Üçüncü Zeylin Nihayetidir
– 110 –
İkinci Sabri ve ikinci Hüsrev ve birinci Alinin fıkrasıdır.
Ey Yüce Üstad,
Cenab-ı Erhamür-Rahimine çok şükürler ki, size, o muazzam Kitab-ı Mübinin hazine-i hakaikinin miftahını, rahmetiyle ihsan buyurmuş. O hakaik-i azime ki, bütün dünya halkının eşedd-i ihtiyaç ve atş ile, sabırsızlıkla, mütereddid, mütehayyir, “Acaba bir ab-ı hayat bulacak mıyız?” diye bir halette iken, o mahfuz ve mestur zemzeme-i azimenin musluklarını açarak, her meşrep ehlinin müracaatlarında içirilmemek kabil olmayan bir tarzda, cüzi, külli, hatta pek ami olanlar bile bir damlayla hararetini kestirecek derecede vazife-i aliyenizde münteşir, tekellüfsüz, tasannusuz, çok cihetlerle kanaat-ı kamileyle şahit olabildiğimiz bu vazifeyle muvazzaf ve ancak ilm-i binihayeden lemean eden, arş-ı Hüdaya nazarla aleme rahmete vesile olduğunuz hengamda ne diyebilmek mümkün ve ne cesaret!
Hem bütün mümkinatla alakadar, o muhit ve ehass-ı havassın bile tam faik derecesinde massedebilmesi, bence baid diyebileceğim seraser nur olan eserlere, fakir gibi, her hususta nısf değil, hiçin hiçi olanların, bu hususta mütalaa değil, elime kalem alıp o mübarek fikr-i alinin içine müşevveş fikrimi karıştırmaktan korkuyorum ve cesaret edemiyorum. Gaye-i maksat olan, yalnız Üstadım, her hususta muvaffakiyete kısa nazarımla bakıyorum. Muvaffakiyetler neticesi, bizim için bir eyyam-ı mübareke uzaktan uzağa görünüyor. İnşaallah, o yevm-i mevudu, duanız himmetiyle göreceğiz. Ve biz görmezsek, fütuhat-ı azime nail olan eserleriniz, pek bala bir mevkide kahramanane müşahede edecekleri şüphesizdir. Cenab-ı Hak sizden ebedi razı olsun. Dua-yı aciziyeden başka bir mütalaa dermeyan edemeyeceğimden, o hususu, fikr-i ali, kalb-i safi kardeşlerime havale edip, el ve eteklerinize yüzlerim sürerek, kırık dökük sözlerimden affınızı dilerim.
Üstadım, bu üçüncü nükte-i kenziyeyi mütalaa ettim. Sure-i Alak-ı mübareğin hurufatının ima ettiği sırlar karşısında hayretimden gayr-ı ihtiyari, “Allah Allah!” lafz-ı celali ağzımdan çıkmakla öz ve gözlerim hazin hazin yaşarıyordu ve şöyle düşünüyordum:
Evet, nasıl ki, kainatın her zerresi Halık-ı Kainata şehadet ve gülümseyerek haber veriyorlar. Öyle de, kainatın haritası olan Kuran-ı Hakimin vücudunu teşkil eden harfleri de, hadisat-ı kevniyenin mazi, hal ve müstakbeline lisan-ı halleriyle şehadet edecekleri bedihidir diyorum. Bu düşüncemin izahını nihayetteki ihtarında buldum, elhamdü lillah dedim.
Hele mübarek Sure-i Rahman, şu zamanın efkar-ı batıla ve firavun-meşrep kafalara yıldırım-misal saika ile, pek sarih bir surette, her işi Rahmanür-Rahimin diye ispat ve otuz bir defa bir cümle tekrarla, çör-çöpten ibaret olan tabiiyun ve maddiyun tahassungahlarını, o kudsi harflerinin remziyle zir ü zeber ediyor. Zaten, Üstadım, çok yerlerde beyan buyurduğunuz gibi, bu kainat kitabını açan Kadir-i Zülcelal ve Hakim-i Zülkemal, o kitabı kapayıncaya kadar, o kitabın sahife, satır, harf ve noktalarını hakkıyla izah edecek ve hikmetini gösterecek bir müfessir, bir muarrifi ve o muarrifin verese-i hakikisini rahmeti muktezasıyla eksik etmeyecek.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
Evet, Üstadım, şahidim ki, çok yorgunsunuz ve yoruluyorsunuz. Fakat o vazifenin kudsiyeti yorgunluğa değil, herşeye tercih edileceğini buyuruyorsunuz. Madem şu zamanda iki mühim cereyan-ı azimenin birisinin kumandasını Cenab-ı Hak size tahmil etmiş oluyor ki, bütün dünya Kuranın beyan ve esrarından manen sizi dinliyor, inşaallah her vakit dinleyecek. Bu manevi muharebe zamanında netice-i muharebe yalnız insanların izmihlaline değil, belki bütün mevcudatın netice-i tahribini taşıyan ve istimal eden muharriplerledir. Öyleyse siz yalnız bize değil, ila yevmil-kıyam baki kalacak Müslüman yavrularının yaralanmaması için zırh; ve bir endahtta dünyayı sarsan, güruh-u hazeleyi boğucu dumanlar içinde bırakan, Kuran-ı Hakimin son sistem malzeme-i mübarekelerini icada vesilesiniz. Var ol, ey sevgili Üstadım! Hemen, Rabbim yorgunluğunuza bedel bin ehl-i gaza sevabı ihsan buyursun. amin.
Affınıza mağruren şunu diyeceğim ki: Madem manevi cihad zamanıdır, muvazzaf askeriz ve askerlikten lezzet aldığımızı söylüyoruz, düşman hem dessas, hem suri kuvvetlicedir. “Kılıç hasma göre çekilir” düsturuyla, sizin telaşsız ve aramsız sayiniz gözönünde iken, cephemize hile tuzağı addedilen hubb-u cah ve sermaye-i dünya gibi, çok cazibedar şeylerle bizi aldattıklarını bilmeliyiz. Ve cepheyi bırakıp, afil şeylere aldanıp, çok mübarek ve mukaddes şeylerin ayak altında kalmasına sebebiyet vermemek için, ancak ve ancak Cenab-ı Kibriyanın azamet ve kudretinden ve şümullü rahmetinden ve Şah-ı Levlakın himmet-i ammesinden ve Zat-ı Üstadanelerinin makbul ediyelerinden gece ve gündüz hissemend olmamızı niyaz ediyorum ve böyle imanım var ve her dakika aramsız bekliyorum.
Hafız Ali
– 111 –
Hulusi Beyin bir fıkrasıdır.
Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmı,
1. Şeair-i İslamiyenin tağyirine asla razı olmayan ve tahammül edemeyerek kulaklarını tıkayanların kanaatlerindeki isabete kati bir hüccet;
2. Tevilkarane “Zahiri muvafakat gösteriyorum” iddiasında bulunanları birinci zümreye ilhak ettirecek müessir bir kuvvet;
3. Ulemaüs-su ahzabına şedit bir tokat;
4. Muhtelif nam ve vesilelerle, dinsizlik gayesiyle bidalar çıkaranlara, kahir bir darbe-i kudret ve tavk-ı lanet;
5. Beşinci ve altıncı işaretler, ıslah-ı alemin bizzat Mehdinin zuhuruna vabeste olduğuna kanaat eden zümreden, bu zat-ı alişanın dahi bu emirde muktedir olmasında şüphe duyanların, bu vehimlerini bertaraf edecek, itimatlarını temin edecek, gayet kuvvetli güneş gibi bir hakikat;
6. Yedinci İşaret, bu asrın en makul mücahedesinin nasıl yapılmak iktiza ettiğine delalet eden, mahz-ı hikmet gibi hassaları camidir.
aciz kardeşinizin kısa vasfı da, elbette aczine şehadet eder. Yoksa bu hakaiki layıkıyla vasfeylemek, bu biçarenin haddi değildir.
Dünyevi meşgalem, hususi işlerimiz ve pederime yardım gibi, mecburi ahval ve duygular, evvel ve ahir arz ettiğim gibi, hizmet-i Kuraniyedeki vazifeme çok mani oluyor. Ne yapayım?
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ diyorum. Duanıza çok muhtacım ve muhtacız. Biz her vakit sevgili Üstadımıza duada bulunuyoruz.
Hulusi
– 112 –
Sabrinin fıkrasıdır.
Üstad-ı Ekremim Efendim Hazretleri,
Ekalli, kırk seneden beri hakikat aleminde nurlar saçan nurani, kudsi, feyizli sözlerin kaffesi, bütün safahatında tarikat ve seyr-i süluke ait pencereleri küşat ile, müştaklara temaşa ve berk-i hatif misal تَعَالَوْا اَيُّهَا اْلاِخْوَانِ nida-i beliğiyle davet etmekte iken, dürbini bir nazara malik olanlar, pek aşikare görüp ve dinleyip iltica etmekte iseler de, bu abd-i pürkusur, onlarla omuz omuza yürüyen, tarikatın ne demek olduğunu, matla-ı şems-i füyuzat ve menba-ı fevz-i necat olan, Yirmi Dokuzuncu Mektubun dokuz levha-i saadeti cami Dokuzuncu Nüktesini okuduktan sonra, ala kadril-istitaa öğrendim. Nihayetsiz füyuzat ve hadsiz ezvak-ı mütenevviayı havi olduğunu, bir kat daha tasdik ettim. Elhamdü lillah, şu nüktede nura muhtaç kalbime layüad nurlar bahşedildi.
Kalbimin hissedip, lisanımın ifadeye muktedir olamadığı derya-yı hakikate dalarak, şu eser-i giranbahanın şayan-ı menn ü şükran olduğunu arz ve mabadinin tevali ve temadisini can ü yürekten talep ve temenni etmekte iken, işte tetimmesi olan üç telvih de ihsan buyuruldu.
Bu hatime kısmı, vartalardan kurtulmak çaresini gösteren irşad ve ikazlarıyla, cidden bir levha-i saadet ve bais-i hayat-ı mücedded olmuştur. Acaba her an, en az bin bir nevi semere-i saadetle tegaddi etmekten kaçan ve o cadde-i kübraya asla layık olmayan iftira ve isnadat perdelerini görüp, şu meşale-i adimül-misali söndürmek, zulümat ve dalalat vadilerine yol açmak isteyen bakar-körlere ne demeli?
Nazirsiz şuleleriyle asr-ı hazırı ihya ve tenvir ve istikbalin krokisini bihakkın tanzim ve tahkim eden nurlar, ilelebed payidar olsun. Dilerim Bari-i Teala Hazretlerinden ki, şu asar-ı pürnurun, bütün ümmet-i Muhammede (a.s.m.) tamimine muvaffakiyet ve müyesseriyet ihsan buyursun. amin.
Sabri
– 113 –
Hüsrevin fıkrasıdır.
Sevgili Üstadım Efendim,
Kenzül-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kuraniyede, yanlışlığın tarafımızdan nasıl karşılandığını sual eden ve hatasının esbabını bize izah eden sevimli mektubunuzu aldım. Bu kısmı, Sure-i Kevserin latif ve yüksek tevafukatını gösteren Altıncı Remizle ve bir de büyük bir fatihten daha büyük olan tarikata ait kısımla beraber okudum.
Bu hafta sevincim ve şevkim pek ziyade idi. Bir taraftan, senelerden beri tab edilmesi ve alem-i İslama neşredilmesi için istinsah edilen o kıymettar mahzen-i hakaik, emin vadilere gönderiliyordu. Diğer taraftan, şu baharın cazibedar güzelliğinden, pek çok yüksek bir nuraniyetle karşımıza çıkan Yirmi Dokuzuncu Mektubun herbir kısmının verdiği zevk-i manevi içerisinde yaşıyorduk.
Kenzül-Arş duasının feyzinden gelen ikinci bir nükte-i Kuraniyeyi, mektubunuz gelmeden evvel arkadaşlarla birlikte tekrar okuduk. Tetkik gayesi hiçbirimizde olmadığı için, on dakika içerisinde, yazılan bu kısmın nurani şuleleri arasında kaldık. Okurken, ağzımızdan arada sırada çıkan sada-yı hayret ve taaccüpten başka birşey işitilmiyor ve yüzümüzden akan beşaşet, duyduğumuz manevi zevki, tarife kafi geliyordu.
