Harun Raşid, İbrahim Halitin düştüğü durumdan dolayı hem üzülmüştü hem kızmıştı. Ibrahim Haliti görmezden gelerek veziri Yahya Bermekiye döndü ve şu sözleriyle yeni bir tartışmanın başlatılmasını buyurdu: „Bağdat alimleri ile bazı alimler arasında Hayır ve Şer hakkında tartışmalar yapılmaktadır. Sor bakalım İbrahim Halit ne düşünüyormuş bu konuda?“
Harun Raşid, hayır ve şer konusunda kendiside şüphede olduğu için sormuştu bu soruyu. Alimlerin getirdiği delil ve belgelerin hiçbiri, bu konuda net bir görüşe ulaşması için yeterli olmamıştı. Yahya Bermeki, İbrahim Halite dönerek sordu:
Ey İbrahim, Allahın kullarından kaynaklanan hayır ve şer: fayda ve zarar; günah, zulüm, küfr (Allahı inkar) ve benzeri şeyleri kaza ve kadere bağlayarak Allaha mı isnad (karacılık, iftira) edersin: yoksa haşimoğullarının ve Ehl-i Beytin inandığı gibi, kulların iradesi vardır, dolaysıyla yaptıklarından sorumludurlar mı dersin? Bu zor sorunun cevabı sence nedir?
İbrahim Halit: „Bizim inancımızagöre hayır ve şer; fayda ve zarar; günah, zulüm, küfr gibi şeyler Allahın kaza ve kaderi ile olup, rızası ile değildir. Çünkü Adem ile Şeytan, su ile ateş, cennet ile cehennem, ölmek ile dirilmek, sağlık ile hastalık, iman ile Küfür, itaat ile isyan, sevgi ile düşmanlık, İbrahim ile Nemrud, Musa ile Firavun, Muhammed ile Ebu Cehil, kafir ile müslüman hep Allah tarafından yaratılmıştır. Allah, bunların hepsini kaza ve kadere bağlamıştır.“
Hüsniye bu sözlere daha fazla tahammül edemeyip, sabırsızlıkla şöyle dedi: Ey İbrahim! Allahtan utanmayarak, bu küfürleri hem kendine hem bütün müslümanlara reva görerek Şeytan için nasıl da delil gösteriyorsun. Bilesin ki, senin ve senden önce böyle düşünenlerin hatalarını bulup çıkarmak, görüşlerini çürütmek benim için çok kolaydır.
Dedin ki, „şer, isyan, küfr, dinsizlik gibi şeyler Allahın kaza ve kaderi iledir ama rızası ile değildir.“ Böyle bir şey imkansızdır. Çünkü hem hükmedip, hemde verdiği hükümde rızası bulunmayan bir hakim ancak aciz ve riyakar bir hakim olabilir. Sen de böyle söyleyerek yüce Allaha acizlik, riya ve başarısızlık isnad etmiş oluyorsun. Halbuki O mukkades, bu sıfatlardan çok uzaktır. Ey İbrahim, bilki senden önce böyle düşünenler kendi kabahatlerini örtmek için hayır ve şerri kaza ve kadere bağlamışlardır; neden dersen, çünkü onlarınbizzat kendileri küfüre ve yalana sapmışlardır. Sen de utanmadan aynı şeyi savunuyorsun.
İbrahim Halit: Ey Hüsniye, Allahın kelamına inancın yokmuş gibi konuşuyorsun.
Hüsniye: Allah üzerine yemin ederim ki, Allahın kelamı olan Kuranı Kerime bütün kalbimle inanır ve iman ederim. Ben Kuranı okumayı, yorumlamayı ve zor yanlarını anlamayı o insanlardan öğrendim ki, Kuran onların büyük ceddi Muhammede ve onların evine inmiştir. Ben gerçekleri onlardan öğrendim, Kuran sayesinde ulaştım.
İbrahim Halit: Ey Hüsniye, Allah, Kuranın sure ve ayetlerinde şöyle buyurmuştur: Zümer suresi, 62. ayet: „Allah hem herşeyi yaratandır, hem herşeyi Onun yanında muhafaza edilmiştir.“
Nahl suresi, 93. ayet: „Allah dilediğini delalete (sapkınlığa), dilediğini hidayete yöneltir.“
Bakara suresi, 142. ayet: „Allah kimi dilerse onu doğru yöneltir.”
