Anadolu Aleviliğinin Inanç Boyutu ve Tasavvuf Felsefesi hakkında sağlıklı bir bilgiye varmak için önce, Alevilik neden ve nasıl doğdu?. Daha sonra Anadoluda yapılanıp ve evrenleşen Aleviliğin tarihsel gelişimini ele almak gerekir.
Hz.Muhammed, Hakka yürümeden önce, orda bulunan ashabına (yakın dava arkadaşlarına) “Bana bir kalem ve kağıt getirin, size bir vasiyet yazdırayım ki, benden sonra ihtilafa (uyumsuzluğa/anlaşmamazlığa) düşmeyesiniz.” demişse de Muhammedin bu isteği yerine getirilmemiş ve vasiyetini yazdırmadan Hakka yürümüştür. Orda bulunan yakın dava arkadaşları içinde Ömer, Peygamberin bu isteğine karşı çıkmış ve Onun hastalığından dolayı ruhu dengesi yerinde olmadığı için ne söylediğini bilmiyor iddiasını öne sürmüştür. Halbuki, Ömer ve onun gibiler Muhammedin, Şahı Merdan Aliyi kendisinden sonra halife/imam göstereceğini çok iyi biliyorlardı, bildikleri içinde bu vasiyete engel olmuşlardır.
Daha sonra Şahı Merdan Ali ve diğer aile fertleri Muhammedin defin işleriyle uğraşırken, Ebu Bekir ve Ömerin aralarında bulunduğu ensar (yardımcı/koruyucu) ve Muhacirin (Göçmen) ileri gelenleri iktidar kavgasına başlamışlardı bile. Orda bulunan Muhammedin dava arkadaşları bu konudaki görüşlerini belirtirken, kimileri geleneği, kimileri soy bakımından Muhammede yakınlığı, kimi bilgi alanında yetkiyi önemser. Gelenek Ebu Bekire, yakınlık ve bilim Şahı Merdan Aliye öncelik tanır. Şahı Merdan Aliyi tutanlar, Onun halife olabilmesi için Muhammedin son veda hac dönüşünde, Gadir-i Humda bir süre dinlenerek binlerce kişinin önünde “Ben kimin mevlası isem, Ali onun mevlasıdır. Ona dost olana dost (Tevella), düşman olana düşman (Teberra) ol, Ona yardım edene yardım et, Onu şimdiden size, halife/imam olarak seçtim” dediğini ileri sürdüler.
Bu iktidar mücadelesi Ebu Bekirin halife olması ile sonuçlandı, daha sonra sırasiyle Ömer ve Osman halife olmuşlardır. Muhammedin net ve açık bir şekilde, kendisinden sonra kimin islam toplumuna önderlik (halife/imam) yapacağına işaret etmişse de peygamberin, bu emrine uymayarak, bu üç kişinin halifelikleri gerçekleşmiş, dolaysıyla günümüze dek yüzyıllardır tartışılagelmiştir.
Şahı Merdan Ali ve Fatıma Ana bu halifelikleri onaylamamakla birlikte, gelişmekte olan islam dininin zarar görmemesi için ve şahsi ve iktidar uğruna gerginlik yaratmaktan kaçınmışlar, bu haksızlığı sineye çekmeyi uygun görmüşlerdir.
Dolaysiyle Aleviliğin kökeni genel olarak Muhammedin dünyasını değiştirdikten sonra, ortaya çıkan, kimin halife olacağı sorunuyla birlikte Emevi (Sünni), Haşimi (Alevi) meselesinin ilk tohumlarını atmıştır.
Hz.Muhammedin Hakka yürümesinden sonra, Ehl-i Beytin başına gelenler, bunlardan en önemli Kerbela olayı ve halife Oamanın yönetimi döneminde akrabalarına, yani Emevi mezhebine gösterdiği aşırı yakınlık ve devlet yönetimine (valiliklere) Emevi mezhebinden tayin etmesi ve diğer mezhepleri suistismaller ona karşı bir çok yerlerde (Mısır, Irak, Hicaz ve Suriye) yoğun bir hoşnutsuzluğa yol açmıştı. Bu gibi bir çok dengesiz yönetim şekli Osmanın öldürülmesine neden olmuştur. Emevilerin, Ehl-i Beyte ve diğer miletlere yapılan zulüm ve estirdikleri terör sonucu Aleviliğin; inançsal ve siyasal bakımlardan daha da olgunlaşmasına ve Arap çoğrafyasının dışındaki çoğrafyalara yayılmasına neden olmuştur.
