"Enter"a basıp içeriğe geçin

Ahmed el-Hasan ile olan 7. Ahit – Bilgenin Gayesi

Kaim kıyam ettiğinde her bölgeye bir kişi gönderecek, o da diyecektir ki, “Senin Ahdin elindedir”

Ahmed El-Hasan (minhusselam) sonuncu ve en büyük ahdin sahibidir. Bu ahit nebilerin, resullerin ve salih kimselerin Adem’den (aleyhisselam) günümüze kadar olan tüm çabalarının doruk noktasıdır. ‘Son Ahdin Sahibi’ ortaya çıkar ve önceki peygamberlerin tüm ahitlerini doğrular. Dünyayı hakkın gölgesinde birleştirir ve onu Aden Cenneti gibi Adalet Devleti’ne geri döndürür, o yer ki, orada hiçbir yoksulluk, savaş, hastalık, ölüm ve şeytanın oğullarının egemenliği olmaz. Bunu yapmak hiç de kolay değildir. Bu, en zor iştir ve tüm peygamberlerin başarmak istediği, ama kendi dönemlerinde başaramadıkları şeydir.

Kitap’ta, geçen altı ahitte de kanıtladığımız gibi, insanlık Allah’ın suretinde yaratıldı ve babamız Adem (aleyhisselam) mahlukat üzerine Hükümdar olarak atandı. Adem’in oğulları ve kızları yeryüzünün ve üzerindeki her şeyin varisleriydi. Adem’in (aleyhisselam) Hanım Fatımat’üz Zehra’ya (minhesselam) karşı tek bir hatası, itaatsizliği ve günahı onun, bu amellerinin sonuçlarına katlanmasına ve taht için devam eden bir mücadelede düşmanı İblis ve onun nesliyle birlikte dünyaya kilitlenerek yaşamak zorunda kalmasına neden oldu.

Sadece Kabil’in çocuklarının varlığı, Kabil’in Habil’i öldürmesiyle başlayıp, Kabil ve çocuklarının her türlü suç ve günahları işlemesiyle devam eden, sonu gelmeyen bir çileye neden oldu. Bu günahlar ve suçlar, Adem ve Havva’nın bir zamanlar Aden Cenneti’nde keyfini çıkardıkları özgürlüklerinin daha sonra yeni hükümlerle kısıtlanmasına neden oldu. Dünya bir ıstırap yerine döndü ve Adem evlatlarının gayesi insanlığı Aden Cenneti’ne döndürmek, bilakis tüm dünyayı insanların bir zamanlar içinde yaşadığı Aden Cenneti gibi ilahi bir devlete dönüştürmekti. Bu da ancak Adem evlatları hükümran olursa gerçekleştirilebilirdi.

Daha önceki altı babda, Kabil’in çocuklarının doğaları gereği yeryüzünde sürekli bozgunculuk yapan vahşiler, suçlular ve kötülük yapanlar olduğunu belirledik. Allah onlara çok fırsatlar verdi ve her defasında kendilerine gönderilen nurun evlatlarını öldürdükten sonra azaplar göndererek onları yok etmek zorunda kaldı. Biz belirledik ki, Allah tarafından atanan gerçek hükümdar Ademoğludur, çünkü Allah kendi Kutsal Ruhunu Adem oğullarının içine üfler. Biz belirledik ki, Adem (aleyhisselam) bir hükümdardı ve her şey üzerinde mutlak yetki sahibiydi. Biz Dâvud (aleyhisselam) aracılığıyla tespit ettik ki, Allah’ın atadığı hükümdar kovuşturmadan muaftır. Allah’ın atadığı hükümdarın, insanlar tarafından Allahın Hücceti’ni tanıma kanunu aracılığıyla tanımlandığı kutsal yazılarda sabittir: 1) Vasiyet; 2) İlim; 3) Allah’ın Hakimiyetine Çağırmak.

Vasiyet, hükümdarın ilahi olarak atanması ve adının, onu atayan selefinin vasiyetinde açıkça belirtilmesi anlamına gelir. Örneğin, Adem (aleyhisselam) Kur’an’da da açıkça belirtildiği gibi Allah tarafından atanmıştır: “Ben yeryüzünde bir Halife atayacağım.” Biz görüyoruz ki, Adem (aleyhisselam) Habil’i (aleyhisselam) ve Şit’i (aleyhisselam) atıyor. Biz görüyoruz ki, Nuh (aleyhisselam) Sam’ı (aleyhisselam) atıyor. Biz görüyoruz ki, Musa (aleyhisselam) Harun’u (aleyhisselam) ve Yuşa bin Nun’u (aleyhisselam) atıyor. Biz peygamberlerin kendi vasilerini tayin ettikleri kutsal yazılarda ilahi atamanın birçok örneğini görüyoruz.

İlim şu demektir ki, Allah tarafından atanmış elçinin ve hükümdarın tüm ilmi Allah’tandır, bu da onun gaybı bilmesini ve insanların sorularını yanıtlamasını sağlıyor, özellikle sadece ilahi bir elçi tarafından açıklanan bu büyük konularda. Öyle konular ki, onlara konuların en büyüğü veya “Azaimul Umur” denir. Kur’an’da şu ayette Adem’in, Allahın Halifesi olarak atanması ile ilgili ‘ilim’ kriteri açıklanmaktadır: “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin” dedi.”

Allahın Hakimiyeti’ne Çağırmak o anlama geliyor ki, Allah’ın Elçisi hep Allah’ın Hakimiyetine çağırır ve İnsanların Hakimiyetine çağırmaz. Bu o demektir ki, yönetim hakkına sahip tek kişi Allah tarafından atanan ve insanları Allah’a çağıran kimsedir. O, Filozof Hükümdar veya İlahi Yöneticidir. Adem’in (aleyhisselam) atanması onun Yönetici, Hükümdar, Başbakan ve Başkan olması anlamına geliyordu. O, Allah tarafından O’nun iradesini yeryüzünde hakim kılmakla görevlendirilmiş kimsedir. Dolayısıyla “Allahın Hakimiyeti” kavramı, insanlığın işlerini elinde bulunduran kişinin Allah tarafından seçilmiş ve atanmış kişi olması gerektiği anlamına gelir. O, insanlar tarafından seçilmez veya insanların öznel çıkarlarına, bir siyasi partinin çıkarına ya da herhangi bir belirli grubun önyargılarına dayanarak seçilmez. Allah onu, tüm insanlığın ruhsal, zihinsel ve fiziksel esenliği için neyin hayırlı olduğunu temel alarak seçer. İsa (aleyhisselam) buyurdu: “Çünkü amacım kendi istediğimi değil, beni gönderen Babamın istediğini yapmaktır.”

Öyleyse Allah, onu atadığını nasıl açıkça bildiriyor? Tıpkı Adem’in (aleyhisselam), ilahî olarak atanmasıyla, her şeyin ismini bilmesiyle (ilim ile) ve Allah’ın hakimiyetine çağırmasıyla (yeryüzünde Allah’ın atadığı Halifesi olmakla) tanımlandığı gibi. Bir kimse, hükümdarı fiziki özellikler, sosyal statü, medeni durum, popülerlik, zenginlik vb. dünya standartlarına göre tanımlayamaz. Çünkü Allah, Süleyman (aleyhisselam) gibi son derece zengin ve yüzlerce karısı olan hükümdarlar da gönderdi, ayrıca İsa (aleyhisselam) gibi maddi zenginlikleri çok az olan veya hiç olmayan hükümdarlar da gönderdi. Biz, hükümlerin zamanın ve çağın şartlarına göre değiştiğini tespit ettik. Allah’ın atadığı yöneticilerinin eylemleri, yaşadıkları toplumda her zaman iyi anlaşılmayabilir veya bir norm olarak görülmeyebilir. Dâvud, Lût ve İsa’nın (Onlara Selam Olsun) fiillerinde gösterdiğimiz gibi, Allah’ın tayin ettiği ilahî hükümdara veya krala asla itiraz edilemez. Her hal ve durumda mutlak ve tam itaat gereklidir. Biz ayrıca, Ali (aleyhisselam) ve oğulları olan İmamlar ve Mehdiler aracılığıyla, Ademoğlunu Kabiloğlundan ayırt edebilmemizin yolunun, onların kendi devirlerindeki ilahî hükümdara sevgi ve bağlılıklarından geçtiğini tespit ettik. İlâhi olarak tayin edilmiş kralı kabul eden, seven ve sadık bir takipçisi (Şii) olan herkes Ademin çocuğudur, onu reddeden ve düşman olanlar ise Şeytan’ın çocuğudur.

