"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler ve İslam Tarihi
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Zu-nuvasın hükümdarlığı ve eshab-ı uhdudun kıssası

Hükümdar çocuklarından Züra Zu-Nuvas adında birisi vardı ve nesep şeceresi ise Züra Zu-Nuvas bin Tübban Esad bin Kerib idi. Züra Zu-Nuvas kardeşi Hassan bin Tübban öldürüldüğü zaman çocuk yaşta bulunuyordu; sonra büyüyüp güzel, yakışıklı ve akıllı bir genç oldu. Lahtia, diğer hükümdar oğullarına yaptığı gibi onu da kirletmek istedi ve bir adam gönderdi, fakat Züra kapısına gelen adamın maksadını anladığından ayakkabısının içerisine şık ve keskin bir bıçak saklayarak onunla birlikte Lahtianın yanına geldi. Lahtia onu eyvamna alıp kapıları kapattıktan sonra üzerine atıldı, fakat Züra onu bıçakla öldürüp kafasını gövdesinden ayırdıktan sonra ağzına misvakını koyup muhafız ve askerlerine göründüğü eyvanının penceresine bıraktı, sonra da dışarı çıktı. Bu sırada halk: “Acaba Züra Zu-Nuvas yaş mı, kuru mu?” kabilinden sözler söylemeğe başladı, bunun üzerine Züra: “Siz bunu Lahtianın kellesinden öğrenin, bende bir şey yok.” diyerek karşılık verdi. Zü-Nuvasın bu sözü üzerine halk Lahtianın halini görmek için gittiklerinde gövdesinden ayrılmış başı ile karşılaştılar. Bu durumu gören Himyerliler ve Lahtlanın muhafızları hemen Zu-Nuvasın peşinden çıkıp ona yetiştiler ve kendilerini Lahtianın elinden kurtarıp rahata kavuşturduğu için çevresinde toplanarak başlarına geçirip hükümdar yaptılar. Zu-Nuvas Yahudi idi. O zamanlar Necranda İsaın dinine bağlı samimi, dürüst bir miktar hristiyan yaşıyordu, başlarında ise Abdullah bin Samir adında birisi bulunuyordu ve hristiyanlığın bozulmamış aslı ise Necranda idi.

Vehb bin Münebbih anlatıyor: “İsaın dinine intisap edenlerin kalıntılarından Fimiyun adında zühd sahibi, salih, gayretli ve duası makbul bir zat vardı. Fimiyun seyyah bir kişiydi ve gittiği bir beldede tanınacak kadar kalmadan bir başka beldeye geçerdi. Aynı zamanda elinin emeğiyle geçinir, meslek olarak da usta olduğundan kerpiç dökerdi. Pazar gününü mukaddes saydığından o gün çalışmaz ve kıra çıkarak bütün gündüzü namaz kılarak geçirirdi. Şam (/ Suriye) kasabalarından birine gelen Fimiyun burada hüviyetini belli etmeden ustalık işini yürütüyor ve ibadetini sürdürüyordu; fakat çok geçmeden Salih adında birisi farkına vardı ve Onu çok sevdi. Nereye giderse takip eder, peşine takılırdı; fakat Fimiyun bunun farkında değildi. Yine bir pazar günü Fimiyun ibadet maksadıyla kıra çıktığında Salih hissettirmeden peşine takıldı ve onu görebileceği bir yere gelip oturdu. Fimiyun ayağa kalkıp namaza durunca bir ejderha ona doğru gelmeğe başladı. Ejderhanın kendisine doğru gelmekte olduğunu görünce dua etti ve ejderha öldü. Bu arada ejderhanın Fimiyuna doğru yürüdüğünü gören, fakat bedduasıyla onun öldüğünü fark etmeyen Salih Fimiyunun hayatından endişe ederek: Ey Fimiyun! Üzerine ejderha geliyor diye bağırdı; fakat Fimiyun istifini bozmadan akşam vaktine kadar namazına devam etti. Bu sırada Fimiyun Salihin kendisini tanıdığını anladı. Salih ise Ona: Allah bilir ki, seni her şeyden çok seviyorum, nerede bulunursan bulun, seninle kalmak ve seninle birlikte bulunmak istiyorum. dedi. Bunun üzerine Fimiyun Ona: Dilediğin gibi yap dedi, bundan sonra Salih bir daha Onun yanından ayrılmadı. Fimiyun ayağına kadar gelen bir hasta için dua ettiği zaman derhal hasta şifa bulur, fakat sıkıntıya düşen veya hastalanan birisinin ayağına çağrıldığında gitmezdi. Bir gün kasaba halkından ama bir oğlu olan birisi Fimiyunun çağırmakla kimsenin evine gitmediğini öğrenince, ama / köt oğlunu bir odaya kapatıp üzerine bir örtü örttükten sonra Fimiyunun yanına gelip: Evimde yapılacak bir tamir işi var, gel sana göstereyim. dedi. Birlikte eve gelip odaya girdiklerinde adam oğlunun üzerindeki örtüyü kaldırıp aldı ve Fimiyundan ama oğlunun gözlerinin açılması için dua etmesini istedi. Fimiyun dua etti ve ama çocuğun gözleri açıldı.”
