Suresi, 6. Ayet). Peygamber’i (O’na ve Ailesine Selam Olsun) korumak her Müslümanın vazifesidir. Peygamber’in, kendini korumasına da izin verilmiştir. Allah, ganimet almasını caiz kılmakla onu şereflendirdi. Bütün yeryüzü o ve ümmeti için mescit kılındı ve temiz kılındı. Camilerde bulunmaları dışında namazı geçersiz olan peygamberler vardı. Ona korkuyla zafer verildi, düşman ondan bir aylık mesafeden korkardı. O, bütün mahlukata gönderilmiştir ve ondan önceki peygamberler diğer insanlara değil de sadece bir topluluğa gönderilen peygamberler idi. Mucizeleri, kendisinden önceki peygamberlerin mucizeleri gibi ve daha fazlasıydı. Musa’nın (aleyhisselam) mucizesi, asa ve bir kayadan fışkıran suydu. Peygamber (O’na ve Ailesine Selam Olsun) için Ay yarıldı ve parmaklarının arasından su çıktı. İsa’nın (aleyhisselam) mucizesi ölüleri diriltmesi, körleri ve cüzzamlıları iyileştirmesi iken, Peygamber’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) elindeki çakıl taşları Allah’ı tesbih ediyor ve bir ağaç dalı ona doğru eğiliyordu ki bu daha büyüktür. Allah, Kur’an’ı kendisi için bir mucize yaparak onu onlara üstün kıldı ve mucizesini kıyâmet gününe kadar onda kalıcı kıldı. Bu sebeple onun peygamberliği ebedî kılındı ve kıyamete kadar bozulmaz.”
Birincisi, yukarıdakilerden çıkarılabilecek olan şudur ki, Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun), insanlardan kendi canları, eşleri, çocukları, malları, gıda ve içecekleri vb. dahil her şeyleri üzerinde daha fazla hak sahibiydi. Kur’an-ı Kerim, “Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır.” diyor. Bir Müslüman, Peygamber onun karısını isterse karısından vazgeçmeli, Peygamber’in hayatını korumak için hayatından vazgeçmeli vb.. Peygamber’in her şeyde önceliği vardır. Bunlar Dâvud ve Süleyman’ın (Onlara Selam Olsun) sahip olduğu haklardır ve bunlar her peygamberin (Onlara Selam Olsun) hakkıdır ve bir peygamber için kabul edilen her peygamber için kabul edilmelidir. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) için kabul edilir olan Mehdiler (Onlara Selam Olsun) için de kabul edilir olmalıdır. Peygamber’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) insanlar hakkındaki hükmü, “sağ ellerinizin malik oldukları” hükmüne benzer. Dolayısıyla, bütün mahlukat Allah tarafından yaratıldığından ve onu O ayakta tuttuğundan, O’nun Elçileri ve atadığı Hükümdarlar, Allah’ın yarattıkları üzerinde sahip olduğu haklara sahiptir. Onlar O’nun temsilcileridir ve onlara tam yetki verilmiştir. Eğer yaratılışı yok edeceklerse, bunu yapmakta da özgürdürler. “Ey Zülkarneyn! Onlara azap da edebilirsin, iyi muamelede de bulunabilirsin” dedik. Allah’ın tayin ettiği hükümdarın mahlukat hakkındaki hükmü, bir babanın oğlu hakkındaki hükmü gibidir. İslam’da, kendi oğlunu öldüren bir baba dışında, bir başkasını haklı bir neden (yani nefsi müdafaa, savaş vb.) olmaksızın öldüren kimse öldürülür. Kendi oğlunu öldüren baba, oğluna can verdiği için cinayetle suçlanmaz ve bu nedenle canını elinden alırsa yargılanamaz. Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) şöyle buyurmuştur: “Ben ve Ali bin Ebi Talib bu ümmetin atalarıyız ve bizim onlar üzerindeki hakkımız anne babalarının haklarından daha büyüktür. Eğer bize itaat ederlerse onları cehennemden kurtarıp cennete koyar, kölelikten çıkarır ve hürlerin en iyilerine yetişmelerini sağlarız.”
