Aleviler; kendilerini Islamın özü gibi görmelerine karşın; Sünnilerden ayrı olduklarıni da kabul ederler. Sünni Islamın; Islam dininin temel şartı gibi gördükleri pratiklere yönelik eleştirileri ve batıni yorumları bulunmaktadır.
Zaten alevilerin Sünni Islamın ilkelerini kabul etmeleri durumunda, Alevilik diye bir olgunun ortaya çıkmayacağı, çıkmayacağıda bir gerçektir. Alevi kitlenin de Islam dini Sünniler gibi algılaması, yorumlaması ve uygulaması durumunda ortada Alevilik diye bir olgu kalmayacaktır. Bu yüzden Aleviler; temel konularda neden ayrı düşündüklerini ve davrandıklarını açıklamışlardır. Bunlardan bazılarını özetleyelim:
Cami ve Namaz
Alevilerin bugün camiye gitmedikleri bir gerçektir. Bunun sosyal, tarihi, felsefi nedenleri vardır.
1) Tarihi sebep: Bilindiği gibi Muaviye, Aliye düşmandı… iktidara kılıç gücüyle el koyduktan sonra özelikle Cuma namazlarında Aliye lanet ettiriliyordu. Peygamber soyuna yönelik bu saldırılar, samimi Müslümanları yaralıyor, onları camilerden soğutuyordu.
Kendilerine, Müslümanların Emiri (emirülmüminin) dedirten bu emevi padişahları, Islamiyeti aslından hiçe sayıyorlardı. Örneğin, Velit, cariyesini erkek kıyafetine sokuyor, camiye yolluyor, halka namaz kıldırtıyordu. Kafası kızıyor, Kuranı hedef tahtasına asıyor, saatlerce okçulara oklatıyor, paramparça ettiriyordu. Sonra da; “Haydi bakalım Muhammedin kitabı, ne yapacaksan yap bana…” diyerek meydan okuyordu. Bir başka Emevi halifesi, namaz kıldırırken, namazı bırakıp cemaate; “Yeter mi? yoksa biraz daha kıldırayım mı?” diye alaylı alaylı soruyordu. Emeviler, aslında namaza hiç önem vermiyorlardı. Ama, halkın namaz kılmasını örgütlüyorlardı.
Yalancı alimler oertaya çıkartılıyor, bunlar, uydurdukları Aliyi kötüleyen sözlere, peygamber sözüdür, diyor ve buyolla da Ali ve soyuna hakaret ediyorlardı. Bu yüzden Ali yandaşları camilerden soğudular. İbadeti evlerde yapmaya başladılar.
2) Sosyal Sebep: Camilerde, hutbeler yönetici kesimin çıkarlarını koruyacak biçimde veriliyordu. Hatta, Islamiyetin görüntüsü bile değiştirilmiş; Müslümanlık, yönetici kesimin çikarlarının savunması olarak gösterilmeye başlanmıştı. Tabakalar arasındaki sosyal, siyasal, ekonomik çatışmalar bu amaçla kullanılıyordu. Yönetimin denetimindeki camiler; alt katmanlara karşı amansız siyasi, dini, sosyal saldırıların gündeme getirildiği merkezler halindeydi. Alevi tabakalar; böyle bir ortamda ibadet etmenin olanaksızlığını görmüştü.
3) Ekonomik Sebep: Aleviler, yoksul kesimden insanlardır. Göçebelerden bile çok zengin olanlar; Sünniliğe geçmişlerdir. Alevi halk, yaşayabilmek için çok ışmak zorunda kalmıştır. Günde beş kez işlerini keserek namaz kılmaları, onları verimsiz olmaya, aç kalmaya mahkum ediyordu.
4) Felsefi Sebep: Alevi felsefesinde, ibadette içtenlik önemlidir. Bütün ibadetlerin amacı da, Tanrıya yönelik kulluğun, Tanrı katından insana geri yansımasıyla, insanın mükkemel olmasıdır. Eğer, insan, inancında samimi ise Yunus Emrenin dediği üzere Ibadetin değişik şekilleri ile kendini meşgul etmesi yanlış bile sayılabilir. Çünkü bu, bir oyalanmadır. Yüreğin, Tanrı ile buluşmasını engeleyen bir oyalanma…
Aleviler, ceza veya mükafat duygularıyla yapılan ibadetin gerçek kulluk olmadığına inanırlar. Hacı Bektaş Velinin bu konudaki görüşü, her şeyin içtenlikle yapılması yönündedir. İbadette biçim değil, öz önemlidir.
Namazı temel alan, namaz kılmayı mutlaklaştıran anlayış ile Alevi anlayışı arasında derin felsefi ayrılık vardır. (Bu konudaki ayrıntı için Alevi Felsefesi bölümüne bkz.)