Ve Türkler islamiyeti dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda tanıdılar. Anadolu insanı tanıştığı islamı ve islama mal edilen Arap milliyetçisi unsurlara yer vermeden akıl ve mantık ile gözden geçirip, Arap örf ve adetlerini içeren niteliklerinden soyutlayıp islamı öz itibariyle kabul ettiler.
Anadolu Aleviliği; Arap adasında savaşların hat safaya çıkmasından dolayı bölgeden dışarıya göçler başladı. Işte bu göçler ve başka yollarla Anadoluya giren Horasan Erenleri (Hünkar Bektaş Veli, Hace Ahmet Yesevi, Ebul Vefa, Abdal Musa, Seyyid Safi, Şah Hatai, vs.); Anadolu islamlaşmasını sağlayan ve Anadolu halkı, geçmiş uygarlıklarıyla Horasan üstünden gelen islamı, yeni bir yapılanmaya tabi tuttu ve farklı bir sentez oluştu. Bu sentezin felsefesi, Tasavvuf Felsefesidir.
Onaltıncı yüzyılın sonlarına gelindiğinde Anadoluda Alevilik veya o dönemdeki adıyla “Kızılbaşlık” organizasyonunu tamamlamış, dinsel ve sosyal kurum ve kuralları bugün bilinen görünümünü kazanmış durumundaydı.
Anadolu Aleviliği, Muhammed ve Şahı Merdan Alinin kurduğu ve onların soyundan gelen On Iki Imamların yürüttüğü inanç sistemidir. Ve Muhammedin tebliğ ettiği din olan islamın özüdür.
Serime bir sevda geldi,
Muhammed Aliden beri.
Yandı vücudum kül oldu,
Ta Kalubeladan beri.
Alinin Fatma Kamberi,
Hırka tutunur önleri,
Severim On Iki Imamları,
Atası pirimden beri.
Hasanla Hüseyini sevdim,
Ikrarım onlara verdim,
Kafirleri bütün kırdım,
Halil-ür-Rahmandan beri.
Zeynel Abbidin yolları,
Açılır gonca gülleri,
Bakır Imamlar serveri,
Severim soyundan beri.
Muhammed dünyaya geldi,
Şu alem nur ile doldu,
Hacem İmam Cafer oldu,
Okuram Kurandan beri.
Tasavvuf felsefesi, Alevi inanç sisteminin, yaşama tarzının temel kaynaklarından biridir. Tasavvuf, islam dinininin batini (bilinmeyen, görünmeyen) yorumu olarak dinin tebliği ile birlikte varolan, onun özünü anlama ve yaşama halidir. Tasavvuf, insanın kendini bilme yolu, nefisle mücadele yöntemi, Hakk ile hak olma inancı, sır ilmi, aşk ilmidir. Bu yolda yürüyene tasavvuf ehli, mutasavvıf, sufi denir. Mutasavvıflar (Alevi Yol Erenleri, Yedi Ulu Ozanlar)Kuran tevsirinin geliştirilmesinde büyük rol oynamışlardır. Onlar sadece sözcüklerin mealini yani zahiri manasını vermekle yetinmemiş, sözcüklerin ardındaki simgesel anlamı, batini manasını açığa çıkarmaya çalışmışlardır, ve çıkarmışlardır. Böylece Anadolu Alevi islam dininin hoşgörüye açık, herkesi kucaklayan özünü yakalamışlardır.
Sufinin benimsediği Vahdet-i Vücut felsefesi (varlıkların birliği) inancına dayanır. Buna göre; evrenin ve hayatın kaynağı mutlak varlık, Allahtır. Allah evrende ve insanda tecelli etmiştir. Ve dolaysıyla evren ve insan Hakkın aynasıdır. Onlar birer surettir, suret ise o şeyin kendisi değildir. Zamanda yaratılış yoktur, sürekli ilerleme, ilahi sıfatın tecellisi vardır. Tanrının tecellisi süreklidir. Bu süreklilikte bir kesinti olsa evren diye bir şey kalmaz.