İkinci olarak şunu belirtmeliyiz ki, cinsel ilişki veya evlilik temelinde Hz. Muhammed’e (O’na ve Ailesine Selam Olsun) saldıran, veya cinsel söylem veya görüntüye dayanarak İslam dinine saldıran Yahudi ve Hristiyanlar açısından, İncil ve Tevrat, Kur’an-ı Kerim ve rivayetlerden çok daha açık olmasa da tamamen aynıdır. Örneğin, Ezgiler Ezgisi, Eski Ahit’te, Kutsal Kitap anlatımına göre bin karısı olan Hz. Süleyman’dan (aleyhisselam) bahseden bir bölümdür. Ezgiler Ezgisi’nin tamamı, Süleyman ve sevgilileri arasında birbirlerine karşı duygularını ve cinsel eylemlerini detaylandıran bir şiirdir. İşte kanıt maksadıyla birkaç ayet: “Ne güzel sandaletli ayakların, ey soylu kız! Mücevher gibi yuvarlak kalçaların usta ellerin işi. Karışık şarabın hiç eksilmediği yuvarlak bir tas gibi göbeğin. Zambaklarla kuşanmış buğday yığını gibi karnın. Sanki bir çift geyik yavrusu memelerin, ikiz ceylan yavrusu.” “Hurma ağacına benziyor boyun, salkım salkım memelerin. “Çıkayım hurma ağacına” dedim, “tutayım meyveli dallarını.” Üzüm salkımları gibi olsun memelerin, elma gibi koksun soluğun, en iyi şarap gibi ağzın, sevgilimin dudaklarına, dişlerine doğru kaysın. Ben sevgilime aitim, o da bana tutkun.” Ayrıca şunlar belirtilir: “Orman ağaçları arasında bir elma ağacına benzer delikanlıların arasında sevgilim. Onun gölgesinde oturmaktan zevk alırım, tadı damağımda kalır meyvesinin.” Hezekiel kitabında, Allah, Samiriye ve Yeruşalim’i tanımlamasında, onları yabancı erkeklere şehvet duyan iki fahişeyle karşılaştırırken cinsel açıdan daha da açık anlatıyor.
“Gençliğinde Mısır’da yaptığı fahişelikleri anımsayarak, fahişeliğini daha da artırdı. Erkeklik organları eşeğinkine, menileri aygırınkine benzeyen oynaşlarına gönül verdi. Öyle ki, Mısır’da gençliğindeki şehvet düşkünlüğünü özledin. Memelerin orada okşanmış, erdenliğini orada yitirmiştin.”
Hz. Muhammed’e (O’na ve Ailesine Selam Olsun) seks takıntısı olan allahsız bir adam diyorlar ama Yahudilerin ilk kralları ve İsa’nın (aleyhisselam) selefleri olan Saul ve Dâvud’un yaptıklarını unutuyorlar. Saul, kızını vermek karşılığında Dâvud’tan (aleyhisselam) bir mehir istemişti. Altın ve gümüş istemedi, 100 Filistli’nin sünnet derisini, yani penis derisini istedi. Dâvud ona istediğinden daha fazlasını getirdi.
“Saul şöyle buyurdu: “Dâvud’a deyin ki, ‘Kral düşmanlarından öç almak için başlık parası olarak yüz Filistli’nin sünnet derisinden başka bir şey istemiyor.’” Dâvud’un Filistliler’in eline düşüp öleceğini tasarlıyordu. Görevliler Saul’un söylediklerini Dâvud’a ilettiler. Dâvud, kralın damadı olacağına sevindi. Tanınan süre dolmadan Dâvud’la adamları gidip iki yüz Filistli öldürdüler. Kralın damadı olabilmek için Dâvud, öldürülen Filistliler’in sünnet derilerini tam tamına getirip krala sundu. Saul da buna karşılık kızı Mikal’ı eş olarak ona verdi.”