“Fimiyun kasaba halkı tarafından tanındığını öğrenince Salih ile birlikte kasabadan ayrıldı ve yolda giderken Suriye toprakları sınırı içerisinde bulunan büyük bir ağaca rastladı. Bu sırada ağaçtan birisi ona seslenerek: Ben çoktan beri seni bekliyordum. Sakın yerinden ayrılma, ben şimdi öleceğim, başımda bulun. dedi ve adam hemen öldü. Fimiyun onu defnettikten sonra Salih ile birlikte hareket ederek yollarına devam ettiler ve Arap topraklarından birine geldiler. Neticede Araplar onları yakalayıp Necrana götürdüler ve onları burada sattılar. Necran ahalisi ise o zaman Arapların dininde olduklarından civarda bulunan uzun bir hurma ağacına tapıyorlardı ve her yıl bu ağaç için tertip ettikleri bayram gününde bütün kıymetli süs eşyalarım ve sahip oldukları güzel elbiseleri getirip bu ağacın üzerine asıyorlardı. Böylece halk bir gün ağacın yanında kalır ve oradan ayrılmazlardı. İşte bu sırada Necranlıların ileri gelenlerinden birisi Fimiyunu, bir başkası da Salihi satın aldı. Fimiyun efendisi tarafından kendisine verilen odada geceleri ibadete kalkar, namaz kılar ve sabaha kadar hiç bir lamba yakılmadığı halde oda aydınlanırdı. Nihayet bu durumu gören efendisi hayrete kapılarak ona hangi dine inandığını sordu. Fimiyun ise efendisine inanmış olduğu dinini açıkladı ve efendisinin dinini yerip ayıpladıktan sonra ona: Eğer kendisine taptığım Allaha dua edersem, tapmış olduğunuz hurma ağacını ortadan kaldırıp yok eder. dedi. Bunun üzerine efendisi: Haydi yap! Eğer bu dediğini yaparsan, dinimizi bırakır senin dinine gireriz. dedi. Fimiyun hemen kalkıp namaza durdu ve hurma ağacını yok etmesi için Allaha dua etti. Bunun üzerine Allah hurma ağacı üzerine bir rüzgar gönderdi ve bu rüzgar ağacı kuruttuktan sonra kökünden koparıp yere attı. Bu durum karşısında Necran ahalisi Fimiyunun dinine tabi oldu ve böylece Fimiyun onları İsanın dininden olan bir şeriata teşvik etti. İşte bundan sonra her yerdeki dindaşları gibi onlar da bir takım felaketlere maruz kaldılar. Böylece hristiyanlık dini Necranda yayılmış oldu.”