Tüm bunlara, Adem’den bugüne insanlığın hikayesine baktığımızda, gerçek dinimizin, ilahi olarak atanmış hükümdara itaat etmek dışında başka bir şey olmadığını anlıyoruz. Hikayemiz, Allah’ın hükümdar seçimini kabul etmeyen yaşlı hükümdar İblis’in oğulları tarafından gasp edilen bir tahtın, hükümdarlığın ve toprağın hikayesidir. Hikâyemiz, tahttan indirilmiş bir hükümdarın (Adem ve onun soyundan gelenlerin) hikayesi, onu tahtına geri döndürmek ve yeryüzünde çocuklarına kudret vermek için olan bir mücadelenin hikayesidir. Dinin bütünü ve amacı budur. Allah’ın yeryüzündeki egemenliğine, tüm dünyaya adaleti ve eşitliği yayacak bir egemenliğe izin vermek. Din, Kabil’in çocukları tarafından çarpıtıldı ve bozuldu. Onlar bunu, bir ülkenin yönetiminin dinden ayrı olan, yani Kilise ve Devletin ayrılığı (laiklik) olarak adlandırılan bir şey haline getirdiler. Bu, İsa’nın, Muhammed’in, Buda’nın, Krişna’nın, vb.nin bize hükmedecek durumda olmadıkları ve onları din öğreticileri olarak kabul ettiğimiz anlamına gelmektedir. Allah’ın kastettiği şey bu değildi. Din, arınmayla ya da belirli dua ritüelleri gibi bir dizi ritüeli takip etmekle ilgili değildi, bilakis ilahi olarak atanan hükümdara itaat ve biatla ilgiliydi ve hükümdar, Allah’ın yeryüzündeki hakimiyetini temsil ediyordu. Allah hiçbir zaman insanların hayatından veya bu dünyanın işlerinden uzak durmayı amaçlamadı. Allah, peygamberlerini ilahi yöneticiler olarak atamak suretiyle yeryüzünde adalet ve eşitliğin kurulmasını garanti altına almak istedi. Çünkü onlar, Allahın adaletini, Allah’ın yeryüzündeki hükmünü, Allahın hakimiyetini savundukları için tarih boyunca zulme maruz kalmış, işkence görmüş ve öldürülmüş elçilerdir.

Bu yüzden, biz, dünyadaki tüm sorunların, dünyayı yöneten yöneticilerin ilahi olarak tayin edilmemesinden ve çoğunun Adem’in çocukları bile olmamasından kaynaklandığına inanıyoruz. Ebi Halit el- Kelbi naklediyor ki, Eba Abdullah (aleyhisselam) buyurdu: “Yüce Allah, dini iki devlet kılmıştır: Adem’in devleti – ki bu Allah’ın devletidir; ve İblis’in devleti. Yani Allah kendisine alenen ibadet edilmesini isterse, bu Adem’in devleti olur, ve Allah kendisine gizlide ibadet edilmesini isterse, bu İblis’in devleti olur ve Allah’ın gizlemek istediğini açıklayan dinden çıkmış olur.”

Bu nedenle dinin ilahi yönetime bağlı olduğunu açıkça görebiliriz. Çünkü dinin tamamı hükümdarlıktır. Allah, “Ben yeryüzünde bir Halife atayacağım” diyor. Artık Mehdiler’in (İlahi Atanmış Rehberlerin) aslında sadece manevi liderler değil, dünya üzerinde siyasi ve manevi otoriteye sahip hükümdarlar olduğunu anlıyoruz. Bugün İsrail Devleti, Allah’ın Yahudiler için bir ülkeye sahip olma hakkı verdiğine inanıyor ve Yahudi kimliğini sadece inançla değil, aynı zamanda biyolojik soy ile de anne üzerinden tanımlıyor. Aynı şekilde biz, Hz. Muhammedin (O’na ve Ailesine Selam Olsun) Vasiyeti’nde bahsi geçen Mehdiler’e inananlar olarak sadece imanda birleştiğimize değil, aynı zamanda hepimizin akraba ve tek bir ırktan -Ademoğulları- olduğumuza inandığımız için soyumuzun da bir olduğuna inanıyoruz. Ancak biyolojik bir ırktan farklı olarak bizler ruhsal bir soyuz. Herhangi bir insan, kendini arındırarak, içindeki nura zafer kazandırarak, zulmeti yenerek ve ilahi olarak atanmış hükümdara boyun eğerek bu soyun, bu ruh ailesinin bir parçası olmayı seçebilir.

Âdem’in (aleyhisselam) ruh oğulları şimdi “Al-i Mehdi” (Mehdi’nin Ailesi) Ruh Ailesini oluşturmaktadır. Daha önceki bablarda da gösterdiğimiz gibi, Âdem’in zürriyetini taşıyanlar, doğal olarak Allah’ın halifesine, sevgiye, adalete ve iyiliğe meylederler. Onlar, Nur’un çocuklarıdır. Şeytanın zürriyetiyse özünde necis, zulme ve kötülüğe eğilimlidir. Allah’ın nihai gayesi ve planı, hakimiyeti onun hak varisleri olan Ademoğulları’ndan gaspederek yeryüzünü kargaşaya, kaosa ve zulme neden olan Şeytanın kalıntılarından arındırmaktır. Ademin çocukları ile Şeytanın çocukları, mutasyonlar ve epigenetik arasındaki binlerce yıllık genetik karışımdan sonra, Yedinci Ahit yeni bağlarımızı, kimliğimizi ve yasalarımızı “ruhsal ırkımıza” veya ruhsal soyumuza dayanarak oluşturuyor. Biyolojik ırk, faşist tarzda öjeni, dini veya laik otorite ve yönetime yönelik genetik iddialar ortadan kaldırılacaktır. Tüm bu standartlar bâtıldır ve dünyadaki tiranlığın, baskının ve adaletsizliğin temel nedenidir. Yedinci Ahit, çok fazla sefalete neden olan tüm sahte kimlikleri ortadan kaldırmak için Ruh İlmi ile geliyor.

Daha önce belirtildiği gibi, din özünde İlahi Hükümdarlık ve Velayet’e bağlıdır. Bu, Katolik Kilisesi’nde iyi yerleşmiş bir fikirdir. Dünyanın en köklü ve en zengin kurumlarından biri olan Katolik Kilisesi, otoritesini ve egemenliğini şu pasajdan türetilen bu ilkeye dayandırır: “Göklerin Egemenliği’nin anahtarlarını sana vereceğim. Yeryüzünde bağlayacağın her şey göklerde de bağlanmış olacak; yeryüzünde çözeceğin her şey göklerde de çözülmüş olacak.”

Katoliklerin, ruhani liderleri Papa’nın, kendi yasalarına sahip kendi egemen devleti Vatikan’ın başkanı olarak yetkilendirilmesinin önemli olduğuna inandıkları gibi, biz de Mehdiler’in kendi yasaları uygulanmakta olan kendi devletlerinin başkanı olmalarının önemli olduğuna inanıyoruz. Biz inanıyoruz ki, Allah, bu ömrümüzde bir gün bize yönetmemiz için kendi topraklarımızı vereceğini vadetmiştir. İlahi Adalet Devleti, Allahın vaadidir ve Ademoğulları’nın mirasıdır. İlahi Adalet Devletinde var olacak olan yönetim şekli, herkes için eşitlik ve adalete dayalı, her inançtan ve mezhepten insanların devletimizde, Allahın Hakimiyetinin bayrağı altında inançlarını özgürce yaşamalarına izin verilen bir yönetim şekli olacaktır.

Diğer bir hususu da belirtmek isteriz ki, Katolikler, İsanın vasilerinin, yani onlara göre Papaların göklerin ve yerin saltanatına ve hakimiyetine sahip olduklarına inanıyorlar. İşte Katolik Devleti olan Vatikan Şehir Devleti’nin bayrağı, amblemi ve mührü. Bayrağın üzerinde iki anahtar görebilirsiniz. Altın anahtar gökteki hakimiyeti, gümüş anahtar da yeryüzündeki hakimiyeti temsil ediyor. Bayrakta gördüğünüz taç da apaçık gösteriyor ki, Katolikler Papa’yı ilahi saltanat sahibi bir Hükümdar olarak görüyor:Benzer şekilde, bu kavramı, Dalai Lama’nın (Tenzin Gyasto) Tibet halkının devlet başkanı ve ruhani lideri olduğu Budizm’de buluyoruz. İslam’da bugün Şiiler, “Velayet-i Fakih” ile benzer bir otorite ve hükümdarlık iddiasında bulunurlar ve bir dereceye kadar onların Mercilerine de aynı statü verilir. Sünni dünyasında, Ürdün Kralı’nın Hz. Muhammed’e (O’na ve Ailesine Selam Olsun) sözde Haşimi soyu aracılığıyla saltanat iddia ettiğini ve kendisini Kudüs’teki Mescid-i Aksa’nın sorumlusu olarak ilan ettiğini görüyoruz. Suudi Arabistan Krallığı’nın Vahabi hükümdarları, kendilerinin Mekke ve Medine’deki iki kutsal mabedin sorumluları olduklarını ilan etmelerinin yanı sıra peygamberlik yetkisini de iddia ediyorlar.

Yedinci Ahit’te soy ruh temelli olacağından, Mehdiler’in birbirlerinin fiziksel torunları olmaları zorunlu olmayacaktır. Onlar, fiziksel anlamda çoklu, melez ve karışık mirasa sahip olabilirler. Dünya, halifelerinin bu konuda farklı soylardan, milliyetlerden, etnik kökenlerden, dillerden veya dini gruplardan geldiği bir krallığa tanık olmadı. Bizim, farklı milletlerden ve birbirinin mirasçılarından oluşan bir krallığımız olmadı.

