Kays bin Mahrame, Kabas bin Eşyem, İbn Abbas ve İbn İshakın söylediklerine göre Nebi Fil yılında dünyaya gelmiştir. İbn el-Kelbi ise Nebiin babası Abdullah bin Abdülmuttalibin Kisra Enuşirvanın hükümdarlığının yirmi dördüncü yılında, Nebiin de onun hükümdarlığının kırk ikinci yılında dünyaya geldiğini ve Nebiin Allah tarafından Kisra Perviz bin Kisra Hürmüz bin Kisra. Enuşirvanın hükümdarlığının üzerinden yirmi iki yıl geçtikten sonra peygamber olarak gönderildiğini, Pervizin hükümdarlığının üzerinden otuz iki yıl geçtikten sonra da Resulallahın Mekkeden Medineye hicret ettiğini söylüyor.
İbn İshak şöyle diyor: “Resulallah, on iki Rebiülevvel pazartesi günü Dar İbn Yusuf denilen evde dünyaya geldi. Bir rivayette bu evi Nebiin Akil bin Ebu Talibe bağışladığı, hatta ölünceye kadar bu evin onun elinde kaldığı, sonra Akilin oğlu tarafından Haccacın kardeşi Muhanımed bin Yusufa satıldığı, onun da Dar İbn Yusuf adını verdiği binayı yaparken bu evi onun içine aldığı, sonra Hayzuranın (Harun er-Reşidin annesinin) bu evi o binadan ayırıp içinde namaz kılınan bir mescid haline getirdiği söylenir. Bir rivayette Nebiin Rebiulevvelin onunda, diğer bir rivayette ise ikisinde dünyaya geldiği ifade edilir. ”
Yine İbn İshak anlatıyor: “Amine Nebie hamile kaldığı zaman bir rüya görmüş ve rüyasında Ona: Sen bu ümmetin efendisine hamilesin; O doğduğu zaman: Bütün hasetçilerin şerrinden Onu bir olan Allaha sığındırırım. de, sonra Ona Muhammed adını ver. denilmişti. Yine Amine Nebie hamile kaldığı zaman, kendisinden çıkan bir nur ile Suriye topraklarındaki Busra saraylarını görmüştü. Amine, oğlu Nebii dünyaya getirdiğinde, dedesi Abdülmuttalibe birisini gönderip: Senin için bir oğlan çocuğu dünyaya getirdim; gel, gör. dedi. Abdülmuttalib de gelip gördü ve bu sırada Amine ona, hamile iken rüyasında gördüklerini, rüyasında kendisine söylenenleri ve doğacak olan bu çocuğun adının Muhammed konulmasına dair kendisine verilen emri anlattı.”
Osman bin Ebil-As şöyle diyor: “Annem bana Vehbin kızı Aminenin Nebii dünyaya getirdiği zaman Onun yanında hazır bulunduğunu, evde bulunan her şeyin nur saçtığını ve yıldızlara baktığında, onların kendisinin üzerine düşecekmiş gibi yaklaşmış olduklarını gördüğünü söylemişti.”
Nebii ilk olarak Ebu Lehebden doğma Mesruh adında bir oğlu ile birlikte onun cariyesi Süveybe emzirdi. Süveybe, Nebiden önce amcası Hamza bin Abdülmuttalibi, kendisinden sonra da Ebu Seleme bin Abdül-Esed el-Mahzumiyi emzirmişti. Süveybe, Nebi hicret etmezden önce Mekkede bulunduğu sırada Onun yanına gelir ve Nebi ile hanımı Hatice ona ikramda bulunurlardı. Hatice Ebu Lehebe haber göndererek, Süveybeyi azat etmesi için kendisine satmasını istemiş, fakat Ebu Leheb onun istediğini kabul etmemiş ve ancak Nebi Mekkeden Medineye hicret ettikten sonra Ebu Leheb onu azat etmişti. Nebi, Hayber dönüşü Süveybenin vefat haberini öğreninceye kadar ona ihsanda bulunup ilgilenmişti. Nebi Süveybenin vefatından sonra oğlu Mesruhu sormuş ve kendisine annesinden önce Mesruhun öldüğü söylenmişti. Bu defa bir akrabasının bulunup bulunmadığını soran Nebie, yakınlarından hiç kimsenin kalmadığı söylenmişti.