Mehdiler (Onlara Selam Olsun) Peygamberlerin (Onlara Selam Olsun) varisleri olduğundan ve Peygamberlerin (Onlara Selam Olsun) kurallarına göre hüküm sürdüklerinden, Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) için geçerli olan tüm bu hususlar, bütün Peygamberler (Onlara Selam Olsun) için geçerli olduğu gibi Mehdiler (Onlara Selam Olsun) için de geçerlidir. Buna dayalı bir inanca kimsenin itiraz etmesi veya bunu reddetmesi için geçerli bir sebep yoktur. Hatta cinsel şiirler yazsalar, müstehcen konuşsalar veya düşmanlarının sünnet derilerini koparsalar, bunların hiçbirisi kimsenin onların yönetimine itiraz etmesi veya dinlerini reddetmesi için geçerli bir neden olmaz. Zira kişi bunu Allah’ın bir elçisinden kabul ederse, bütün elçilerinden de kabul etmelidir. Hristiyanlar, Dâvud ve Süleyman’ın (Onlara Selam Olsun) Allah’tan olduğunu kabul ediyorlarsa, Hz. Muhammed’i (O’na ve Ailesine Selam Olsun) sadece kendi peygamberlerinin yaptığını yaptığı için reddedemezler. Yusuf (aleyhisselam) ve Muhammed’i (O’na ve Ailesine Selam Olsun) itham ettikleri gibi, Mehdilerin (Onlara Selam Olsun) bir kısmını da bununla itham edeceklerini onlardan bekleyebiliriz. Ve bunların hiçbiri şüphe, inkar ve irtidat etmek için geçerli bir sebep olmayacaktır. Peygamberler (Onlara Selam Olsun) üç kriteri, Vasiyet, İlim ve Allah’ın Hakimiyeti’ne çağrıyı yerine getirdikleri sürece, kendi önyargılı doğru ve yanlış, iyi ve kötü kavramlarımızı onları yargılamak için kullanamayız.
Salih Baba
Musa (aleyhisselam) Salih Kul ile yolculuk yaptığı gibi, ben de İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) ile yolculuğumu yaptım. Bu, onun beni alıp disipline ettiği ve eğittiği bir yolculuktu. İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) ile yolculuğumun küçük bir bölümünü anlatacağım.
Bir gün İmam Ahmed El-Hasan’a (minhusselam) dedim ki: “Babacığım, senin ilmini işitmeye geldim ve senden istediğim bu meselelerin sırrı sendedir, senden başka da kimsede değildir. Senden her şeyi duymaya ve kabul etmeye hazırım ve üstesinden gelmeyeceğimi söyleyebileceğin hiçbir şey yoktur, beni gerçeklerle aydınlat.”
İmam (minhusselam) buyurdu: “Allah senden razı olsun oğlum.” Bir süre sonra, İmam (minhusselam) belirli bir gecede, hiç beklemediğim bir anda yanıma geldi ve bana susmama sebep olan bir söz söyledi, içimden titremeye başladım ve bedenimden terler akmaya başladı.
Ben İmam’a (minhusselam): “Tamam, ama ne olacak?” dedim.42 İmam (minhusselam): “Sen mümin değilsin” diye cevap verdi. Aniden kendimi hasta hissettim ve bana söylediklerini kabul etsem de duyduklarımdan rahatsız oldum. Sakalımın büyük bir kısmı bembeyaz oldu ve yemek yiyemez oldum. Organlarım yemek ya da su almayı reddediyordu ve ciğerlerimi hava almaya zar zor ikna edebiliyordum. Bitap düştüm ve bir ay boyunca zar zor bir şey yiyip içmeye devam ettim. İmam (minhusselam) bu süre zarfında beni terk etti ve benimle konuşmadı. Hızla kilo veriyordum, bütün ay boyunca ateşim vardı ve ölüyormuşum gibi hissediyordum. Ayın sonunda bir gün İmam’a (minhusselam) dedim: “Sanırım ölüyorum, lütfen bana yardım et baba.”
İmam (minhusselam) buyurdu ki: “Sana bir şey söyleyeceğim, Allah bu gece ölmeni takdir etti, bundan tam 20 dakika sonra, ama ben onu senin üzerinden kaldıracağım. Hastaneye git.”
Hastaneye gittim ve doktorlar benim üzerimde yapabildikleri tüm testleri yaptılar. Vücudumda anormal bir şey bulamadılar. Röntgen, kan tahlilleri, akıllarına gelen her şeyi yaptılar ve sonuçların hepsi normal çıktı. Hiçbir şey yiyip içemediğim için vücuduma çok ihtiyaç duyulan enerjiyi vermek için bana serum yoluyla şekerli su verdiler. Kendimi daha iyi hissettim ve ateşim gitti.