Amr b. Şimr, Cabir’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Bir adam Ebû Cafer Bakır’ın (minhusselam) yanına girdi ve ona: ‘Allah seni sıhhatli kılsın, lütfen bu beşyüz dirhemi benden al’ dedi. Eba Cafer buyurdu: ‘Al onu İslam ehlinden olan komşularına, fakirlere ve Müslüman kardeşlerine harca.’ Sonra buyurdu ki: “Biz Ehl-i Beytin Kaimi kıyam ederse adaletle hükmeder ve insanlara karşı insaflı olur, ona itaat eden Allah’a itaat etmiş ve ona isyan eden Allah’a isyan etmiş olur. O, Mehdi diye isimlendirildi, zira saklı kalmış bir meseleye hidayet edecektir. Ve o, Tevrat’ı ve diğer ilahi kitapları Antakya’daki bir mağaradan çıkaracak. Sonra Tevrat ehli arasında Tevrat ile, İncil ehli arasında İncil ile, Zebur ehli arasında Zebur ile ve Kur’an ehli arasında Kur’an ile hüküm verecektir. Ona yerin altından ve üstünden dünyanın parası gelecek. Ve insanlara: ‘Uğruna ailelerinizle bağınızı kopardığınız, kan döktüğünüz ve Allah’ın haram kıldığını yaptığınız şeylere gelin’ diyecek. Ve Kaim’e, ondan önce hiç kimseye verilmeyen şeyler verilecektir ve o, yeryüzünü adalet, eşitlik ve nurla dolduracak, tıpkı adaletsizlik, zulüm ve kötülükle dolu olduğu gibi.” Açıkça görüyoruz ki, İlahi Adalet Devletinde, diğer inançlardan insanlar bile inançlarını özgürce yaşayacaklardır. Onlar, İslam şeriatı veya hükümleriyle değil, kendi kutsal kitaplarıyla yönetileceklerdir. Bilakis, din özgürlüğü İlahi Adalet Devletinde korunacaktır. Aslında, tüm dinler birleşiktir ve hepsi dev bir inanç ailesinin parçaları olarak kabul edilir.

İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam), Yedinci Ahit’i açıklayarak ruhsal kimliğimize dayalı yeni bir ahit oluşturmaktadır. O, hem ahitle gelen peygamberleri, hem de sonraki nesillerde bu ahitlere tabi olan peygamberleri, önceki ahitleri ve bu ahitlerin peygamberlerini tasdik ediyor. Bir şeyi doğrulamak, onu yasal olarak geçerli kılmak veya ilan etmek anlamına gelir.

Bu nedenle Kaim hakkında, önceki ahitlerden hükümleri yeniden koyacağı ve zaman zaman önceki peygamberlerin yollarıyla hükmedeceği ve yöneteceği rivayet edilir. İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) bu nedenle, dünyadaki çeşitli dinlerin peygamberlerini Allah’tan gelen gerçek peygamberler olarak alenen onaylayarak bu sürece başlamıştır. Ayrıca dünyanın en büyük düşünürlerinin, filozoflarının, bilim adamlarının ve matematikçilerinin çoğunun Allah’tan vahiy almış peygamberler olduğunu ve onlara, Muhammed’e (O’na ve Ailesine Selam Olsun) inandığımız gibi inandığımızı da ortaya koydu. İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) buyurmuştur: “Anayasamız, bütün peygamberlerin bir olduğunu ve Allah’ın nebileri, resulleri veya vasileri arasında hiçbir ayrım yapmadığımızı belirtmektedir.” Ebu Zer naklediyor ki, o, Hz. Muhammed’e (O’na ve Ailesine Selam Olsun) şöyle sordu: “Nebilerin sayısı kaçtır?” Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) buyurdu: “124.000 nebi.” Ebu Zer sordu: “Peki, resullerin sayısı kaçtır?” O buyurdu: “313 resul.”

Kur’an-ı Kerim’de otuzun altında, Tevrat ve İncil’de ise yüzün altında adları açıkça geçen peygamber vardır ve bunların çoğu aynıdır. Kur’an’da, İncil’de ve Tevrat’ta isimleri geçen bazı peygamberlerin listesi:

1. Adem 2. Habil 3. Şit/Hibetullah 4. Enos 5. Kenan 6. Mahalalel 7. Yared 8. Enok/İdris 9. Metuşelah 10. Lamik 11. Nuh 12. Sam 13. Hud/Eber 14. Salih 15. İbrâhim 16. İshak 17. İsmail 18. Yakup 19. Yusuf 20. Lut 21. Eyüp 22. Yedutun 23. Asef 24. Musa 25. Harun 26. Yuşa 27. Gideon 28. Samuel 29. Şueyb 30. Dâvud 31. Süleyman 32. Hezekiya 33. Gad 34. Natan 35. Şemaya 36. Yehu 37. Yahaziel 38. Eliezer 39. Yiddo 40. Odet 41. Azarya 42. Ezra 43. Nehemya 44. Üzeyir 45. Mikeya 46. İlya 47. Elyesa 48. İlyas 49. Yunus 50. Yeşaya 51. Yeremya 52. Sefanya 53. Nahum 54. Habakkuk 55. Hezekiel/Zülkifl 56. Uriya 57. Baruk bin Neriya 58. Amos 59. Zekeriya 60. Malaki 61. Yoel 62. Danyal 63. Vaftizci Yahya 64. İsa Mesih 65. Patmoslu Yuhanna 66. Muhammed Yukarıda bahsi geçen Yahudi, Hristiyan, İslam peygamberleri, yeryüzüne gönderilmiş olan 124.000 peygamberin bir kısmıdır. Ancak hâlâ bilinmeyen yüz binin üzerinde peygamber var. İmam Ahmed El- Hasan (minhusselam), Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar tarafından daha önce peygamber oldukları bilinmeyen peygamberleri açıklamaya başlamıştır. Buradakiler sadece birkaç örnektir:

1. Gotama Buda 2. Krişna 3. Konfüçyüs 4. Lao Tzu 5. Zeus 6. Osiris 7. Sokrates 8. Aristo 9. Platon 10. Büyük İskender 11. Mani 12. Pisagor 13. Mükaddes Augustin 14. Siccalı Arnobius 15. Plotinus 16. Ammonius Sakkas 17. Kral Artakerkes 18. Odin 19. Donatus Magnus 20. Büyük Kiros 21. Zerdüşt 22. Makedonyalı Kral Filip 23. Lat 24. Uzza 25. Menat 26. Arcuna 27. Horus 28. Iraklı Ubeyd el-Haddad 29. Iraklı Him 30. Iraklı Edrahan 31. Iraklı Ozra Ouri 32. Iraklı Abdul Melik 33. II Teodosius 34. Darius 35. Mısırlı Amid

Bunlar, Ahmed El-Hasan’ın (minhusselam) Allahın gerçek peygamberleri olduğunu tasdik ettiği, yeryüzüne gönderilen 124.000 peygamberden sadece birkaçıdır. Dünyadaki hemen hemen tüm dinler, aslen gerçek bir nebi veya resul tarafından yaratılmıştır. Çünkü Allah, yeryüzünün her köşesine peygamberler göndermiştir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle geçiyor: “Her ümmetin bir peygamberi vardır. Onların peygamberi geldiğinde, aralarında adaletle hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez.”

Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) uzun zaman önce, insanların bilmediği peygamberler olduğunu ima etmişti. Kur’an’da şöyle belirtiliyor: “Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana anlattıklarımız da var, anlatmadıklarımız da var. Hiçbir peygamber, Allah’ın izni olmadan bir mûcize getiremez. Allah’ın emri gelince de hak yerine getirilir. İşte o zaman bunu batıl sayanlar hüsrana uğrarlar.”

Hatta o, isimlerden de bahsetti, “Ben bu ümmetin Aristo’suyum.” Başka bir rivayette şöyle nakledilir: Amr bin As, Mısır’ın İskenderiye şehrinden gelerek Resûlullah’a (O’na ve Ailesine Selam Olsun) yaklaştı ve Peygamber ona: “Orada ne gördün?” diye sordu. Amr, “(Aristo’nun öğretilerine inanan) bir kavmin toplanıp Aristo adında bir adamdan söz ettiğini gördüm, Allah ona lanet etsin” dedi. Peygamber (O’na ve Ailesine Selam Olsun) buyurdu: “Dur ey Amr! Aristo gerçekten bir peygamberdi ama kavmi onu böyle tanımadı.”

Bu, Eski Mısır’ın gizemli dinlerinden, Eski Yunan dinlerine, Budizm, Hinduizm ve Maniheizm’e kadar her dinin Allah’tan gelen gerçek vahiylere dayandığı anlamına gelir. Buna rağmen tüm dinler bozuldu ve Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’da olduğu gibi amelsiz alimler ve inanç düşmanları aracılığıyla batıl onlara yol buldu. İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) dinin yüzde doksan dokuzunun yanlış olduğunu, tüm dinlerin yüzde doksan dokuzunun değil, her dinin yüzde doksan dokuzunun, hatta İslam’ın bile yanlış olduğunu belirtmiştir. İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) bütün dinleri birleştirmeye, onların her birinde olan yanlışları ve doğruları göstermeye, böylece tüm ahitleri, tüm peygamberlerden gelen tüm mesajları tek bir ilahi ahit ve mesaj olan Yedinci Ahit altında birleştirmeye çalışmaktadır.

Ne yazık ki yeryüzünde bulunan şeytan oğulları, dini, insanları kontrol etme ve zulmetme aracı yapmışlar, ve onlar, dini insanları ayırmaya ve Allah adına savaşlara sebep olmak için bir aracı yapmışlar. Peygamberlerin öğretilerinin ve sözlerinin tahrif olunması nedeniyle, amelsiz alimlerinin önderliğindeki Şeytan oğulları, Kaim’in insanlığı birleştirme görevinde Kaim’e karşı savaşacaklar. İmamlar (Selam Onlardandır) şöyle buyurmuştur: “İmam Mehdi çıktığı zaman, din âlimlerinden daha açık bir düşmanı olmayacaktır. Bu nedenle o, kılıçla kardeştir, çünkü kılıcı olmasaydı din alimleri onun öldürülmesi için ferman çıkarırlardı. Fakat Allah onu kılıç, keramet ve hayırseverlik ile zuhur ettirir, onlar da ona itaat ederler, ondan korkarlar ve ona inanmadan, bilakis, kalplerinde imanın zıddını taşıdıkları halde hükmünü kabul ederler.” Diğer bir rivayette İmam Sadık (minhusselam) şöyle buyuruyor: “Kâim çıkarsa, onunla Araplar ve Farslar arasında kılıçtan başka bir şey olmaz.” Bu iki hadis bize, İmam Ahmed El-Hasan’ın (minhusselam) bir numaralı düşmanlarının tüm dinlerin din alimleri, özellikle de İslam, Sünni ve Şii din alimleri olacağını söylemektedir. Kaim onlara kendi inancını empoze etmek istediği için değil, bilakis Kaim’i önce öldürmek ve mürted ilan etmek, onu ve ashabını ortadan kaldırmak ve öldürmek için dini hükümler çıkaran onların kendileri olduğu için.