Ve yine Bakara suresi, 7. ayet: “Allah onların hem kalplerini, hem kulaklarını mühürledi. Ve gözlerinin üzerinede bir perde çekti ki, artık onlar HakkI Kabul edemezler.”
İbrahim Halit, ayetleri aktardıktan sonra konuşmasını sürdürdü. Bu kutsal ayetlere ne diyorsun? Kuranı Kerimin bu hükümleri hakkındaki düşüncelerini öğrenebilir miyiz?
Hüsniye: Bakara suresi, 7. ayet mantıksal olaylara uygun ayetler gurubu içinde yer almakta ve öbür ayetlerle bağdaşmaktadır. Çünkü, Kuran ayetleri birbirine aykırı olmaz. Nitekim Kuranda, ayetlerin birbirine aykırı olmayacağına ilişkin özel bir ayet vardır. Şimdi, kanıt olarak sıraladığın ayetleri tek tek ele alalım. Önce Zümer suresi 62. ayet Bu ayetin gerçek manasına değil de zahiri görüşüne bakılırsa, herşeyin yapıcısını ve yaratıcısının yüce Allah olması gerekir. Oysa bu, yani hayrın ve şerrin de Allahtan olması düşüncesi, bize Şeytanın yoluna götürür. Kuranda “küll” sözcüğünün “bazı” manasını taşıdığını bilmek gerekir. Nitekim, İbrahimin öyküsünde (Bakara suresi, 260. ayet) “küll” sözcüğü “bazı” anlamında kullanılmıştır:
“Sonra onları parça parka ayır ve her parçasını bir dalın üzerine koy. Alimler ve akıl sahipleri bilirler ki, o yerde Kafdağı veya Elvandağı yoktur. Dolaysıyla ayette, yakınlarda bulunan dağlara işaret edilmektedir.”
Ve yine Kuranı Kerim, Nemal suresi, 23. ayetteki belkız olayında „küll“ sözcüğü „bazı“ anlamında kullanılmıştır.
Kendisine her şey verilmiştir. Belkızın bir de çok büyük bir tahtı vardı.
Ayette “her şey” (küll) deniliyor ama, akıl sahibi herkes, o yerde domates, armut, vb. Şeylerin yetişmeyeceğini bilir. Neticede küll sözcüğü, hiçbir eksikliğin ve noksanlığın bulunmaması anlamına gelir. Bu nedenle noksanı ve kusuru olmayan iyi şeylerin tümünü Allaha mal etmek doğrudur.
Yer, gök, arş, kürsü, insanlar, cinler, melekler, atalar, çocuklar ve benzer bütün yaratıkların yaratıcısı ve yoktan varedicisi yüce ve aziz Allahtır. Allah, iyi şeyleri yarattığı için, küfür, fesat, zulüm, isyan ve bunlara benzer kötülüklerin ortaya çıkmasından uzaktır. Şimdi gelelim, “Allah dilediğini saptırır, dilediğini hidayete yöneltir” ayetine “Hidayet” sözcüğü pek çok anlama gelir. Bu ayette hidayetin, birincisi uyarı ve bildirme; ikincisi, lütuf ve bağış olmak üzere iki anlamı vardır. Ikiside gerek müminler, gerek kafirler için geçerlidir. Yüce Allah, müminlere bağışladığı lütuf, uyarı, kudret, kuvvet, akıl ve buna benzer şeylere kafirlere de bağışlamıştır. Böyle olmasaydı, kafirler Allaha, “Ey yaratıcı sen bizim göz kulaklarımızı mühürleyip, bize gerçeği yeteneğinden mahrum bıraktın, biz de kafir olduk” dediklerinde Allahın onlara hak vermesi gerekirdi.
Halbuki yüce Allah, Kuranı Kerim, Nisa suresi 165. ayet açıkça şöyle buyurmuştur: “Ta ki Peygamberlerden sonra insanların Allaha karşı bahaneleri olmasın.”