Tasavvuf, islama sonradan eklenmediği gibi, ondan sapma da değildir. Tasavvuf dinin özüdür. Bu tez ile Aleviliğin islamın özü olarak başlangıcından beri varolduğu, sonradan çıkan ihtilaflara bağlı olarak oluşan bir tepki hareketi olmadığı tezi uyuşmaktadır.
Şahı Merdan Aliye gayp ilminin (batıni ilmin) Muhammed tarafından aktarıldığı kabul edilir. Muhammed “Ben ilmin şehriyim, Ali onun kapısıdır” diyerek bu ilme yani tasavvufa Şahı Merdan Aliden gidilebileceğine işaret eder. Tasavvuf konusunda derin bilgileri özümlemiş olan Şahı Merdan Ali kendisinden sonra yetişecek olan sufilerin ilk ideal tipidir. Sufi topluluklarının kendilerini Şahı Merdan Aliye ve Muhammede bağlaması da tasavvufun sonradan oluşmadığı anlayışını desteklemek içindir.
Tasavvuf dünyasında sufiliğin manevi ataları arasında, Peygamberlerin ve Şahı Merdan Alinin yakınında yer alan isimler arasında Selman-i Farisi önemli bir konuma sahiptir. Acem asıllı bir berber olan Selman esnaf tabakasının temsilcisi konumundadır ve “Selman-ı Pak” adıyla bugün Ayin-i Cemlerinde temizliğin simgesi olmuştur. Ayrıca o dönemde Ashab-ı suffa, Ebu Dar el Gifari (ölm. M. 653), Yemende yaşayan Veysel Karani ve daha bir çok sufinin yaşadığı bilinmektedir. Özellikle Zünun Mısri (ölm. M. 858), Beyazid Bistami (Ölm. M. 848 veya 874), Cüneyidi Bağdadi (ölm. M. 909), Hallac-ı Mansur (ölm. M. 921), Türkmen boylarının müslüman olması sürecinde etkin olan mutasavvıflardır.
Tasavvuf, islam dininin yayıldığı her yere ulaşmış ve dini zahiri olarak anlayan, onu kişisel çıkar ve siyasal amaçlarına göre yorumlayanların karşısında olmuştur. Türklerin islamdan önce farklı inançlara sahip oldukları bilinmektedir. Uygar/Dokuz Oğuzlar Budizmi, Hazar Türkleri Museviliği, Oğuz ve Kırgızların bir kısmı Hıristiyanlığı seçmişlerdi. Gök-Tanrı inancı ve Şamanizm ise yaygın egemen inanç sistemiydi. Türkler, iki yüzyıldan fazla Arap ordularına karşı direndiler ve Emevilerin kılıçla, zorla müslümanlaştırma siyasetine karşı çıktılar. Buna karşılık tasavvuf ehlinin hoşgörü yüklü dinsel mesajlarından etkilendiler. Bu insanı merkez olan dinsel anlayış Türkmenlere Horasan üzerinden ulaştı.
Anadoluya yayılan Horasan Erenleri (Sufiler, mutasavvıflar) tarafından yetiştirildiler. Hızla yayılan sufi süreği Buhara, Semerkanda kadar ulaştı, özellikle göçebe Türkmenler arasında kabul gördü. Bu süreci Horasanda yetişen Hace Ahmed Yesevi hızlandırdı. Sufi süreğinin insanı derinden kavrayan sıcaklığını, Emevilerin katı, Ortodoks anlayışlarına karşı hakim kıldı. Hace Ahmed Yesevinin babası Şeyh İbrahim de bir sufidir ve Ali evladından kabul edilmektedir. Yesevilik Türkmenlerin yaşama tarzına uygundu, bu tarikatta kadın-erkek ayrımı yoktu ve birlikte zikir halkalarına katılıyorlardı. Yesevi dervişleri Anadoluya göç eden topluluklarla birlikte gelmiş ve Anadolunun aydınlanmasında önemli roller üstlenmişlerdir. Hünkar Hace Bektaş Veli, Abdal Musa, Seyyid Safi, Sarısaltık, Geyikli Baba, Baba İlyas, Baba İshak vs. bunlardan bazılarıdır.