Yedinci Ahit özellikle Araplar için zor ve ağırdır. Bu yüzden Ehl-i Beyt’ten (Selam Onlardandır) gelen hadisler onları şöyle kaydeder: “Kaim, Araplara ağır olan yeni bir mesele, yeni bir kitap, yeni bir sünnet ve yeni bir hükümle kıyam edecektir.” Diğer hadislerde: “O, Araplara (kabul etmesi) zor olan yeni bir din ile gelecektir.”Gerçekte, dinlerin birleştirilmesine karşı muhalefet o kadar güçlüdür ki, Kaim, önceki tüm ahitlerin hüküm ve öğretilerini fiilen yeniden canlandırmaya ve tüm dünya dinlerini bir din altında birleştirmeye başladığında, bazı noktalarda kendisini bazı takipçilerine karşı savunmak zorunda kalacaktır. Ebu Basir naklediyor ki, Ebu Cafer (minhusselam) buyurdu:

“Kaim çıkarak (bazı) meselelerde Adem’in hükmüyle hükmedecek ve savaş meydanında onun önünde savaşan ashabından bazıları buna karşı çıkacaktır. Kaim, itiraz eden o kimseleri öne çıkartarak boyunlarını vuracaktır. Sonra ikinci bir mesele hakkında Dâvud’un hükmüyle hükmedecek ve savaş meydanında onun önünde savaşan diğer bir grup da buna karşı çıkacaktır. O da onları öne çıkarıp boyunlarını vuracaktır. Sonra o, üçüncü bir mesele hakkında İbrâhim’in hükmüyle hükmedecek ve savaş meydanında onun önünde savaşan diğer bir grup buna karşı çıkacaktır. Sonra o, dördüncü bir mesele hakkında Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selâm Olsun) hükmü ile hükmedecek ve kimse buna itiraz etmeyecektir.” Al-i Muhammed’in (Selam Onlardandır) hadislerinde Kaim hatta İbranice konuşarak çağrısına başlar ve ashabını toplar. Mufazzal bin Ömer naklediyor ki, Ebu Abdullah (minhusselam) buyurdu: “Allah izin verdiği zaman, İmam Allah’a Büyük İbranice ismiyle dua edecek, bunun üzerine 313 ashabı sonbahar yaprakları gibi ona gidecekler. Onlar Velayetin ashabıdır. Onlardan bazıları geceleyin yatağından kaybolup Mekke’de uyanacak, bazıları da gündüzleyin bulutlarda görülecek. O, kendi adı, babasının adı ve soyu ile tanınacaktır.” Ben dedim: “Sana feda olayım, imanca hangisi daha büyüktür?” O buyurdu: “Gündüzleyin bulutlarda gidenler. Onlar özlenen kimselerdir, onlar hakkında şu âyet inmiştir: “Nerede olursanız olun, Allah hepinizi (bir araya) toplayacaktır.” İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam), içinde Ahmed ismi bulunan Dâvud Yıldızını bir mühür ve çağrısının sembolü olarak kullanarak Yedinci Ahit’i başlatmıştır. Arap ve Müslüman dünyasının bu sembolün kullanımına tepkisi trajiktir. Müslümanlar, Tevrat’ın Allah’tan geldiğine, Davud ve Süleyman’ın (Onlara Selam Olsun) Yahudi peygamberlerinden olduğuna inansalar da, kendi Mehdilerini ve Kurtarıcılarını İsrail ajanı, Mossad ajanı, Amerikan ajanı olmakla suçladılar. Bu onların İmam Mehdi’nin gelişiyle ilgili hadisleri bilmemelerinden kaynaklanmaktadır. İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) kehanetleri gerçekleştirerek Dâvud Peygamberin Yıldızı ile geldi ve o, peygamberlerin varisidir. Arapların ve Farsların çoğunun ırkçılığı, cehaleti ve Yahudilere olan nefretleri, onları Kaim’e düşman kılacak ve onlar, Yahudi doğası, mirası veya kökeni olarak gördükleri hiçbir şeyi asla kabul etmeyecekler. Bazı Pakistanlı Müslümanların ırkçılığı ve cehaleti ile Hindulara ve Hintlilere olan nefretleri, Krişna, Arcuna, Buda ve diğerlerinin peygamberler olduğunu duyduklarında, Kaim’i düşman olarak görmelerine neden olacaktır.

Şimdiye kadar Yedinci Ahit gibi, tüm dünya dinlerini gerçekte birleştirmeye çalışan başka bir ahit olmamıştır. Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun), ehl-i kitabı Bir olan Allah’a Teslimiyet (İslam) bayrağı altında birleştirmeye çalıştı, ancak birleştirmeye çalıştığı dinlerin hepsi Sâmi ve bilhassa Yahudi temelli dinlerdi, çünkü Kur’an-ı Kerim çoğunlukla kitaplarıyla ve peygamberleriyle birlikte Yahudilerden, Hristiyanlardan ve Sâbiîlerden bahseder. Yedinci Ahit, Adem’in zamanından günümüze kadar dünya çapında, kökü bir peygambere dayanan her dini yeniden canlandırmayı ve birleştirmeyi amaçlayan tek ahittir. Yedinci Ahit’in alameti, umumiyetle Dâvud Yıldızı olarak bilinen altı köşeli yıldızdır . O, evrenin -hem fiziksel, hem de fiziksel olmayan alemlerin- sembolüdür. Böylece, bu nihai ve en eksiksiz ahdin, tüm evren için olan ebedî bir ahit olduğunu anlayabiliriz. Bu, Allah’ın tüm yaratılmışlarla olan ahdidir. Bu ahdi önceki ahitlere kıyasla özel ve benzersiz kılan şeylerden biri, onun, ruhlarla yapılan bir ahit olmasıdır.

İlk Ahit’e bakarsak, Adem’in ahdinin Allah ile Adem (aleyhisselam) arasında kurulduğunu görürüz. İkinci Ahit, Allah ile Nuh (aleyhisselam) ve ailesi arasındaydı. Üçüncü Ahit, Allah ile İbrâhim (aleyhisselam) ve ailesi arasındaydı. Dördüncü Ahit, Allah ile İbrâhim’in soyundan gelen İsrailliler arasındaydı. Beşinci Ahit, Allah ile İsa (aleyhisselam), ve İbrâhim’in oğulları olan İsmailoğulları (Araplar) arasındaydı. Altıncı Ahit, Allah ile Muhammed ve Al-i Muhammed (Onlara Selam Olsun) arasındaydı ve o, tüm alemler için olan bir ahitti. Bu Yedinci Ahit artık fiziksel soya dayanmıyor ve bedenlerle değil, Allah ile ruhlar, daha doğrusu salih ruhlar arasında olan bir ahittir.

Tıpkı hükümlerin, zamana ve koşullara göre ayarlanarak ve geliştirilerek ahitten ahde değişmesi gibi, Yedinci Ahit de kendi Şeriatı ve bu zamana, çağa ve insanlara uygun ‘hükümler bütünü’ ile birlikte gelir. Önceki ahitlerden uygun olanlarını, Allah bu ahitte tutar, bunun dışındaki her şey geçersiz olur ve yeni yasalar eklenir. Muhammed ve Al-i Muhammed (Selam Onlardandır) bize, Kaim geldiğinde dini büyük ölçüde değiştireceğini söyledi. İmam Bakır (minhusselam) şöyle buyurdu: “Kaim kıyam ederse, Allah Resulü’nün (O’na ve Alesine Selam Olsun) yaptığı gibi, kendisinden önceki her şeyi yok edecek ve yeni bir İslam kuracaktır.”

Yeni bir İslam, Kaim’in getirdiği İslam’ın, Hz. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) getirdiği İslam’dan ve günümüzde uygulanan İslam’dan neredeyse tamamen farklı olacağı anlamına gelir. Esasen o, yeni bir dindir. Hasan bin Harun dedi: “Eba Abdillah’ın (aleyhisselam) evinde oturuyordum ve ‘Kaim Ali’nin (aleyhisselam) yolundan farklı bir yol mu tutacak?’ diye sordum, o da ‘Evet’ cevabını verdi.” İmam Sadık (minhusselam) şöyle buyurdu: “Kaim, biri Basra’da, diğeri Kûfe’de Ali’den (aleyhisselam) beri olduğunu bildiren iki bildiri okumadıkça huruç etmez.” İmamlardan (Selam Onlardandır) şöyle buyurdukları rivayet edilir: “Bu işin sahibi, Allah Resulü’nün (O’na ve Ailesine Selam Olsun) yaptığı gibi cizyeyi (ülkenin gayrimüslim vatandaşlarından vergi almayı) kabul etmeyecektir.”

Bu babın geri kalanında, batıl, sapık ve açıkçası putperestlikle derinden bağlantılı hale geldikleri için tamamen kökünden sökülüp yıkılacak olan resmi dini yapıların örneklerini sunacağız. Örneğin, camilerin ve türbelerin yıkımı, ay takvimi, kadınlar için zorunlu başörtüsü (hicap) vb.nin her birini incelerken, bu uygulamaların her birinin nasıl ortaya çıktığını ve Kaim’in neden İbrâhim (aleyhisselam) gibi baltayı alıp onları yıkması gerektiğini eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirmek önemlidir.