Sevgili Üstadım,
Herbir risale aramızda pek büyük bir sevinçle karşılandığı ve hayretle okunduğu ve layık olduğu şekilde hürmet gördüğü için, her nasılsa vaki olan hatam hakkındaki mektubunuzu aldığım vakit, kıymettar Üstadım, bu hali bize ihtar etmeseydiniz, biz hiçbir vakit böyle şeyle meşgul olmayacaktık ve “Yanlış var” diyenlere karşı da hak dava edeceğimizde hiç tereddüt etmeyecektik. Sure-i Kevserin ve Sekizinci Remzin tevafukat-ı hurufiyeleri üzerinde birer birer tetkikatta bulunmuş ve hiçbirinde noksan bulamamıştık. Esasen bu tetkikatımız, noksan aramak gayesiyle değil, belki tevsi-i malumat ve bir de manevi gıdamızı almak için vuku buluyordu. Bu akşam fakirhanede Refet, Lütfi, Rüşdü Efendi kardeşlerimle oturmuş bu hususta tekrar konuşmuştuk. Hepimiz diyorduk: Üstadımız bize söylemekte hiçbir şeyden çekinmediğini biliyoruz. İşte bu hal bizlere kafidir. Şimdiye kadar da böyle birşey vuku bulmuş değildir. Bu hususta en büyük şahit, bu risaleler, ilmi kendilerine isnad eden zatların ellerinde gezdiği halde, onları da tasdike mecbur etmiştir.
İşte, sevgili Üstadım, bu hadisat dimağımızı daha ziyade takviye etmiş bulunuyor ve bizi size daha ziyade raptediyor. Her hususta bizi himaye ve vikaye etmekte olduğunuza, kafi ve daha kati bir burhan yerine geçmiş bulunuyor.
Sevgili Üstadım, bu hafta hatt-ı destinizle, pek çok zahmet çekerek, bin müşkülat içerisinde yazdığınız bütün Kurandaki bütün tevafukatı gösterir bir nükteyi daha aldım. Bundan başka bu nükte gibi umumi olup, yalnız tarzları ayrı olmak üzere iki tevafukat listesi daha yazılacağı işar buyuruluyor. Onları da sabırsızlıkla bekliyoruz. Ve yorgunluğunuzu hatırladıkça, yüreklerimiz sızlıyor. Cenab-ı Hak, sizlere layık bir tarzda hayr-ı kesir ihsan eylesin. amin.
Hüsrev
– 114 –
Hüsrevin fıkrasıdır.
Sevgili Üstadım, muhterem Efendim,
Kuran-ı Kerimin ayat ve kelimat ve hurufatında görünen ihtilaf bertaraf edilmek üzere, yeniden hakiki ve esaslı bir surette ayat ve kelimat ve hurufatın tesbit edileceği hakkındaki işar-ı fazılaneleri, cidden şayan-ı tebşirdir. Bu ve bu gibi ahval, bizi Üstadımızın ulvi ve umumi olan vazifesinde her vakit için Cenab-ı Haktan muvaffakiyet talebinde bulunmaklığa sevk ediyor. Bilhassa kardeşimiz Hacı Nuh Beye yazılan mektup sureti ve buna mümasil diğer mektubat, bizim hayatımızı değiştirmiş ve müstakbeldeki hayatımıza nurlar serptiği gibi, bugünkü insanlığın giriftar olduğu riyakarlık, tabasbus ve temelluk ve emsali gibi pek çok ahlak-ı rezileden kurtarmış ve herbirerlerinin yerlerine de ahlak-ı hasene fidanları gars ederek, birer şecere-i aliye ve nafizenin vücuda gelmesine sebebiyet vermiştir. Hatta o kadar diyebilirim ki, bugünkü beşeriyetin duygularından bam başka bir hayata sevk etmiş ve her an, “Halıkımız bizden ne suretle razı olacak ve bugün ne gibi bir say ile sahife-i hayatımı kapatacağım? Acaba ümmeti bulunduğumuz o sevgili Peygamber-i Zişan aleyhissalatü vesselam Efendimizin, dalalet yolunu tutan veyahut dalalete gidenlerin arkalarından giden ümmetlerini, ne suretle tarik-i hidayete getirmek için say etsek hoşnudiyet-i Peygamberiyi (a.s.m.) celb edebiliriz?” duyguları ve mefkureleriyle yaşatmaktadır.
Kıymettar üstadlarına her hatvede ittibaı seven o talebelerinizin ruhlarında, Üstadlarının en güzel fıkrası olan “Kuran-ı Azimüşşana feda olan bu baş, başka yere eğilmeyecek” sözü hayatımızda en güzel ve en büyük bir miftah ve bir düstur olmuştur.
İşte bu hayatta, bu zevkle yaşadığımız için, bu vadideki korku denilen mevhum kuvvet, talebelerinizin hak uğrunda gösterdikleri cesaretten korkmaktadır. Rıza-i İlahi uğrunda her gelecek hale memnuniyetle göğüs germeyi, Üstadlarının halinden hergün ve her an ders alan talebelerinize ve kardeşlerime hayırlı muvaffakıyetler ve saadetler temenni ederken, sevgili Üstadım, size de layık olduğunuzdan daha güzel bir şekilde ve daha elyak bir tarzda eltaf-ı Sübhaniyeye nailiyetiniz için dua eder ve damenlerinizi kemal-i hürmet ve tazimle öperim, Efendim Hazretleri.
Hüsrev
– 115 –
Nasuhizade Şeyh Mehmed Efendinin fıkrasıdır.
Bülbül-i Bağistan-ı Kuran, Üstad-ı Ekremim, Efendim Hazretleri,
Mürşid-i ekmel, şeyhim Hacı Rahmi Sultan Hazretleri, seferberliğin ikinci senesinde irtihal-i dar-ı beka buyurdular. Burduru teşrifinizden bir ay evvel, merhum Rahmi Sultanla beraber bir cami-i şerifte birkaç cemaatle bulunmakta iken, sükut-i hal-i murakebeye varıldı. Bazı veliler ruhani teşrif buyurdular. Nihayette, siz Üstadım teşrif buyurdunuz. Bir cezbe-i Rahman zuhurla uyandım, kendime geldim. Bir ay sonra Burduru teşrifle, bazı yevm sohbet-i irfaniyenizde bulunup ruhlarımıza gıda bahşolundu.
Şu tuluatımı arza ictisar ediyorum:
Halka-i hakikatte devrandadır ol mübarek Üstad.
Kavuşturdular ruhunu, ervah-ı enbiyaya anın.
Mest-i müstağrak olup hayrettedir ol mübarek Üstad.
Mübarek Kuranın dellalısın dediler ana.
Sözleri candır, onu tutmayan ruhsuzdur heman,
Bütün söylediği nur-u hikmettir anın.
Mirac-ı ruhanide devrandadır ol mübarek Üstad.
Kalbim içre feyz-i Nurun görmüşem heman.
İçi umman-ı vahdette, dışı sahra-yı kesrette görünür Üstad.
Dünyada, uhrada refik olalım ana.
Umarım Mevlam ihsan eder biz aciz kullarına.
Nasuhizade Mehmed, söyledi heman bu sırları.
Hazine-i Kuranın bir miftahıdır Üstad.
Nasuhizade Şeyh Mehmed
– 116 –
asım Beyin fıkrasıdır.
Muhterem Üstadım Efendim Hazretleri,
Bu arizamı takdim ve tasdia iki sebeb-i mücbir hasıl oldu:
Birincisi: Sevgili Üstadımın geçenki iltifatnamelerinin bir fıkrasında buyuruluyor ki: “Bu fakirle aziz kardeşim Hüsrev gibi yüksek, ciddi, halis kardeş ve talebelerimi, ahir-i ömrümüze kadar hizmet-i Kuranda daim eylesin.”
Muazzez Üstadımın bu dua, bu niyaz ve himmetlerine bütün mevcudiyetimle amin dedim. Ve daima da diyorum. Ve Cenab-ı Lemyezel Hazretlerine de daima niyazım budur. Ve pek muhterem ve pek sevdiğim Üstadımın dua ve himmeti sürur, sevinç, gözyaşlarımı akıttırıyordu. Bu fıkra ve cümleyi takip eden ikinci fıkra ki, aynen yazıyorum:
“Ve ben öldüğümde sizi arkamda varis bırakarak ferahla kedersiz kabrime girmek Rahmet-i İlahiyeden ümit ederim.”
Burası beni çok düşündürdü ve hiçbir dakika Üstadımın bu arzu, bu talep ve rahmet-i İlahiyeden bu ümidi, zihnimden ve fikrimden ve kuvve-i muhayyilemden hiç çıkmıyor. Binaenaleyh, bu fıkraya bütün zerrat-ı mevcudiyetimle “amin” dedim ve Cenab-ı Hakkın fazl ve keremini tazarru ve niyaz ettim.
Bununla beraber—ya Hazret, riya değil, tasannu değil, içimden doğuyor—gönül şöyle istiyor ve arzu ediyor: Bu fakir, siz Üstadımdan evvel kabre girsin ve siz, dar-ı bekànın ilk kapısına gelinceye kadar, dar-ı dünyada bulununuz ki, bu fakir ve muhtaç olan talebenize arkasından göndereceğiniz dua ve hediyenizle mütenaim, şad ve mesrur olsun. Ve sizin teşrifinizde—ki Erhamür-Rahimin olan Rabbül-aleminden dua ve niyazım budur—ruhum sizi istikbal etmek şerefiyle müşerref olabilmek gibi, gönül arzu ve hayatı hasıl oluyor. Ve çok düşündürüyor. Ve bu arzu ve niyazımdan daha büyüğü ve şedidi şudur ki: Üstadımın dar-ı dünyada daha pek çok zamanlar kalması, dolayısıyla vazife-i kudsiyenizin devamı ve hakikat ve hidayet nurları olan Risale-i Nur ve Mektubatün-Nurların teksiri ve intişariyle, hab-ı gaflette olanların, dalalette kalanların, ehl-i bida ve mülhidlerin tarik-i hak ve hidayete girmeleri için siz Üstadımın çok zaman daha yaşamaklığınızı ve başımızdan eksik olmamanızı ve sizin gaybubetinizle bizlerin yetim ve öksüz kalmamaklığımızı gönül arzu ediyor. Daha çok söylemek isterim, fakat iktidar ve kifayetsizliğimden kalemim, kalbimin tercümanı olamıyor. Her iş gibi, bu arzumu da Cenab-ı Kibriyaya havale ederiz.
asım
– 117 –
Hafız Alinin bir fıkrasıdır ki küçük bir meselede, “Gücendin mi?” diye istifsar münasebetiyle yazılmıştır.
Eyyühel-Üstadül-Muhterem,
Hayatımın her safhasından kıymetli ve o hayatı, pervane-misal, bir emrinin infazına ateşte yakmaya her an hazır olduğum kıymetli Üstadım,
Evet, değil böyle hakikat uğrunda, hatta bir kıymetli hediyeyi ihsan eden Padişah-ı Zişan için, o hediyeyi sarf etmekte tereddüt edilemez. Öyle de, Üstadım, bize emanet olarak ve ne zaman alınacağı meçhul olan hayatın ve her zaman emrine amade ve hazır olduğum Cenab-ı Münimin, o emanet üzerine ne gibi emri vaki olsa, inşaallah, bila-tereddüt emanetini iadeye hazırız. Madem siz, o Padişah-ı Bizevalin kurbiyet-i İlahiyesinde, aynı emrini tebliğe memur bulunuyorsunuz; öyleyse, her mübarek sözünüz hak ve aynı rahmettir.
Hem efendim, bahçıvan-misal, fidanları büyütmek üzere, hayvanat-ı muzırranın taarruzundan bir an evvel kurtarmak için aşağı dallar kesilir ki, ta yükselsin. O fidanların hiçbir cihetle hakları yoktur ki, “Bizi tımar eden ve hayatımıza sebep olan, bizi bazan rencide ediyor” diyemezler. Zira hal-i asıllarıyla kalsaydılar, bir muzır hayvan koparacaktı ve topraktaki kökü de tefessüh edecekti, yok olacaktı.
Evet, Üstadım, mübalağasız, pür-kusurlukta mislim olmadığını nefsime bile bazan kabul ettirdiğim, yalnız pür-zünub talebenizi, dizlerime değil, belime değil, boğaz çukuruma değil, belki de boyumdan aşan ve belki dahilimin de siyah çamurlara mezc olduğu ve tefessüh etmeye başladığı bir zamanda Hızır gibi yetişip ve misl-i Lokman, Kuran-ı Hakimin şifahenesinden lemean eden mualecelerle tedaviye başladınız. Hayat ismine layık bir hayat bahşına vesilesiniz. O hayatı ihsan edene ve vesile olan uğruna, o hayatı ifna etmemek kar-ı akıl değildir.
Hem bir hasta, ameliyata muhtaç olduğunu bilmelidir. Ve hastasını gece gündüz tedavi altında bulunduran eczacıya karşı yüz binlerle teşekkür ve o eczacıya eczahaneyi teslim eden Hakim-i Pür-kemal, Kadir-i Bimisal Hazretlerine nihayetsiz hamd ve şükre borçluyuz. Ve bu borcumu ifa edemediğimden pek mükedderim. Allah sizden ebeden razı olsun.
Hafız Ali
– 118 –
Hulusi Beyin bir fıkrasıdır.
Aziz Üstad, müşfik kardeş, muhterem mücahid,
Son iki hafta içinde, iki defada vürud eden Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Kısmıyla Kenzül-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kuraniye ve Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Sekizinci Remzi ve Altıncı Remzi isimlerini taşıyan muciznüma eserleri aldım.