Süveybeden sonra Nebii, Saad bin Bekir bin Hevazinoğullarından asıl adı Abdullah bin Haris bin Şicne olan Ebu Züeybin kızı Halime emzirdi. Halimenin kocasının adı ise Haris bin Abdül-Uzza idi. Nebiin Halimeden olan süt kardeşleri Abdullah, Üneyse ve Şeyma adıyla bilinen Cüzame idi. Nebii annesi Halime ile birlikte Şeyma büyütmüşlerdi.
Nebi Hatice ile evlendikten sonra sütannesi Halime yanına gelmiş ve ona ikram ve ihsanda bulunmuştu. Halime, Nebi Mekkeyi fethetmezden önce vefat etmişti. Mekkenin fethinden sonra Halimenin bir kız kardeşi Resulallahın yanına gelmiş, sütannesi Halimeyi sorduğunda vefat ettiğini haber vermişti. Bunun üzerine gözleri yaşaran Nebi geride bıraktığı kimseleri sordu; o da bu hususta Resulallaha bildiklerini haber verdi. Sonra Halimenin kız kardeşi Nebiden yardım talebinde bulundu ve hacetinin yerine getirilmesini istedi. Bunun üzerine Nebi ihsanda bulunup hacetini yerine getirdi.
Abdullah bin Cafer bin Ebu Talibin nakline göre Halime şunları anlatıyor: “Hiç bir şey bulunmayan bir kıtlık yılında emzirecek çocuk aramak üzere bir grup kadınla birlikte memleketimizden çıktık. Ben beyaz dişi eşeğime binerek yola çıkmıştım, yanımızda da yaşlı bir devemiz vardı. Allaha yemin ederim ki, memesinden bir damla olsun süt çıkmıyordu. Yanımda bulunan çocuğum açlık yüzünden ağladığı için hepimiz geceyi uykusuz geçirmiştik. Ne yaşlı devede ve ne de memelerimde çocuğu doyuracak süt vardı. Fakat biz bereketli bir yağmur, bir ferahlık ve kurtuluş bekliyorduk. Bu sırada arıklık ve zafiyet yüzünden huysuzluk gösteren merkebim arkadaşlarımı güç durumda bırakmıştı. Nihayet Mekkeye geldiğimizde Resulallah emzirilmek üzere teker teker hepimize verilmek istendi, fakat onun yetim olduğunu duyan her kadın onu kabul etmekten çekindi, çünkü biz emzireceğimiz çocuğun babasından bir şeyler umuyorduk ve: Bir yetim için anne ve dedesi ne yapabilir? diyorduk. Benimle birlikte gelen her kadın kendisine emzirecek bir çocuk bulmuştu, fakat ben bulamamıştım. Nihayet geri dönmeğe karar verdiğimizde yanımda bulunan kocama: Ben arkadaşlarımın arasında eli boş geri dönmek istemiyorum, henüz emzirecek bir çocuk da bulamadım. Allaha yemin ederim ki, gidip o yetim çocuğu alacağım ve onu götüreceğim. dedim. Bunun üzerine kocam bana: Pek iyi, al, belki Allah bu çocuk sayesinde bize bereket ihsan edeL dedi, ben de gidip onu aldım. çocuğu kucağıma aldığım zaman memelerim sütle doldu ve sütkardeşiyle birlikte doyuncaya kadar emdiler, sonra her ikisi de uykuya daldılar. Halbuki yammda bulunan kendi oğlan çocuğum bundan önce uyumuyordu. Bu sırada kocam yaşlı devemizin yanına gidip baktığında onun memelerinin sütle dolmuş olduğunu gördü. Sonra kocam deveyi sağıp sütünü kana kana içti; kendisi içtikten sonra bana da sundu, ben de içtim, her ikimiz de doyduk. Bu