Cami ve Türbelerin Yıkımı
Müslümanların gözündeki sapıklıkların listesi burada bitmiyor, Kaim Müslümanların cami ve türbelerinin yıkılmasını emredecek. Ebu Cafer (minhusselam) buyurdu: “Kaim kıyam ederse, Kûfe’ye gidecek ve orada dört cami yıkacak ve yeryüzünde onun yıkmadığı bir tane bile cami kalmayacaktır.” Eba Abdullah (minhusselam) buyurdu: “Ey Araplar, korkun, çünkü onlara kötü bir haberim var, onlardan Kaim ile birlikte huruç eden bir kişi bile çıkmaz.” İnsanlara öyle gelecek ki, Kaim İslam dinini tamamen ortadan kaldırmaya çalışıyor. Eba Abdullah (minhusselam) buyurdu: “Kaim kıyam ederse, Mescid-i Haram’ı (Kâbe’yi çevreleyen ve içine alan Mekke külliyesi) yıkıp aslına döndürür, Makamı gerçekten bulunduğu yere götürür, Benî-Şeybe’nin ellerini kesip Kâbe’nin kapısına asar ve üzerine şöyle yazar: Bunlar Kâbe’nin hırsızlarıdır.”

Kaim sadece Kabe’yi ve “Mekke Ulu Camii”ni yıkmakla kalmaz, aynı zamanda Allah Resulü’nün (O’na ve Ailesine Selam Olsun) mescidini ve kabrini de yıkmak için Medine’ye gider. Eba Abdullah (minhusselam) buyurdu: “Kâim, kabir duvarına onu yıkmak niyetiyle yaklaşırsa, Allah şiddetli bir rüzgar, şimşek ve gök gürültüsü gönderir, ta ki insanlar şöyle der: “Şüphesiz bu, şu nedendendir” ve ashabı ondan kaçar, ta ki yanında tek bir kişi kalmaz. O zaman Kaim baltayı alır ve baltayla ilk vuran o olur. Ashabı onun baltayla vurduğunu gördüklerinde koşarak ona geri dönerler ve o gün ki makamları ne kadar hızlı koşarak ona dönmelerine göre belirlenir.”

Kabe’nin Hakikati
İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) buyurdu: “İnsanların bildiği Kâbe Evi gerçek Kâbe değildir, gerçek Kâbe tamamen yıkılmıştır. Mekke’de yirmi iki Kâbe vardı. Ürdün, Irak, Sudan ve Mısır’da da Kâbeler vardı. Her büyük kabile, halkının hac yapacağı bir Kâbe inşa ederdi.”

Ben İmam’a (minhusselam) sordum: “O halde bu şimdiki Kâbe nedir?” İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) buyurdu: “Herkesin bildiği şimdiki Kâbe, Kureyş’e aittir ama orası onun gerçek yeri bile değildir. Kureyş’in orijinal Kâbe’si yıkıldı ve bu, onların yakın zamanda inşa ettikleri yeni bir Kâbe’dir.”

Ben sordum: “Peki Allah’ın gerçek Kâbesi nerede?” İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) buyurdu: “İbrâhim’in (aleyhisselam) inşa ettiği gerçek Kâbe’yi mi kastediyorsun?” Ben dedim: “Evet, Hz. Muhammed’in (O’na ve Ailesine Selam Olsun) tavâf ettiği.” İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) buyurdu: “Gerçek şu ki, İbrâhim (aleyhisselam) aslında Kâbe’yi inşa etmemiş, imar etmiştir, ama artık ondan bir iz yoktur. Muhammed’e (O’na ve Ailesine Selam Olsun) gelince, o, kabilesi Haşimoğullarına ait olan başka bir Kabe’yi tavaf ediyordu. O da tamamen yok edilmiştir.”

Ben sordum: “Haşimoğullarına ait olan ile şimdiki Kureyş’e ait olan aynı yerde miydi?”

İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) buyurdu: “Hayır, gerçek Kâbe Hicaz’da değil, Şam’da (Doğu Akdeniz ülkelerinde) bulunuyor, bilhassa Ürdün’de. Tüm tarihimizin çoğu yalandır evlat. Çoğu uydurulmuştur.”

İmam (minhusselam) daha sonra gerçek Kâbe’nin net yerinin Ürdün’ün Petra şehrinde olduğunu açıkladı.

Ay Takviminin Bozulması
Bir gün birisi İmam Ahmed El-Hasan’a (minhusselam) sordu: “Senin çağrına inanan bir müminin Suud ailesinin yönetimi altında hacca gitmesi caiz midir?”

İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) buyurdu: “Hacca gitmek yerine, git ve hac için harcayacağın parayı açlıktan ölmek üzere olan fakirlere ver. Allah’a yemin ederim ki bu, Allah katında yüz bin hacca eşittir.”

O adam dedi: “Allah bana hacca gitmemi, İmam da sadaka vermemi emrediyor. Kime inanayım?”

İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) cevaben şöyle buyurdu: “Sen bana sordun, ben de cevapladım. Sen bilirsin oğlum. Seni belki de tuhaf bulacağın başka bir bilgiyle bilgilendirmek istiyorum. Bu zaman ve bu ay hac ayı bile değildir, yani hac mevsiminde bile değiliz ve bildiğiniz Kabe, “Beytüllah’ül Haram” olarak adlandırılan bir yer bile değildir. Biliyorum, belki birçok kişi bana kafir diyecek ama önemli değildir, önemli olan hakkı arayanlara hakkı ulaştırmamdır.”

Kur’an’da şöyle geçer: “Kureyş’i ısındırıp alıştırdığı; onları kışın ve yazın yaptıkları yolculuğa ısındırıp alıştırdığı için, Kureyş de, kendilerini besleyip açlıklarını gideren ve onları korkudan emin kılan bu evin (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsin.” Zaman geçtikçe insanlar ayetlerin manasını yanlış yorumlamışlar ve ilimsizce konuşan alimler Kureyş seferlerinin ticaret için olması gerektiğini söylemişlerdir. Gerçekte, tüccarlar iş olduğunda seyahat ettikleri ve seyahatlerini yılın mevsimlerine dayandırmadıkları için bu saçmadır. Ayette ayrıca “Bu Evin Rabbine kulluk etsinler” deniyor, ki bu da Kureyş’in yaz ve kış yolculuklarının maksadının dinsel olduğunu ifade etmektedir. Yaz yolculukları Umre için, kış yolculukları ise Hac içindi.

Müslümanların bugün kullandığı sözde Ay takvimi veya Hicri takvim, eskiden bir güneş takvimiydi. İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam), Hicri-Kameri takvimi aylarının isimlerinin, aslında güneş ayları için isimlendirildiklerini gösterdiğine dikkat çekti. Örneğin, yıl, yaşamın dünyaya geri döndüğü ve toprağın yeşerdiği ilkbaharda – Mart ayında – başlar. Arap takviminde bu aya bugüne kadar “İlk Bahar” anlamına gelen “Rebiülevvel” deniyordu. Ardından “Rebiüssani” veya “İkinci Bahar” gelir. Açıkça, ilkbahar denilen bir ay, özellikle hayvanlarını otlatmak için bu aya bel bağladıklarında, bugün olduğu gibi kış, yaz veya sonbaharda değil, ilkbaharda gelmelidir. Aylar değişseydi, hayvanlarını yanlış mevsimde meraya çıkarırlardı ve sürülerini besleyecek yiyecek bulamazlardı.

Eğer gerçekten de Hicri aylar aslen güneş ayları olsaydı, bu o demektir ki, Müslüman ümmeti bin yıldan fazla bir süredir Ramazan ayı dışında oruç tutuyor ve buyurulmuş mevsim dışındaki zamanlarda hac yapıyor. Nitekim, Muhammed ve Al-i Muhammed’in (Onlara Selam Olsun) hadisleri, insanların Ramazan dışında oruç tutmaları ve Ramazan’da oruçlarını açmalarının İmam Mehdi’nin (O’na ve Ailesine Selam Olsun) zuhurunun alametlerinden olduğunu bildirmiştir: Esbağ bin Nebate nakleder ki, Emirelmüminin Ali bin Ebu Talib (minhusselam) şöyle buyurdu: “…O zaman geldiğinde, hilallerin ölçüsü bir kez artacaktır, sonunda iki günün hilali görünecek ve onlar başka bir zamanda ortadan kaybolacaklar, ta ki insanlar Ramazan’ın başında oruç açıp, bayramın sonunda oruç tutacaklar.” İmam Cevat’a (minhusselam) soruldu: “Sana feda olayım, oruçla ilgili ne söylüyorsun? Rivayet edildiğine göre onlar oruç tutmaya muvaffak olmazlar denildi.” O (minhusselam) buyurdu: “Çünkü meleğin duası kabul edildi.” Dedim ki: “Sana feda olayım, nasıl yani?” O buyurdu: “İnsanlar Hüseyin’i (aleyhisselam) öldürdüğünde, Allah bir meleğe şöyle nida etmesini emretti: “Ey Peygamberinin itretini öldüren zalim ümmet, Allah sizi ne oruç tutmaya, ne de fıtır bayramına muvaffak etmesin!”

İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) aşağıdakilerin doğru İslami takvim olduğunu ve onun bir güneş takvimi olduğunu bildirmiştir. Ayların doğru sıralaması aşağıdaki gibidir:

Gregoryen Ayları Hicri Ayları
Ocak Cemadiülevvel Şubat Cemadiüssani Mart Rebiülevvel Nisan Rebiüssani Mayıs Sefer Haziran Muharrem Temmuz Şevval Ağustos Zülkade Eylül Zülhicce Ekim Şaban Kasım Recep Aralık Ramazan

Ramazan Ayında Oruç Tutmak
İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam), gerçek Ramazan’ın Aralık ayında olduğunu ve artık insanların gerçek Ramazan ayı olan Aralık ayında oruç tutmasının farz olduğunu bildirmiştir.

İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın orucu şu şekildedir: Kişi, bütün et ve meyvelerden ve bunlardan üretilen her şeyden (bir ay boyunca) oruçlu olmalıdır. Bir kişi ayrıca her türlü cinsel ilişkiden (tüm ay boyunca) kaçınmalıdır. İftar (gün batımında) sadece iki çeşit yemekle: ekmekle ve bir başka çeşitle olur. Ve kişi günden güne ikinci gıda maddesini istediği gibi değiştirebilir.”

Ben sordum: “O halde bir kimse şafak vakti oruca başlayıp alacakaranlıkta orucunu açar ve sadece ekmekle ve et ile meyveden başka bir gıda maddesi ile, örneğin ekmek ve pirinç ile mi orucunu açar?”

İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) buyurdu: “Aynen öyle. Evet. İnsanlar, her türlü lezzetli ve zevkli yemekle dolu bir sofraya oturduklarında sevinir ve oruçlu olduklarını zannederler. Bu ne biçim oruç? Şimdi sana anlattıklarım gerçek orucun sadece bir kısmıdır, bırak insanlar gerçek Ramazan ayının gelişini ve onun ritüellerini beklesinler.”

Hicabın Yükümlülüğünün Kaldırılması
İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) bir gün bana dedi: “İşini bitirince kadınlara başörtülerini çıkarmalarını söyle, kimseye emretme, sadece haber ver ve kim başörtüsünü çıkarmak isterse çıkarabilir. Hiçbir buyruk ya da emir olmaksızın, ancak tercihle.”

Ben dedim: “İyi madem senin şeriatının bir parçası değil, o zaman ona ne gerek var?”

İmam (minhusselam) buyurdu: “Hayır, değil ve asla da olmayacaktır. Hicap sünnet olmuştur, tıpkı Abdülmuttalib’in sünnet olan meseleleri getirdiği gibi. Daha sonra o, İslam’da kök saldı ve pratiğe dönüştü.”

Böylece, Yedinci Ahit’te kadınların başörtüsü takması farz olmayıp sadece sünnettir. Onu giymeyi teşvik etmiyoruz, yasak da etmiyoruz. Herkes onu giyip giymeme konusunda serbesttir, çünkü bu, hiçbir zaman ilahî bir yükümlülük olmadı, aksine misvakla diş fırçalamak ya da abdestli uyumak sünnet olduğu gibi bir sünnetti. Hicab sünneti, Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) tarafından getirilen bir sünnet bile değil, daha ziyade ilk olarak Abdülmuttalib (aleyhisselam) tarafından tanıtıldı. Gerçekten de Ehl-i Beyt’in üyelerinden hicap giyenler vardı. İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) şöyle buyurmuştur: “Fatımat’üz Zehra (aleyhesselam) tepeden tırnağa ötrülüydü.” Hal böyleyken bile biz bir sünneyi ilahî bir emir sayarak farz kılmıyoruz. O zamanlar bu zamanlardan farklıydı. O zamanlar gerekli olabilecek şey şimdi değildir.

Gerçek Namazın Restorasyonu
Bir gün ben İmam Ahmed El-Hasan’a (minhusselam) sordum: “Sen sonsuza kadar ve insanlığın son gününe kadar sürecek olan Yedinci ve Ebedî Ahit’in sahibisin, her yeni ahit geldiğinde, fıkıh değişir, bu yüzden Muhammedî namaz da geçersiz kılınarak hükmünü yitiriyor mu?”

İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) buyurdu: “‘Namaz’ derken, bugün yapıldığı gibi rüku ve secdeyi mi kastediyorsun?”

“Evet” dedim. O (minhusselam) buyurdu: “Evlat, namaz, Peygamberlere ve İmamlara kendi zamanlarında secde etmektir, kalbin secdesi. Ve namaz duadır.”

İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) duanın ne olduğunu açıklarken şöyle buyurdu: “Allah’ın, birinin yazılı kelimeleri okumasına ihtiyacı yoktur, ancak Allah’a dua etmek istiyorsan, O’nunla kalbinden konuş.”

İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) ayrıca namazın zaman içindeki gelişimi hakkında şöyle buyurmuştur: “Adem’den (aleyhisselam) günümüze kadar namaz, kalbin teslimiyetinin (kalp secdesinin) yanında bedenin secdesi olmuştur. Gerçek namaz budur.” Doğrudur, çünkü Eski Mısır mezarlarında çizilmiş resimlerde Mısırlıların ibadet için secde ettiklerini görüyoruz. Yahudilerin namazlarında secde ettiklerini görüyoruz. Etiyopya ve diğer ülkelerdeki Hristiyanların namaz kılarken secde ettiklerini görüyoruz. Gezegendeki hemen hemen her din, ritüellerinde veya kitaplarında secdeden bahseder.

Beş vakit namaz – sabah (fecr), öğle (zuhr), ikindi (asr), akşam (mağrib) ve yatsı (işa) – hakkında sorulduğunda, İmam (minhusselam) açıkladı ki, beş vakit namazın gerçek manası Mehdilerin Velâyeti’dir:

1. Sabah İmam Muhammed bin Hasan El-Mehdi’dir (O’na ve Ailesine Selam Olsun), onun Velâyetinin başında karanlık olur, sonra onun zuhuruyla aydınlık olur. O, şafağın sökmesi ve zulmet aleminden nur alemine geçiştir.

2. Öğle İmam Ahmed El-Hasan’ın (minhusselam) Velâyetidir. Onun Velâyeti sırasında dünya nur ve aydınlık, adalet ve eşitlik, barış ve refah ile dolacaktır.

3. İkindi İkinci Mehdi, Al-i Muhammed’in Yusuf’u, Eba Sadık Abdullah Haşim’in Velâyetidir. Onun Velâyeti dönemi Ahmed El- Hasan’ın (minhusselam) Velâyetine benzer.

4. Akşam Üçüncü Mehdi’nin (aleyhisselam) Velâyetidir. Onun döneminde ortalık yeniden kararmaya başlar ve bazı sorunlar ortaya çıkar.

5. Yatsı namazı Dördüncü Mehdi’nin (aleyhisselam) Velâyetidir ve onun zamanında dünyada ortalık daha da kararır. Beş vakit namaz kılmak, İmam Mehdi’ye, İmam Ahmed El-Hasan’a (minhusselam) ve İkinci, Üçüncü ve Dördüncü Mehdilere karşı olan imanınızı, biatınızı sürdürmek ve vazifelerinizi yerine getirmektir. Onlardan sonra döngü yeniden başlar; Beşinci Mehdi Sabah, Altıncı Öğlen, Yedinci Asr, Sekizinci Akşam, Dokuzuncu Yatsı ve bu şekilde sonsuza kadar sürer.

İmam Ali (minhusselam) ve 12 İmam (Selam Onlardandır) uzun zamandır bize gerçek namazın Allah’ın Elçilerinin Velayetinden başka bir şey olmadığını söylemeye çalışıyorlar. Ebu Cafer (minhusselam) şöyle buyurdu: “Namazın ne olduğunu bilmeyen, bizim hakkımızı inkâr etmiştir.” O ayrıca şöyle buyurdu: “[Ey müminler! Cuma günü namaza çağırıldığınızda] (yani) Allah’ın sizi topladığı bu gün; ve namaz Müminlerin Emiri’dir (aleyhisselam), zira Allah namazla Velâyeti kasteder ve o, daha büyük Velâyettir.”  Eba Abdullah (minhusselam) şöyle buyurdu: “Ey Davud, Allah’ın kitabındaki namaz biziz, zekat biziz, oruç biziz, hacc biziz, mübarek aylar biziz, kutsal topraklar biziz, Allah’ın Kabe’si ve Onun kıblesi biziz, Allah’ın yüzü biziz.”Ve Müminlerin Emiri (minhusselam) şöyle buyurdu: “Kim namaza onun hakikatini bilerek gelirse affedilir.”

Kredi ve Riba
Bir gün ben İmam Ahmed El-Hasan’a (minhusselam) kredi faizini (Riba) sordum ve o, şöyle buyurdu: “Riba kesinlikle caiz değildir. Bu, son derece çirkin bir şeydir.”

Ben dedim: “Peki ya örneğin kâfirler ve nasibiler (Ehl-i Beyt’ten nefret edenler)?”

İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) buyurdu: “Bana örneğini ver.” Dedim ki: “Örneğin Amerika’da kredileri zayıf olduğu için bankalardan kredi alamayan insanlara kredi veren Tefeciler.” İmam (minhusselam) buyurdu: “Hayır, caiz değildir, çünkü ribanın verdiği zararı bilmiyorlar. O, onuncu nesle kadar torunları vuruyor. O, oğulların boynunda kalacaktır.”

Dedim ki: “Bu, onuncu nesle kadar olan oğulların, atalarının aldığı bütün faizi borç olarak taşıyacakları anlamına mı gelir?”

İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) buyurdu: “Evet.” Bir gün İmam Ahmed El-Hasan’a (minhusselam) bir soru soruldu:

“Nakit ile ev almak mümkün değilse, faizli (hatta %1 gibi düşük faiz) ipotek caiz midir? Yoksa bir mümin bir gün ev alabileceği umuduyla kirada kalmaya devam mı etmelidir (hatta konut piyasası yükselmeye devam ettiği ve bunun daha az gerçek göründüğü halde)?”

İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) buyurdu: “İpotek caiz değildir ve haramdır. Eğer sen bize rızık verenin Allah olduğuna ve O’nun Rahmân ve Rahîm olduğuna inansaydın, böyle söylemezdin ve senin bir değil, iki evin olurdu. Allah’tan sana rızık vermesini ve dininde, dünyanda ve âhiretinde afiyet vermesini dilerim, şüphesiz O, her şeyi işitendir, bilendir.”

Suçun Cezası
Yedinci Ahit’te Kaim, Kur’an’daki ve Kutsal Kitaplardaki tahrifleri ortaya koyar ve içlerindeki gerçeği onarır. İslam’da hırsızın elini kesmek gibi bazı ortaçağ uygulamalarını ortadan kaldırır. Bu arkaik uygulamanın Allah’ın hükümleriyle hiçbir ilgisi yoktur. Aslında o, Kur’an-ı Kerim’e aykırıdır. Zira Allah Kur’an’da şöyle buyurmaktadır: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”  Allah’ın tüm günahları bağışladığı şeklindeki bu ayet, doğal olarak insanlara ikinci bir şans verildiği anlamına gelmektedir. Hırsızlık yapan birinin artık eli yoksa ikinci bir şans nasıl söz konusu olabilir? Bu affetmek değildir. Birinin elini kesmek, bağışlamanın tam tersidir, tam ve eksiksiz bir mahkumiyettir.

İmam Ahmed El-Hasan (minhusselam) bildirdi ki, Kur’an’da geçen “Yaptıklarına bir karşılık ve Allah’tan caydırıcı bir müeyyide olmak üzere hırsız erkek ile hırsız kadının ellerini kesin! llah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” ayeti zaman içinde insanlar tarafından bozularak değiştirildi. Ellerini “kesin” kelimesi aslında ellerini “boyayın” idi. Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun), yıkanması çok zor olan belirli bir bitkiden yapılmış bir renklendirici madde ile elleri boyardı. Hırsızın bu şekilde alenen utandırılması, insanları hırsızlıktan caydırıyordu, çünkü kimse suçlarını bildiren boyalı bir el ile insanlar arasında dolaşmak istemiyordu.

Şarap ve Alkol İçmek
Şarap içmek, Muhammed öncesi ahitlerde olduğu gibi Yedinci Ahit’te de caizdir. O, Arapların o dönemdeki aşırı sarhoşluğu ve sefahati nedeniyle Altıncı Ahit’te halk için yasaklandı. Onun ebediyyen haram kılınması asla amaçlanmamıştı. Tam tersi, Kur’an’da cennete girenlere ödül olarak orada olduğu bildirilen bir içkidir: “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennetin durumu şöyledir: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır.” Allah cennete necis bir şey koyar mı? Allah necis şeyleri cennete koymadığına göre onun temiz olması gerekir.

Bir gün ben İmam Ahmed El-Hasan’a (minhusselam) sordum: “Mani, meyve suyunun, içinde nur olan su olduğunu ve suyun tek başına nursuz bir madde olduğunu yazmıştı. Ehl-i Beyt’in (Selam Onlardandır) bazı rivayetlerinde şaraba “Abdunnur” dedikleri ve şarabın meyvelerden yapıldığı da zikredilmektedir. Şarabın içinde nur olduğu doğru mu?”

İmam (minhusselam) buyurdu: “Evet oğlum, doğrudur.” “Kâse Ayini” ile ilgili aşağıdaki rivayeti, şarabın manevi vecd ve paydaşlığı teşvik etmek için bir araç olarak kullanılmasının, yakın ve tamamlanmış müminler arasında caiz olduğuna dair bir başka kanıt olarak sunuyoruz. Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun) bu ritüeli Ehl- i Beyt ve yakın ashabı arasında kurdu. Kur’an’da şarap ırmaklarına atıflar vardır. Bu uygulama açıkça genel halk için geçerli değildi. İmam Cafer-i Sadık (minhusselam) onu “facirlere” haram kıldı ve “onların boyunlarına halkalar ve zincirler geçirdi”. Bu, gnostik, mistik ve akademik çevreler arasında iyi bilinen bir hadistir.

Abdullah Berki, Buzireyi’nin sözlerini naklediyor: Muhammed bin Sinan bana dedi ki, kör Ebu Harun’un şöyle söylediğini duydu: Ben hayırlı insanların ve hayırlı şeylerin babası Muhammed bin Ebu Zeyneb’i (Ebü’l Hattab’ı) ziyarete gitmiştim, Allah onu kutsasın! Orada, farklı ülkelerden gelen, müritleri arasından seçilmiş yetmiş kişi bulunuyordu. İçlerinde Şehit Musa bin Eşyam (daha sonra şehit olacaktı) ve zamanının Muhammed bin Ebubekr’i vardı. Aralarında uzun bir konuşma geçti. Sonunda Ebü’l Hattab onlara: ‘Ey sahabiler! Şarap ister misiniz?’ Biz dedik: ‘Peki ne şarabı?’ Ebü’l Hattab dedi ki: ‘Melekut şarabı.’ Biz dedik: ‘Melekut ilminle bizi besledin, şimdi de bize onun mayalı içkisinden ver ki, doya doya içelim.’ Ebü’l Hattab dedi ki: ‘Melekut şarabı sizin için, Belhut şarabı ise başkaları içindir.”

Biz sorduk: “Belhut şarabı nedir?” Ebü’l Hattab dedi: “Ehriman’ın (İblis’in) kanı, Allah onu mahkum etsin! Melekut şarabı ise Allah’ın cennetteki dostlarının içeceği olarak tanımladığı saf içecektir.” Ve Ebü’l Hattab Kur’an’dan şu ayeti okudu: “İçenlere zevk veren şarap ırmakları”“Öyleyse, tam bir marifet ve tam bir hakikat ile için.” Biz dedik: “O zaman ver, tam bir marifet ve tam bir hakikat ile doya doya içelim.” Sonra o, seslendi: “Ey genç kız!” Kız çabucak geldi. O, kıza dedi: “Dünyevi insanların bedenleri için olan şarabı getir.” O, pırıl pırıl parlayan bir şarap tulumu ve şafağın altın parlaklığıyla ışık saçan bir kâse getirdi. Sonra Ebü’l Hattab dedi: “Allah, dostlarını bununla râzı eder.” Sonra kâseyi bıraktı ve “Ondan ne sarhoş olursunuz, ne de başınız ağrır” dedi, “Onda ne başağrısı ne de sarhoşluk vardır.” Sonra Ebü’l Hattab Musa bin Eşyam’a şöyle dedi: “Başla! Bırak kardeşlerin doya doya içsin. Ve şarap hepinizden geçtiğinde, elinde tuttuğun bu kâseyle bedenleriniz gelecek tüm dönemler ve döngüler için doldurulacaktır. Çünkü siz, mukaddeslerin mukaddesinden ve Bahmânîlerin en faziletlilerinden ve asillerinden idiniz. Onlara dünyayı gösterdim ve onları onun zevkleriyle doldurdum. Sizi de onun ihtişamıyla dolduruyorum ve kendi kudretimle diğerlerine vermediğimi size veriyorum.” Musa bin Eşyam ayağa kalktı ve dedi: “Seyyidina! Bana kendi elinden, ondan doya doya içenin asırların asırları ve ebediyetin ebediliği boyunca susuzluğunu giderecek bir şarap ver.” [Kör Ebu Harun] şöyle devam ediyor: Sonra Ebü’l Hattab kâseye şarap doldurup Musa’ya verdi. Musa doyuncaya kadar ondan içti. Ebü’l Hattab ona: “Şimdi kâseyi kardeşin Ebu İsmail’e ver” dedi. O da, kâsenin içeriğinde herhangi bir azalma olmaksızın, kendi susuzluğu giderilene kadar içti.

Böylece sırayla hepsi doydu. Sonunda, orada bulunanlar arasında dolaştıktan sonra, kâse tam olarak başlangıçta olduğu gibi geri döndü. Sonra Ebü’l Hattab kâseyi kaldırıp bir daire içinde hareket ettirdi. Çemberin şeklini çizerken biz de ona dikkatle baktık; sonra kâse azar azar yükselerek, sabitlenene kadar boşlukta yüzdü. O anda, bu boşluğun yükseklerinden bize bakan Rabbi (Seyyidina İmam Cafer’i) gördük. O, doğudan batıya ışık saçan eşsiz bir inciden yapılmış kırmızı bir kubbenin altındaydı. Hava misk kokusuyla doldu. Kurtuluşumuzu sağlayan Rab olan Sahibimiz İmam Cafer daha sonra sırrını açıkladı: “Ey Muhammed (ibn Ebî Zeyneb, Ebü’l Hattab), ben saf, asil, adil, sadık ehlimin susuzluğunu facirlere haram kıldığım bu şarapla gideriyorum. Onu hem bu dünyada hem de öbür dünyada bulunan müminlerime arz ettim. Ama adi facirlere halkalar ve zincirler geçirdim ve onları yolunu kaybedenlerin çölüne gönderdim.” Bize gelince, kubbeden yayılan güzelliğin ve nurun seyrine dalmıştık. Sonra efendim [İmam] bize tekrar söyledi: “Ben sizi seçtim, sizi kendime çektim ve siz benim dostlarımla kalarak bana yaklaştınız. Başka türlü olsaydı, bu Nur’un şiddetinden gözleriniz çıkar ve bu sesi duyunca korkudan bayılırdınız. Ama bunu sizin için bir şeref ve hasımlarınız için bir rezalet olsun diye yaptım. Bu nedenle, bunu takdirle karşılayın, çünkü bugün daha fazlasının günüdür.” Ve İmam bu ayeti okudu: “Güzel iş yapanlara (karşılık olarak) daha güzeli ve daha fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir kara bulaşır, ne de bir zillet. İşte onlar cennetliklerdir ve orada ebedî kalacaklardır.” O anda kâse yeniden bize doğru inmeye başladı. Ama bu sefer boştu, içinde bir damla bile kalmamıştı. Sonra Ebü’l Hattab sahabilerine şöyle dedi: “Bakın, bu kâse dünyanın yedi dönemi boyunca Arap olmayanların tapınaklarında dolaşmıştır. Onların hepsi sizin imanda ve marifette kardeşlerinizdir [ya da arif mümin kardeşlerinizdir] Siz onlarla bu kâseden içtiniz, çünkü siz onların asillerindensiniz. Ve bundan önceki zamanlarda size içirdiğim gibi, bugün de size bu içecekten doyasıya içmeniz için verdim.” Sonra Ebü’l Hattab kâseyi aldı, tekrar doldurdu ve Musa ibn Eşyam’a verip: “Allah sana ömür versin, ey Rahmân’ın dostu!” dedi. Ve Rahmân Dostu İbrâhim, kâseyi eline aldı ve ondan içti.’