5) Dinsel Sebep: Aleviler için dindar olmanın yolu namaz kılmaktan geçmez. Namaz reddedilmez ama, ibadet onunla sınırlandırılamaz. Ayrıca, Alevilerin namaza bakış açısı, Sünnilikteki uygulamadan farklıdır. Bunun adı da cem törenidir. Cem, halka namazı diye de anılır.
Kuranda namaz kılınız biçiminde bir ifade de yoktur. Söz konusu olan “Salat”tır. Salat, namaz değil, Tanrıyı içten anıp selamlamaktır. Eğer bugünkü anlamda eğilip doğrulma gibi bir namaz biçimi kesin şart olsaydı, bunun Tanrı tarafından biçiminin bildirilmesi gerekirdi. Halbuki;
a) Kuranda namazın biçimi yoktur… Nasıl kılınacağı tarif edilmiştir.
b) Kuranda, namazın beş vakit kılınacağına ilişkin bilgi de yoktur.
Namazın bir secde olduğu, Kabede putlar önünde eğilmenin bu anlama geldiği de ayrı bir olgudur. İslam öncesinin Arapları da (Müşrikler) bu anlamda namaz kılmışlardır. Bu olgu, diğer bütün dinlerde de bulunmaktadır.
İçki Meselesi
Alevilerin içki içtikleri, bu nedenle Islamın kurallarını çiğnedikleri, en eski dönemlerden beri Sünni din adamları ve cahil halk tarafından söylenegelmiştir.
Bugün artık Alevi olsun, Sünni olsun her kesimden insan alkollü içki almaktadır. İçki içip içmemeyi tartışmak bile anlamsız hale gelmiştir. Alevi-Sünni her kanattan insanlardan içki içenlerin inancı hakkında hiç kimsenin kuşku duymaya hakkı yoktur. Zaten, içki içenleri Islamiyetin dışına atmaya kalktığımızda, ortada fazla insan kalmayacağı da açıktır. Bugün için, içkinin insanın inancını lekelemediğini ya da yok ettiğini iddia etmek, pratik olarak olanaksızlaşmıştır.
Özellikle bilinmelidir ki, eski dönemlerde de Sünni halk arasından önemli bir kesim içki içmiştir. Padişahlar ve onların çevresindekiler; sürekli olarak şarap içmişlerdir. Birçok Osmanlı Padişahı şarapçı olarak tanınır.
Daha birinci halife Ebu Bekir döneminde ve Ömer zamanında, Arapların ileri gelenleri şarap içiyordu. Bunların en bilinen örneği de, meşhur kumandanlardan Halit bin Velitir. Halit, şarap içtikten sonra karısına göz koyduğu bir Arapı öldürmüş, adamın başını tandıra atıp kızartmış; sonra ay hali olan kadına zorla sahip olmuştur. Dini yasaya göre Ebu Bekirin buna kısas uygulaması gerekirken; bu zorba kabile reisine uygulanmamıştır….
Bu anlayışı sürdüren Emeviler zamanında sarayda büyük içki meclisleri kurulmuştur. Hatta, Emevi padişahları, sarhoş sarhoş camiye gidip halka imamlık yapmış, namaz kıldırmışlardır.
Abbasiler döneminde şarap, sarayın vazgeçmediği ve görkemli törenlerde içtiği, sıradan bir içkidir. Anadoludaki Selçuklu devleti (Toplantılarda, ileri gelenlere sağraklar, yani dolular sunulduğu kitaplara geçmiştir) ve ondan sonra kurulan Osmanlı devleti, şaraba sarayda bol bol tüketmiştir. Divan edebiyatı da büyük ölçüde şaraba övgü üzerine kurulmuştur. Öyle ki, 17. yüzyılda şeyhülislamlık makamı gibi en yüksek dinkoltuğuna oturan Şeyhülislam Yahya; bir şiirinde, “Mescidde riya-pişeler itsün koy rıyayı, Meyhaneye gel kim ne riya var ne müray” diyerek meyhaneyi camiden üstün gören bir tavır içine bile girmiştir.
Yanlız, sıradan vatandaşlara yasaklanan bu içki, gizli gizli yine de içilmiştir. Aleviler ise bunu gizli gizli içmek yerine açık açık içmişlerdir.
Fakat, Alevilerin açık açık içmeleri, içkiyi bir zevk ve sohbet ögesi haline getirmeleriyle sonuçlanmıştır. Alevilikte, içki kültürü oluşmuş, bu kültürün dışına çıkanlar, içki meclislerinden dışlanmıştır. Böylece toplum, içkiye kendi kendine ilginç bir yasak getirmiştir.
Müslümanlar, Islamiyetin ilk dönemlerinde şarap içiyorlardı. Şarabın yasaklanması, Uhut Savaşı sonrasına denk düşer. Bu yenilginin getirdiği gerginlik ortamında, Müslümanlar değişik yerlerden saldırılara uğradılar. Müslümanların bazılarının da, bu savaştaki yenilginin moral bozukluğu ile davranışlarında anormallik görüldü. Sarhoş olup tatsızk çıkaranlar, kavga edenler arttı. Hatta Islamiyete karşı bir tavır bile belirdi. Bir avuç kalan Müslümanları bu tehlikeli gidişten kurtarmak için, 625 yılı sonralarına doğru da içkiye sınır getirildi.