arada kocam bana: Ey Halime! Mübarek ve uğurlu bir çocuk aldığının farkında mısın? dedi, ben de: Allaha yemin ederim ki, öyle olmasını umuyorum. diye karşılık verdim. Bundan sonra Mekke den ayrıldık. Ben çocuğu yanıma alıp dişi merkebime bindiğim zaman kadın arkadaşlarımın merkepIerinden hiç biri bana yetişemedi. Bana: Ey Ebu Züeybin kızı Halime! Üzerine binmiş olduğun bu merkep Mekkeye giderken bindiğin merkebin aynı değil mi? Dur, biraz bizi bekle. dediler. Ben de: Allaha yemin ederek söylüyorum ki, evet o, aynı merkeptiL diye cevap verdim. Bunun üzerine onlar: Bu merkebe bir halloldu. diyerek hayıflanmağa başladılar. Bundan sonra Saad oğulları diyarındaki çadırlarımıza geldik. Allaha yemin ederek söylüyorum, yeryüzünde buradan daha kurak bir yer yoktu. Böyle olduğu halde biz buraya geldikten sonra koyunlarım akşam vakti geri dönerken karınları tok ve memeleri sütlenmiş olarak dönüyorlardı. Halbuki başkalarının koyunlarından bir damla olsun süt çıkmıyordu. Bizim bu durumumuzu görenler çobanlarına: Yazıklar olsun size! Siz de koyunlarınızı Ebu Züeybin kızı Halimenin çobanının otlattığı yerlerde otlatsanız ya! diyorlardı. Buna rağmen onların koyunları akşam vakti aç ve sütsüz, benim koyunlarım ise tok ve sütlü olarak dönüyorlardı.”
“Biz Allahın bu çocuk sayesinde bize karşı bolluk ve bereketini artırdığını her zaman biliyorduk. Böylece iki yıl geçtikten sonra onu memeden kestim. Ayrıca onun büyümesi diğer çocuklara benzemiyordu, iki yıl geçmeden etine dolgun bir oğlan çocuğu haline gelmişti. Nihayet onu alıp annesinin yanına götürdük. Halbuki onun sayesinde gördüğümüz bolluk ve bereketten dolayı onun yanımızda kalmasını daha çok arzu ediyorduk. Bu yüzden onu bizim yanımızda bırakması için annesiyle görüşüp konuştuk. Nihayet annesi Aminenin teklifimizi kabul etmesi üzerine çocuğu alıp geri döndük. Allaha yemin ederim ki, dönüşümüzden bir kaç ay sonra, sütkardeşiyle birlikte evimizin arka tarafında bulunan koyunlarımızın yanında bulundukları bir sırada sütkardeşi olan oğlum koşarak telaş içerisinde yanımıza geldi ve: Şu Kureyşli kardeşimin yanına beyaz elbiseli iki kişi geldi, yere yatırıp karnını yardılar ve hala karnının içerisini karıştırıyorlar. dedi. Bunun üzerine kocam ve ben telaşla koşup çocuğun yanına geldik; geldiğimizde çocuk ayakta ve yüzü sararmış bir halde bulunuyordu. Hemen onu kucaklayıp bağrımıza bastık ve: Ey yavrucuğumuz! Sana ne oldu? diye sorduk, O da: Beyaz elbiseli iki kişi yanıma gelip beni sırt üstü yatırdılar, sonra karnımı yardılar ve karnımda bilmediğim bir şeyi aradılar. diyerek olup bitenleri anlattı. Sonra çadırımıza döndük, bu sırada süt babası olan kocam bana: Allaha yemin ederim ki, çocuğun başına bir kötülük gelmesinden korkuyorum. Böyle bir şey olmadan götürüp onu ailesine teslim et. dedi.”