Birinci mektup, hasbel-beşeriye çok sıkıldığım bugünün hemen saatinde elime geçti. Evet, gözlerim böyle bir nura, aklım böyle bir derse, hasta vücudum böyle bir ilaca, muztarip ruhum böyle bir teselliye, nihayet zalim nefsim böyle bir manevi terbiyeye çok muhtaç olduğu bir zamanda bu eserin yetişmesi, hem hakikatte üç gün sonra postaya verilen ikinci eserden dokuz gün evvel gelmesi katiyetle gösteriyor ki, bu iş kendi kendine veya tesadüfi olmuş değil. Belki gelmiş değil, gönderilmiş. Yetişmiş değil, yetiştirilmiş. Maksatsız değil, bu hizmete koşturulmuş. Hatta bir dest-i gaybi tarafından en lüzumlu bir anda, en muhtaç ve Kuran hadimlerinin en zaifi, en acizi, en liyakatsizi, en zebunu bulunan bu biçare kardeşinize mahz-ı eser-i rahmet ve inayet olarak sunulmuştur.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Kısmını pederim, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman ve diğer bir zat hazır iken, geçen Cuma okudum. Ben birkaç defa sırf kendi hesabıma mütalaa ettim. Okuyacak ve okunması icap edecek mahdut zevatın da inşaallah istifadesine çalışacağım. Bu nurlu eserler hem okşamak, hem korkutmak gibi iki zıt tesiri haizdir. İnsanlara bu iki vasıtadan birinin müessir olacağı da şüphesizdir. İşte bu hakikati göz önünde bulunduran şerait-i imandaki esaslara müşabih bir tarzda, Kuran-ı Hakimin tilmizlerini ve hadimlerini hakikaten ikaz ediyor ve aldanmamaları için altı esası kendilerine bihakkın ders veriyorsunuz:
1. Hubb-u cah yerine, Allaha imanın bir manası olan rıza-i İlahiyi;
2. Havf ve vehim yerine kadere imanı;
3. Hırs ve tamah yerine اِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ ayet-i celilesi delaletiyle Kurana, kütüb-ü İlahiyeye imanı;
4. Menfi milliyetçilik hissi yerine, bütün cin ve inse mürsel Nebiyy-i Efham (Sallallahu Teala Aleyhi ve Sellem) Efendimiz Hazretlerinin mesleğini, اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ ve وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُوا gibi ayat-ı mübarekeyi derhatır ettirmek suretiyle Peygamberlere imanı;
5. Enaniyet yerine acze, noksanımızı itiraf ve Kuranın tereşşuhatının neşr ve muhafazası babında hissemize düşen hizmeti yapmak ve hizmetle mükellef olduğumuzu bilerek neticeyi hesaplamamak, yani bir nevi beşeriyetten çıkmak, kütüp ve suhuf-u enbiyayı inzale vasıta olan melaikeye benzemek suretiyle meleklere imanı;
6. Tembellik ve tenperverlik yerine vazifedarlık, kudsi ve her saati birgün ibadet hükmüne geçecek kıymette olduğuna şüphe edilmemek lazım gelen Kurani hizmetine vakit bırakmayacak hallere karşı, bu hizmetin ulviyetini düşünerek, elden çıkmazdan evvel gözü dört açmayı, yani ölmezden evvel hayatın kadrini bilmek gibi, kati bir lisanla ahirete imanı delaleten, remzen, işareten, sarahaten ders veriyorsunuz ve ikaz lütfunda bulunuyorsunuz.
Allahü Zülcelal Hazretleri sizden ebeden razı olsun ve ümmet-i merhume-i Muhammediyeyi dalaletten kurtarmak ve şahrah-ı Kurana delalet eylemek hususundaki ihlaslı mücahede ve hizmetinizde daim ve muvaffak buyursun. amin.
بِحُرْمَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ وَبِحُرْمَةِ الْقُرْاٰنِ الْمُبِينِ
“Kenzül-Arş Duasının Feyzinden Gelen Bir Nükte-i Kuraniye” serlevhalı eserle, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Sekizinci Remzindeki füyuzat, tarif ve tavsif edilmeyecek ali ve müstesna bir vaziyettedirler.
Birincide, bütün hurufat-ı Kuraniyenin adet itibarıyla işaret ve izah buyurulan tevafukları, garik-ı beht ve hayret etti.
Dört küçük suredeki hurufatın tevafukat vechine kısmen işaret eden ikinci eser: Hakka ki muciznümadır. Nebiyy-i ahirzaman, medar-ı fahr-i cihan, sebeb-i hilkat-i ekvan ve nüzul-ü Kuran, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sallallahu teala aleyhi ve ala alihi ve eshabihi ve ezvacihi) Efendimiz Hazretlerinin eser-i hikmet ve rahmet olarak, şimdiye kadar mahfi kalmış mucizelerinden icaz-ı Kurana taalluk eden ve gaybi tevafuk namıyla sevgili Üstadımız tarafından mevki-i intişara vaz olunan bu emsalsiz eserlere karşı duyduğum manevi zevk ve feyzin binden birini bile arz edemeyeceğim. Ve mazhar olduğumuz bu kadar azim niam-ı İlahiyeye ve kerem-i Sübhaniyeye karşı şükürden acizim.
اَللّٰهُمَّ حَصِّلْ مُرَادَنَا وَمَقْصُودَ اُسْتَاذِنَا سَعِيدِ النُّورْسِى بِحُرْمَةِ حَبِيبِكَ الْمَكِّىِّ الْمَدَنِىِّ الْهَاشِمِىِّ الْقُرَيْشِىِّ
Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmından bir suret Abdülmecid Efendi kardeşimize göndermiştim. Cevabında ezcümle diyor ki: “Seydanın bintül-fikri o güzel kıza, Hulusi ile Abdülmecidden maada her kim bakarsa caiz değildir. Mahrem olanlar da, bu hususta namahremdir. Bu gibi kızların dışarıya çıkmaları, hiçbir menfaati temin etmediğini ve bilakis büyük bir mazarratı intaç edeceği ihtimali kavlini Seydaya yazsan iyi olur. Eski Saidin hiddeti, yenisinde de vardır. Halbuki, Yeni Said, insanoğullarıyla izaa-i vakt etmemeli. Meslek ve meşrebi öyle iktiza ediyor. Her ne ise… Cenab-ı Hak Hafız-ı Hakikidir.”
Bendeniz de kısaca şu mealde cevap vermiştim:
Bu mütalaa bizler için doğrudur. Fakat dünyaya arkasını çeviren ve manevi vazife-i memuresini ifa ederken insanlarla—Nurlarla alakadar olanları vasıtasıyla—meşgul olan Üstad Hazretleri için bu fikri muvafık bulmuyorum. Çünkü, o zatı bu emr-i azimde istihdam eden, elbette muhafaza buyurur. Bana öyle kati kanaat gelmiş ki, eğer bizler Nurlarla alakamızı kesersek, Üstad Hazretleri bize arkasını çevirir.
Aziz kardeşimizin endişesi, zahire bakılırsa haklı ve çok samimidir. Fakat zaten cemaati çok mahdut olan Nurlarla alakadar zevatın bu hakaikten mahrum edilmelerini ve bu kudsi eserin tamamen hapsedilmelerini layık görmüyor ve esasa mugayir buluyorum. Nasırımız, hamimiz, muinimiz, hafızımız Allahtır. Bütün desaisi bertaraf ederek, muhterem Üstadın vazife-i kudsiyesine safi niyet, samimi his ve ciddi şevkle yardım etmekte olan kardeşlerime selam ve muvaffakiyetlerine dua eder, dualarını rica ederim. Pederim, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman Efendi, sabık Müftü Kemaleddin Efendi, imam Hafız Ömer Efendi ve diğer Sözlerle alakadar olanlar selam ve dua ediyor, hayır duanızı istiyorlar.
Devam-ı afiyet ve muvaffakiyetinizi tekrar eltaf-ı İlahiyyeden tazarru ve niyaz eyler, mübarek ellerinizi kemal-i hürmet ve tazimle takbil eyler, kusurumun affını ve hayır duanızdan bu biçare Sıddıkınızı çıkarmamanızı hassaten arz ve istirham eylerim.
اَلْبَاقِى اَلْحُبُّ فِى اللهِ
Hulusi
– 119 –
Saidin fıkrasıdır.
(Hulusi gibi mühim bir talebemin bana gönderdiği hediyesinin iadesine dair yazdığım bir mektubu, arkadaşlarımın tensiplerine binaen onların fıkraları içine derc edildi.)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَۤائِمًا
Aziz, sıddık, vefadar ahiret kardeşlerim Hacı Nuh Bey, Molla Hamid,
Sizler benim için çok ehemmiyetlisiniz. “Sıddık-ı vefiy bu zamanda yoktur” diyenlere karşı sizleri gösteriyorum. Yirmi sene Vanda geçirdiğim hayat-ı ilmiye benim için Van çok kıymettardır. Lillahilhamd, sizler o kıymettarlığı gösterdiniz. Ve Vana karşı şedid hissiyatıma tam mukabele ediyorsunuz. Size medar-ı ibret bir vakıa söyleyeceğim. Şöyle ki:
Geçen sene Barlalı, İstanbul ticaretinde bulunan Bekir Efendinin şeriki Mehmed Efendi vasıtasıyla bir mektup aldım. Mektup harika olarak bana göründü. Çünkü Hulusi Bey, “Nuh Beyle görüştüm” diye o mektupta bana yazıyor. Aynı mektupta, kardeşim Abdülmecid de, Molla Hamidin selam ve duasını bana yazıyor. Aynı mektupta Nurşin-i Süflada Molla Abdülmecidin yazısı ve imzası vardı. Fesübhanallah dedim. En ziyade sevdiğim bu insanların ayrı ayrı memlekette bulunmakla beraber, bir mektupta bunların içtimaları tevafuklu bir levha-i temaşadır.
Bu sene yine o Mehmed Efendi Eğirdire gelmiş. Yine Nuh Beyin aynı telgrafını, o zat bana getirdi. Fesübhanallah dedim. Nuh Beyin lisan-ı hali, güya Mehmed Efendiye “Dostum, ben seninle beraber Üstadımla görüşeceğim” diyor, tahayyül ettim. Sonra yine o Mehmed Efendinin hizmetkarı Eğirdire gidip Mehmed Efendinin mektuplarını getirmiş. Yine Nuh Beyin hediyeye ait, bana olan mektubunu getirdi. Dedim, katiyen bu iş tesadüfi değil. Sonra mektubun müştemilatına dikkat ettim. Tahmin ettim, Vanda Nuh Beyin bana hazırladığı hediyeyi göndermek tarihinde, ben de aynı tarihteHaşiye aynı fiyatta bir hediye-i azimeyi Nuh Beyin namına Vandaki ihvanıma gönderiyordum. İşte bu iki tevafuk, bana işarettir ki, Nuh ile Hamid, talebelik ve kardeşlik için min tarafillah intihap edilmişler. Çünkü, tevafuk bizim için bir emare-i tevfik-i İlahi olduğuna kanaatim gelmiş. Risalelerde tevafukatın bazı nümunelerini göreceksiniz.
Fakat çok rica ederim ki, gücenmeyiniz, hediyeyi kabul edemedim. Adem-i kabulün esbabı çoktur. En mühim bir sebep, benim kardeşlerim ve talebelerimle olan münasebetin samimiyetini ve ihlası zedelememektir. Hem iktisat, bereket ve kanaat sayesinde, şiddetli ihtiyacım olmadığı halde, dünya malına el uzatmak elimde değil, ihtiyarım haricindedir. Hem bir misalle ince bir sebebi anlatacağım:
Maddeten otuz liralık, manen belki üç yüz liralıktır.
Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim. “İstanbuldan senin için getirdim, beni kırma” dedi. Kabul ettim. Fakat iki kat fiyatını verdim.
Dedi: Niçin böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?
Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatımı terk ediyorum. Çünkü, dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise, sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakarlığa temayül etmiş, ahiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner. İşte, sana manen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telakki ediyorum. Sen madem fedakarsın; ben de o fedakarlığa mukabil, menfaatinizi menfaatime tercih ediyorum, gücenme.
O da, bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.