Yani yüce Allah, Peygamberlerin insanlara, ona karşı bahane öne sürmemeleri için gönderdiğini buyuruyor. Neden? Çünkü kanıt göstererek hesap sorma hakkı yanlızca Allahındır. Bu nedenle yüce Allah Kuranı Kerim, Enam suresi, 140. ayette şöyle buyuruyor: “De ki: O halde rededilmeyecek yeğane delil, tam ve kamil Allahın delilidir.”
Ey İbrahim, bil ki hidayet her zaman Allahın iradesine ve isteğine bağlıdır. Hidayet, Allahın lütfunun sınırsızlığını göstermek için kullanılır. Öyle olmasaydı günahsız ve günahlı kullarına cennet yolunu göstermesi gerekmezdi.
Bunun gibi, “delalet” kelimesinde pek çok anlamı vardır. Esas anlamı “sapkınlık”tır. Fakat Allaha isnad edildiğinde, “ölüm”, “azap” anlamlar taşır. Evet, Allah, Kuranı Kerim, Nahl suresi, 93. ayette “Allah, dilediğini delalete uğratır” ve yine İbrahim suresi, 27. ayette “Allah, zalimleri delalete uğratır” şeklinde buyurmuştur. Fakat her iki ayette de delaletten maksat, “azap” ve “ölüm”dür. Ey İbrahim! Allahın bazı kullarını saptırtıp yoldan çıkarttığını öne sürerek yüce yaratıcıya laik gördüğüm muameleyi yüce Allah, Şeytan ve Firavuna isnat etmiştir. Mesala Kuranı Kerim, Yasin suresi, 62. ayette şöyle buyurmuştur: “And olsun ki Şeytan, içimizden birçoklarını saptırmıştı.”
Yine Kuranı Kerim, Taha suresi, 79. ayette şöyle buyurmuştur: “Firavun milletini saptırdı, doğru yola iletmedi.”
Yüce aziz Allah, kullarını saptırıp yoldan çıkarmış olsaydı o eylemi kendinden başkasına isnad etmezdi, öyle değil mi? Ey İbrahim! Senin bu kutsal ayette yüklediğin anlam küfürün ta kendisidir. Çünkü yüce Allah, Kuranı Kerim, Nahl suresi, 105. ayette şöyle buyurmaktadır:
“Allahın ayetlerine inanmayanlar yalan söylerler, iftirada bulunurlar. Bu nedenle, Yüce Allaha saptırma isnadı veren ayetlerin tevil edilmesi gerekir.” Örneğin, şu ayette olduğu gibi: “Eğer bir insanda ilahi lütuftan eser kalmamış ise, Allah onu delalete uğratır (şaşırtıp, saptırır).”
Bu ayette tariff edilen insane, kendi seçimi ve ilahi lütuftan uzaklaşmıştır. Dolaysıyla sapıklık isnadı insanın kendisine verilmelidir.
Ey İbrahim! Bakara suresi, 7. ayet ise temsil için inmiştir. Çünkü kalplerin ve kulakların mühürlenmesi imana asla engel olamaz. Engel olsaydı, yüce Allah, Kuranı Kerim, Nisa suresi, 153. ayette şöyle buyurmazdı: “Hayır, Allah, küfürleri yüzünden onların kalplerini mühürlemiştir. Bu nedenle, pek azı dışında imana gelmezler.”
Ey İbrahim! Bu konudaki düşünce ve görüşlerin doğru olsaydı, Peygamberlerin insanları imana davet etmeleri suç ve kabahat sayılmak gerekirdi. Senin dediklerin doğru olsaydı, yüce Allahın Peygamberlerini, “Falan insanı imana davet etme, onun iman ettirmeye kudreti yoktur, çünkü onun kalp ve kulakları mühürlenmiştir” diye uyarması gerekirdi. Aynı nedenle Peygamberlerin de bu tür insanların imana davet etmemesi gerekirdi. Oysa hidayet yolu müminler içinde, kafirler içinde açıktır. Kurani Kerim, Dehr suresi, 3. ayette olduğu gibi: “Biz insane doğru yolu gösterdik; ister şükretsin ister küfretsin.” Bu ayetten de açıkça anlaşılabileceği gibi, hidayet hem inananlara hem kafirlere verilmiştir.