Sonra Seyyidina [Ebü’l Hattab] dedi ki: “Allah’ın şarabı sana büyük hayır getirsin. Ömrüme andolsun! Bu içecek sayesinde, asırların ilkinde ve dünyanın tüm asırlarında ve devirlerinde olan Melekut ilmini tattın. Bundan sonra, istediğin dili konuşabilirsin. Bu içeceği tattıktan sonra kuşların dilini (mantıku’l-tayr) ve yeryüzünde nefes alan her şeyin dilini bilmiş oldun.”

Daha sonra Musa bin Eşyam şöyle dedi: “Beni uyum içinde yaratana şehadet ederim! Bu kâseden içtikten sonra ne yerde, ne gökte, ne de onların arasında dili bana gizli kalan hiçbir varlık ve hiçbir şey kalmadı.” Sonra Ebü’l-Hattab her birimize içecekten içirdi ve dedi ki: “Bugün fazlalık evindesiniz. O zaman konuşun, ben de dinleyeyim. Yalvarın, dua edin ve her türlü ricaya kapı açıktır.” Biz dedik: “Bu içki, bize izin verdiğin gibi, gıyabında olmayan dostlarımıza da helal olsun.” Ebü’l Hattab dedi: “İman ve irfan kardeşleriyle beraber olduklarında bu şarap kardeşlerinize helaldir. Ama bu şarap size de, onlara da, kardeşlerinizden başkası ile birlikteyken haram kılınmıştır. Çünkü Allah, sizin, bu içecekle doymak ve karnınızı doyurmak için yaptığınız eylemi, kınamaya neden olan dört temel kirli doğayı sizden uzaklaştırarak ödüllendirdi. Bu yüksek makama, bu yüce ve asil dereceye hangi lütuf ile ulaştığınızı biliyor musunuz?” Biz dedik: “Hangi lütuf ile onu elde ettik?” Ebü’l-Hattab dedi ki: “Allah, sizde olan bir amelden dolayı size teşekkür eder ve onun mükâfatını verir.” “Peki bu amel nedir?” dedik. Ebü’l Hattab dedi ki: “Birinizin az önce uyumaya gittiğini düşünün. Başını yastığa koyduğunda, kardeşlerinden daha zayıf, yeme, içme, giyecek bakımından geride kalmış, bineği bile olmayan biri aklına gelir. Bu sebeple o, dehşet içinde yatağından kalkar, öyle endişelenir ki, doğruca bu kardeşin yanına gider ve işlerini kendi işi gibi düzenler. İşte, bu davranış tarzınızla bu yüksek dereceye ve yüce makama yükseltildiniz.” Musa bin Eşyam dedi ki: “Sübhanallah! Bu amelin manevî faziletleri hem zahiren hem de batınen ne kadar yüceymiş.” Ebü’l Hattab dedi ki: “Bu, Tahmuras’ın kâsesidir. O, İlk Bahman kubbesinin altındaki Arıların Emiri idi. Bahman’a kâseyi sunan oydu – ve Bahman en mukaddes isimdir. Bahman kâseyi Hürmüz’e verdi ve ben Bahman’ın kâseden içirdiği Hürmüz’düm.

Bunun üzerine ilim, hikmet ve fehim ile doldum. Bu yüzden bu kâsede teselli bulmanızı istedim. Gerçekten, müminlerin birbirlerini teselli etme çabalarını İblis’in vesveselerinden koruyan nedir? Onlar, ruhsal kardeşleriyle birlikte bu kibirlerden kaçınırlar, ancak onları kendi nesillerinin sırtına yüklerler. Şüphesiz onlar ahirette elim bir azaba uğrayacaklardır. Çünkü bu dünyada yeniden doğuşu sağlayan şey, bu veya ona eş değer bir şeydir.” Biz dedik: “Bu dünyevi bedenlerde yeniden başlamaya ne gerek var?” Ebü’l Hattab dedi ki: “Çünkü kişi, diğerine karşı vazifesinden mahrum kalır. Yeniden doğuş, bu dönüşler sırasında asla arınmayı başaramayanlar içindir. Birbirlerini sevmedikleri için cezalandırılmaları gerektiğini çok iyi biliyorlar. Buna rağmen hiçbir şeyin farkına varmadan ömürlerini harcarlar. Bu yüzden yeniden başlamaları uzun süre devam edecektir.” Musa bin Eşyam dedi ki: “Bu sürecin bir parçasında bile, münafık olmayan herkese yetecek bir şey vardır. Hem kendileri hem de arkadaşları için Allah’a sadık olan arifler kutsanmıştır. [İnanan ve salih amel işleyenler için, mutluluk ve güzel bir dönüş yeri vardır.]” Ebü’l Hattab dedi: “Güzel bir dönüş yerinin ne olduğunu biliyor musunuz?” Biz dedik: “Hayır.” Ebü’l Hattab dedi ki: “O, sadık bir müminin salih amel deposudur; saflık sınırları içinde kalarak, arzusunun bütününe ulaşması sayesinde ona aittir. Bu nedenle, şimdi ayağa kalkın! Sizler, Allah’ın azizleri olarak hayır yolunda yürüyen insanlarsınız. Allah’tan hepinizi sevdiği yerde toplamasını dilerim.” Ebu Harun şöyle sonlandırdı: Ardından sahâbiler mutluluk ve gönül rahatlığı içinde ayrıldılar. Ben bu meclisteki gibi güzellik ve aydınlığın olduğu bir meclis görmedim. Bizler, Allah’ın lütfuyla birlikte üzerimize inen keremiyle bir araya geldik. Bu, Seyyidina Ebü’l Hattab’ın özellikle bizim için, Kâse töreninde getirdiği lütuf ile ortaya çıkardığı şeydir. Alemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun” sözüyle bu zikir sona ermiştir.”

Yedinci Ahit, şüphesiz Müslüman ümmetine, özellikle Araplara ve Farslara zor gelecektir. Onların, Allah’ın bahşettiği hakikatler olarak kabul ettikleri şeylerin (örneğin, Mekke’deki Kabe, Ay takvimi, namaz ritüeli, vb.nin) tüm resmi sütunları ve yapıları yıkılmalı ve yeniden inşa edilmelidir. 1400 yılın putperestliğinin ve pisliklerinin ortaya çıkması için bunun tam anlamıyla gerçekleşmesi gerekir. Arap ve Müslüman ümmeti, İmam Ali’ye (minhusselam) ve onun vasilerine zulmederlerken ve kendi dinlerini yaratmayı seçerken ahdi bozdular. Batıl yapılarını bu şekilde kökünden sökmek, önceki Ahit Peygamberleri’nin yaptıklarından farklı değildir. O farkla ki, bu kez bu, çok daha büyük bir ölçekte olacak ve hakkı tümüyle gizlemek imkansız olacaktır. Bu açıklamalar, sayısız kehanetin gerçekleşmesi ve ahirzamanda vaadedilen beklenen Kıyamet’tir. Bu yapıların çoğu Ehl-i Beyt’in ve Ademoğullarının hak varislerinin kanı üzerine inşa edildiğinden, Al-i Muhammedin Kaimi (O’na ve Ailesine Selam Olsun), fiziki veya psikolojik her türlü dalalet kalıntısını ortadan kaldırmaya gelmiştir. Dalâlet, şirk ve nifak evi haline gelen ibadethaneler yıkılmalı ve yeni bir temel atılmalıdır. Hz. Muhammed (O’na ve Ailesine Selam Olsun), şöyle buyurmuştur: “İslam garip başladı ve garip olarak dönecektir, öyleyse ne mutlu gariplere.” Şimdiye kadar Yedinci Ahit’in açıklamalarını garip bulduysanız, öyleyse tebrikler, siz o mübarek kimselerdensiniz.

Yedinci Ahit’in fıkhında daha birçok değişiklik gelecek ve bunların bir kısmı, kitabın geri kalanında, biz çeşitli konuları ve açıklanmasının uygun olduğu yerleri araştırdıkça açıklanacaktır. Şeriatın diğer kısımları daha sonra açıklanacaktır. Kitabın geri kalanında, Yedinci Ahit’in inançları, ilmi ve fıkhi konuları, kalan bablara bölünmüştür.