Ey Nuh Bey ve Hamid Kardeşlerim, siz de gücenmeyiniz. Hem Nuh Bey, biliniz ki, şu zamanda o havalide vefadarane, şefkatkarane beni aramaklığınız öyle bir hediyedir ki, bunun gibi binler hediyeden kıymettardır. Hem size gönderdiğim risaleleri muhafaza etmek ve sahip çıkmak ve benim yerimde onları himaye etmek, binler lira kıymetinde bana karşı büyük bir hediyedir. Çünkü, netice-i hayatımı ve vazife-i vataniyemi ve o havalideki kardeşlerimin uhuvvet ve muhabbetlerine karşı borçlarımı eda eden o risalelere ciddi sahip çıkmak, tam muhafaza etmek ve ehline yetiştirmeye vasıta olmak öyle bir hediyedir ki, dünyevi hediyelerin binlerine mukabildir. Hem emin olunuz ki, manevi zararım büyük olmasaydı, Nuh Beyin hatırını kırmayacaktım. Şimdiye kadar, Cenab-ı Hakka şükür, hediyeleri kabul etmeye mecbur olmadım ve şu zamanda ehl-i ilmin bir sebeb-i sukutu olan tamaha girmeye ihtiyar benden selb edildi. Hem eğer sizin hediyenizi kabul etseydim, çok zatların ya kalbi kırılacaktı veyahut elli senelik kaidem bozulacaktı.
Orada ve civarınızda bulunan eski talebelerim ve kardeşlerime birer birer selam ve dua ediyorum ve onların dualarını istiyorum.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz
Said Nursi
– 120 –
Said Nursinin fıkrasıdır.
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ
Aziz, sıddık, sadık, çalışkan kardeşim, hizmet-i Kuranda arkadaşım Refet Bey,
Senin gördüğün vazife-i Kuraniyenin hepsi mübarektir. Cenab-ı Hak sizi muvaffak etsin, fütur vermesin, şevkinizi artırsın.
Senin vazifen yazıdan daha mühimdir. Yalnız, yazıyı terk etmeyiniz.
Uhuvvet için bir düsturu beyan edeceğim ki, o düsturu cidden nazara almalısınız:
Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkarane ittihad gittiği vakit, manevi hayat da gider.
وَلاَ تَنَازَعُوا فَتفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُم işaret ettiği gibi, tesanüd bozulsa cemaatin tadı kaçar. Bilirsiniz ki, üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adediyle içtima etse, yüz on bir kıymetinde olduğu gibi, sizin gibi üç-dört hadim-i Hak, ayrı ayrı ve taksimül-amal olmamak cihetiyle hareket etseler, kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakiki bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefani sırrıyla hareket etseler, o dört adam, dört yüz adam kuvvetinin kıymetindedirler.
Sizler koca Ispartayı değil, belki büyük bir memleketi tenvir edecek elektriklerin makinistleri hükmündesiniz. Makinanın çarkları birbirine muavenete mecburdur. Hem birbirini kıskanmak değil, belki bilakis birbirinin fazla kuvvetinden memnun olurlar. Şuurlu farz ettiğimiz bir çark, daha kuvvetli bir çarkı görse memnun olur. Çünkü vazifesini tahfif ediyor. Hak ve hakikatin, Kuran ve imanın hizmeti olan büyük bir hazine-i aliyeyi omuzlarında taşıyan zatlar, kuvvetli omuzlar altına girdikçe iftihar eder, minnettar olur, şükreder.
Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız. Tenkit edilecek şeyler kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var. Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telakki ediyorum. Siz de Üstadınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Adeta, herbiriniz ötekinin faziletlerine naşir olunuz. Kardeşlerimizden İslam Köylü Hafız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti, çok kıymettar gördüğüm için size beyan ediyorum:
O zat yanıma geldi; ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. “O daha çok hizmet eder” dedim. Baktım ki, Hafız Ali kemal-i samimiyet ve ihlasla, onun tefevvukuyla iftihar etti, telezzüz eyledi. Hem Üstadının nazar-ı muhabbetini celb ettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim, gösteriş değil, samimi olduğunu hissettim. Cenab-ı Allaha şükrettim ki, kardeşlerim içinde bu ali hissi taşıyanlar var. İnşaallah bu his büyük hizmet görecek. Elhamdü lillah, yavaş yavaş o his bu civarımızdaki kardeşlere sirayet ediyor. Küçük bir latife:
Sohbet içinde sizden bahis geçti. Şükre dair meseleyi sordum:
“Hüsrevin yazdığını Refet Bey gördü mü?”
Bekir Ağa dedi:
Evet gördü ve dedi:
“Çok güzel, fakat acaba sen kalem karıştırmadın mı?”
Hüsrev dedi: “Yok, kendi nüshamda, tam bütün gelmedi. Fakat kendilerine yazdığım tam geldi.”
Biraz münakaşa oldu.
Bu münasebetle kardeşim Refet Beye derim ki: Aslında tevafuk noksan olsaydı, zaten ben tavsiye etmiştim ki, kalem karıştırmasınlar, asıl vaziyet bozulmasın. Bekir Ağa da gördü ki, asıl müsveddede çıkıntı olduğu halde, tevafuk Hüsrevin tarzında var. Onun için Hüsrevin bir mahareti varsa, tevafuku bozmamış. Hatta Mucizat-ı Ahmediyedeki salavat tevafukunda tavsiye etmiştim ki, kimse maharetini karıştırmasın. Fakat asıl müsveddelerde, en acemi bir müstensihin nüshasında, birkaçı müstesna bütün tevafuktadır. Onun için, sekiz ayrı ayrı müstensihin setredemediği bir tevafuk, elbette kuvvetlidir; müstensihler bozmasınlar. Tevafuku getiremeyen bozuyor. Demek en büyük maharet odur ki, tevafuku bozmasın. Çünkü tevafuk var. Sen de Hüsreve yardım et ki, hakikaten mevcut ve matlup tevafuku denk getirebilsin. Çünkü, yoktan var etmiyorsunuz; hakiki varı yok etmeyin.
Sözlerle alakadar olanlara selam ve dua ediyorum.
Said Nursi
– 121 –
Hafız Alinin fıkrasıdır.
Eyyühel-Üstadül-Muhterem,
Yirmi Dokuzuncu Mektubun Üçüncü Kısmının Dokuzuncu Meselesinde emir buyurulan hizmet-i Kurandan fakirin hissesine iki erkek ve bir kız çocuğu düşmüş imiş. Aynı emri alıp gelirken düşünüyordum: Acaba, akraba-i taallukatımda çocuklar var, hangisini intihap edeyim? Benim bu düşünceme manen denilmiş ki: Hay Ali! Sen kendi reyine muhtar değilsin. Onun intihabı başka kapıya aittir. Üç gün sonra Yaşar ve Necati isminde iki çocuk, bana hem refik, hem ders arkadaşı ve bir derece onlara kalfa olarak tayin edildim. Çocuklar hurufatı tam bilmedikleri için bazan yazıyla, bazan kitaptan gösteriyordum. Bir ay sonra Kuran okumaya başladılar. Beşinci ay içinde اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى hatme muvaffak oldular.
Mübarek Üstadım, bu hususu çok düşünüyordum ki, laakal bir-iki senede Kuran okumaya liyakat kesb edilirken, memulün hilafında meydana gelen bu emr-i azim kimseye verilmez; ancak ve ancak icaz-ı Kuranın o büyük denizinin reşhasıdır ve iki cihan fahri, Nebiyy-i ahirzaman Peygamberimiz Muhammed Mustafa aleyhissalatü vesselamın himmet-i maneviyeleriyle o icazın izhar ve intişarına memur edilen Üstadımın duası gibi çok büyük kuvvetlerle hasıl olduğuna, ben değil bu hale şahit, karyemizin ekserisi iman edip tasdik ediyorlar. Bütün köy ehl-i imanı namına, bu emr-i hayra vesile olan Üstadımıza la-yüad ve la-yuhsa teşekkürlerle, “Cenab-ı Hak sizlerden ebeden razı olsun” duasını aciz lisanımla daima söylüyorum.
Üstadım, birşey daha var ki, emr-i Üstadanelerine intizardayım. O da şudur: Cenab-ı Hak ihsan ederse, dairenizin şakirdini Hafız Yaşar bu kışta bahara sebep olup, mütenevvi çiçekleri açmasına Nisan yağmuru misillu, vücudunuz o çiçekler arasında, bir gül-ü Muhammedi (a.s.m.) yetiştirmekte inşaallah vesile olacağınıza şüphe yoktur. Mübarek dairenin mübarek talebesine, mübarek Cuma gecesinde hatminin duasıyla, hıfzının iptida duasını ve fakir-i pürkusurun af duasını, bütün hassa ve duygularımla, hürmetle el ve eteklerinizden öper ve kusurlarımın affını niyaz ederim, Efendim Hazretleri.
Hafız Ali
– 122 –
Hüsrevin fıkrasıdır.
Sevgili Üstadım,
Evvelki hafta irsal buyurduğunuz, “Bir Sırr-ı اِنَّاۤ اَعْطَيْنَا ” serlevhasını taşıyan risalenizi aldık. Esasen hiçbir hafta geçmiyor, sürurlarımızı tezyid eden, yeni ve hem gayet derecede şirin birer risale elimize gelmemiş bulunsun. İşte, iki haftadır bu kıymettar risaleyi okuyor ve elimizden bırakmıyoruz.
Evet, bu risale, Cenab-ı Hakkın istikbalde bu ümmete vaad ettiği güneşin tuluuna intizarımızı teşdid etmekle kalmadığı gibi, bir taraftan içindeki hakikate bizi meftun ediyor. Ve diğer taraftan, acaba fezası zulmet bulutlarıyla dolu olan bu alemin, o güneş neresinden ve ne suretle doğacak ve ne şekilde bu zulmet ve afet saçan bulutları dağıtacak diye tahayyül ederken, ikinci feyyaz bir diğer zeyl, o güneşin vaktini tayin etmekle bizi pek büyük bir bar-ı sakilden kurtarmış ve senelerden beri almak istediğimiz halde alamadığımız derin bir nefesi vermiş ve bizi dilşad eylemiştir.
Ahmed Hüsrev
– 123 –
Hulusi Beyin fıkrasıdır.
Bu defa, Kenzül-Arş duasının feyzinden gelen İkinci ve Üçüncü Nüktelerle, zeylini havi mübarek mektubunuzu almakla cidden bahtiyarım. Bu aciz kardeşiniz, gelen mektubunuzun, gerek muhterem Üstadıma ve gerekse o havalideki kıymetli arkadaşlarıma olan tesiri bana ait olmadığına ve belki benim bir vasıta olduğuma delildir. Çok tecrübe ettim, zat-ı fazılanelerine mektup yazmak için, bazan üç kelimeyi bir araya getiremiyorum. Ekseriyetle gaybi bir zatın ifadatını zaptına kadir olduğum kadar yazdığımı hissediyorum. Demek yazdırılıyor. Maamafih, vaki takdirleri, bir dua olarak telakkiyle teşekkür etmekteyim. Kuran hizmetini dünyevi ve maddi menfaate sarahaten tercih eden. Hüsrev namındaki kardeşimi tebrik ederim. Cenab-ı Hak, böyle Hüsrevlerin adedini çoğaltsın ve daim arttırsın. amin.
Bu kudsi hizmete candan iştirak eden zevatı bilmek bana en büyük müjde oluyor. Müftü Kemal Efendi, evvel mektubu mütalaa etmişti. İki gün evvel ziyaretine gittim, “Hiç kimsenin bugüne kadar muktedir olmadığı dekaik ve hakaiki Kurandan bulup çıkarmışlar” diyerek takdirlerini beyan, selam ve dualarını tebliğ etmekliğimi söylediler. Bu dakikaya kadar mübarek mektubu Fethi Bey, Hacı Baha Efendi, pederim ve eniştem ve Hacı Abdurrahman Efendi dinlemeye muvaffak oldular. Hafız Ömer Efendiye de inşaallah ilk fırsatta okumaya çalışacağım.
Her mektubunuz, bana yeniden hayat verecek kadar müessir oluyor. Bu mübarek mektup, Dördüncü Remzin yazılışını ve bu fakire de ihsan edileceğini mübeşşir oluşu itibarıyla, bilhassa memnuniyet ve sürurumu mucip olmuştur.
Hayli zaman evvel, Kurandaki tevafuk sırrını açmaya başlamıştınız. Bugüne kadar lihikmetin mahfi kalmış olan icaz-ı Kurandan, böyle çok mühim bir faslının keşfine ve neşrine muvaffak oluşunuza ne kadar hamd ve şükür edilse yeridir. İzn-i Bari ile açtığınız bu yolda ilerledikçe, daha ne kadar harikalar meşhudunuz olacak ve bunlardan muhtaç kardeşlerinize ne ali müjdeler vereceğiniz; geceden sonra gündüz, kıştan sonra bahar, dünyadan sonra ahiretin vücutları gibi kati hissedilmektedir. Ne büyük bahtiyarlıktır ki, bu saadetlere mazharız. Ne kadar bedbahtlıktır ki, bu Nurlara göz yumarlar. Ne derece hatadır ki, bu hakaike layıkı veçhile alakadar olunmaz. Ne caniyane ve ahmakane bir ruhtur ki, üflemekle bu güneşi söndürmek düşünürler.