“Maide Suresi”nin (5. Sure) 90. ve 91. ayetleri bu olayla ilgili olup şöyledir: “Ey inananlar! İçki, putlar ve fal okları; şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki, saadete eresiniz. Şeytan, şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allahı anmaktan alıkoymak ister. Artık bundan vazgeçersiniz değil mi”?
Bu ayette, içkinin kesin ilarak yasaklandığı gibi bir anlam yoktur. İçki, düşmanlık,kin ve Allahı anmaktan uzaklaştırıcı bir unsur olursa yasak kesinleşiyor.
Nitekim, Bakara Suresinin (2. Sure) 219. ayet şöyle der: “Sana, şarabı ve kumarı sorarlar. De ki: Ikisinda de, hem büyük günah, hem insanlara bazı faydalar vardır. Günahları, faydasından daha büyüktür.”
Ayette, söz konusu olan alkollü şaraptır. Gerek hamr (şarap) sözcüğünün kullanılması, gerek ayetin verdiği mesaj, doğrudan doğruya alkollü içkiden söz edildiğini ortaya koymaktadır.
Bu ayet açıkça, içkiyi zarar verecek biçimde içenlere, onu yasaklamaktadır. İçkinin yararı ise, değişik biçimlerde yorumlanabilir. Her şeyden önce içki, insanın denektaşıdır. İyi insan, kötü insan içki sofrasında açığa çıkar.
İçkinin; her haliyle reddedildiğini söyleyenler, Kuranı Kerimi ciddi biçimde incelememeiş olanlardır.
Yukarda verdiğimiz ayetlerin dışında, başka ayetler de şarap, insanlara bir hediye olarak vaad edilmektedir. Bu da şarabın reddedilmediğini; fakat, iyi davranışla insanlara helal olduğunu gösterir.
“Muhammed Suresi” (47. Sure) 15. ayeti okuyalım: “Allaha karşı gelmekten sakınanlara söz verilen Cennet şöyledir: Orada, temiz süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları, süzme bal ırmakları vardır.”
Bu ayette de sözü edilen doğrudan doğruya şaraptır. Ve Müslümanlara, öbür dünyadaki güzel ödüllerden biri olarakönerilmektedir.
Ayrıca, “Nahl Süresi”nin (16. Sure) 67. ayeti de, bu şarabın öyle manevi bir içki olmadığını, insana keyif verip sarhoş ettiğini dile getiriyor.. söyle diyor ayet: “Hurmaların meyveleriden ve üzümlerden keyif verici, mestedici (sarhoş edici) şıralar ve güzel rızk elde edersiniz. Düşünen kavimler için bunda ibret vardır.”
Bu ayette açık açık, sekeren sözçüğü kullanılmıştır. Bu da sarhoşluğu ifade eder… Bu sözcük, sekr kökünden türemiştir: sekr ise, sarhoş demektir….
Yine, “Insan Suresi”nde (576. Sure) 21. ayet, açık açıkşaraptan söz eder. Ayet şöyledir: “Üzerlerinde, ince yeşil ipekli, parlak atlastan elbiseler vardır; gümüş bileziklerle süslenmişlerdir. Rableri onlara, tertemiz şaraplar içirir.”
Yine,”Tur Suresi”nde(52. Sure) 23. ayet dolaylı olarak şarap içmekten söz eder: “Orada; birbirleriyle, saçma söyletmeyen ve günaha sokmayan kadehler kokuştururlar.”
Tokuşturulan kadehler, herhalde su veya süt bardağı değildir. Çünkü saçma söz söyletmeme ve günaha sokmama özelliği vurgulandığına göre, bu tokuşturulanlar, şarap kadehidir. Günah işlemeyen ve saçma söz söylemeyenlerin şarap içebileceklerine dolaylı bir izindir bu…
Görüldüğü gibi, Kuranda bile içki içmek kesin olarak yasaklanmış değildir. İçkinin kesinlikle yasak olduğu görüşü, softaların uydurmasıdır. Kesin olarak yasaklanan şey içki değil; içki içtikten sonra kötülük yapmak, kötü söz söylemektir.
İşte, Aleviler, içkinin, içtikten sonra sapıtan insanlara yasak olduğunu söylerler ve bunun da Kuran hükümlerine uygun olduğunu belirtirler.
Aleviler; içkiyi, bir edepsizlik unsuru yapanlara, bunun haram olduğunu kabul ederler.