“Nihayet çocuğu alıp annesine götürdük. Bunun üzerine annesi: Ey sütannesi olan Halime! Onu yanından ayırmak istemiyordun, neden erken getirdin? dedi. Ben de: Artık Allah oğlumu yetiştirdi ve ben üzerime düşeni yaptım, başına bir kötülük gelmesinden korktuğum için gördüğün gibi onu sağ salim sana teslim etmek istiyorum. dedim. Bunun üzerine: Hayır, teslim etmenin sebebi bu değildir, doğrusunu söyle, beni inandır. dedi ve işin içyüzünü anlatıp doğruyu söyleyinceye kadar beni yanından bırakmadı. Sonra bana: Yoksa şeytanın Ona musallat olmasından mı korktun? dedi. Ben de: Evet diye cevap verdim. Bunun üzerine: Hayır! Şeytan asla Ona musallat olamaz, çünkü oğlumun fevkalade bir durumu var, istersen sana bunu anlatayım. dedi, ben de: Evet, haydi anlat. dedim. Bunun üzerine Amine şunları anlattı: Ben Ona hamile kaldığım zaman, benden bir nur çıktığını ve bu nurun Suriye bölgesindeki Busrada bulunan sarayları aydınlattığını gördüm. Ayrıca Allaha yemin ederek söylüyorum ki, Onun hamileliğinden daha hafif ve kolay bir hamilelik görmedim. Sonra ben Onu dünyaya getirdiğim zaman, ellerini yere koyup başını semaya doğru kaldırmış bir vaziyette doğmuştu. Sonra bana: Şimdi sen çocuğu bana bırak, kendin de sağ salim geri dön. dedi.” Nebiin süt emme müddeti iki yıl sürmüştü. Bir rivayete göre, sütannesi Halime Onu dedesi Abdülmuttalibe ve annesi Amineye teslim ettiği zaman beş yaşındaydı.
Şeddad bin Evs anlatıyor: “Resulallahın yanında bulunuyorduk. Tam bu sırada Amiroğullarından yaşlı bir zat geldi. Kavminin reisi ve efendisi olan bu zat asasına dayanarak ayakta durdu ve Nebie hitaben: Ey Abdülmuttalibin oğlu (torunu)! Duyduğuma göre Allahın elçisi olduğunu ve İbrahim, Musa, İsa ve diğer peygamberleri gönderdiği şeyle seni de elçi olarak gönderdiğini iddia ediyormuşsun. Dikkatli ol, çok büyük konuşuyorsun. Bilmelisin ki, peygamberler İsrailOğullarından gelmektedir. Halbuki sen, şu taşlara ve putlara tapan bir kavimden gelmektesin. Peygamberlik kim, sen kimsin. Her sözün bir hakikati olmalıdır. Acaba bu sözünün aslını ve elçilik hadisesinin nasıl başladığını anlatır mısın? dedi.”
“Bu yaşlı zatın sorusu Nebiin hoşuna gitti ve Ona: Ey Amiroğullarının kardeşi! Gel, otur! dedi. Nihayet bu adam deve çöker gibi çömelip oturduktan sonra Nebi şunları söyledi: Sözümün hakikatine ve peygamberliğimin başlangıcına gelince: bir defa ben atam İbrahimin duasının mahsulü ve kardeşim İsaın bir müjdesi ve annemin ilk çocuğuyum. Diğer kadınların en ağır biçimde taşıdıkları hamilelik yükünü bana hamile kalınca annem de taşıdı. Sonra annem rüyasında, karnındakinin nur olduğunu görmüş, gözüyle bu nuru takip ettiği zaman gözünden daha önde giderek yeryüzünün doğusunu ve batısını aydınlatıp ona göstermiştir. Nihayet annem beni dünyaya getirdi ve ben büyüyüp yetiştim. Büyüdüğüm zaman ise şiir ve putlara karşı bende fıtraten bir nefret meydana geldi. Bir gün Saad bin Bekroğullarının ülkesinde sütannemin terbiyesinde bulunurken diğer çocuklarla birlikte oynamak üzere ailemden ayrılıp uzaklaştım. İşte bu sırada yanlarında içerisi karla doldurulmuş altın bir tas bulunan üç kişi yanıma geldi. Nihayet onlar arkadaşlarımın arasından beni yakaladılar ve arkadaşlarım kaçıp vadinin kenarına geldiler. Sonra onlara dönüp: Sizin bu çocuğa ne ihtiyacınız var? Onun babası yok ve hem onu öldürmek size bir şey kazandırmaz. diye seslendiler. Çocuklar, bu adamların kendilerine cevap vermediklerini görünce benim durumumu haber vermek ve bu adamlara karşı yardım talebinde bulunmak üzere koşarak kabileye geldiler. Bu sırada adamlardan birisi beni tutup yavaşça yere yatırdı, sonra göğsümün ortasından kasığıma kadar yardı. Onun yardığını görüyordum, fakat elinin dokunduğunu hissetmiyordum. Bundan sonra karnımın içerisinde bulunan iç organları çıkardı ve tasın içindeki karla güzelce yıkadıktan sonra yerine yerleştirdi. Sonra kalbimi çıkarıp yardı ve içinden siyah bir et parçası alıp dışarı attı. Bu arada bir şey