İşte bu ışıklı yolunuzda, Sahib-i Kevserin delaletiyle Kevseri buldunuz. Şefiul-Mahşerin izniyle Kevser ırmağının menbaında durarak, وَسَقٰيهُمْ رَبُّهُمْ شَرَابًا طَهُورًا ayet-i celilesini okuyor ve “Ey nas! Kim ki ebedi hayat ister, işte ab-ı hayat! Kim ki yolunu şaşırmış; işte vesile-i necat! Kim ki küfür ve inadından dönmez, onu bekliyor şedit azap ve ikab! ilaahir” gibi nurlu beyanatınızla her taifeyi ihya, ikaz ediyorsunuz.
Sizi kudsi hizmetinizde, ala kaderit-taka takibe çalışan dost, kardeş ve talebelerinize birer maşrapa vererek, muhtaçlara gıda, zaif ve marizlere ilaç, zalim ve kafirlere semm-i katil olan ma-i kevserden ulaştırmayı emrediyorsunuz. Sizin kudsi hizmetinizle, irşadınızla açılan hakikat ufkuna bakınca, Kuranın hudutları tayin ve tahdid edilmeyecek kadar vasi bir havz-ı ekber olduğunu; Fatiha besmelesinin ب menbaından gelen, herbirisi ayrı lezzette, ayrı şiddette, ayrı kuvvette “sure”ler namında, yüz on dört ab-ı hayat şubelerinin kevser musluğundan bu havuza akmakta olduğunu görür gibi oluyoruz.
İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez!
El ele, omuz omuza vererek himmet ve gayret-i Hüda pesendaneleriyle mazhar-ı takdir olan uhrevi kardeşlerime selam ve dualar eder ve muvaffakiyetler temenniyle dualarını istirham eylerim.
Hulusi
– 124 –
asım Beyin fıkrasıdır. Telvihat-ı Tisa münasebetiyle yazmış.
Sevgili Üstadım,
Ne diyeyim, müştakı olduğum bu risale-i şerife, bu sözler, bu hakikat, bu nur, bu fakire lütuf ve kerem-i İlahi olarak ihsan buyuruldu.
هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى Cenab-ı Kadir-i Mutlak Hazretlerine hadsiz ve hesapsız hamd ü sena ediyorum ki, siz Üstadıma kavuştum ve binnetice bu nurları, bu hakikatleri gördüm, okudum, yazdım ve gerdenbeste-i inkıyad oldum. Binaenaleyh, tavsiye ve dua-i Üstadaneleriyle feyizyab olmak için, Cenab-ı Zülcelal vel-Kemal Hazretlerinden ve Mefhar-i Mevcudat Aleyhi Ekmelüt-Tahiyyat aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretlerinden ve bütün pir, piran ve mürşidan ve Şah-ı Nakşibend Kuddise Sirruhu Hazretlerinden ve bilhassa bütün mevcudiyetiyle gerden-dade-i inkıyad ve teslim olduğum siz Üstadımdan tazarru ve niyaz ve istimdad ediyorum ki, mütevekkilen alallah, ya Üstad-ı azam, tarikat-i Muhammediyenin maksat, gaye ve esasını, teferruat ve füruatını zikir ve beyan eden bu Dokuzuncu Kısım, bir nur-u tarikat ve hakikattir. Okumaya doyulmaz; okudukça hasıl olan şevk ve lezzet hesaba gelmez. Hele Dokuzuncu Telvih, hülasa ve icmal edilerek bütün hakikatlar toplanmış. Temsilde hata olmasın, Mevlananın üfürdüğü neyden tuğyan ve feyezan eden, Alinin (kerremallahu veche) kuyuya söylediği esrar-ı hakikatten başka nedir? Farkı nerededir ki, o ney, o kuyuda hasıl olan kamıştandır.
Kariham dar, kalemim aciz kalbime tercüman olamıyor. Şu kadar diyebilirim ki, benim gibi fakir ve müptedilere büyük ve pek büyük bir ders, bir mürşid ve mutmainneye erişmiş ve daha yukarı çıkmış safilere bir düstur ve ders-i ibrettir. Kıymet takdir edilmez bir şaheser-i tarikattır, bir nur-u hakikat-feşan, bir gülistandır. Daha doğrusu, sırf bir ilham-ı Rabbanidir. Cenab-ı Lemyezel Hazretleri siz Üstadımı, bu ve bunun emsali asar-ı bergüzide telifinde, envar ve hakikatler neşir ve dellallığında çok zamanlar daim ve kaim buyursun. Ve siz Üstadımı, sizi sevenlerin ve dellallığında bulunduğunuz nidalarınızı işitmek ve dinlemek, okuyup yazmak, mucibince hareket ve amel etmek heves ve iştiyakında bulunan kardeşlerimin başından eksik buyurmasın. amin, bihürmeti seyyidil-Murselin.
asım
– 125 –
Refet Beyin fıkrasıdır.
Muhterem Üstadım,
Bu remizler, öyle hayret-bahş ve harika-nüma eserlerdir ki, okuyan ilim aşıklarına ezvak-ı namütenahi ve hissiyat-ı ulviye-i rakika bahşetmektedir. Bu hissiyat-ı aliye ile hayatımız o kadar tazelendi ki, yeni hayatımızda sabit-kadem olmak şartıyla, Hallak-ı Azimden uzun ömürler temenni ediyorum. Zira mütalaasına doyamıyorum. Ne kadar okursam okuyayım, diğer bir okuyuşumda, okumamış gibi oluyorum. Ve yeni bir eser okur gibi oluyorum. Hadsiz bir zevk-i manevi ve nihayetsiz bir hazz-ı ruhi ile okuyorum.
İşte gerek Sözler ve Mektubat ve gerekse Remizlerin en harika vasfı, zannedersem bu ince noktada olsa gerektir. asar-ı saireyi bir defa okuyunca, ikinci bir defa okumaya o kadar heves uyanmıyor. Kuran-ı Hakimin envarını ne kadar okursam okuyayım, def-i cu edemiyorum. Bilhassa Remizler, fakiri çok teshir ve hayrete müstağrak kıldı. Ve onları derhal yazıyorum.
Refet
– 126 –
Ahmed Hüsrevin fıkrasıdır.
Bizi tarik-ı Hakta dolaştıran, manevi yaralarımızı tedavi eden, hakikat uğrundaki düşüncelerimize bir kat daha metanet veren, bugünün şeytankarane tehdidatına rağmen cesaretimizi takviye eden ve her hususta ruh ve kalblerimizi iman ve hakikat nuruyla nurlandıran ve sayimizde teşci eden ve Kuran-ı Hakimin iki ayetini ihtiva eden Otuz Birinci Mektubun Birinci ve İkinci Lemalarını ve Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmından İkinci Remzine ait mühim bir icazı da aldık, okuduk. Aldığımız manevi feyzi, benim gibi yoksul bir talebenizin kalb ve kaleminin haddi değildir ki tarif etsin.
Kıymettar Üstadım, nasıl o Halık-ı Zülcelale nihayetsiz bir minnettarlıkta bulunmayalım ki, aziz Üstadımızı vasıta kılarak, en büyük nimetlerini, pek ziyade muhtaç olduğumuz bir vakitte veriyor, bizi teselli ediyor. Hem memnun ediyor, hem de istikbalin nurlu yüzünü göstererek bizi o nura koşturuyor. Bir taraftan kardeşlerimizi çoğaltıyor, muhiblerimizi teksir ediyor. Maddi ve manevi kuvvetlerimizi takviye ediyor. Diğer taraftan saadet hazinelerinin anahtarlarını ellerimize veriyor.
Ey aziz Üstadım, Cenab-ı Hak sizden ebeden razı olsun.
Ahmed Hüsrev
– 127 –
Zekinin fıkrasıdır.
Ben istiyorum ki, bir an evvel bir yere çekileyim de, mesaiden hariç zamanlarımı, o ulvi ve mukaddes hazine-i hakikat ve asar-ı giran-baha hizmetinde devama başlayayım. Fakat bugünlük bu yüce emelimin husulünden, bizzarure ve bilmecburiye mahrum kalıyorum. Hiç olmazsa şu günlerde elimde, o mütalaası gönüllere ve kalblere bir safa-yı sermedi ve cavidani bahşeden kitab-ı kainatın birer leması ve birer nur-u timsali olan eserlerinizden bir-iki tanesi elimde bulunsaydı, benim için na-kabil-i tarif bir sürur ve saadet menbaı olacaktı ve ne bulunmaz bir nimet, ne ele geçmiş bir define olacaktı.
Çok zaman evvel Sabri Efendi ağabeyim, yeni çıkan kudsi ve esrarlı nurlardan, bir cüzü bari olsun göndermek fikrinde olduklarını bildiriyorlardı. Galiba müsait vakit bulamadıklarından, yazıp gönderemediler. Hem bazı eserleri beraberimde getirmediğimden çok pişman oluyorum. Onlardan başkalarını istifade ettirmek fırsatını bulamazsam, mütalaa eder, manen mücadeleye bir medar-ı kuvvet olurdu.
Netice itibarıyla, madem ki şimdilik o hazinelerden istifade edemiyorum; o halde, kendimi zararlı görmekte haklıyım. İnşaallah duanız himmetiyle, yakın bir zaman zarfında, o zararları telafiye kafi bir zaman ve bir fırsat ele geçer.
Bir ömr-ü mukadderden madud olan şu günlerim şükür ve hamdle geçmektedir. Bana öyle bir kanaat geldi ki, kalbimi yokladıkça, kalbim bu kanaati takviye ediyor; nefsimle mücadelede muzaffer olacağımı ümit ediyorum.
Aziz Üstadım, şu hicrana ve firaka, muvakkat olduğu için tahammül ediyorum. Ayrılığımız her ne kadar muvakkat olsa, yine beni müteessir ediyor. Bizzarure malayani şeylere maruz kaldıkça, “ah” diyorum, “Üstadımın yanında olsaydım!” Ve kendi kendime, daha doğrusu kalbime ümit ve cesaret tavsiye ediyorum. Reddedilen bir arzu nasıl kesb-i şiddet ederse, emellerimin şimdilik husule gelmemesiyle, iman ve emellerim de aynı nisbette kesb-i kuvvet ediyor, ruhum yükseliyor; kalbimde açılan pencereden, manen daha serin ve daha geniş nefes alıyorum.
Zeki
– 128 –
Hulusi Beyin fıkrasıdır.
Üstad-ı muhteremim efendim,
Bu mektubun mühim bir hususiyeti var. O da, tarik-ı velayet serlevhasını taşıyan ve çok ehemmiyetli bir mevzuu ihtiva etmesidir. Evet, اَلاَ اِنَّ اَوْلِيَۤاءَ اللهِ لاَخَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَهُمْ يَحْزَنُونَ ayet-i celilesine bir nevi tefsir olan bu mübarek ve münevver eserle,
1. Tarikat, hoşça tarif ediliyor.
2. Faidesinden, cüzi, fakat güzel bir misal gösteriliyor.
3. Velayet ve tarikatın münasebeti ve ehemmiyetleri, inkar edenlerin firak-ı dalleden oldukları ve bu hazine-i uzmayı kapatmak, tahrip etmek ve bu kevser menbaını kurutmak isteyenlerin fiillerindeki hata yüzlerine vuruluyor. Ve bu yolda, aklı başında ve insafı olanı ikna edecek delail ve misaller beyan olunuyor.
4. Meslek-i velayetin yekdiğerine zıt vasıfları ise, seyr ü sülukün iki meşrebi ile gayet sarih izah ve tavsif ediliyor.
5. Vahdetül-vücud ve vahdetüş-şuhud meşrebiyle bundaki mühim varta beyan olunuyor.
6. Velayet yolları içinde en güzelinin Sünnet-i Seniyeye ittiba olduğu, velayet yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası ihlas olduğu ve bu dünyanın darül-hikmet ve darül-hizmet olup, dar-ı ücret olmadığı fasih bir üslupla takrir buyuruluyor.
7. Şeriatın şümulü, tarikat ve hakikatin maksud-u bizzat hükmüne geçmemeleri iktiza ettiği, Sünnet-i Seniye ve ahkam-ı şeriat haricinde bulunan ehl-i tarikatın iki kısmı tarif ve Sünnet-i Seniyeye muhalefetleri misaliyle fehme takrib ediliyor.
8. Tarikattaki sekiz varta sayılmakla, nazar-ı dikkat celb ediliyor.
9. Tarikatın pek çok fevaidinden dokuzu, icmalen tedris buyuruluyor.
Heyhat! Bu maaliyatı layıkıyla fehmedemediğim için, ancak kabiliyetim nisbetinde feyz aldığımı itiraf etmek mecburiyetindeyim. Bununla beraber, bu biçareye, bu mübarek eserinizle çok şeyler öğrettiniz. Bazı zaif bilgilerimi takviye ettiniz. Mütalaalardan, musahabelerden ve vaaz u nasihatlardan, muhtelif meslek ve meşrep erbabıyla hasbıhallerden edindiğim bazı noksan kanaatları tashihle sağlamlandırdınız.
