Aradan yıllar geçmişti. Artık Muaviye, seksen iki yaşına gelmişti. Bu süre içinde son derece ağırbaşlı ve ihtiyetla hareket ettiği için, Mekke ve Medinedeki muhalifleri derin bir sukün içindelerdi.
İhtiyarladıkça Muaviyenin şişmanlığı artmıştı. Bunaltıcı ve dayanılmaz bir hal almıştı. Özel doktorlar, Muaviyeye havası sert olan bir yerde oturmayı tavsiye etmişler, Ebva denilen yere çadırlar kurdurarak onu oraya nakletmişlerdi.
Ama buraya naklin ertesi gün, Muaviyenin bir tarafına inme inmiş, ağzı çarpılmış, yüzünün bir tarafı da mefluç bir hale gelmişti.
Halka karşı daima makbul ve muhteşem görünmeye önem veren Muaviye yüzünü o halde görünce, çok üzülmüş, özel hizmetine memur olanlardan başka, huzuruna hiç kimsenin girmemesi için emir vermişti.
Muaviye, her tarafı sımsıkı kapalı bir tahtırevan içinde, Şamdaki sarayına getirilmişti. Hakimler tarafından büyük bir dikkatle tedavisine girişilmişti. Ama, harcanan bütün gayret boşa gitmişti.
Bu sırada Yezid, Humus taraflarında, av peşinde gezmekteydi. Babasına inme indiğini haber alır almaz, çabucak Şama gelmişti.
Şam sarayı büyük bir üzüntü içindeydi. Halk, sarayın etrafına birikmişti. Muaviyenin ne halde olduğunu öğrenmek için, herkes büyük bir sabırsızlık içindeydi.
Yezid, babasını görmeden önce hakimlerle temas etmişti. Artık bütün iyileşme ümitlerinin kesildiğini öğrenmişti. Ondan sonra babasının huzuruna girmiş, elini öptükten sonra: Ya baba!… daha çok zaman yaşamanı arzu ederim. Fakat, görünüşe göre ecel kapıda bekliyor. Sana bir emri hak vaki olursa, düşmanların bana çok zorluk gösterirler. Belki de yine birçok kanların dökülmesine sebebiyet verirler. Bunlara meydan vermemek için, henüz sağ iken hilafeti bana bırak… demişti.
Yezidin bu teklifi, Muaviyenin çok zoruna gitmişti: Ey oğul!… Senin bu sözlerin, benim için manevi bir ceza ve azaptır…. görüyorum ki, benim sağlık ve hayatımdan ziyade, bir an önce saltanat makamına geçmeyi düşünüyorsun. Şu anda ben, Ali ile Hasana ettiklerimin cezasını çekiyorum. Şu ölüm döşeğinde, uğrunda o kadar fedakarlık ettiğim evladım tarafından, saltanatı bırakmaya zorlanıyorum. Yani, ne ektimse, onu biçiyorum. Şimdi kendimi savunmadan acizim. Onun için fikrini kabul ediyorum. Yalnız, senden bir şey rica edeyim: Birkaç gün sabret. Böyle çarpık ağızla halkın karşısına çıkmak istemiyorum. Belki hakimler bir kolayını bulurlar, hastalığın yüzümdeki eserlerini düzeltmeyi başarırlar. O zaman halk huzurunda hilafet ve saltanatı sana bırakırım… demişti.
Yezid buna razı olmamıştı: Ne engel var, baba…. Yüzüne bir mendil örtersin. Bugün, biat töreni yapılmalıdır…. diyerek babasına tazyike girişmişti.
Artık, Muaviyenin üzüntüsün son noktaya gelmişti. Hüngür hüngür ağlayarak: Ya Yezid!… Hiç olmazsa yarına kadar sabret. Bugün çarşambadır. Çarşamba günü yapılan biatten hayır gelmez…. demiş ve oğlunu güçlükle fikrinden vazgeçirebilmişti.
Yezid, babasının yanından çıkar çıkmaz, doğruca kendi sarayına gitmiş, ertesi gün yapılacak biat töreni için hazırlık yapılmasını emir vermişti.
Muaviye ise, derhal hakimlerini çağırarak: Beni yarına kadar bu yataktan kaldırınız. Size servetimin yarısını vereyim….. demişti.
Muaviyenin maksadı, ertesi gün saltanatı oğluna bırakmamak, gerekirse onunla mücadeleye girişmekti. Hakimler, derhal birçok tedbirlere baş vurmuşlar; Muaviyenin muhtelif organlarından kan almışlar; o zamanın bilgilerine göre, ne mümkünse yapmışlardı. Fakat, hiç bir şey başaramamışlardı.
Mağrur ve saltanat düşkünü olan Muaviye, sonunda mukadderata boyun eğmişti. Artık hilafet ve saltanatı Yezide bırakmaya karar vermişti.
Ertesi gün, halk yine sarayın etrafına birikmişti. Heyecan, herkesin sinirlerini germişti. Emevi hanedanına mensup olanlarla bütün taraftarları Yezidin lehine nümayişler yapıyorlardı. Artık, Muaviyenin varlığı unutulmuştu.
Halkın bu uğultusundan Muaviyenin kalbine bir korku girmişti. Yezidin bir an önce kendisini öldürtmesinden korkarak büyük bir telaş içindeydi.
Melul bakışlarını kapıya çevirmişti. Garip bir kuruntu ve vesveseyle, saatlerce kendisine hücum edilmesini beklemişti ve sonunda başının ucundan ayrılmayan Dahhak ile Müslime dönerek: korku bana her acıdan ağır geliyor. hatta, ölümden bile… Yezide söyleyiniz: Hayatıma kasttemiyeceğine yemin ederse, hilafetten feragat edeyim…. demişti.
Her an babasından haber bekleyen Yezid, babasının teklifini derhal kabul etmiş ve onu öldürtmeyeceğine dair teminet vermişti.
O zaman Muaviye, rahatlayarak Emevi rüesasından ve Şam eşrafından yetmiş kişiyi huzuruna istemişti. Yüzünün inmeli kısmını bir ipekli mahrama ile kapayarak, hafif ve titrek bir sesle onlara şu suretle hitap etmişti: Ey zevatı kiram!… Allah için söyleyin: Benden hoşnut musunuz, değil misiniz?
Muaviyenin muhatapları, cevap vermişlerdi: Senden; yerden göğe kadar memnunuz…. Bizi, Ali gibi bir gaddarve cebbarınelinden kurtardın. Aliye ve Ali evladıa lanet olsun…….
Bu teline, Muaviye de katılmış ve sonra sözlerine şöyle devam eylemişti: Artık ben cümlenizin misafiriyim. Ölüm her an bana daha ziyade yaklaştığını hisediyorum. Ölümümden önce hilafeti bir ehli zata bırakmak istiyorum. Oğlum ve veliahtım Yezidi hilafete kabul ediyorsanız, ne ala…. eğer başka birini uygun görüyorsanız, açıkça söyleyin.
Oradakiler hep birden Yezidi istemişler: Hilafet ve saltanatın Emevilerden başkasına geçmesine razı değiliz. Yezid, veliahttır. Halk, bu şekle alışmıştır. Yeniden bir hilafet meselesi ortaya çıkarsa, her tarafta bir fesat kopabilir… Bu arada, Haşimiler de meydana atılacaklardır. Böyle bir karşıklığa meydan vermemek için, Yezidin hilafetini kabul etmek gerekir….. demişlerdi.
Muaviye, Yezidin gelmesini istemişti. Maddi ve manevi acılarını gösteren bir sesle: Oğlum!… Hilafeti sana bırakıyorum!… demişti.