alıyormuş gibi sağ tarafına elini uzattı. Bir de baktım ki, elinde nurdan bir mühür vardı ve bakanları hayrete düşürecek derecede parlıyordu. Bu adam kalbimi bu mühürle mühürledi ve kalbim nurla doldu. İşte bu peygamberlik ve hikmet nurudur. Bundan sonra kalbimi eski yerine koydu ve ben uzun müddet bu mührün serinliğini kalbimde hissettim. Sonra üçüncü adam arkadaşına uzaklaşmasını söyledi, o da hemen benden uzaklaştı. Bu defa üçüncü adam göğsümün ortasından kasığımın nihayetine kadar yarılmış olan yerlere elini sürerek uğrattı ve Allahın izniyle yarılan yer iyileşip kapandı. Sonra elimden tutup beni yavaşça ayağa kaldırdı. Bundan sonra üçüncü adam karnımı yaran birinci arkadaşına: Onu ümmetinden on tanesiyle tart. dedi. Beni on kişiyle tarttılar ve onlardan ağır geldim. Sonra arkadaşına: Onu, ümmetinden yüz tanesiyle tart. diye söyledi. Beni yüz kişiyle tarttılar ve yine onlara ağır geldim. Son olarak: Ümmetinden bin kişiyle tartın. dedi, bin kişiyle tarttıklarında ben yine onlara galip gelip ağır bastım. Bunun üzerine: Onu bırakın, eğer onu bütün ümmetiyle tartsam yine de ağır gelecek. dedi. Bundan sonra beni kucaklayıp başımdan ve alnımdan öptüler ve bana: Ey dost! Korkma, eğer Allahın senin hakkında ne murad ettiğini bilseydin, gözlerin aydın olur, gönlün rahat ederdi. dediler.” “Biz bu durumda iken toplu halde yanımıza gelen kabile ile karşılaştık.
Kabilenin önünde ise sütannem bulunuyordu ve yüksek sesle: Vay zavallı yavrucak. diye feryat ediyordu. Bu sırada yanımdaki adamlar beni kucaklarına bastılar, başımdan ve alnımdan öpmeğe başladılar. Sonra bana: Güçsüz ve zayıf olmana rağmen ne kadar hoş ve sevimlisin. dediler. Bu defa sütannem: Ah tek başına kalan yavrucak! diye seslendi. Bunun üzerine beni yine kucaklarına bastırdılar ve alnımdan öptüler, sonra bana: Tek başına yalnız da olsan, ne kadar hoş ve sevimlisin. Aslında sen yalnız değilsin, çünkü Allah seninle beraberdir. dediler. Bundan sonra sütannem bana: Ah yetim yavrucak! Kimsesiz ve arkasız olduğun için seni arkadaşlarının arasından alıp öldürdüler. dedi. Yine beni bağırlarına basıp kucakladılar ve alnımdan öptüler, sonra: Sen ne güzel yetimsin! Allah katında ne kadar değerlisin! Senin için murad edilen hayır ve iyiliği ah bir bilsen! dediler ve beni derenin kenarına kadar getirdiler. Sütannem beni görünce: Ey oğulcağızım! Seni henüz böyle sağ olarak görebilecek miydim? dedi ve yanıma gelip beni bağrına bastı. Nefsim elinde bulunan Allaha yemin ederim ki, beni bağrına basan sütannemin kucağında bulunduğum sırada bir elim karnımı yaran adamlardan (meleklerden) birinin elinde bulunuyordu ve ben onlara iltifat edip bakıyordum ve sütannemle birlikte gelen kabile halkının onları gördüklerini sanıyordum. Halbuki onlar yanımda bulunan bu adamları görememişlerdi. Bu sırada kabile halkından birisi: Bu çocuğa cinnet gelmiş veya onu cin çarpmıştır; hemen onu bakıp tedavi etmesi için kahinimize götürelim. dedi. Bunun üzerine ben: Ey kişi! Bende senin dediğin hallerden hiç birisi yoktur. İradem yerinde, aklım başımdadır; ayrıca hiç bir hastalığım da yoktur. dedim. Bu defa süt babam, yani sütannemin kocası araya girdi ve: Konuşmasının düzgünlüğünü görmüyor musunuz? Oğlumda sakıncalı her hangi bir şeyin bulunmadığını umuyorum. dedi. Fakat onlar beni kahine götürmeğe karar verdiler ve beni alıp götürdüler. Başımdan geçenleri kahine anlattıkları zaman o: Susunuz, çocuk halini kendisi anlatsın, çünkü kendi durumunu sizden daha iyi bilir. dedi. Bunun üzerine ben olup bitenleri baştan sona kadar kahine anlattım. Bu sözlerimi işiten kahin hemen üzerime atıldı ve beni kucağına bastırdıktan sonra yüksek bir sesle: Ey Araplar! Bu çocuğu öldürün, onunla birlikte beni de öldürün. Lat ve Uzzaya yemin ederim ki, eğer onu sağ olarak bırakır, büyüyüp yetişmesine fırsat ve imkan verirseniz, sizin dininizi mutlaka değiştirecek, işinize karşı çıkacak ve benzerini hiç bir zaman duymadığınız yeni bir din getirecektir. dedi.”