Allahü Zülcelal Hazretleri dünyevi ve uhrevi bütün matlup ve maksudunuzu ihsan, bilhassa ümmet-i merhume-i Muhammediye (a.s.m.) hakkındaki dualarınızı dergah-ı uluhiyetinde kabul buyursun. Hakikaten Kurana, imana hizmetten başka birşey düşünmeyen aziz ve muhterem Üstadımızı bu ümmete bağışlasın ve rıza-i İlahisine nail buyursun. amin, بِحُرْمَةِ الْقُرْاٰنِ الْمُبِينِ وَبِحُرْمَةِ اِمَامِ الْمُبِينِ
Bu nurlu mektubu okuduğum zevatın hepsi, muhteviyatını takdir ve tasdik ettiler ve eminim ki çok istifade ettiler.
Aziz, müşfik Üstadım,
Allah için size muhabbet eden bu aciz talebenizi, her vesileyle ikaz ve irşada çalışıyorsunuz. Manevi çok yüksek dersler veriyorsunuz. Fakat maddeten ve manen yakınınızda, şeref-i sohbetinizle müşerref ve hizmet-i Kurana tevfik-i İlahiyle çok emekleri geçen, cidden çok muhterem ve çok kıymetli kardeşlerim gibi feyz alamıyorum. Bunu da isyan ve kusurumun fazlalığından ve muhitin, hadisatın beni daima nurlarla iştigale mani oluşundan ve çok yaman nefsimin ve cin ve ins ve şeytanların hücumlarından biliyor ve bu sebeple bedbahtlığımı hissediyorum.
Gerçi mazhar olduğum ve—yüz bin kere yazık ki—şükrünü yerine getiremediğim niam-ı İlahiye hadsizdir. Fakat hergün, her saat, hatta her dakika ve saniye bu fani hayattaki nasibimin kesildiğini ihtar etmekte olmasına rağmen, yine tamamen dünyadan elimi çekmekliğim mümkün olamıyor. Kurana, sevgili Üstadıma çok kuvvetli merbutiyetim ve Nebiyy-i Efham Efendimiz Hazretlerinin getirdikleri din-i mübine ve şeriata layetezelzel imanım, mübarek duanızla bu fakir-i pürkusuru inşaallah hüsranda koymaz ümidi, yegane tesellimi teşkil ediyor.
Bu mektubunuzda Yirmi Altıncı Sözün Zeylinde bahis buyurulan ve ala kadrit-takat hükmüne tevfik-i harekete çalıştığım yol ki; acz, fakr, şefkat, tefekkür tarikidir. Aziz ve muhterem Üstadımın tarif ve tavsiye ve irşad buyurdukları kestirme, Kurani ve nurani caddedir. İnşaallah bu yoldan dönmem. Temenni ederim ki, hiç eksilmeyen ve vazife namı altında uhdeme tevdi edilen işler, bu sene duanızla ve hayırlısıyla biraz azalır da, hakiki hizmete daha ziyade çalışırım. Ve minallahit-tevfik.
Hulusi
– 129 –
Sabrinin fıkrasıdır.
Üstad-ı azam Efendim Hazretleri,
Bu defa hoş ve latif tevafukatıyla nurani yolculara dest-i manevisini uzatarak, ziyadar parmağıyla “Bizler başıboş, gelişi güzel serpilmiş şeyler değiliz. Belki muvazene-i tam ve tevafuk-u hakikiye ve bir kıyas-ı katiye ile inkişaf ve temevvüc eden kitab-ı semaviyye-i Kuraniyenin misalsiz birer yıldızlarıyız” diyerek, balası zirine, sağı soluna eyadi-i manevisiyle musafaha ve mukabele edercesine tevafukatı müşahede edilen Kitab-ı Mübinin lemeat ve tereşşuhatının tevafukatı, Onuncu Sözde dahi müşahede edildi. Bu Sözün manidar ve hikmettar tevafuk ve intizamları, sanki kemal-i hararetle yekdiğerine müştak ve mütehassir birkaç samimi ve ciddi kardeş ve arkadaşların vuslatları gibi, Kuran-ı Azimüşşanın herbir ayat ve kelamı, taht-ı tasarrufuna aldığı kelime ve kelamları, yine semavatın hadsiz elektrikleri olan yıldızlar gibi parlatarak, şu letafetleriyle, insaniyet tarifine tam dahil olan zişuuru mest ve hayran bırakıyor.
Şurası da şayan-ı hayrettir ki: Şu mübarek Onuncu Söz, mevzuu olan haşir mesele-i mühimmesi, kainatın hitam-ı ömrüne muallak ve mukadder olduğu gibi, Risaletün-Nur arasında dahi, bu Sözün en son tevafukatını göstermesi de ayrıca bir tevafuktur diyorum. Cennet nehirleri demek olan Kurani nehirleri, enva-ı türlü avazıyla coşkun coşkun aksın aksın ki, zaman-ı cahiliyet ve devr-i fetrette, son derece ihtiyaçlı olan akvam üzerlerine tulu eden şümus-u Kuraniyenin süratle inkişaf ve tevessü ve nev-i beşerin humsunu ihya, ebedi ve daimi bir nurla tenvir ve izae eylediği gibi, şu asr-ı dalalet ve hüsran ve devr-i bidat ve tuğyanda, ehl-i iman ve tevhidin yaralı ruhlarına merhem olsun.
Evet, altı-yedi seneden beri hoş ve şirin bu manzarayı gören latif ve nazirsiz bir gül-i Muhammediyi koklayan ümmet-i Muhammed Sure-i Kevserden, bihamdihi vel-minneti, mükafat-ı ruhiyesini ve dimağiyesini aldı. Ve bu noktaya ruhum emin idi ki, çoktan beri ehl-i iman ve tevhid, İslamiyet gibi baki ve sermedi güneşin küsuf ve ufulüne canavarcasına çalışmayı kendine vazife addeden ehl-i dalaletin pis programlarını görüp nevm-i gafletten uyanarak, Sure-i Kevseri takip eden iki sureyi lisan-ı hal ve kal ile okuyarak, zındıklara hitaben, “Bizler sizin nifak denizinde serseriyane ve zulümkarane gezen dalalet ve sefahet gemilerinize binemeyiz; ancak, Kuran-ı Mucizül-Beyanın nurani ve tevhid sikkeli iman ve İslam zırhlılarına bineriz. Menzillerimize vardığımızda muvaffakiyet ve semere-i sayimiz tezahür ve tahakkuk eder” diye bağırarak ve اِذَا جَۤاءَ نَصْرُ اللهِ (ilh.) ferman-ı mübinini tilavetle, Sure-i Kevserin müjde ve beşareti bizleri kuvvet ve metanete sevk, hem behçet ve meserrete yetiştirdi. Maruzatıyla nusret ve fütuhatın gelmesi kokusunu alarak, fevc fevc daire-i Kuraniyeye arz-ı dehalet ettiler. Bu hususta tesbih ve tahmidin ehem vazifeleri olduğunu anlayarak tevbelerini reddetmeyen Cenab-ı Rabbül-İzzet Hazretlerine istiğfara şitab edip salah ve felah ve fevz-i necat yollarını tuttular.
“Heman Rabbim, hakiki verese-i Enbiyayı teksir, dünyevi ve uhrevi amal ve makasıdına muvaffak buyursun” duasını tekrarla beraber Onuncu Sözün aciz kalemime kumanda verip yazdırdığı şu arizacığımı takdime cüret eder, bilhassa dest ve damen-i muallalarını öperim, efendim.
Hamiş: Harman ortasında Mevlevi-vari dolaşan bu biçare çiftçi, sözlerini de işlediği işe benzeterek, söylediğini tekrar söylemiş, geçtiği yere dönmüş, yine gelmişse de, ne yapsın? Üstadı, yıldırım gibi seri hatvelerle ilerlerken, hiç olmazsa karınca yürüyüşü takip edeyim, irtibat kesilmesin niyetiyle şu perişan cümleleri derc ve takdim ettim, efendim.
Muhammed Sabri
– 130 –
Ahmed Hüsrevin bir fıkrasıdır.
Kıymetdar Üstadım,
Bugün Süleyman Efendi kardeşimle irsal buyurulan, biri dünyanın ömrünü izah eden bir mektupla, diğeri Yunus ın duasının fezailini gösteren Otuz Birinci Mektubun otuz bir lemadan on birinci kısmının birinci kısmını aldık ve okuduk.
Sevgili Üstadım, bu kısım bizi o kadar mesrur etti ki, tarifine muktedir değilim. Cenab-ı Hak sizden ebeden razı olsun.
Bu risale kati bir varlıkla bu ümmete necat kapılarını açıyor. Ve bu zulümatlı günlerin avdet etmemek üzere veda etmekte olduğunu ihbar etmekle beraber, şakirtlerini hep birden ve bir ağızdan münacata davet ediyor.
Sevgili Üstadım, istikbalimizi nur deryasından fışkıran nücum-misal nurlarla aydınlatan ve bu kasvetli ve karanlıklı ve kabuslu günlerimizde kati bir ümitle yaşatan ve herbir risalede lemean eden yeni bir başka nurla yüzümüzü güldüren Cenab-ı Vacibül-Vücud Hazretlerine bihisab şükrümüzü takdim ederken, sevincimizi katlayan Üstadımızın vüruduna sabırsızlıkla intizarımızı arz ederim, efendim.
Ahmed Hüsrev
– 131 –
Said Nursinin bir fıkrasıdır.
Kardeşim Hüsrev, Lütfi, Rüştü,
Size Üstad ve talebeler ve ders arkadaşları içinde faide verecek bir fikrimi beyan edeceğim. Şöyle ki:
Sizler—haddimin fevkinde—bir cihette talebemsiniz ve bir cihette ders arkadaşlarımsınız ve bir cihette muin ve müşavirlerimsiniz.
Aziz kardeşlerim, Üstadınız layuhti değil… Onu hatasız zannetmek hatadır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki: Bir seyyie, bir hata görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir. Hakaike dair mesailde külliyatları ve bazan da tafsilatları sünuhat-ı ilhamiye nevinden olduğundan, hemen umumiyetle şüphesizdir, katidir. Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı telakkisine dairdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına dair değildir. Çünkü, hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor.
Fakat münasebat-ı tevafukiyeye dair işaretler, mutlak ve mücmel ve külli surette sünuhat-ı ilhamiyedir. Tafsilat ve teferruatta bazan perişan zihnim karışır, noksan kalır, hata eder. Bu teferruatta hatam, asla ve mutlaka zarar iras etmez. Zaten kalemim olmadığından ve katip her vakit bulunmadığından, tabiratım pek mücmel ve nota hükmünde kalır, fehmi işkal eder.
Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım, benim hatamı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hatta başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim. Hakkın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz. Nefs-i emmarenin enaniyeti hesabına Hakkın hatırı olan bilmediğim bir hakikati müdafaa değil, aler-resi vel-ayn kabul ederim.
Bilirsiniz ki, şu zamanda şu vazife-i imaniye çok mühimdir. Benim gibi zaif, fikri çok cihetlerle inkısam etmiş bir biçareye yüklenmemeli, elden geldiği kadar yardım etmeli. Evet, mücmel ve mutlak hakaik, biz zahiri vesile olup çıkıyor. Tanzim ve tasfiye, tasvir ise, kıymettar, muktedir ders arkadaşlarıma aittir. Bazan onlara vekaleten tafsilata, tanzimata girişiyorum, noksan kalıyor.
Bilirsiniz ki, yaz mevsiminde dünya gafleti ziyade hükmeder. Ders arkadaşlarımızın çoğu fütura düşüp tatil-i eşgale mecbur oluyor. Ciddi hakaikle tam meşgul olamıyor. Cenab-ı Hak, kemal-i rahmetinden, iki senedir ciddi hakaike nisbeten yemişler, fakiheler nevinden tevafukat-ı latifeyle ezhanımızı taltif etti, zihnimizi neşelendirdi. Kemal-i merhametinden o tevafukat-ı latife meyveleriyle, ciddi bir hakikat-i Kuraniyeye zihnimizi sevk etti ve ruhumuza, o meyveleri gıda ve kut yaptı. Hurma gibi, hem fakihe, hem kut oldu. Hem hakikat, hem ziynet ve meziyet birleşti…
Kardeşlerim, bu zamanda dalalet ve gaflete karşı pek çok manevi kuvvete muhtacız. Maatteessüf, ben şahsım itibarıyla çok zaif ve müflisim. Harika keramatım yok ki, bu hakaiki onunla ispat edeyim. Ve kudsi bir himmetim yok ki, onunla kulubu celb edeyim. Ulvi bir deham yok ki, onunla ukulü teshir edeyim. Belki, Kuran-ı Hakimin dergahında, bir dilenci hadim hükmündeyim. Bu muannid ehl-i dalaletin inadını kırmak ve insafa getirmek için, Kuran-ı Hakimin esrarından bazan istimdad ederim. Keramat-ı Kuraniye olarak, tevafukatta bir ikram-ı İlahi hissettim, iki elimle sarıldım.