Hadis
Sünniliğin birinci dayanağı ayet ise ikinci dayanak noktası, Muhammedin söylediği ileri sürülen sözlerdir. Bu sözlere hadis denilir. Hemen belirtelim ki, Muhammed, kendi döneminde sözlerinin toplanmasını yasaklamıştır. Çünkü o, Kuran metinleri varken bunlara gerek duymuyordu. Ayrıca bu sözlerin Kuran metinlerine karıştırılmasından korkuyordu. (Bkz. Yaşar Nuri Öztürk, Kurandaki Islam, s. 51 vd.)
Kuranla bugün peygambere ait olduğu ileri sürülen sözler (hadisler) arasında hem anlatımda hem de anlamda büyük karşıtlılar vardır. Hatta birbirini yalanlayan yüzlerce hadis vardır.
Hadislerin yazılı hale getirilmesi ve bu konudaki ilk çalışmalar hicretten 100 yıl sonra Emevi padişahı Yezid b. Adülmelik döneminde başlatılmıştır. Bundan önce, bundan sonra, on binlerce hatta yüz binlerce hadis uydurulmuştur. Örneğin, 722de ölen Ibn Ebil Avca ölürken şöyle diyor: “Içinde, helali haram, haramı helal kıldığım dört bin hadis uydurdum.” (Bak, Kurandaki Islam, s. 130)
İdeolojik alanda egemenliği ele geçirebilmek için, yönetimin özendirmesi ile yüz binlerce söz uydurulmuştur. Hatta Sünnilik içinde ayrı ayrı anlayışlar, kendini doğrulatacak ve peygambere bağlayacak sözler yaratmışlar ve yarattıkları bu sözlerle mezhepler oluşturmuşlardır.
İmam Hanbel, İmam Malik, Ebu Davut, Buhari gibi hadis aktarımcıları yüz binlerce hadis arasından (ortalama 100 bin ile 750 bin) kendilerine göre seçtikleri hadislerden bugün sağlam sayılan hadis kitaplarını oluşturdular. Ama bu kişilerle Muhammed arasında hemen hemen 200 yıllık zaman dilimi olduğu düşünülecek olursa bu hadislerin hiçbirinin güvenilir olmayacağı ortaya çıkar.
Bu konuda günümüzün Sünni din bilginleri diyor ki:
Sağlam sayılan hadisleri toplayanlar (Kütüb-i Sitte) seçimde, senet dedikleri kişiler zincirini esas aldılar. Bu kişiler kendilerini tatmin etmişse, hadisin metniyle uğraşmışlardır. Ama buna bakarak bu kişiler zincirinde hadisçilerin anlaştıkları sanılmasın. Tam aksine birinin “ak” dediğine, bir öteki aynı kuvvetle delillerle “kara” diyebilmektedir. Örnek verelim: Hadis konusunda hüccet (tartışmasız delil) sayılan kişilerden biri olan Yahya b. Main (ölüm: 847) İmam Şafii gibi bir zat için şöyle diyor: “Güvenilir bir ravi değildir.” (Bak. Kuranda Islam, s. 135 vd.)
Fıkıhta ve tefsirde saygın imam sayılan Ikrime için, Müslüm ve birçok hadisçi “Yalancıdır…” derken, Buhari onu göklere çıkarmaktadır.
Hadislerin yüzde doksan dokuzunun uydurma olduğunu eski büyük hadis toplayıcıları da söylemiştir. Dev hadisçi Darekutni şöyle diyor: “Yalan hadisler arasında sağlam hadis, siyah öküzün derisindeki tek tük beyaz kıl kadardır.” Yine büyük hadisçi Sube şöyle diyor: “Hadisçilerin onda dokuzu yalancıdır.” Mugire ed-Dabbi diyor ki: “Allaha yemin ederim ki fasıkçılardan çok hadisçilerden korkarım.”
Sube bin Haccac şöyle uyarıyor: “Hadisler sizi Allahı anlamaktan alıkoyuyor.”
Bu hadis uydurmacılığı zamanla resmileşmiştir. Bunun sonucunda da Hadis Uyduran Salihler adı altında toplanan ve dine hizmet için hadis uyduran bir kesim oluşmuştur. (Bak. Aynı kaynak, s. 137)
Hadis uydurma bilinçli olarak Şamda ve buranın valisi Muaviyenin kutsal olduğuna ilişkin sözlerle başlatıldı. Osmana sırtını dayayan Muaviye, gerek Kurana gerek Muhammede ait olduğunu yaydığı sözleri iktidarı ele geçirmek için kullandı. (Aynı kaynak. S. 347 vs)
Peygamberin ağzından örneğin Şam kutsal kent yapılırken Istanbul, cehennem kenti olarak anlatıldı. Sonra Istanbul övdürüldü.
Türkler ortaya çıkınca, onların kıyamet belirtisi olduğu peygambere söyletildi. Türkler güçlenince , Türklerin erdemi dile getirildi. Hep peygamberin ağzından.