Harun Raşid, Hüsniyenin mezhebine muhalif olmasına rağmen, “şer ve hayır” konusunda şüphede olduğu ve Hüsniye bu konularda zihin açıcı açıklamalarda bulunduğu için, onun konuşmasından çok hoşnut kaldı. Tam bu sırada İbrahim Halit, yeni bir soru yönelti Hüsniyeye: Ey Hüsniye! İbrahimin müşriklere (Allaha ortak koşanlara) söylediği söz, Kuranı Kerim, Saffat suresi, 95. ayette açıkça şöyle dile getirilmiştir: “Kendi elinizle yonttuğunuz o şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki sizi de tapdığınız o şeyleri de Allah yaratmıştır.”
İbrahim Halit, ayeti böylece aktarıp, “buna cevabın nadir?” diye sorunca, Hüsniye gülerek şöyle cevap Verdi: Allah üzerine yemin ederim ki, senin Kurana inanmadığın, bu ayeti şerifeyi kendi amacına göre yorumlamandan anlaşılıyor. Oysa bir çok yorumcu ve Peygamberin yolunu izleyen herkes, ayetteki bu kelimenin açtığı yanlış anlamaya bertaraf ederek, bu ayeti, “Allah sizi yaratmıştır” diye yorumlamıştır.
Ey İbrahim! Niçin Allah kelamının batıl olmasına yol açacak deliller ve belgeler peşindesin? Bu ayet insanların kötü eylemlerini kınamak için indirilmiştir. Yani, kendi ellerinizle yontmuş olduğunuz şeye tapıyorsunuz ama, sizi de, onları da Allah yaratmıştır, demek isteniyoe.
Yok eğer senin dediğin gibi insanların tapma eylemleri de Allah tarafından yaratılmış olsaydı, o zaman bu ayet kafirler için sağlam bir sığınak olacaktı. Öyle ya, yaptıkları kötülüklerden dolayı kafirleri once kınamak sonra da onlara sığınabilecekleri bir özür kapısı açmak açık bir çelişki olurdu.
Ey İbrahim! Ayrıca senin, “küfür, günah ve kötülükler de Allahın kaza ve kaderidir” biçimindeki görüşünden, Allahın kafirlerin ibadetlerini değil, isyanını istediği gibi bir sonuç çıkar. Böyle bir Allah, haşa, zalimlerin en zaliminden bile daha zalim bir Allahtır. Çünkü Allahın verdiği küfür nedeniyle kafir olmuş birine gene Allahın azap vermesinden ve gene işkence etmesinden daha büyük zulüm olur mu?
Yüce Allah kafiri kafir, küfrü küfür olarak yaratmış olsa, kafirin iman getirmeye gücü ve imkanı olmaz. Buna rağmen, kendisinin yaratıp takdir ettiği küfr için kafire işkence eder ve azap çektirirse, bu açık bir zulüm olur.
Mesala siyah derili bir insana, niçin siyah oldun diye azap vermek apaçık zulümdür.
Bir çocuğun elini bağlayıp suya attıktan sonra, çıkarıp niçin elbiseni ıslattın diye dövmek zulüm ve gaddarlık değil de nedir? Ey İbrahim! Allah küfrü kafirde, zulmü zalimde ve kötülüğü kötüdeyaratmış olsaydı, insanları Peygamberler aracılığıyla doğru yola davet etmek saçma bir davranış olmaz mıydı? Çünkü bu durumda Peygamber herhangi bir kafiri Allah adına imana çağırdığında, o kafir „bendeki küfrü Allah yarattı bana iman gücü vermedi, „niçin beni imana davet ediyorsun“ diye sormaz mıydı? Peygamber bu haklı soruya nasıl bir cevap verebilirdi? Peygamberin bu soruya geçerli bir cevap veremiyeceği çok açıktı. Senin görüşlerini doğru kabul edecek olursak kafiri imana davet etmek akla da, İslama da aykırı olur.
Bu, bir adamı uçmaya davet etmeye benzer ki, imkansızdır. Halbuki yüce Allah, Kuranı Kerim, Nisa suresi, 28. ayette şöyle buyuruyor: „Allah, sizin yükünüzü hafifletmek ister. Zaten insanda zayif olarak yaratılmıştır.“
İki ayet daha okuyacağım sana. Önce, Bakara suresi, 286. ayet: „Allah, hiçkimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez.“
Yine Bakara suresi, 185. ayet: „Allah, sizing için kolaylık ister, zorluk istemez.”