Evet, Kurandan tereşşuh eden İşaratül-İcaz ve Risale-i Haşirde kati bir işaret hissettim. Emsalleri bulunsun bulunmasın, bence bir keramet-i Kuraniyedir. İşaratül-İcazın bir sahifesine dikkat ettik; satırların başında bütün hurufat ikişer ikişer olup, harika bir intizamla hurufatın vaz edildiğini gördük. Onuncu Sözde medar-ı tevafuk 3, 4, 5, 6 rakamları, herbirisi 13te ittifakları; o 13ün de, Altıncı ve Sekizinci, mahrem Dördüncü Remizlerde mühim bir esrar anahtarı olduğunu gördük. Bunda şüphemiz kalmadı ki, kağıt üzerinde daima kalacak bir keramet-i Kuraniyedir, bir ikram-ı İlahidir ve doğrudan doğruya, risalenin ve iman-ı haşrin tasdikine bir imza telakki ettik. Havada uçmak, su üzerinde yürümeye benzemiyor; onlar muvakkat… Hem şahsın kemaline ve ihtiyarına, belki istidraca verilebilir. Doğrudan doğruya hakikate—hususan bu zamanda—hizmet edemiyor.
Her neyse, bir küçük mesele münasebetiyle çok konuştum ve çok da israf ettim. Ahbapla fazla konuşmak mergub olduğundan, inşaallah bu israf affolur.
Kardeşiniz
Said Nursi
– 132 –
Biraderzadem merhum Abdurrahmanın vefatını müteakip yanıma gelip, kuvvetli emarelerle Abdurrahmanın yerine bana gönderildiği kalbime ihtar edilen, gayet çalışkan ve halis kardeşlerimizden, elmas kalemli, Kuleönlü Sarıbıçak Mustafa Hulusinin, on fıkra yerine geçecek tek birinci fıkrasıdır.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ الْقُرْاٰنِ وَ اَسْرَارِهَا
Ey benim muhterem Üstadım,
aciz talebeniz, küre-i arz içerisinde ruhum bazan şarka, bazan cenuba, bazan garba, bazan şimale, bazan semaya giderdi. Acaba yardım ne taraftan erişecek diye beklerdim. Ruhum bir mürşid-i ekmel taharri ederdi. Aramak üzere iken bana ilham olundu ki, “Mürşidi sen uzakta arıyorsun. Pek yakınında bulunan Bediüzzaman vardır. O zatın Risale-i Nuru müceddid hükmündedir. Hem aktabdır, hem zülkarneyndir, hem ahirzamanda gelecek İsa ın vekilidir, yani müjdecisidir” denildi. Bunun üzerine üstad-ı muhteremin nezdine vardım. Risaleleri, bize yazmak için emir verdi. Ben de on beş kadar Sözlerden yazdım ve okuyorum. İstidadım kısa, fikrim müşevveş olduğundan, risalelerden hakkıyla istifade ve istifaza edemiyordum.
Bilahare, Yirmi İkinci Mektubu verdiniz, yazdım. Bir iki defa arkadaşlarımla okudum. aciz talebenizin maddi ve manevi on beş yaşından beri mazide birikmiş olan küflü yaralarını tedavi etti. Elhamdü lillah. Bunun üzerine bir rüya gördüm. Rüya budur:
Menamda, kıbleye karşı bir vilayete gittim. O vilayette gezerken, iki büyük acip fabrikaya rastgeldim. Bu fabrikalar dünyadaki fabrikalara benzemiyor; ve hem de, bu fabrikalar insanın sağ cenahına geliyor. İkisinin de sahipleri yok. İçerisine girdim; fabrikanın biri büyük, biri küçük. Bu küçük fabrikayı ben idare ederim diye, ona sahip oldum.
Bunun üzerine bir rüya daha gördüm:
Kıbleye karşı uzun bir kışla ve kışlanın içinde büyük bir fırın var. ben de o fırının dairesindeyim ve ayak üzereyim. Karşımda, gençlerden ehl-i takva Süleyman isminde bir genç vardı. Ve sağ tarafımda yine gençten, İsmail isminde birisi vardı. Buna binaen, alettahmin yüz kadar gençler, o fırının dairesinde sağımda ve solumda ayak üzere idiler. Hayret ettim. Bunun üzerine büyük bir zat geldi, gençlerin önüne ufacık bir mendil serdi. O mendil üzerinden, dört köşe haşhaşlı ekmeği gençlere birer birer dağıttı. Bilahare, o mendilin içinden birer avuç da kuru üzüm dağıttı. Bakıyorum, o mendilden üzüm ve ekmek tükenmedi. Hayret ettim. Bana denildi ki. Bu mübarek zat, Said Nursidir. Ben de anladım ki, bu harika iş aktablarda bulunur dedim, uyandım.
Bunun üzerine risaleleri devam üzere yazmakta iken, Allahın tevfiki ve Üstad-ı Muhteremin himmeti erişti. Çok çok istifade etmeye başladım. Bilahare, bütün o rüyamda gördüğüm gençler, etrafıma toplandı. Herbirisi bana arkadaş ve Kurana talebe oldular.
Ve bir de bizim memleketin insanları, bir parça ehl-i tarikat ve ehl-i takvadır. Memleketimizde zahir ve batın hocası olmadığından şeytana ve nefse çok defa hedef oluyorduk ve evham içinde boğuluyorduk. Risaleleri okudukça, şeytan-ı lain ve nefsin hilelerini ve evhamlarını Cehennemin dibine atıyordu. Risaleleri okurken, çok arkadaşlar çok hayrette kalırlardı. “Bu koca Bedi, bu lülü-misal bu sözleri, bu kelimeleri nereden buluyor?” diye birbirimize çok defa diyorduk. Lisanına baksan, birşey istifade edilmez gibi görünüyor. Halbuki, söyledikleri hep hikmettir. Nazarımıza dehşet veriyor, nur serpiyor diye, tekrar tekrar iştiyakla okuyorduk. Bunun üzerine, “Risaletün-Nur ve Mektubatün-Nur, okuyanlara bir iksir-i azamdır” diye hükmettik.
Muhterem Üstadım, maddi ve manevi yaraları bulunan, bu yüz arkadaşımın yaralarını, risaleler tedavi ediyor. Hatta, bazan bizden uzak olanlar evhama boğulur, gelirler; aciz talebeniz bir risale okursam evhamını kaldırır, giderlerdi. Cenab-ı Hak, Feyyaz-ı Mutlak ve Hallak-ı Azim mevcudat ve camidat ve zerreler adedince sizden razı olsun. amin.
Yarın mahşerde, herkesten evvel Resulallah ve Nebiyy-i Muhterem Efendimiz Hazretlerinin şefaatine mazhar ol, inşaallah. amin.
Bu gençlerin hergün, her saat duasını alıyorsunuz. Ve herbir risaleyi okurken, en aşağı sekiz-on kadar arkadaş bulunuyor. Halbuki bu fitne-i ahirzamanda, bu gençlerin bir araya gelip hak söz dinlemeleri pek mühimdir ve medar-ı şükrandır.
Bu aciz talebeniz Arabi görmemiş ve medrese hiç görmemiş. Eskiden yazılmış Türkçe kitapları okurdum, maddi ve manevi yaralarımı tedavi edecek ilaç bulamazdım. Ruhum ve kalbim çok çırpınıyordu. Öyle bir dereceye gelirdim ki, her saat kendimi intihar etmeye karar verirdim. “Acaba halim nedir ve ne olacak? Mürşid-i kamil nerede bulabilirim?” diye çok merak eder ve yeis içerisinde kalırdım.
Cenab-ı Hak, nasıl ki Cehennem gibi bir zaman içinde Cennet gibi bir zamanı halk eder; ve her zamana layık çareleri icad eder; ve her yaraya muvafık ilacı ihsan eder… Öyle de, bu medresesiz zamanımızda, bizim gibi yaralılara, Üstad-ı Muhterem vasıtasıyla risaleleri Türkçe olarak telif ettiriyor. Buna ne kadar şükredeyim,—layüad ve layuhsa—Cenab-ı Hakka şükürler olsun ve Üstad-ı Muhteremi de Kuran hizmetinde muvaffak edip iki cihanda aziz eylesin. amin.
Ben hiçbir Arabiyat görmeden, medresede beş-on sene okumadığım halde, yalnız risaleleri yazıp ciddiyetle okudum. Kendimi yirmi sene medresede okumuş gibi tahayyül ediyorum. Sebebi ise, bu acizin, bu fakirin, bu miskinin nezdine çok Arabiyat hocaları geliyor ve benim okuduğuma hayret ediyorlar. Evvelden mürşid-i kamil terbiyesi görmüş insanlar geliyorlar, benden işittikleri kelimelere meftun oluyorlar. Çok hocalar, iki diz üzerine gelip, “Risale okuyuver” diyorlar.
Eğer sesim erişseydi olanca kuvvetimle bağırarak, küre-i arzdaki gençlere diyecektim: “Risaleleri ciddi okumak ve yazmak, yirmi sene medresede okumaktan faiktir ve daha menfaatlidir.” Medresede okumaktaki maksat, evvela kendini kurtarıp, saniyen ümmet-i Muhammedi kurtarmaya çalışmak değil mi? Risaletün-Nur ve Mektubatün-Nur, yirmi senelik medrese ilmini veriyor itikadındayım.
Ve herbir risale, tek başıyla bir mürşid-i ekmeldir. Kalbi bozulmamış herhangi genç, bir risaleyi alıp dikkatle ve teslimiyetle okusa, daire-i inkıyada geliyor, ıslah oluyor. Herhangi bir maddiyun bir risaleyi alıp okursa, iman etmezse de hiçbir bahane bulamıyor. Herhangi bir dinsiz okusa ve tamam manasıyla anlasa, imana geliyor. Herhangi bir feylesof okusa, “Bundan daha yüksek akıl olamaz ve akıllar toplansa bunun fevkine çıkamaz, akıl buna yol bulamaz” diyor. Risale-i Nur, lisan-ı hal ile Avrupa meftunu bulunan tek gözlü deccala “Ya iman et, yahut bütün dünyanın maskarası olacaksın” diyor.
Şimdi, aziz ders kardeşlerim, bu fakir, bir tane mürşid-i ekmel ve kutup ararken, Cenab-ı Hakkın ihsanıyla, keremiyle, lütfuyla, rahmetiyle, Üstad-ı Muhteremin sayi ile yüz on dokuz mürşid-i ekmel ve kamil buldum. Risaletün-Nur ve Mektubatün-Nur, yüz on dokuz adediyle, herbirisi birer mürşid-i ekmeldir ve aktabdır.
Ey maddi ve manevi yaralı olan genç kardeşlerim ve ey mürşid-i ekmele muhtaç olan ehl-i tarikat kardeşlerim:
Şeyh Abdülkadir-i Geylani ve Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali, Muhyiddin-i Arabi, Mevlana Halid (üm, kaddesallahü esrarehüm) Hazretlerinin derece-i kemalatları, meratib-i imanları risalelerde ve Mektubatta vardır.
Ey kardeşlerim ve ey halifeler, tarikatın ve hakikatin müntehasını anlamak isterseniz, risaleleri ciddiyetle okuyun. Baladaki zatların arkasında gidersiniz ve yüksek imanlarına yaklaşırsınız.
Ey ehl-i tarikat kardeşlerim, bilhassa sizlere çok rica ediyorum, risaleleri bir defa okuyunuz. Risaletün-Nur ve Mektubatün-Nurun herbir satırında, bir kitabın tesirini bulamazsanız, bana ne derseniz deyiniz, kabul ediyorum.
Tekrar çok tavsiye ediyorum, okuyun, okuyun. Okudukça, risaleler feyzaver nurları saçıyorlar. Okudukça iştiyak getiriyorlar, usanç vermiyorlar. Başka kitapları bir-iki defa okusan, insana usanç veriyor. Halbuki risaleler öyle değil, okudukça başka başka iman halleri telkin ediyorlar…
Döneceğim baladaki rüyanın tabirine; aklım yetiştiği kadar tabir edeceğim, Allah hayretsin:
Biri büyük, biri küçük fabrikadan büyük fabrika ise, Üstad-ı Muhteremdir. Fabrikanın içerisinde bulunan acip ve garip, bedi aletler ise, bu zamana kadar hiçbir imamın söylemediği kelimeleri ve iman telkinatlarını yapan Risaletün-Nur eczalarıdır. O küçük fabrika ise, Risale-i Nurları kim okuyup yazarsa, o dahi küçük fabrikaya benzeyecek. İçerisindeki bedi aletler ise, Risale-i Nurun düsturları, hakikatleri ve mesail-i imaniyedir. Okuyan ve yazan insanlar, öyle kuvvetli, sarsılmaz imanları bulacaklardır. Fabrika hareketi ise, risaleleri okuyup yazan adamların kemal-i şevk ve heyecanla çalışmalarıdır. Görmüş olduğum vilayet ise, velayet-i kübra yollarını gösteren Risale-i Nurdur.