İmam’a (minhusselam) dedim: “Ne oldu? Hastaneye gittim, bende bir şey çıkmadı.”
İmam (minhusselam) buyurdu ki: “Çıkmayacak, çünkü senin fiziksel olarak bir şeyin yok. O Allah’tı.”
Dedim ki: “Babacığım, Adem bana, senin, Irak’taki Ensarların çoğunun inancının yüzde 70 civarında olduğunu söylediğini dedi.”
İmam (minhusselam) buyurdu: “Evet oğlum, öyle dedim.” Dedim ki: “Sadece Irak’ta mı yoksa Ensarların tamamı mı?” İmam (minhusselam) buyurdu: “Çoğu böyledir.” Dedim ki: “Ya ben, baba?” İmam (minhusselam) buyurdu ki: “Sen yüzde 90’sın.” Dedim ki: “Allah’tan başka güç ve kuvvet yoktur, bu yüzde 10 nedir?
Şüphe mi, ne?” İmam (minhusselam) buyurdu: “Şüphe değildir, bilakis bazı konularda boyun eğmemektir.”
Dedim ki: “Yüzdesi daha yüksek olan var mı?” İmam (minhusselam) buyurdu: “Benim yanımda olanlar yüzde yüzdür.
Sen yüzde 99 olabilirsin ya da yüzde 99 olmalısın.” Dedim ki: “Yani şimdi böyle olmak mümkün değil mi?” İmam (minhusselam) buyurdu: “Bir şey seni ona ulaştırır.” Dedim ki: “Beni buna ulaştıracak o şey nedir?” İmam (minhusselam) buyurdu ki: “Allah’ın sevgisinden daha yüksek olan tüm sevgiyi kalbinden çıkarmaktır. Böyle yaparsan sadece yüzde 99 değil, Ahmed El-Hasan olursun.” Dedim ki: “Babacığım, bu o imtihanla ilgili mi? Bütün bunlar, reddetmediğimi bildiğin halde sadece ‘ne olacak?’ diye sorduğum için miydi? Sonra da benim mümin olmadığımı söyledin.”
İmam (minhusselam) buyurdu: “Evet oğlum, sorma, bana güveniyorsan sorma. Bana körü körüne güvenmelisin. Bana olan güveninin sınırı olmamalıdır.”
Dedim ki: “Babacığım, ne diyeceğimi bilemiyorum. Ben meseleyi böyle görmedim.”
İmam (minhusselam) buyurdu: “İstediğini söyle, ama yapmayacağın bir şeyi söyleme.”
Dedim ki: “Günah işledim. Sadece sordum ki… Boşver, senin önünde bahane üretmeme gerek yok, suçluyum ve sen hükmünü vermişsin zaten. Ben de ulaşır mıyım yoksa yüzde 90 benim için son nokta mı?”
İmam (minhusselam) buyurdu: “Bu, senin elinde olan bir mesele, şu an bile tamamlayabilirsin veya olduğun gibi kalabilirsin, geriye de gidebilirsin.”
Dedim ki: “Peki o zaman ne olur, ölür müyüm ve her şey biter mi?” İmam (minhusselam) şöyle buyurdu: “Bu olmayacaktır, inşallah.” Dedim ki: “Daha önce söylemiştin ki, ben değiştirilemem ya da ölemem, yoksa sen de ölürsün?” İmam (minhusselam) buyurdu: “Evet, öyle söyledim.” Dedim ki: “Bu durumda bu, tamamlanacağım anlamına mı geliyor?” İmam (minhusselam) buyurdu ki: “Sen geriye gitme ihtimalini neden aklına koyuyorsun ki?” Dedim ki: “Koymuyorum, çünkü hatamı bir daha tekrarlamayacağımı biliyorum, inşallah. Asla! Her gün keşke geçmişe dönebilsem diyorum. O gün aklımdan çıkmıyor ve bu acıyı hiç unutamıyorum.”
İmam (minhusselam) buyurdu: “Oğlum, büyüklerinden öğrendiğin bütün eski gelenekleri kafandan söküp at. Sen fıkhın üstündesin ve ona tabi değilsin. Sen başka bir dünyadansın. Orada helal buradaki helalden, haram da buradaki haramdan farklıdır. Ne olursun anla, yalvarırım! Benim ne istediğimi anla! Anla ve özgür ol! Özgür ol oğlum, özgür ol!”