Sufi topluluklar, Horasan üzerinden Anadoluya sürekli göç ettiler, özellikle Moğolların baskısı bu göçü hızlandırdı. Bunlar arasında; Yeseviyye, Vefaiyye, Haydariyye, Kalenderi gibi Alevi grupların yanısıra Kübreviyye ve Sühreverdiyye gibi Sünni eğilimli tarikatlar da bulunuyordu. Bu sufi topluluklardan Vefaiyye, Bağdadi olarak da anılan Tacüll-arifin Seyyid Ebul Vefa tarafından kurulur ve Baba İlyasın Şeyhi olan Dede Garkın isimli Türkmen şeyhi tarafından Anadoluya getirilir. Dede garkının ölümü üzerine yerine Baba İlyas geçer ve Amasyada İlyas Köyü (Eski adı Çat) çevresinde kurulduğu zaviye (küçük tekke) ile daha sonra Babailik olarak anılacak sufi süreğini yazar. Bazı araştırmacılar Baba İlyas, Horasaninin isyanında (1240) etkili olan baş halife Baba İshak olmak üzere diğer birçok şeyhin Kalenderi olduğunu belirtir(Ocak, 1992; 67). Ona göre, Hünkar Hace Bektaş Veli Baba İlyasla birleşmeden önce Haydari idi. Burada yetişen Abdal Musada Haydaridir. Larende (Karamanda) ve Bilecikte zaviye kuran ve daha sonra Osman Beyin kayınpederi olacak olan Şeyh Edebalı da Baba İlyasın halifelerindendir (Ocak, 1992; 65). Aslında Yesevilik, Vefailik, Babailik, Haydarilik, Kalenderlik gibi adlarla tanınan, inanç ve pratikler bakımından iç içe geçmiş olan bu akımlarının hepsi tasavvufun yani sufi süreğinin değişik görünümleriydi.
Tasavvufun çeşitli kolları sadece kişilerin inanç dünyalarında ya da günlük pratikleriyle sınırlı kalmamış kendi topluluklarını yaratmıştır. Topluluklar kendi içlerinde mürşid-talip ilişkisi içinde hiyeraşik bir yapıda örgütlenmiş, sosyal kurumlarını oluşturmuş, dergah ve tekkelerdeki eğitimle dini önder kadrolarını yetiştirmiş, gezgin inanç önderleriyle ilkelerini Anadoluda en etkin olanları, Babai, Bektaşi ve Mevlevilerdir. Alevi kimliği ilk ikisinin ortak paydası olmakla birlikte Mevlevilik bu anlamda ayrılmaktadır.
Tasavvuf, Allah ve insan sevgisini üreten bir anlayıştır. Islam dinini zor kullanarak yayanlar savaş ganimetleri ile zenginleşiyorlardı. Bu gelişmelerle dinin “insanlar üzerinde zorlama yoktur” ilkesi (ayeti) göz ardı edildi. Başlangıç döneminde, tasavvuf bu ilkeyi geçerli kılmak için yapılan düşünsel ve pratik çabalardan oluşuyordu. Öyle ki, mutasavvıflar dünya nimetlerini küçümseyerek kan ve acının üzerine gelişen dini benimsediklerini göstermek istediler. İbni Haldunun belirlediği gibi, önce, ilahi buyrukları yerine getirmeyi engelleyen şeylerden uzaklaştılar (takva yapıldı). Bunu tam dürüst olma ile desteklediler (istikamet). Böylece nefsin terbiyesi, alçakgönüllülük, cömertlik gibi erdemlere sahip oldular. Üçüncü olarak bir mürşide, pire bağlandılar. Yolun gizli sırlarını öğrenmeye başladılar. arkasından her şeyden uzaklaşarak halvete çekildiler, aç kalmakla, uyumamakla bedenlerini aşmaya, iradeyi güçlendirmeye çalıştılar. Son aşama olarak güçlü bir iradeye sahip olarak, gönüllerini Allah-insan sevgisi ile doldurarak aydınlanma aşamasına geldiler. (İbni Haldun, 1984; 90)
Tasavvuf inancına göre Allah gizli bir hazine iken bilinmek ve görünmek istedi. Böylece evreni ve varlıkları yarattı, onlar da görünüş alanına çıktı. Kendi özünün, güzelliğinin farkında olacak insanı yarattı. Insana kendi ruhundan pay verdi. Tüm varlıklar Allahın tecellisini görmek mümkündür. Bakara suresinin 115. ayetinde bu anlam vardır: “Doğuda batı da Allahındır. Nereye dönerseniz Allahın yüzü (zatı) oradadır. Şüphesiz Allahın rahmeti ve nimeti geniştir. O her şeyi bilendir.” Dolayısıyla bütün varlıklar Allahın tecellisidir, fakat Allah o varlıkların kendisi değildir.
