Saltanat hırsıyle titreyen Yezid, çok sevinmişti. Fakat Muaviye, o halinde bile, politikayla uğraşmaktan vazgeçmeyerek: Şurya… yanıma gel otur… dedikten sonra, zayıf ve ölgün bir sesle sözüne devam etmişti:
Durumdan, büyük bir memnuniyet gösteriyorsun. Fakat acele etme… omuzlarına aldığın yük, çok ağırdır. Küçük bir gurur, önemsiz bir ihmal, seni o ağır yükün altında ezebilir. Hilafeti ve saltanatı sana büsbütün rakipsiz olarak terk etmek isterdim. Fakat başaramadım…. dikkat et: Mekke ve Medinede dört rakibin var. Bunlardan biri Ebu Bekirin oğlu Abdurrahmandır. Bunda fazla korkma. Çünkü o, kadınlara ve sevzkü sefaya düşkündür. Başkaları tarafından kışkırtılmazsa, sana büyük bir fenalık edemez. Onu hoş tutarsan, ondan gelecek fenalıkları karşılayabilirsin. İkinci rakibin, Zübeyrin oğlu Abdullahtır…. bu adam, cüretkar ve zekidir. Hilafeti elinden almak için tedbir ve hileler düşünebilir. Bununla beraber onu da para ile kendi tarafına çekebilirsin… Üçüncü rakibinde, Ömerinoğlu Abdullahtır. Bu da öteki ikisi gibidir. Asıl büyük rakibin imam Hüseyindir. Çünkü onun şahsında hem büyük babası Resulü Ekremin, hem de babası Alinin bütün kıymetli meziyetleri mevcuttur. Hüseyine çok dikkat et. Onun kuvvet ve taraftar peyda etmesine fırsat verme. Fakat, kendisine de açıktan açığa düşmanlık gösterme…..
Birdenbire, Muaviyenin sesi kesilivermişti. Artık haletinezi (Can çekişme) başladığı için, boğazında hasıl olan hırıltı, daha fazla söylemesine meydan vermemişti.
Yezid, derhal babasının yanına diz çökmüş, onun artık soğumaya başlayan elini, elinin içine almıştı. Herkes, onu, babasının elini öpecek sanmıştı. Halbuki Yezid, Muaviyenin parmağındaki saltanat yüzüğünü çekmiş çıkarmış ve hemen kendi parmağına takmıştı.
Muaviyenin en candan adamları olan Dahhak ile Müslim: Yezidin kolunu germişler, ölüm acılarının çırpınmalarıyle sarsılan Muaviyenin başındaki kovuğu alarak, Yezidin başına geçirmişlerdi. Muaviyenin bu sadık bendeleri, onun ölümünü bile beklememişlerdi.
Yezidi, halife sıfatıyla halka takdim edeceklerdi. Fakat buna garip bir şekil vermek istemişlerdi.
Sırtına, üçüncü halifenin kanlı gömleğini geçirmişler, eline de Muaviyenin som elmas işlemeli saltanat kılıcını vermişlerdi ve yine kollarına girerek, sarayın, büyük biat salonuna götürmüşlerdi.
Ölüm döşeğinde can çekişen Muaviye yapayanlız kalmıştı. Birdenbire yükselen alkış sesleri, Muaviyenin artık ağırlaşmaya başlayan kulaklarına çarpmıştı. Kalbi, ölüm acısından daha beter bir acıyla sızlamıştı. Yanında, ağzına su veren bir kölenin yüzüne bakarak: İşte… Fani Cihanın, fani saltanatı bitti… Her şey bitti… Şu anda, bir hiçten başka bir şey değilim… diye mırıldanmıştı.
Dahhak, derhal mescide gelmişti. Orada toplanan halka elindeki bir top kumaşı göstererek: Ey, ahali… şunu gördünüz mü?…. İşte bu Muaviyenin kefenidir. Bilin ki; artık Muaviye, ecel şerbetini içmiş, hilafet ve saltanat oğlu ve veliahdı Yezide geçmiştir. İkindi vaktinde hazır olun… Yeni halifemiz, mihraba geçecek… Size ilk namazı eda ettirecektir….. demişti.
Bundan maksat da, Yezidin imamlığına iktida ettirmekti. Halk, ikindi namazını yeni halifenin arkasında kılmaya hazırlanırken yeni halife emir vermişti: Ava çıkacağım. Her şey hazır olsun!…
Bunu haber allan Dahhak, koşa koşa Yezidin yanına gelmiş, halkın kendisini camide beklediğini söyliyerek onu bu fikrinden güçlükle vazgeçirebilmişti. Yazid, babasının cenaze alayına bile katılmamıştı.
Muaviyenin cenazesi, muhteşem bir alayla kaldırılarak gömülmüştü ve o geceden itibaren de, onun sıkı bir disiplin altında tuttuğu koca kent, birdenbire değişmişti. Her köşede, çoşkun bir serbesti içinde, çılgın bir sefahat hayatı baş göstermişti.