Dedim ki: “Öğret bana o zaman babacığım. Bana helali ve haramı öğret. Özgür olmak istiyorum.”
İmam (minhusselam) buyurdu ki: “Oğlum, buna gücün yeter mi? Sabredecek misin?”
Dedim ki: “Sabırlı olacağım, yeter ki bana söyle.” İmam (minhusselam) ondan sonra bana çok şey öğretti ve ben de onları kabul ettim. Ayrıca hoşlanmadığı konuyu da telafi ettim. Allah’ın beni öldürmeye çalışması olayı beni hâlâ çok sarsmıştı. Allah’ın daha önce Musa’yı (aleyhisselam) ve diğerlerini öldürmeye çalıştığının yazıldığını biliyordum. “RAB yolda, bir konaklama yerinde Musa’yla karşılaştı, onu öldürmek istedi.” Bu, benim sistemim için çok büyük bir şoktu ve beni rahatsız ediyordu. Bir gün bu konuyu Babamla (minhusselam) konuşmaya karar verdim. Bu, Dava’nın ilk yıllarında, onun doğum günündeydi.
Dedim ki: “Sana bir şey itiraf etmem gerekiyor ama bu itirafın sana doğum günü hediyem olması hoşuma gitmedi.”
İmam (minhusselam) buyurdu: “Buyur oğlum. Bu en güzel hediye olacaktır, çünkü [itiraf] bir fazilettir.”
Dedim ki: “Bir şey beni rahatsız edip endişelendirdi. Senden şimdiden af ve mağfiret dilerim.”
İmam (minhusselam) buyurdu: “Sen bir şey söylemeden önce seni affediyorum ve sen bir şey söylemeden önce özrünü kabul ediyorum.”
Gözyaşlarım yanağımdan süzülüyordu. Dedim ki: “Teşekkürler Babacığım, başlangıçta Allah’ın benimle olduğunu, beni koruduğunu, varlığını her yerde hissedebildiğimi, bana işaretler verdiğini ve benimle insanların diliyle konuştuğunu, benim de O’nunla gece gündüz konuşabildiğimi ve O’nu Ay’da, Güneş’te, taşlarda ve yıldızlarda görebildiğimi düşünürdüm.”
İmam (minhusselam) buyurdu ki: “Düşündüklerin doğrudur.” Dedim ki: “Ama hastalandığımda ve sen bana, saat 2’de Allah’ın beni öldürmek istediğini söylediğinde, Allah’ın benden vazgeçmeye istekli olduğu ve belki de beni herhangi bir şey için öldüreceği duygusuyla doldum.”
İmam (minhusselam) buyurdu: “Allah salih kullarını terk etmez, doğrusu Allah seni terbiye eder, ölümün kıyısına getirir ama öldürmez, sonra seni ansızın geri getirir ki sana neyin doğru olduğunu göstersin ve yolunu düzeltsin. Bir şeye yakinin olsun ve onu ömrünün sonuna kadar, daha doğrusu son ana kadar koru.”
“Evet baba” dedim.
İmam (minhusselam) buyurdu: “Allah seni öldürse bile haklıdır.” “Evet” dedim. İmam (minhusselam) buyurdu: “Örneğin Nuh (aleyhisselam) ölümün eşiğine geldi, Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) ve birçok peygamber ve vasi de öyle.”
Dedim ki: “Neden baba?” İmam (minhusselam) buyurdu: “Çünkü onlar normal insanlar değiller ve hataları kendilerine karşı sayıldı. Allah bunu, onları eğitmek, disipline etmek ve azimlerini güçlendirmek için yaptı.”
Dedim ki: “Ama o zaman Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) hatasız ve zâti masum değil miydi?”
İmam (minhusselam) buyurdu: “O’nun kulları saptıracak bir hatası olmadı ve o, hiç kimseyi saptıramaz anlamında masumdu, fakat şahsi hayatında hatalar yapmıştır, ama onların büyük hatalar olduğunu düşünme. Onlar çok küçük ve basit hatalardır, belki onları ikinci kez düşünmezsin ama Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) için onlar büyüktü ve onun gibi bir adamdan çıkmamalıydı. Belki de tek bir gerçek hatası vardı ve ondan çok şey öğrendi. Nuh ve Eyüp gibi başkaları da (hatalar yapmışlar), ama onlar Hz. Muhammed’den (O’na ve Ailesine Selam Olsun) farklıdır.”