“Kahin bu sözlerini söyledikten sonra sütannem yanıma geldi ve beni onun kucağından çekip aldı, sonra ona: Sen benim bu oğlumdan daha delisin ve daha bunaksın. Sen kendini öldürecek birisini bul, biz onu öldürmeyeceğiz. dedi. ”
“Bundan sonra beni aileme teslim ettiler. Başıma gelenlerden dolayı korku içerisinde sabahladım. Göğsümden kasığıma kadar yarılan iz bir ayakkabı bağı gibi belliydi. Ey Amiroğullarının kardeşi! İşte benim halim böyle başladı ve sözümün aslı da budur.” “Bu sözlerim üzerine Amiroğullarının reisi olan bu zat: Kendisinden başka mabud bulunmayan Allaha şahadet ederim ki, senin üzerinde bulunduğun iş (peygamberlik) haktır. Sana soracağım bir kısım şeyleri bana anlat. dedi, ben de: Soracaklarınızı sorun. dedim, bunun üzerine İlmi artıran şey nedir? diye sordu, ben de: Öğrenmektir. diye cevap verdim. Sonra: Kişinin ilim sahibi olduğunu gösteren şey nedir? diye sordu, ben: Soru sormaktır. diye karşılık verdim. Bundan sonra: Bir şey nasıl ilerletilir? diye sordu, ben: Devamlı surette yapmakla ilerletilir. diye cevap verdim.
Bu defa: Kötülüklerle beraber yapılan iyiliğin faydası olur mu? diye sordu, ben: Evet, olur. Tövbe günahları temizler, iyilikler de kötülükleri siler. Kul rahat zamanında Allahı zikreder, hatırlarsa, sıkıntılı zamanlarında Allah da ona yardım eder. diye cevap verdim. O: Bu nasıl olur? diye sordu, ben: Allah bir kudsi hadiste şöyle buyurur: İzzet ve celalime andolsunki, ben kulumda iki emniyet ve iki korkuyu bir arada bulundurmam. Eğer kulum dünyada iken benden korkarsa, kullarımı cennette topladığım gün onu emniyet içerisinde bulundururum ve onun emniyeti devam eder. Ayrıca onu yok edileceklerle birlikte yok etmem. Şayet dünyada iken benden korkmaz ve emniyet içerisinde bulunursa, kıyamet günü kullarımı hesap için topladığım zaman benden korkar ve korkusu devam eder. diye cevap verdim. Bunun üzerine: Ey Abdülmuttalibin oğlu (torunu)! Davette bulunduğun şeyin ne olduğunu bana anlatır mısın? dedi, ben de: Ortağı olmayan ve bir olan Allaha ibadet etmeğe, Allaha benzetilen ilahlar ile Lat ve Uzzaya tapmaktan vazgeçmeğe, Allah tarafından peygamber ve kitap vasıtasıyla gönderilen şeylere inanmağa, şartlarını yerine getirerek beş vakit namaz kılmağa, senede bir ay oruç tutmağa, Allahın seni temizleyip arındırması ve malının sana temiz ve helal olması için zekatını vermeğe, imkan bulduğun takdirde hacca gitmeğe, cenabetten yıkanmağa, ölüme ve öldükten sonra dirilmeğe, cennet ve cehenneme inanmağa davet ediyorum. diyerek anlattım. Bu defa: Ey Abdülmuttalibin oğlu! Eğer bunları yaparsam karşılığında bana ne var? diye sordu, ben de: Altlarından ırmaklar akan ve içinde temelli kalacakları Adin