Araştırmalar göstermektedir ki, Muhammed tarafından söylendiği kesin olan sözlerin sayısı 750 bin hadis arasında en fazla otuz tanedir. (Bak: Kurandaki Islam, s. 361)
Hadisin en sağlam sayılarını bile Hanefi Mezhebini oluşturan Ebu Hanife kabul etmiyordu. Bu yüzden diğer Sünni din adamları, bu Sunni bilgini kafirlikle suçlamışlardı.
Açıkça anlaşılmaktadır ki Sünniliğin hadise dayanılarak oluşturulan kurallarının bu ayağı sağlam değildir. Bu nedenle gerek Alevilere, gerek diğer topluluklara saldırı içeren ve Sünni mezhepleri haklı gösteren hadislerin tümü uydurmadır. Örneğin “”Kaderiler benim ümmetimin Mecusilerdir. Onları gördüğünüz yerde öldürünüz.” Biçimindeki kesin kabul edilen hadis, Muhammedten 200 yıl sonra ortaya çıkacak olan Kaderiye akımı ile ilgilidir. Bu hadisin doğru olması olanaksız olduğu halde egemen kesimler, halkın muhalefetini kırmak için buna benzer uydurma hadisleri kullanarak kitleleri kandırmışlar ve soymuşlardır….
Günümüzde tutucu dinciler (şeriatçılar) bu yalan hadislere Kuran ayetleri gibi sarılmaktadırlar. Yalan üzerine kurdukları sistemlerini yalan sözlerle sürdürmeye uğraşmaktadırlar. Bunlar, yalan hadislere karşı çıkanları dinsizlikle suçlamakta, aklın ve bilimin kullanılmasını engellemek için her yolu denemektedirler.
Aleviler, peygamberin akla, mantığa, iyiliğe, güzelliğe uyan sözlerine sahip çıkmışlar, ilkel ve çağdışı uydurmaları dareddetmişlerdir.
Ramazan Orucu
Sünnilikte imamın şartlarından birisi olarak da ramazan ayında oruç tutmak gösterilir.
Oruç, yanlız Müslümanlıkta değil bütün dinlerde şu ya da bu ölçüde yer almıştır. Örneğin Yahidilikte şu oruçlar vardır:
1- Yom Kipur,
2- Ester Orucu,
3- Asara Betevat,
4- 17 Temmuz Siva Asar,
5- Tisa Be Av.
Yahudi kutsal kitabı Tevratta oruçla ilgili bilgi ve buyruklar yer alır: Mehemya: Bab, 9, ayet: 1, Isaya: Bab: 58 ayet:2, Tesniye: Bab: 9 ayet: 9.
Yahudilikte oruç bir günle sınırlıdır ve 24 saatliktir.
Hrıstiyanlıkta da oruçla ilgili bilgiler ve buyruklar vardır. Oruçla ilgili biçim verilmemiştir. Matta Incili bölüm 9, ayet 14, yine bölüm 4, ayet 1 oruçla ilgilidir.
Bu dinlarde oruç genelikle yapılan bir hatadan dolayı af dilemeyi içerir ve kefaret neteliklidir.
En eski dinlerden olan Mecusilikte (Zerdüştlük) oruç insanın kendini arıtmasının bir biçimi olarak yer alıyordu. Yine Sabiilikte, oruç kendini kötülüklerden arıtmanın bir yolu olarak vardı.
Mani dininde orucun büyük önemi vardı ve 12. ay oruç ayı idi. vedalardan çıkan Hint dini Brahmanizmde oruç neredeyse insanın kendisini açlıktan öldürmesi derecesinde önem kazanmıştı. Budizm bunu oldukça yumuşatmış ama orucu temel tapınma yollarından birisi olarak kabul etmiştir.
Müslümanlıkta oruç, Arapça savm olarak adlandırılmıştır. Oruç, Araplar tarafından putperestlik döneminde yine ramazan ayı içinde tutuluyordu. Yahudilerin orucu olan 10 Muharreme denk düşen günde de 1gün oruç tutuluyordu.
Ramazan ayında oruç tutulması, 624 yılının Şaban ayında zorunlu hale getirilmiştir. Bu zorunluluk “Bakara Suresi”nin 183. ve 148. ayetlerinde yer almaktadır. Yanlız bu sure okunduğunda görülecektir ki Ramazanda emredilen oruç kişiyi doğru yola sokmak amacını güder ve onun yapacağı yanlışlara karşi bir diyet gibi takdim edilir. Bu uygulama Yahudilikte kefaret oruçlarına son derece benzer.
Kuranda yanlız Ramazanorucu olduğu biçimindeki çok yanlış bir şartlanma vardır. Ramazan dişinda şu oruç biçimleri Kuranda dile getirilmiştir:
1- Bakara Suresi, 196, ayete göre: Hacda kurban kesmeyenler bunun yerine 10 gün oruç tutabilir.