Dedim ki: “Babacığım, olanlar birçok şeyi sorgulamama neden oldu. Merak ediyorum, Allah beni öldürseydi, nereye gidecektim? Cehenneme mi yoksa nereye?”
İmam (minhusselam) buyurdu: “Bu sorular farkındalığı artmış bir vicdandan gelir. Ama emin ol ki Allah seni terbiye eder, ama öldürmez, ölümün sertliğini ve acısını sana gösterir, fakat bunu seninle yürürlüğe koymaz. Sana cehennem ateşini gösterir, ama seni ona atmaz.”
Dedim ki: “Görünüşe göre bu bende çok oluyor, Yeremya ve Enok ile oldu.”
İmam (minhusselam) buyurdu: “Evet, sana bunun birçok peygamber ve vasinin başına geldiğini söyledim. Sevgili oğlum, bu büyük bir denizdir ve kemiklerin kayalardan daha sert olana kadar geçen her saat yeni bir şey öğreneceksin.”
Bu sayfa benim için kapanmıştı. Ben, gereken teslimiyetin, mutlak teslimiyetin ve güvenin ne olduğunu anladım ve Salih Baba ile yolumda yürümeye devam ettim. Bir gün, en büyük peygamberlerden biri olan İsa’nın (aleyhisselam) şimdiye kadar gerçekleştirdiği en büyük mucize olduğunu düşündüğüm şeyi Babamdan öğrenmek istemiştim. Bu mucize, Lazar’ın dirilmesiydi.
Dedim ki: “İbrâhim (aleyhisselam) Kur’an’da Allah’tan ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini istediğinde, bunu Allah’ın İsm-i Azam’ını kullanarak mı yaptı, yoksa başka bir şeyle mi yaptı?”
İmam (minhusselam) buyurdu ki: “Hayır oğlum, bu büyük bir ilimdir, fakat Allah’ın İsm-i Azam’ına sahip olanlar da bunu yapabilir ve bu onlar için kolay bir şeydir.”
Dedim ki: “Nasıl yaptı babacığım? Bana öğretir misin?” İmam (minhusselam) buyurdu: “Sana bunu öğretirsem, o zaman kardeşin
İsa’da (aleyhisselam) olup da sende olmayan hiçbir şey kalmaz.” “Öğret baba” dedim. İmam (minhusselam) buyurdu: “Ölüleri kendi yakininle diriltebilirsin.” Dedim ki: “Bunu yapmak istiyorum; Rab’bin gücünü ve aklın gücünü görmek istiyorum.” İmam (minhusselam) buyurdu: “Tamam, sana bir şartla öğreteceğim, Cuma günü sana yapman için bir şey söyleyeceğim, eğer yapabilirsen, o zaman öğretirim ve eğer yapamazsan, öğretmeyeceğim, anlaştık mı?”
“Evet” dedim.
İmam (minhusselam) buyurdu: “Bu, Allah’tan başka hiçbir güç ve kuvvetin olmadığına mutlak olarak iman etmenden başka bir şey değildir.”
Dedim ki: “Yapabilirim diye Allah’a ya da kendime kesin bir inanç mı, yoksa ne?”
İmam (minhusselam) buyurdu: “Bunu ‘Allah’tan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur’ vasıtasıyla yapmaya muktedir olduğuna dair Allah’a ve kendine olan inancın. Aynı zamanda Allah’ın sana olan merhameti olmaksızın hiçbir şey yapamayacağına inanmalısın. Buna eriştiğinde, o zaman benden alabileceğin bir şey olacaktır. Fakat esas olan, ‘La havle ve la kuvvete illa billahil Aliyyul Azim’dir (Yüce ve Azim olan Allah’tan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur).”