Şahı Merdan Ali, Allahın sıfatlarını tasavvufi derinlikte dile getirir;
“Şükürler olsun O Allaha ki, işlerin güzeliklerini örtü, gizledi; fakat ona bütün güzelikler aşikar, her şeyden kudretini, sanatını bildiren bir delil eder ızhar (açığa vurma); her yanda delilleri berkarar. Gören Onu göremez; ama görmeyen göz de inkar edemez; nitekim Onun varlığını ispat eden gönül de onu göremez. Yücelikte en üstündür; Odan üstün bir varlık olamaz; yakınlıkta en yakındır; Ondan yakın bir var bulunamaz. Ne yüceliği yarattığı bir şeyden uzaklaştırır Onu, ne yakınlığı yarattıklarıyla eşit eder Onu. Akıllara sıfatlarını sınırlamayı bildirmemişti; ama Onun varlığını, birliğini tanımaktan da onları perdelememiştir. Öyle bir vardır, birdir ki varlık nişaneleri, Ona şahadet eder, inadına inkar edenin gönlü bile varlığını ikrar eyler. Allah, Onu yaratıklara benzetenleri, yahut inad edip inkar edenlerin söyledikleri sözlerden yüce mi, yücedir.” (Nechül Belaga: 35)
Hünkar Hace Bektaş Velinin, Makalatta şu açıklama yer almaktadır; “Çün gönül Hakkın evidür, hazinesudür; aşıklar dahi yüz yire koyup canu gönülden tazarru ve niyaz iderler, Hakk yoluna giderler.” (1971: 75)
Bu ifade Alevilerin Mürşide, Pire, birbirlerine kısaca insana niçin niyaz ettiklerini açıklamaktadır. Tanrı, insan gönlündedir. Cemal cemale duran insan bunu hisseder. Mürşide niyaz eden talip aslında Tanrıya niyaz etmiş olur. mürşidler bu nedenle kendilerine niyaz edenlere “Niyaz Hakka” derler.
Hünkar Hace Bektaş Veli, Allahın zahiri ve batıni iki yönünün olduğunu söyler. “Ve hem çalap taalanın zahırı ve batını vardur; Zahırı bu cihandur, batını ol cihandur ve lakin bu cihan harab olısardur.” (1971: 78)
Zahiri bu dünyadır. Allah, bu dünyada görünüş alanına çıkmıştır, her şeyde tecelli etmiştir. Batıni yanı ise Insan-i Kamil olanların ancak gönül gözüyle görebilecekleri dünyadır.
Pir Hünkar, Çalap(Allah)ın, dünyada her ne yarattıysa insanlara verdiğini ve hatta kendisini de insanlara verdiğini belirtir. Tanrı, beni kim isterse ben ona kendisinden daha yakınım der. “Pes imdi iy azizlar! Çalap dünyede her ne kim yaratdısa sizlere virdi… İmdi kaçan kim beni istersenüz sizde, isten bulasız, dir.
Pir Hünkar, Allahın bu nedenle, “Kim kendini bilirse beni bilir” dediğini belirtir ve ilave eder. Kendi sözünü bilen Hakkı bilir illaki Hakk Tealanın varlığını bilir ama niteliğini bilmez. Nitekim insana candan (Tanrıdan) yakın yoktur, Çalap da kuldan yakın yoktur. (82-83). Pir Hünkar burada esas olan şeyin, insanın kendi özünü bilmesi olduğunu bu kadar açıklamanın uyanık canlar için yeterli olacağını fazlasını söylemek gerekmediğini belirtir.
Aleviler Tanrı inancı, Şah-ı Merdan Alinin ve Hünkar Hace Bektaş Velinin Tanrı inancıdır. Ne bir fazla ne bir eksik.
Tanrı Ademi (insanı) diğer meleklerden üstün kılmak için ona bilmesi gereken her şeyi öğretir ve ruhunden ona ruh katar. Böylece insan tanrılıkla dolar. Bu nedenle Allah ve insan aynı cevhere sahiptir.