cennetleri vardır. İşte (günahlardan) arınanların mükafatı budur. (Ta Ha 76) mealindeki ayetle karşılık verdim. Bunun üzerine: Ben hayatta rahat ve bolluğu seven bir adamım; acaba ahiretteki bu mükafatın yanısıra dünyada da bir faydası var mı? diye sordu, ben de: Evet vardır. Zafer ve ülkelerde iktidar sahibi olmaktır. diye cevap verdim. Nihayet Amiroğullarının reisi olan bu zat, Nebiin davetini kabul edip Müslüman oldu ve günahlarından tövbe etti. ”
İbn İshak, Nebiin babası Abdullah bin Abdülmuttalibin Vehb bin Abd-Menaf bin Zührenin kızı Aminenin Resulallaha hamile iken vefat ettiğini söylüyor.
Hişam bin Muhammed ise, Nebiin babası Abdullah bin Abdülmuttalibin Resulallah yirmi sekiz günlük iken vefat ettiğini söylüyor.
Vakıdi de bu hususta şunları söylüyor: “Nebiin babası Abdullah bin Abdülmuttalib Kureyşin bir ticaret kervanıyla Suriyeden dönerken hasta halde Medineye gelmiş ve bir müddet kaldıktan sonra burada vefat etmiştir. Sonra Darun-Nabiğa adındaki konağın avlusunda bulunan küçük bir binanın odasında defnedilmiştir.”
Bana göre doğru olan da budur. İbn İshak anlatıyor: “Nebi altı yaşında iken annesi Amine Mekke ile Medine arasında bulunan Ebvada vefat etmiştir. Amine, oğlu Nebii Neccaroğullarından Medinedeki dayılarını ziyarete getirmiş ve geri dönerken yolda vefat etmiştir. Bir rivayette ise Aminenin Nebi ve mürebbiyesi (dadısı) Ümmü Eymen ile birlikte kocası Abdullahın kabrini ziyaret etmek için Medineye geldiği ve geri dönerken Ebva denilen yerde vefat ettiği söylenmektedir.
Diğer bir rivayette de Abdülmuttalibin Resulallah ile annesi Amineyi yanına alıp Resulallahın Neccaroğullarından olan dayılarını ziyarete götürdüğü, ziyaretten döndükten sonra Aminenin Mekkede vefat ettiği ve Şıbu Ebu Zerr denilen yerde defnedildiği söylenir. Fakat birinci rivayet daha doğrudur. ”
“Kureyşliler Uhud üzerine yürüdükleri zaman Nebiin annesi Amineyi kabrinden çıkarmağa yeltendiler; ancak içlerinden birisinin: Kadınlar mahrem varlıklardır; hem bizim kadınlarımızın Muhammedin eline geçmesi daha çok muhtemel ve mümkündür. demesi üzerine, Nebiin annesi Amineye bir ikram ve hürmet olsun diye Allah onları bundan vazgeçirdi.” İbn İshaka göre Abdülmuttalib Nebi sekiz, bir rivayette on yaşında iken vefat etmiştir. Abdülmuttalib, Ebu Talibin Nebie karşı yaptığı iyiliği ve gösterdiği şefkat ve merhameti bildiği için kendisinden sonra Resulallahın ona bırakılmasını vasiyet etmişti. Dedesi Abdülmuttalibin vefatı üzerine Nebi amcası Ebu Talibin himayesine bırakıldı. Ebu Talibin, yeğeni Nebie karşı olan ilgisinin bir eseri olarak Nebi sabahleyin yağlanıp kokulanmış olduğu halde kalkarken, kendi çocukları gözlerinin çapaklarıyla kalkıyorlardı.