Muhammed bin Kaab el-Kurazı anlatıyor: “Necran ahalisi putlara tapardı. Buraya bağlı kasabalarından birisinde bir sihirbaz vardı, ahali sihir öğretmesi için çocuklarını ona gönderirlerdi. Nihayet İsanın dini üzere olan ve Allaha ibadet eden Fimiyun Necrana geldi. Aslında Fimiyun bir kasabada tanındığı zaman burasını terk eder, bir başkasına giderdi. O, duası kabulolan, hastaları iyileştiren ve kerametleri bulunan bir zat idi. Necrana gelen Fimiyun önce sihirbazın bulunduğu kasaba ile Necran arasında bir çadır kurup burada kaldı. Samir adında birisi oğlu Abdullahı diğer çocuklarla birlikte sihir öğrenmesi için sihirbaza göndermişti. Abdullah adındaki bu çocuk çadırın yanından geçerken Fimiyuna uğrar, onun kıldığı namazı ve yaptığı ibadetleri beğendiği için oturur, onun sözlerini dinlerdi. Sonunda Abdullah Müslüman olup Allahın birliğini tasdik ederek Ona ibadet etmeğe başladı; Abdullah devamlı surette Fimiyundan İsm-i Azamı soruyor ve öğrenmek istiyordu. Fimiyun ise İsm-i Azamı biliyordu ve ondan saklayarak: Sen buna tahammül edemezsin diyordu. Abdullahın babası olan Samir de oğlunun diğer çocuklarla birlikte sihirbazın yanına gidip geldiğini sanıyordu. Abdullah, hocası Fimiyunun kendisine İsm-i Azamı öğretmek istemediğini görünce, fal oklarının üzerine bütün Allahın isimlerini yazdı, sonra bunları teker teker ateşe attı. Nihayet sıra İsm-i Azamın yazılı olduğu oka gelince, ateşten sıçrayıp çıktı ve ateşten hiç bir zarar görmedi. Bunun üzerine Abdullah İsm-i Azamın yazılı olduğu oku alıp Fimiyunun yanına geldi ve durumu ona anlattı. Fimiyun Ona: Bunu bir sır olarak sakla; fakat bunu yapabileceğini de sanmıyorum. dedi. Bundan sonra Abdullah Necrana geldiğinde her karşılaştığı sıkıntılı kişiye: Ey Allahın kulu! Dinime girmek ister misin? Senin için Allaha dua edeyim de içinde bulunduğu n felaket ve sıkıntıdan seni kurtarsın! derdi, o da: Evet diyerek teklifini kabul eder, Allahın birliğini tasdik edip Müslüman olur, Fimiyun da onun için Allaha dua eder ve Allah duasını kabul edip o kişinin sıkıntısını giderirdi. Hatta Necran ahalisinden başında hastalık ve felaket bulunan herkes gelip Ona tabi oldular ve duasını alıp sıkıntı ve hastalıklardan kurtuldular. ”

“Nihayet Abdullahın durumu Necran hükümdarına ulaştırıldı ve Onu huzuruna çağırıp: Kasaba halkımı bana karşı ifsad edip bozdun ve dinime karşı geldin. Seni başkalarına ibret olacak bir cezaya çarptıracağım. dedi. Abdullah ise Ona: Buna senin gücün yetmez. diye cevap verdi. Bunun üzerine hükümdar Onu yüksek bir dağın tepesine gönderip tepeden aşağıya attırdı, fakat yere düşmesine rağmen hiç bir şeyolmadı. Bu defa hükümdar Onu Necran civarındaki derin sulara attırdı. Bu sular ki içine düşen mutlaka helak olur, kurtulmazdı. Abdullah içerisine atıldığı bu sulardan sağ salim yine kurtuldu. Abdullah bin Samir hükümdara galip gelince Ona: Allahın birliğini tasdik edip benim iman ettiğim gibi iman etmedikçe beni öldürmeğe gücün yetmeyecektir. Eğer dediğimi yaparsan beni öldürebilirsin. dedi. Bunun üzerine hükümdar Allahın birliğini tasdik etti, sonra elindeki asasını Abdullaha vurup başını hafifçe yardı ve böylece Onu öldürdü. Bunu müteakip hükümdar da olduğu yerde can verdi. İşte bu hadiseden sonra Necran ahalisi Abdullah bin Samirin dinine girdiler.” Muhammed bin Kaab el-Kurazi sözlerine devam ederek şunları söylüyor:

“Bundan sonra Necranlıların üzerine ordusuyla birlikte Zu-Nuvas yürüdü ve Yahudiliğe davet ederek onları ölümle Yahudilik arasında muhayyer bıraktı, fakat hristiyanlık dinini kabul eden Necranlılar ölümü seçtiler. Bunun üzerine Zu-Nuvas derin çukur ve hendekler kazdırıp onları çukurlara attırdı ve ateşle yaktırdı, bir kısmını da kılıçtan geçirdi. Böylece Zu-Nuvas yaklaşık yirmi bin kişiyi öldürdü.” İbn Abbas anlatıyor: “Necranda Zu-Nuvas adında Himyer hükümdarlarından bir hükümdar vardı. Asıl adı Yusuf bin Şurahbil olan bu hükümdar, Peygamberin doğumundan yetmiş yıl önce yaşamıştı. Onun çok maharetli bir sihirbazı vardı. Bu hünerli sihirbaz yaşlanınca hükümdar Zu-Nuvasa: Ben artık yaşlandım, bir genç gönder de ona sihir öğreteyim. dedi. Bunun üzerine hükümdar ona sihir öğretmesi için Abdullah bin Samir adındaki genci gönderdi. Abdullah sihir öğrenmek için sihirbazın yanına gidip geliyordu. Yolu üzerinde ibadetiyle meşgul olan güzel okuyuşlu bir rahip vardı. Bir defasında bu genç onun yanına gelip oturmuş ve halini çok beğenmişti. Hocası sihirbazın yanına giderken önce rahibin yanına uğrar, bir müddet yanında kalır, sonra yanına geldiğinde hocası olan sihirbaz: Niçin geç kaldın? diyerek onu döverdi. Yine o, babasının yanına dönerken de rahibe uğrar ve bir müddet yanında kalırdı. Babasının yanına geldiğinde: Neden geç kaldın? diye bu defa babası sorar ve döverdi. Nihayet Abdullah adındaki bu genç durumu rahibe anlatıp şikayet etti. Bunun üzerine rahip: Hocan sihirbazın yanına geldiğin zaman: Beni babam bekletti, babanın yanına geldiğin zaman da: Hocam sihirbaz beni yanında fazla tuttu dersin. diyerek ona yol gösterdi. Bu sıralarda o beldede halkın yolunu kesen büyük bir yılan vardı; bu genç yılanın yanından geçerken attığı bir taşla onu öldürmüş ve gelip durumu rahibe haber vermişti. Bunun üzerine rahip Ona: Başına bir hal gelecek ve pek yakında bir belaya maruz kalıp imtihan edileceksin. Bu bela ile karşılaştığın zaman sakın beni kimseye söyleme. diyerek tembihte bulundu. Bu genç anadan doğma körlerin gözlerini açıyor, abraşlık hastalığını iyileştiriyordu; insanlara şifa dağıtır hale gelmişti. Bu hükümdarın amcasının gözleri görmeyen kör bir oğlu vardı ve o bu gencin halini, yılanı nasıl öldürdüğünü duymuştu. Bir gün gencin yanına gelerek ondan: Gözlerimi geri vermesi için Allaha dua et. diye ricada bulunmuştu. Onun bu ricası üzerine genç: Eğer Allah gözlerini geri verip iyileştirirse Ona iman eder misin? diye sordu. O da: Evet, iman ederim karşılığını verdi. Bunun üzerine genç: Allahım! Eğer o sözünde sadık ise gözlerini geri ver! diyerek dua etti. Allah duasını kabul buyurdu ve hemen adamın gözleri görmeye başladı. Sonra bir gün hükümdarın yanına geldi, hükümdar onun gözlerinin açılmış olduğunu görünce şaşırıp kaldı ve ona gözlerinin nasıl açıldığını sordu, fakat amcasının oğlu hükümdarın bu sorusunu cevapsız bıraktı ve gözlerinin açılması hususunda hiç bir şey söylemedi. Ancak daha sonra hükümdarın ısrarı üzerine gözlerini açan kişinin bu genç olduğunu söyledi. Nihayet emriyle bu genç huzuruna getirildiğinde hükümdar ona: Gördüğüm kadarıyla sihirbazlıkta bir hayli ilerlemişsin. dedi. Bunun üzerine genç: Ben kimseye şifa vermiyorum; ancak Allah dilediği kimseye şifa verir. diyerek karşılık verdi. Bundan sonra hükümdar gence işkenceye başladı ve rahibi söyleyinceye kadar yapmağa devam etti. Bu defa hükümdarın huzuruna rahip getirildi ve ona dininden dönmesini teklif etti, fakat rahip onun bu teklifini reddetti. Bunun üzerine hükümdarın emriyle bir