2- Bakara Suresi, 92. ayeti: Yanlıslıkla bir başka Müslümanı öldürenin (….) iki ay oruç tutması. (ıslah etme yöntemi)
3- Maide Suresi, 89. ayeti: Yalan yemin edenlerin üç gün oruç tutması….
4- Maide, 95. ayet: Hac sırasında ev hayvanı öldürenin saptanacak ölçüde oruç tutması.
5- Mücadele Suresi, 3. ve 4.ayetler: Karılarından boşanma yemini edip bundan dönenlerin 60 gün oruç tutacakları.
6- Azhap Suresinin 35. ayetinde oruç tutan erkek ve kadının sevap kazanacakları belirtiliyor.
Kuran incelendiğinde, görülecektir ki, inanca bağlı olarak önerilen oruç için süre verilmektedir. Bu konuda kullarına zorluk önermeyen Islam tanrısının tavrı dikkate alınırsa, Ramazan ayında 30 gün oruç tutmanın Kuranın anlayışına da uymayan bir külfet olduğu hemen anlaşır.
Kuranda birçok yerde “Allah size zorluk önermez, size kolaylık getirmek ister.” Denilerek Islamiyetin bir kolaylık olduğu vurgulanmıştır.
Ramazan orucunun Islamın temel şartı gibi gösterilmesi ve bu orucu tutmayanların inancının eksik olduğu ise hiçbir ciddi temele dayanmayan şeriatçı uydurmasıdır. Kuran, Müslüman olmanın koşulunun ramazan orucu tutunmak gibi bir şartı olduğunu hiçbir ayetinde dile getirmez. Hatta bunu dolaylı olarak bile söylemez.
Alevi orucuyla ilgili olarak Aşura maddesine bakınız.
Hac ve Kabe
Bugün Müslümanların Sünni kesimi, Hacca gitmeyenin Müslüman sayılmayacağı gibi bir iddiayı yüzyıllardır söyler dururlar. Hacca gitmek, Müslümanlıkta ortaya çıkmış değildir. Hac olgusu müşrikler döneminde bütün canlılığı ile yaşıyordu. Hatta peygamber bu tapınma biçimini olduğu gibi Islamiyete aktardı. (Bak. Leone Ceateni, Islam Tarihi, Cilt I, s. 210, H.C. Yalçın çevrisi.)
Bu tapınağın Ibrahim Peygamber tarafından yapıldığı da tarihi gerçeklere uymamaktadır. Bu konuda elde hiçbir belge yoktur. Sadece Müslümanların yarattığı bir söylence vardır. Bu söylenceyi yaratanlar tarih bilgisinden yoksun oldukları için o zamanki cahil kesimi de inandırabilmişlerdir.
Tarih kaynaklar, Ibrahim Peygamberin Isadan 1900 yıl önce yaşadığını belirtmektedirler. Bu durumda Muhammed ile Ibrahim Peygamber arasında en az 2500 yıllık bir süre olduğu ortaya çıkıyor.
Arabistan gibi ilkel kabile toplumunda, her boyun ayrı bir putu, her bölgenin ayrı bir tapınağı olduğu bir yerde, bir tapınağın 2500 yıl ayakta kalması mümkün değildir. Zaten Kabe, 4 duvardan ibaret bir kapı idi ve çatısı bile yoktu. Malzemesinin ilkeliği nedeniyle kısa zamanda yıkılmaya yüz tutuyor, Araplar bunu onarıyorlardı. Böyle bir yapının 2500 yıl ayakta kalması maddi olarak da mümkün değildir.
Ama Arapların putperest dönemde burada tapındıkları ve bunun putperetler tarafından çok kutsal bir yer bilindiği bir gerçektir. Hatta burası o kadar kutsaldır ki, çevresinde savaş bile haramdır. Bu yüzden de adı da Mescid-i Haramdır. Burada kurulan panayır ve ticari ilişki, Kabenin daha bir kutsallaştırılmasını ve putperestler tarafından korunmasını gündeme getirmiştir. Böylece şunu diyebiliriz ki, Kabe ancak Mekkede bir ticaret kesimin ortaya çıktığı, buraya kervanların gelip, konaklanmaya başladığı zamanlarda yapılmış bir tapınaktır ve Ibrahim Peygamber dönemine uzanan bir niteliği yoktur.
Kabede daha önce yapılan tapınma sırasında bu yapının çevresinde tur atılıyordu. Çıplak yapılan dönüş sırasında, eskiden dört duvarda bulunan dört taşa dokunuluyordu.
Kabede putperestler Hübel adlı putu saklıyorlardı. Hübel en saygın puttu. Zamanla başka boylar da buraya kendi putlarını getirip yerleştirmişlerdi. Ama tarihi kaynaklar, Kabenin Hübele makam için yapıldığını ortaya koymaktadır.