Kuranda bunlara benzer daha pek çok ayet vardır. Ey İbrahim! Inanmayanların dediği gibi Allah, küfrü kafirde yaratmış olsaydı, Bakara suresi, 28. ayetteki gibi buyurmazdı: „Allaha karşı nasıl küfr ediyorsun?“
Ve eğer, senin dediğin gibi Allah, „Hak“ kadar batılın yaratıcısı ise, nasıl oluyordu Ali İmran suresi, 71. ayette şöyle buyuruyor: „Niçin hakkı batıl ile karıştırıp gerçeği gizliyorsunuz.“
Yüce Allah, hak ve batılın bir arada bulunmasını kendi varlığından böylece tenzih ettikten sonra hakkı da batılıda onun yarattığı nasıl öne sürülebilir? Nitekim yüce Allah, Kuranı Kerim, Ali İmran suresi, 99. ayette şöyle buyuruyor:
„Neden iman edenleri Allah yolunda döndürmeye çalıyorsunuz?“ Ey İbrahim! Eğer yüce Allah kafirin küfrünü kafirde yaratmış olsaydı, kafirler bu davranışlarıyla Allaha kayıtsız şartsız Allaha itaat etmiş olurlardı. Çünkü madem onların öyle olmasını Allah istemiştir, küfürleri Allahın emrini yerine getirmekten başka bir şey değildir.
Bu durumda, kafirleri imana davet eden Peygamberler, Allahın yarattığı küfrü yasakladıkları için Allahın emirlerine karşı gelmiş sayılmazlar mı? neticede senin görüşüne göre kafir olan insanlar itaat etmiş, onları imana davet eden Peygamberler ise Allaha karşı çıkmış olmaktadırlar.
Ey İbrahim! Senin bu itikad ve görüşüne göre yüce Allahın kaza ve kaderine razı olmamak gerekmektedir. Çünkü, bütün müslümanların kabul ettiği küfre razı olmak haramdır. Allahın kaza ve kaderine razı olmak ise vaciptir ama küfrü Allahın kaza ve kaderi içinde kabül ettiğimiz zaman, küfre razı olmak kaçınılmazdır. Bu ise küfrün tam özüdür.
Neticede ey İbrahim! Senin görüşüne göre hırsızlık, cinayet ve benzeri suçlar için kararlaştırılmış bütün şeri cezaların kaldırılması gerekir. Öyle ya, madem zina, kumar ve satranç oynamak, tambur çalmak gibi yasaklar da Allahın kaza ve kaderine bağlanmıştır, o zaman İslam alimlerinin bu tür yasakları çiğneyenleri cezalandırması doğru olmaz. Çünkü böyle yaparlarsa kaza ve kadere ters düşmüş olurlar.
Bu yaklaşım aynı zamanda, hem küfrü yaratmayı hem de onu yasaklamayı ve cezalandırmayı Allaha atf ederek, iki zıt şeyi yüce Allahın varlığında birleştirmektedir ki, böyle bir şey olamaz.
Ey İbrahim! Ebul Eşariden rivayet edildiğine göre, bir gün bir hırsızı Abbasoğlu Abdullahın yanına getirdiler.
Abbasoğlu Abdullah, o hırsızın elinin kesilmesini emretti. Mecliste bulunanlardan biri, „Allaha sığınıyorum, bu Allahın kazasındandır“ dedi. Abbasoğlu Abdullah sinirlenerek şöyle cevap verdi ona: „Senin bu sözünün günahı, hırsızın günahından daha çok büyüktür.“ Hemen o şahsın meclisten çıkartılması için emir verdi ve ondan tövbe etmesini istedi.