testere ile rahibin başının ortasından gövdesi ikiye ayrılıp öldürüldü. Bundan sonra huzuruna gözleri açılan amcasının oğlu getirildi ve hükümdar ona da dininden dönmesini teklif etti, ancak bu teklifi kabul etmeyince onun da gövdesi aynen ikiye ayrılıp öldürüldü. Daha sonra hükümdarın huzuruna Abdullah adındaki bu genç getirildi ve hükümdar ona da dininden dönmesini teklif etti, fakat genç bu teklifini reddetti. Bunun üzerine hükümdar onu öldürmek için yüksek bir dağın tepesine gönderdi ve buradan aşağıya atılmasını emretti. Gencin: Allahım! Onların hakkından gel! diye dua etmesiyle birlikte dağ sarsılıp sallanmağa başladı ve genci dağın tepesine çıkaranlar oldukları yerde helak oldular. Bundan sonra genç sağ salim hükümdarın yanına geri döndü ve hükümdar ondan adamlarının durumunu sordu. Bunun üzerine genç ona: Allah onların hakkından geldi. diye cevap verdi. Buna öfkelenen hükümdar, bu defa onu denize atmaları için bir gemiye bindirip gönderdi. Alıp götürdüler, denize atmak istediklerinde genç: Allahım! Onların hakkından gel! diye yalvardı. Yanındakiler boğuldular, genç yine kurtuldu ve tekrar hükümdarın yanına geldi. Bunun üzerine hükümdar onun kılıçla öldürülmesini emretti. Vurmalarıyla birlikte kılıcın ağzı tersine dönüp kesmedi. Böylece gencin durumu Yemende yayıldı, halkın arasında saygı ve değeri arttı. Bu arada halk onun doğru yolda olduğunu da anladı. Nihayet genç son olarak hükümdara: Sen beni öldürmeğe güç yetiremezsin; ancak memleketindeki ahaliyi toplayıp onların gözleri önünde: Bu gencin Rabbi olan Allahın adıyla diyerek bana bir ok atarsan o zaman öldürebilirsin. dedi. Hükümdar onun bu dediğini yaptı ve genci öldürdü. Bu manzara karşısında orada toplanan ahali hep birlikte: Biz, bu gencin Rabbine inandık. dediler. İşte bu sırada hükümdara: Korktuğun başına geldi. denildi. Bunun üzerine hükümdar şehrin kapılarını kapattı ve çukurlar kazdırıp içlerini ateşle doldurdu, sonra ahaliyi ateşe atıp dininden dönenleri serbest bıraktı, dönmeyenleri ise çukurlara atıp yaktı.”

“Bu sırada iman eden ahalinin arasında bir de kadın vardı ve bu kadının üç oğlan çocuğu bulunuyordu. Bunlardan bir tanesi küçüktü ve süt emme çağında idi. Hükümdar bu kadına: Dininden dön, yoksa seni ve oğullarını öldürürüm. diyerek tehdit etti, fakat kadın dininden dönmedi. Bunun üzerine hükümdar iki büyük oğlunu çukura atıp ateşte yaktı, fakat kadın imanında sebat gösterip dininden dönmedi. Bu defa hükümdar kucağındaki küçük oğlunu alıp ateş çukuruna atmak istedi. Bu durum karşısında kadın bir an dininden dönmeyi aklından geçirdi, fakat küçük çocuk annesine: Anneciğim! Sakın dininden dönme, benim ateşe atılmamın sana bir zararı yok. dedi. Bu durum karşısında hükümdar Zu-Nuvas önce çocuğu, sonra hemen arkasından annesini ateş çukuruna atıp yaktı. İşte küçük yaşta konuşanlardan bir tanesi de bu çocuktur. ”

Rivayet edildiğine göre, Ömerin halifeliği döneminde adamın birisi Necranda bir harabeyi kazmış. Bu sırada elini başının üzerindeki bir darbe yarasının üzerine koymuş vaziyette bulunan Abdullah bin Samirin cesediyle karşılaşmıştı. Cesedi oturur vaziyetteydi ve eli başındaki yaranın üzerinden çekildiğinde kan akıyor, serbest bırakıldığında ise tekrar elini başının üzerindeki yaranın üstüne koyuyordu. Nihayet harabeyi kazan adam bir mektup yazarak durumu Ömere bildirdi. Bunun üzerine Ömer de yazdığı bir mektupta, cesedi olduğu gibi bırakmalarını ve üzerini kapatmalarını emretti.