Hübel Mezopotamyadaki Hit kentinden, Arabistana Umru bin Lahi tarafından getirilmiştir. Kabede kuyunun yanına konulmuştur. (Bak. Islam Tarihi: Velhausenden naklen ve Ishak, ibn. Hişam, Ezraki gibi Islam tarihçilerine işaretle Leone Ceatine, I. cilt, s. 216)
Kabede Hübel dışında altı put daha bulunuyordu. Bu putlar Arabistana kuzeyden gelmişti. Kendani ve Babil de bu putların kaynakları olarak gösterilmektedir.
Hübelin kökeninin Arabistan olmadığı, bunun kaynağının Ibrani (Yahudi) dinindeki Habil olduğu ve bu sözcüğün bozulmasından Hübel adının çıktığı ileri sürülmektedir. Bu putun adıTevratta Baal olarak geçmektedir. Ve Baal Suriyede, Irakta, Filistinde en fazla tapılan ilahlardan birisidir. Bu puta Mezopotamyada ve Babilde Bel, Filistinde, Ibranilerde Baal adı verilmişti ve bunlardan Arabistana gelerek Arapların en ulu putu olmuştu. Arapların ilkeliği yüzünden, diğer yerlerde önemini yitiren bu put, Araplar tarafından bu topraklarda sıkıca korunmuş ve Kabe onun mekanı olmuştur. Hatta Kuranda bile Baal sözü beş kez kullanılmıştır. (Aynı kaynak, s. 217)
Bu küp şeklindeki dört duvardan ibaret ve çatısız tapınağın dört köşesinde dört taş bulunmaktadır…. Kabeyi ziyarete gelenler yapının etrafında ıslak çalarak dolaşırlarken bu taşlara dokunarak onlarda bulunduğuna inandıkları tanrısal güçten yaralanmaya çalışmışlardır.
Bu taşların adları şunlardır:
1- Errükunelesved,
2- Errükuneşşami,
3- Errükunelgarbi,
4- Erükunelyemani
Bunlardan özellikle Hacerülesvad ve Hacerülyemani daha kutsal biliniyordu. Bu taşların içinde zamanla en kutsal olarak görülen Hacerülesvad (Karataş) kutsallığını sürdürdü.
Hz.Muhammt zamanında bu dört taşın dışında Safa ve Merve diye 2 başka taş ve ibadet alanı daha vardı. Bu Safa ve Merve kavramı da aynen hac olgusu gibi putperestlik geleneğinden Islam içine aktarılarak kullanılmıştır. (Aynı kaynak, s. 218)
Mekkenin ekonomik önemine ve yönetim merkezine bağlı olarak öne geçmesiyle birlikte buradaki tapınak da öne geçmiş ve diğer bölgelerdeki Arap putları da Kabeye getirilerek kutsallık sürdürülmüştür ve etkisi genişletilmiştir. Hemen belirtelim ki Kabe kadar önemli bir başka tapınak da Yemende bulunuyordu. Çünkü Yemen o sıralarda en az Mekke kadar ticarette gelişmiş bir yerdi ve bir finans merkezi idi.
Araplar Kabeye kutsallık kazandırmak için uydurdukları masallar, Islamiyeten sonra da sürdü. Hatta bunlardan Ibn Abbas, Kabenin kuruluşunu insanın yaradılışı tarihine kadar çıkardı. Bunlar, Kabeyi yapanın Ibrahim değil Adem Peygamber olduğunu yaydılar ve öykü pek çok kişi tarafından doğru gibi kabul edildi. Bu masal aslında Kurana aykırı idi. çünkü Muhammed, Kuranda bu tapınağı Kuranın Ibrahim ile oğlu Ismail olduğunu belirtiyor.
Öte yandan Mekke kentinin temellerinin Kusay tarafından atıldığı ve mabedin de ancak bundan sonra kurulabilmiş olacağı hiç düşünülmedi… Islamiyet süresinde savaşlar sırasında Kabenin kutsallığı hiç dikkate alınmamıştır. Örneğin Emevi kumandanı Haccac, Kabeyi mancınıkla taşa tutturmuş ve yakmıştır.
Hac olgusu, Islamiyetten sonra da hemen hemen eski özelliğini korumuştur. Bugün Hac tapınması, Islamiyetten önceki gibi yapılmakta, Kabenin çevresinde dönülmekte, Karataşa el sürülerek onun kutsal olduğu benimsenmektedir. Burasının Allahın evi olduğu söylenerek, gerçekte Kuranda yeri yurdu belli olmayan Allah, belli bir yerle de sınırlandırılmakta ve böylece de bir çelişki ortaya çikarılmaktadır.
Aleviler, yukarıdaki nedenlerden dolayı Kabeye gitmeyi gereksiz görürler ve Allahın mekanının ancak insan kalbi olabileceğine inanırlar. Bu nedenle, insan kalbi kazanmayı hacca gitmek olarak anarlar.