Abbasoğlu Abdullah, Harun Raşidin atası olduğu için, Harun Raşid, Hüsniyenin bu sözlerinden çok hoşlandı. Hüsniye, konuşmasını şöyle sürdürdü: Ey İbrahim! Küfrün ve günahın yaratıcısının yüce Allah olması durumunda, iyilikte bulunan bir insanla zulm eden bir insanın davranışları arasında hiç bir fark olmaz. Çünkü madem yaptıkları hayır ve şer kendilerinden değil, Allahtan kaynaklanmaktadır, öyleyse bu hayır ve şerlerden kişisel olarak sorumlu tutulamazlar. Böyle olunca, hem gökten inan kitaplar, hem gönderilen Peygamberler, hemde cennet ve cehennem yersiz ve gereksiz sayılmalıdır. Ey İbrahim, bu ise hiç şüphesiz Şeytanın düşüncesi ve inancıdır. Nitekim Kuranı Kerim, Hicr suresi, 39. ayette Şeytan şöyle itiraz etmektedir: „Rabbim, beni azdırdığın şeye and olsun.“
Ey İbrahim, hayrın yanlızca Allahtan geldiğini bilebilecek bir konumda olmana rağmen, sen sürekli olarak Şeytan için delil ve belge bulmaya çalışıyorsun. Bu, Ümmeye Oğullarının, uydurduğu mezheptir. Çünkü Ümmeye Oğullarının hem alimleri hem hadis nakledicileri bu gidişatı Şeytandan alıp dinlerini dünyaya satmışlardır. Sen ve senin gibilerde onlara bağlı olanlardasınız. Bunda asla şüphe yoktur.
Hüsniye, sözü buraya getirince İbrahim Halit, bağdat alimleri ve onlara bağlı olanlar ayağa kalktı ve Hüsniyeyi, „Ey hizmetçi! İslam dinine fazla hakaret etme!“ diye uyardılar. Bununla yetinmeyip Hüsniyeye hücum etmek istediklerinde, Harun Raşid sinirlendi ve hepsini azarladı:
Ey İbrahim! Bir hizmetçi, deliller göstererek sizlerin kafirliğini ilan ettiği halde, aciz kalıp kafanızı aşağı salıyorsunuz. Bu yetmiyormuş gibi bir de sinirleniyorsunuz. Doğrusu şaşılacak şey!
Hüsniye tekrar söz alıp, „Eğer bu tartışmanın uzamasının halifeye usanç veremiyeceğini bilsem getireceğim delil ve belgeleri bir haftada bile aktaramam size“ dedi ve Harun Raşide dönerek devam etti: Insanın kendi eyleminden sorumlu olmadığını kabul etmemiz durumunda, yürümek, yemek, içmek, oturmak, alışveriş etmek gibi insanın kendi isteğine bırakılmış (ihtiyari) eylemlerde; nabız ve kas hareketleri gibi irade dışı, zorunlu (ıztırari) eylemler arasında fark bulunmaması gerekir. Halbuki bir fark olduğu ortadadır. Insan, birinci guruptaki eylemleri kendi iradesiyle yapar; ikinci gruptakiler ise iradesi dışında oluşur. Bu eylemlerin kişiye yüklendiği sorumluluk da farklıdır. Ihtiyari (iradi) eylemlerde kişi, hareketinden sorumludur ve yaptığı hareketlere kadirdir; zorunlu (irade dışı) eylemlerde ise sorumlu da değildir., kadir de değildir. (Mesela uçup gökyüzüne çıkmak gibi).
Akıl sahibi kimselerden Behlül Hazretleri, kaza ve kader hakkında Ebu Hanife ile tartışırken çok güzel bir örnek verir. Şimdi onu görelim: Bir gün Behlül Hazretleri Ebu hanifeye şöyle dedi: „Ey Ebu Hanife! Sen insanın hiçbir davranışının ihtiyari olmadığını, bütün eylemlerinin önceden belirlendiğini, yani hiçbir şeye kadir olmadığını söylüyor, buna inanıyorsun. Ben şimdi eşeğin bile senden daha akıllı ve olgun olduğunu ispat edeceğim. Nasıl mı? Eşek, gözünün kestiği küçük bir ırmağa varınce, hiç bir zorlamaya gerek olmaksızın kendi isteğiyle ırmağı geçer gider. Ama gözünün kesmediği büyük bir ırmağa götürülürse, öldür Allah geçmez o ırmağı. Bak, eşek bile neye kadir olduğunu, neye olmadığını biliyor. Ey Ebu Hanife! Bu ilmine, olgunluğuna rağmen sen nasıl fark edemiyorsun, neye kadir olup olmadığını? Hüsniyenin bu sözleri, Harun Raşidi, Yahya Bermekiyi ve öbür devlet erkanını çok güldürdü. İbrahim Halit ise kızgınlığından ölecek oldu. Hüsniye, sözlerini şöyle sürdürdü:
Insanın, ihtiyari işlerini yapmaya kadir olmadığını söylemek, dolaylı olarak yüce Allahın acıma ve bağışlayıcığı olma özeliklerini inkar anlamına gelir. Çünkü acıma ve bağışlama kavramları ancak günah işleyen ve azabı hak eden insanın olması durumunda anlam kazanır. Ama günahı, insanın kendi eyleminin bir sonucu olarak görmeyip, Allahın kudretine atfedersek dediğimiz gibi acımanın da, bağışlamanın da hiç bir anlamı kalmaz. Halbuki yüce Allah herhalde esirgeyen ve bağışlayandır.