Dedim ki: “Peki ulaştığımı nasıl anlarım?” İmam (minhusselam) buyurdu: “Ona ulaştığını ben senden önce bileceğim.” Dedim ki: “‘Allah’tan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur’ ne anlama gelir?” İmam (minhusselam) buyurdu: “Oğlum, sana açıkça söyleyeceğim.” Dedim ki: “Lütfen Babacığım, anlamamı sağla.” İmam (minhusselam) buyurdu: “Melike’yi öldürür ve onu parçalara ayırırsan ve Allah’ın onu geri döndürebileceğine inanırsan, o zaman sana diyeceğim ki: Ey miskin Abdullah, şimdi sana korku yoktur ve üzülmeyeceksin. Ve ben, Baban Ahmed, sana bir şey söyleyeceğim. Buna gücün yeter ve bir gün buna ulaşacaksın.”
Burada yakinin ne anlama geldiğini öğrendim ve mutlak yakinin gerekli olduğunu ve onun nasıl bir his olduğunu, İlahi Adalet Devleti’ni kurarsak ve önceki peygamberlerin mucizelerini gerçekleştirirsek, onun nasıl olması gerektiğini anladım. Eğer gerçekten inanmış olsaydık, o zaman hiçbir şeyden korkmamalı ve Allah’a mutlak güven duymalıydık. Salih Baba ile yoluma devam ettim.
Bir gün İmam’a (minhusselam): “Tamamlanmak istiyorum” dedim. İmam (minhusselam) buyurdu: “Gidip bir ateş, büyük bir ateş yakmanızı ve onu, içinde bir grup insanın durabileceği kadar büyük ve içine demir atarsan eriyip sıvı haline gelecek kadar çok sıcak olacak şekilde beslemenizi istiyorum.”
“Evet, yapacağım” dedim. Birkaç arkadaşımı topladım ve devasa bir ateş yaktık ve onu, etrafında hemen hemen hiç duramayacak kadar sıcak olana kadar mobilya parçaları ve diğer eşyalarla beslemeye devam ettik. Yüzümüzdeki etlerin, kollarımızın ve yüzlerimizin kıllarının yandığını hissediyorduk.
İmam (minhusselam) buyurdu: “Şimdi sen ve ashabın onun içine girin.” Şok oldum ve yanan ateşe baktım, bunun ateş olduğunu biliyordum, bir mucize olmazsa anında ölüm olurdu. Gözlerimi kapattım ve dedim ki: “Evet baba, dileğin gerçekleşecek. ” Ben ve ashabım alevlerin içine atıldık ve ateşin ortasına ulaştık. Şoktaydık ama herhangi bir sıcaklık hissetmedik. Ateş serin ve sakindi. Yanmıyorduk. Ölmüyorduk. Alevlerin etrafımızdaki her şeyi yutmasını sakince izliyorduk. Alevde vizyonlar görüyordum. Geçmişimin, şu an olduğum ve eskiden olduğum kişinin yandığını görüyordum. Tüm alternatif gelecek zaman çizelgelerinin yanıp kül olduğunu görebiliyordum. Bu alevlere girme seçimiyle kendimi ateşe verdiğimi ve O’nun benim için seçtiğinden başka bir olasılığın kalmamasına izin verdiğimi görebiliyordum. Bedenim yanmıyordu ama iradem, şüphelerim, korkularım ve arzularım hepsi yanıp kül oldu. Geriye sadece Ahmed El-Hasan (minhusselam), onun içimdeki sesi kaldı. Ateşin içinde ve çevresinde bulunanlar mübarek kılınmıştır! O anda İmam (minhusselam) alevlerin içine girdi.
İmam (minhusselam) buyurdu: “Ashabın bugün sana inandıklarını kanıtladı ve bugün sen her şeyi yapabileceğini kendine kanıtladın.”
Sevinç gözyaşları döktüm ve “Teşekkür ederim Babacığım!” dedim.
İmam (minhusselam) buyurdu: “Bu size bir delildir, bana gelince, benim bu gibi şeylerin delil olmasına ihtiyacım yok, çünkü ben kalplerin sakladığını bilirim, ne zaman istersem kalbe bakarım, içinde ne olduğunu bilirim. Seni seviyorum oğlum.”
Ben dedim: “Senin hakkın konusunda yaptığım bütün kusurlarımı bağışla. Seni seviyorum baba.”
İmam (minhusselam) buyurdu: “Sana ve ashabına bin salât ve selâm olsun.”