Yunus Emreden günümüze kadar bütün Alevi ozanları Hac olayını insan kalbiyle sınırlamıştır. (*)
Hac Görevleri
Cahiliye Araplarında soyluluğun, üstünlüğün, şerefin en sağlam kanıtı da Hac ile ilgili işleri üstlenmek idi.
Kabe Mekkede bulunduğu için, Kabe yönetimi de Kuryş kabilesinin elinde idi. Kabenin yönetimi, Kureyşin güçlü lideri Kusay zamanında (ölümü miladi 480 yılıdır.) elde edilmişti. Çünkü Kusay, göçebe haldeki Kureyş boylarını yerleşik yaşama geçirmişti.
Hacda yapılacak hizmetleri ve ibadetin belli biçime sokulmasını Kusay bir disiplin altına aldı. onun zamanında geliştirilen temel hac hizmetleri şunlardır:
Rifade: Kabenin yönetimini ele geçiren Kusay, diğer Arapları memnun ederek itirazlarını gidermek için kendi kabilesine dedi ki: “Araplar için yemekten büyük ikram yoktur. Bu yüzden herkes malından bir parça ayırsın. Çünkü Hac mevsimi geldi.”
Kusay, Haccın ilk günlerinde Mekke yollarında ve şehirde develer kestirip hacılara ikram ederek onları doyurdu ve gönüllerini aldı. böylece rifade geleneği başlamış oldu. Kabenin çevresine yerleşmeye itirazı gidermek üzere Kusayın geliştirdiği bu yöntemle Cahiliye döneminde Mekkede Minada ve Arafatta kesilen develer, hacılara yediriliyordu. Bu durum zamanla gelenek haline geldi ve Islamdan sonra da devam etti.
Sikaye: Bu iş ise hacılara su temin etme görevidir. Kusay bu görevi de üzerine aldı. O, Kabenin yanına derinden bir havuz yaptırmıştı. Buraya uzak kuyulardan su getirip doldurtmuş ve hacılara su temin etmişti. İki de kuyu kazdıran Kusaydan sonra bu görevi üstlenenler, Hacda deri havuzlara doldurulan suyla üzüm ve hurma şerbeti yaptırarak hacılara vermişlerdi. Su taşıma işi Haşimin oğlu Abdülmütalibin Zemzem kuyusunu kazıp buradan su çıkarmasına kadar devam etmiştir.
O dönemde Arafatta vakfe yapanlar buradan Müzdelifeye doğru hareket ettiklerinde onlara yol göstermek için burada ateşler yakılırdı.
Kusay zamanına kadar, müşriklerden Hacca gelenler, Minada Şeytan taşlarlardı. Fakat, ilk taşı Sufe kebilesinden birisinin atması gelenekti. Hacılar ancak onunla birlikte Şeytana taş atarlardı. Kusay taraftarları, Sufelilerle savaşarak onların elinden bu görevi de aldılar. (Taberi, IV, s. 33)
Kusay, Kabe binasını da yıkıp yeniden yaptırdı ve ona sedir (veya hurma) ağacı dallarından tavan da koydurdu (Emevi-Haşimi ilişkileri, s. 47).
Hicabe (Sidane): Kebenin bakım işidir. Bu görevi ilk üstlenen kişi de Kusaydır. Bu görevi sembolize eden Kabenin anahtarı, daha önce başka kabilede iken Kusay onu uzun mücadeleler sonucu elde etmiştir.
Darünnedve: Darunnedve, Kusayın Kabenin yanına inşa ettirmiş olduğu evdir. Bu evde toplanan ve Nedve adı verilen kurul, Kureyşin genel işlerini görüşürdü ki burasını bir tür Parlamento saymak doğru olur.
Kusay öldükten sonra riyasetle (reislik, yöneticilik) birlikte Kabenin yönetimi de onun oğullarına geçmiştir. Bunlardan Abdümenaf, Islam tarihinde ilk farklı zihniyeti de temsil eden çatışmanın kaynağını oluşturan Haşimilerin ve Emevilerinen yakın ortak atasıdır.
Liva: Sancaktarlık görevidir. Liva, yani sancak Kabede bulunurdu ve savaş zamanında oradan alınıp sancaktara teslim edilirdi. Bu da çok şerefli bir görevdi.
Kabenin yönetimi Haşimden Abdülmütalibe, ondan da Alinin babası Ebu Talibe geçmişti. Ebu Talipten sonra bu görev, kardeşi Abbasa geçmiştir. Bu görevlendirmeyi Mekkeyi ele geçiren Muhammed de onaylamıştır. Tarihte Abbasiler (750-1256) olarak var olan devlet de Alinin bu amcasının adı ile anılmıştır. Abbasilerin soyuna Abbasiyyun, Alinin bulunduğu soya ise babası ile ilintili olarak Talibiyyun denilmiştir. Abdülmuttalibin babası Abdullah, Haris ve Islam düşmanlığı ile ünlü olan Ebu Lehebdir.