Ey İbrahim! Imanlı insan odur ki, bu dünyada kendi aklı ve görüşü ile griştiği eylemlerine, İslamiyete uygun gerekçeler bulsun. Insan ancak bu şekilde dünyada övgüye, ahirette, sevaba hak kazanır. Yüceler yücesi Allah, hiç şüphesiz kulundan istediği şeyi yaratmaya kadirdir. Lakin Allahın istediği şudur ki, kul kendi isteği ile inanıp iyi şeyler yapsın. Eğer kul kendisinde bulunan ihtiyar ve yetenekle imanı bulamazsa, o insanın tuttuğu yol asla kaza ve kaderden sayılmaz.
Ey İbrahim! Istersen daha başka delillerde getiririm. Ancak biraz da, hem kadere inananların hemde inanmayanların rivayet ve hadislerini senin kitabında yazılanlara dayanarak açıklamak isterim.
Ömer oğlu Abdullah, Allahın Peygamberi Muhammedin bir gün şöyle buyurduğunu rivayet eder: „Kadere inanıp boyun eğenler, İslam ümmetinin mecusileri, yani ateşe tapanlarıdır. Hasta olurlarsa hallerini sormayınız, ölünce namazlarını kılmayınız ve karşılaşınca selam vermeyiniz.“
Peygambere, kadere inananların kimler olduğunusorduklarında, Ondan şu cevabı aldılar: „Hem kötülük yapıp hem de bu fiillerinin sorumlusu olarak Allahı gösterenlerdir. Allah, yapacağımız kötülükleri ezelde yazmış çizmiş diyenlerdir.“
Ey İbrahim! Bu tür düşünceleri yüce Allah Kuranı Kerim, Nisa suresi, 79. ayette şöyle men etmiştir: „Sana gelen her iyilik Allahtandır. Sana gelen her kötülük de kendindendir.”
Yani, kötü işler Allaha layık olmadığından Allahtan değildir. Buna benzer pek çok ayet vardır. Ve hepsinde yüce Allah kötülükleri kullarına isnad etmiştir. Kuranı Kerim, Hicri suresi, 39. ayet ise Şeytanın emelleri hakkındadır: “Onların hepsini toptan azdıracağım.”
Eğer Allah, kötü fiillerin de yaratıcısı olsaydı, kendinin de yaptığı birşeyden dolayı Şeytana şöyle lanet eder miydi? Kuranı Kerim, Sat suresi, 79. ayet: “Ve şüphesiz ki, kıyamet gününe kadar lanetim senin üstündedir.”
Ey İbrahim Halit! Eğer Adem kendi hatalarını Allaha isnad etseydi şöyle yakarır mıydı? Kuranı Kerim, Araf suresi, 25. ayet: “Ya Rab! Biz kendimize yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz, bizi esirgemezsen muhakkak ziyankarlardan oluruz.”
Hz.Musa, kendi hatalarını Allaha isnad etseydi, şöyle yakarır mıydı? Kassas suresi, 26. ayet: “Rabbim! Ben nefsime zulmettim, beni bağışla.”
Ve nihayet Yunus kendi hatalarını Allaha isnad etseydi şöyle der miydi? Enbiya suresi, 87. ayet: “Senden başka Allah yoktur. Seni tenzih ederim.”