Insan alemi suğradır yani küçük evrendir, evren alemi kübradır, yani boyutları büyütülmüş insandır. Insan evrenin bir özeti olarak Allaha en yakın, en ayrıcalıklı varlıktır. Insan Allahın yeryüzündeki halifesidir. Allahın ruhundan, sıfatlarından pay almıştır. Bu nedenle tasavvuf felsefesinde insan yüksek bir değere sahiptir. Sufilere göre, insan evrenin yanlız özü değildir, onun esası ve varoluşu amacıdır. Çünkü evren onun için ve onun uğruna var edilmiştir. Ve Insan-i Kamil, ilahi zuhurun özüdür., onunla bütün yaratılış amacı tamamlanır.
Şahı Merdan Ali bu görüşü şöyle açıklar: “Sen ey insan, ayan beyan bir kitapsın harfleriyle yüreğin okunur.” (78).
“Sen öyle bir açık kitap ilmisin ki, harflerin esrarı çözer, sen kendini küçük bir vücut (küçük kainat) zannedersin, fakat en büyük alem (kainat) senin içinde dürülmüştür.” (Mesnevi, IV, 519)
Allahın kendi ruhundan Ademe (insana) ruh vermesi ve böylece varlıklar arasında sadece insan Allahın özünden bir parça almıştır. Bu anlamda insanda Allahın sıfatları mevcuttur. Özelikle İnsan-i Kamilde bu sıfatlar daha fazladır. Muhammed Ali her ikisi de Tanrının sıfatlarından en fazla pay alan İnsan-i Kamiller arasında en üst makamdadır. Öyleyse “Allah Muhammed Ali” aslında çokluğu değil “Bir” olanı temsil etmektedir.
Anadolu Alevi inancında bu tasavvufi yorum egemendir. “Allah Muhammed Ali” aynı zamanda Anadolu Alevi inancının kurucularını temsil eder. Yolun kurucusu Şahı Merdan Alidir. Yolda Mürşid Muhammed, rehber Şahı Merdan Alidir. Muhammed ve Şahı Merdan Ali aynı gömleği giymiş, musahip (yol kardeşi) olmuşlardır. Batıni anlamda “Muhammed Ali” iki şahsiyet değil “Bir”liği ifade eder. Muhammedin Şahı Merdan Aliye musahip olurken söylediği söz bunun kanıtıdır; “Lahmike lahmi, demmike demmi, ruhike ruhi, cismike cismi.” (Buyruk, 11). Yani Senin etin benim etim, senin kanın benim kanım, senin ruhun benim ruhum, senin canın benim canımdır.
Hz.Muhammedin “Ali ile ben ikimiz bir nurdan yaratıldık” dediği bilinmektedir. Her ikisi de Allahın nurundan pay almışlardır. Öz, cevher bir olunca bu birliği ifade etmek için söylenen “Allah Muhammed Ali” aykırı bir söz olmaktan çıkar.
Yol (islam) Allahın insana önerdiği dindir. Dinin/Yolun sahibi Allahtır. Dolaysıyla, Yolun sahibi Allah, mürşidi Muhammed, rehberi Şahı Merdan Ali ise “Allah Muhammed Ali” bu gerçeği ifade etmek için söylenmiş özlü bir sözdür. Ve Yedi Ulu Ozanlarımız bu birliği (tevhid) Cem Ayinlerinde dile getirirler.
İki cihan aslı sensin,
Allah Muhammed Alisin.
Şah-ı Merdan dili sensin,
Allah Muhammed Alisin.
Şeriat, tarikat sensin,
Hakikat, marifet sensin,
Hadi, mudil, kudret sensin,
Allah Muhammed Alisin.
Basri Babanın eşarı,
Şeksizdir, riyadan arı,
Ayan etti hep esrarı,
Allah Muhammed Alisin.
Mutasavvıflar (Alevi Yol Erenleri, Yedi Ulu Ozanlar)Kuran tevsirinin geliştirilmesinde büyük rol oynamışlardır. Onlar sadece sözcüklerin mealini yani zahiri manasını vermekle yetinmemiş, sözcüklerin ardındaki simgesel anlamı, batini manasını açığa çıkarmaya çalışmışlardır, ve çıkarmışlardır. Böylece Anadolu Alevi İslam dininin hoşgörüye açık, herkesi (evreni) kucaklayan özünü yakalamışlardır.