Ey İbrahim Halit! Gördüğün gibi bütün Peygamberler, yüce Allahın her türlü kusurdan azade bulunduğunu itiraf ederek ondan tövbe dilenmişlerdir. Eğer dediğin gibi kulların hataları Allahın fiil ve takdiri olsaydı, Peygamberlerin kendi nefislerinin eksiğinden dolayı Allahtan tövbe istemeleri saçma olmaz mıydı? İbrahim Halit, konuşmanın tam bu noktasında bir itiraz noktası bulup Hüsniyeye iletti:
Ey Hüsniye, sen kendi sözlerinle kendi düşünceni ve mezhebinin inancına çürütmüş oluyorsun. Çünkü senin inancına göre bütün Peygamberler masumdur, yani suçsuz ve günahsızdır. Şimdi söyle bakalım suçsuz ve günahsız bir kul neden tövbe etme gereğini duysun?
Bu soru üzerineHarun Raşidin veziri Yahya Bermeki gülmeye başladı. “Ey İbrahim” dedi, “sen önceki konularıbir tarafa koyup Peygamberlerin masumluğu meselesini araya sokmak istiyorsun. Bilesin ki bu hareketin yersiz ve şaşılacak bir harekettir.
Mecliste bulunanların hepsi gülmeye başladı. Hüsniye, sözlerini şöyle sürdürdü:
Ey İbrahim! Tartışma konusunu bu şekilde saptırman ne kurallara sığar, ne de adaba. Ama bilki kaza ve kader konusu bitince bu soruna da cevap vereceğim.
Islamdan önce, Kureyşinbütün müşrikleri (Allaha ortak koşanları) kişinin iradesini inkar ediyor, insanların bütün fiillerinin nabız hareketi gibi irade dışı (zorunlu, cebri) fiiller olduğuna inanıyordu. Islam dini ortaya çıkınca, bu mezhep ortadan kayboldu. Ama Muhammedin vefatından ve Alinin şehit edilmesinden sonra iktidar Ümeyye Oğullarına (Allahın laneti üzerine olsun) geçince, bu mezhep müslümanların arasında yeniden yaygınlaşmaya başladı. Sizler, onlardan ve onları izleyenlerden miras kalan bu mezhebe bağlısınız. Sizlerin yolunu izleyenlerin de gene aynı mezhebe bağlı kalacaklarında asla şüphe yoktur. Kudret ve kuvvet sahibi Allahın üzerine yemin ederim ki, Peygamberin, Ehl-i Beyti de sahabesi de (yakın arkadaşları) bu mezhebi hiç bir zaman kabul etmemişlerdir.
Meclistekiler, Hüsniyenin bu son sözlerini çok beğendiler, onu tebrik ettiler.
İbrahim Halit, Hüsniyenin sözlerine karşılık şöyle dedi: Ey Hüsniye! Açıkladığın ayetler ve hadisler doğrudur. Ama Peygamberin arkadaşlarının pek çoğu insanların hareketlerinin iradi olmadığı, zorunlu olduğu noktasında hemfikirdi. Onlar yüce Allaha ortak koşmayı akıllarından bile geçirmezdi. Oysa senin yaklaşımında Allaha ortak koşmuş oluyorlar.
Hüsniye: Niçin böyle bir sonuç çıksın? Yüce Allah, hatalı kullarını cezalandırma kudretine sahip olmasaydı, dediğin doğru olurdu. Mesela bir padişahın bir bölgeye tayin ettiği bir vali, hükmettiği bölgedemüslüman bir halka zulmetse, topraklarını ellerinden alsa; padişah da buna karşılık o valiyi öldürse ve o toprakları geri alsa, bu durumda vali ile padişahın suç ortaklığı içinde olduğunu öne sürebilir miyiz? Elbetteki süremeyiz.
Ey İbrahim! Allahın emirlerini, Peygamberin hadislerini, mantıksal delil ve belgeleri görmek istemeyip, “Peygamberin yolunu izleyenlerin bazısı şöyle demiştir” diyerek, insan iradesini ve dolaysıyla kul sorumluluğunu inkar ediyorsun. Doğrusu bu tutumuna şaşırmamak mümkün değil.