Bu rüyayı takviye için, bir rüya daha söyleyeceğim:
Menamda, İstanbula yaya olarak iki defa gittim. İstanbula vardığımda, dükkanları hep açıktır, içinde sahipleri yoktur. Dükkanların içinde, sandıklarda büyük büyük mıhlar gördüm ve başka demir parçaları da vardı. Bunun üzerine manevi rahmet yağarken, İstanbuldan yaya olarak avdet ettim…
Allahu alem, bunun tabiri de, dünyada İstanbul büyük ve güzel memleket olduğu gibi, öyle de risaleler ve Mektubatün-Nur velayet-i kübra yollarını gösterir. Demir gibi kuvvetli, elmas mıhlar gibi hakikatin burhanlarını satışa çıkaran ve her risale bir kudsi dükkan hükmüne gelen bir meşher-i nuranidir. O sergide imani nurlar teşhir ediliyor. Ve velayet-i kübra yollarını gösterdiğini, iki kere iki dört eder derecesinde kanaatim gelmiştir.
İkinci gördüğüm rüyanın tabiri, Allahu alem, böyle olsa gerektir: Kıbleye karşı kışla ise, manevi Allaha asker olan gençlerin Isparta vilayetindeki geniş dershanelerine işarettir. Ekmeği dağıtan zat ise, Üstad-ı Muhterem Said Nursidir. Ve ekmek pişiren fırın ise, Üstadımın hususi medresesidir. Fırının ekmeğinin müşterileri ise, risaleleri okuyup lezzetini anlayan, benim gibi ve arkadaşlarım gibi “Hel min mezid” diyenlerdir.
Evet, Üstad-ı Muhterem, insanlara manevi ekmek dağıtıcıdır. Bu fırında çok işaretler vardır. Aklım bu kadar yetişiyor. Gençlerin ayakta olması ise, gençlerin imani risaleleri okuyup imanları kuvvetleneceğine işarettir. O tatlı ve yedikçe noksan olmayan üzüm ve ekmek ise herşeyden daha tatlı icaz-ı Kuran esrarına ve imanın envarına işarettir ki, onları Risale-i Nur dağıtıyor. aciz talebeniz ise, gençlerin başında ve sağ tarafta bulunduğum ise, gençlere ihsan-ı İlahi, ikram-ı İlahi ve Üstad-ı Muhteremin himmetiyle o gençlere vesile olacağıma işarettir inşaallah… Benim aklım bu kadar eriyor; bu kadar tabir edebildim. Rüyalarımın ıslah ve tabirini rica ederim.
Yirmi gün zarfında bir rüya daha gördüm: Eğirdir Gölünün kenarında, yani çakıllığında bulunuyormuşum. Bu denizin kenarında büyük bir beyaz çadır kurulmuş. Çadırın içinde, büyük bir direğin dibinde Üstadım Said bulunuyor. Bu esnada eline büyük, bir kırmızı kaplı kitap alıp, çadırın direğine dayanarak o kitabı okudu. Bilahare, hariçten, kıble tarafından Mahmud isminde gençten, yeşil elbiseli birisi gelip Üstadımın elinden o kitabı—yani okuduğu hutbeyi—istedi ve aldı. Çadırdan Mahmud ismindeki genç dışarıya çıktı, kıbleye karşı, ayak üzere halklara dedi ki: “Bu ana gelinceye kadar böyle bir hutbeyi hiçbir imam okumamıştır” diyerek, o hitabeyi alıp kıbleye karşı götürdü. O anda uyandım, Allah hayretsin.
Bu rüyayı da bildiğim kadar tabir edeceğim: O deniz ise, Şeriat-ı Muhammediyedir. O çadır ise Isparta vilayetidir. O hutbe ise, Risaletün-Nur ve Mektubatün-Nurdur. Hutbeyi götüren yeşil elbiseli genç Mahmud ise, ya Şeyh-i Geylani, ya İmam-ı Rabbanidir. Risaleler makam-ı Mahmud yolunu tarif ediyorlar. Üstadımın hutbesi olan Risale-i Nur, bu zamanın bir mehdisi ve müceddididir.
Ey küre-i arzda bulunan gençler, hocalar ve halifeler! Bin senedir insanların aradığı Mehdi Hazretlerinin pişdarı ve müjdecisi, Üstadımın neşrettiği Risale-i Nurdur.
Ey benim kardeşlerim, benim gibi aciz bir talebenin okumasından, anlamasından ne çıkar? Üstadıma ne sual açabilirim? Kaç kitap okudum da sual açayım ve mesele halledeyim? Ne gibi sual sorayım?
Dünyada çok kitaplar vardır ve o kitapları okumuşsunuzdur. Okuduğunuz kitapların hepsini de anladınız mı? Ala külli hal, anlayamadığınız meseleler çoktur. Üstadıma sual açınız, meydana ilim çıksın ve iman hakikati çıksın da dünyada bulunan üç yüz elli milyon Müslümanlar da istifade etsinler. Ne kadar müşkilatınız varsa halledilsin, bizim gibi acizler de istifade etsin.
Ey hocalar ve ehl-i kalb, soracağınız suallerin cevaplarını Risale-i Nurda bulabilirsiniz. Ehl-i keşf ve kalbden birisi, benim gibi aciz bir insandan Mehdiyi soruyor, “Ne vakit gelecek?” Daha Mehdiyi anlayamamış. Dabbetül-arz kimler olduğunu bilmiyor. Bunlara dair, risalelerde birer bahis vardır. Her müşkil sualin cevabını o risalelerden arayınız, bulursunuz.
Ey hocalar ve halifeler! “Bizim ilmimiz bize yeter” deyip, yıldız böceği gibi şavkınıza, ilminize aldanmayın. İnsanın kendi bildiği kendine kafi gelmez. Her insan, her meseleyi anlayamaz. Uyuyorsunuz! Uyuduğunuz miktar artık yeter; uyanmalı!
Peder ve validem ve cümle arkadaşlarım ve biraderim Ali çok selam edip, iki ellerinden öper ve dua etmektedirler.
Kuleönünde Sofuoğlu Talebeniz
Mustafa Hulusi
– 133 –
Risale-i Nurun tesvidinde çok hizmeti sebkat eden temiz kalbli, ihlaslı, güzel bir hafız, müdakkik bir hoca olan Hafız Halidin bir fıkrasıdır.
Risale-i Nurun müellifi Bediüzzaman, nadire-i cihan, hadim-i Kuran Said Nursi hakkında hissiyatımdan binden birini beyan ediyorum:
Üstadım, kendisi Nur ism-i celiline mazhardır. Bu ism-i şerif, kendileri hakkında bir ism-i azamdır. Kendi karyesinin adı Nurs, validesinin ismi Nuriye, Kadiri üstadının ismi Nureddin, Nakşi üstadının ismi Seyyid Nur Muhammed, Kuran üstadlarından Hafız Nuri, hizmet-i Kuraniyede hususi imamı Zinnureyn; fikrini, kalbini tenvir eden ayet-i Nur olması ve müşkil mesailini izaha vasıta olan nur temsilatı gayet kıymettardır. Resailin mecmuuna Risale-i Nur tesmiyesi, Nur ismi onun hakkında ism-i azam olduğunu teyid etmektedir.
Risale-i Nur adlı harika telifatının bir kısmı Arabi olmakla beraber, Risale-i Nur eczaları şimdiye kadar yüz on dokuza baliğ olmuştur. Herbir risale, kendi mevzuunda harikadır. Gayet yüksek olmakla beraber, Onuncu Söz ismiyle iştihar eden haşre dair olan risalesi pek harikadır, camidir. Ulemaca sırf nakli olan haşri ve neşri, gayet kuvvetli ve kati delail-i akliyeyle ispat etmiştir. Onunla çokların imanını kurtarmışlar.
هُوَ الَّذِي جَعَلَ الشَّمْسَ ضِيَۤاءً وَالْقَمَرَ نُورًا ayetinin sırrıyla diyebilirim ki, Risale-i Nur bir kamer-i marifettir ki, şems-i hakikat olan Kuran-ı Mucizül-Beyanın nurunu istifaza eylemiş ki, نُورُ الْقَمَرِ مُسْتَفَادٌ مِنَ الشَّمْسِ olan meşhur kaziye-i felekiyeye masadak olmuştur. Hem diyebilirim ki, Üstadım Kuran hakkında bir kamer hükmünde olup, sema-i risaletin şemsi olan Resulallah aleyhissalatü vesselamdan nuru istifade edip Risale-i Nur şeklinde tezahür etmiş.
Üstadım, başkalarında nadiren bulunan mümtaz hasletlerinden, zahiri tavrının pek fevkinde bir vaziyet gösteriyor. Zahir hale bakılsa, ilmihali bilmiyor gibi görünüyor; birden, bakarsın, bir derya kesiliyor. Mezun olduğu miktarı ve Resulallah aleyhissalatü vesselamdan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resulallah aleyhissalatü vesselamdan cihet-i istifadesi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. “Bende nur yok, kıymet yok” der. Bir hasleti de tam tevazudur ve مَنْ تَوَاضَعَ رَفَعَهُ اللهُ hadisiyle tam amil olmasıdır.
İşte bu haslet icabatındandır ki, bizim gibi talebelerinden bazı mesail-i ilmiyede muhalefet bulunsa, onların sözlerini, içinde arar, hak bulduğu vakit, kemal-i tevazuyla ve lezzetle kabul ederek teslim eder. “Maşaallah,” der “Siz benden daha iyi bildiniz” der. “Allah razı olsun” der. Hak ve hakikati, nefsin gurur ve enaniyetine daima tercih eder. Hatta ben bazı meselelerde muhalefet ediyordum. Bana karşı gayet mültefit, memnunane bir tavır alır; eğer yanlış yapsam, güzelce, damarıma dokunmayarak beni ikaz eder. Eğer güzel birşey söylemişsem, çok memnun olur.
Üstadım bilhassa hikmet-i hakikiye fenninde, yani hikmet-i şeriat ve İslamiyet noktasında pek harikadır ve hikmet-i beşeriyede dahi çok ileridir. Hatta o ilimde, Eflatun ve İbni Sinayı geçmiş diyebilirim.
Bundan on üç sene evvel, Darül-Hikmetil-İslamiye azasından iken, küçükten beri şimdiye kadar manen izn-i İlahiyle onun bir muini ve nasırı ve muhafızı olan kutb-u Rabbani ve kandil-i nurani Abdülkadir-i Geylani (aleyhi nazarur-Rahmani) Hazretlerinin Fütuhul-Gayb risalesini tefeülen açtığı esnada, اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ
ibaresi çıktı. O ibare, onun hakkında pek manidar olarak, Eski Saidi Yeni Saide çevirmesine sebebiyet vermiştir.
Eski Said olduğu zamanlarda, İngilizlerin dini suallerine gayet latif ve müskit bir cevap vermiştir. Ve ilm-i mantıkta, İbni Sinanın telifatından geçecek Talikat namında harika bir risalesi var. İşkal-i mantıkıyeyi kıyas-ı istikrai cihetiyle on bine kadar iblağ edip, hiçbir alimin yetişemediği bir derece-i ihata göstermiş. Sünuhat isminde bir risalesinde gördüm ki, Resulallah aleyhissalatü vesselam, alem-i manada, bir medresede ona ders verdiğini görmüş. O ders-i maneviyeye binaen İşaratül-İcaz namındaki harika tefsiri yazmış. Bana birgün dedi ki:
“Harb-i Umumi hadisat ve netaicleri mani olmasaydı, İşaratül-İcazı Allahın tevfiki ve izniyle altmış cilt yazacaktım. İnşaallah, Risale-i Nur, ahiren o mutasavver harika tefsirin yerini tutacak.”
Üstadımla yedi-sekiz sene musahabetim esnasında mühim meşhudatım çoktur. Fakat اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ mucibince, deryaya delalet maksadıyla bu fıkra kafi görüldü. Çünkü Üstadımdan iftirak zamanı idi; acele yazdım. Üstadım, وَالصَّاحِبُ بِالْجَنْبِ ayetinin sırrıyla çok defa yanlarında beni musahip bulmak hakkını ve teveccüh duasıyla yerine getireceklerine eminim…
Hafız Halid
– 134 –
Hulusi Beyin fıkrasıdır.
Aziz, muhterem, müşfik ve mükerrem Üstadım!
Bu defa irsaline inayet buyurulan Risale-i Nur eczalarının dört kısımlık fihristesini aldım. Daha evvel Otuz Birinci Mektubun On Üçüncü ve On Dördüncü Lemalarını almış, fakat ihtisaslarımı arza muvaffak olamamıştım. Fihristeler dört tarafımı aydınlattılar ve itikatta bir olup, çok metin hikmetlerle bazı amalde ayrılıkları olan dört mezheb-i hak gibi, bu fakire hakka, hakikate, sıdka, imana, nura, rızaya giden yolları gösterdiler. Hadisat-ı dünyeviye meşgalesi, şimdiye kadar başımdan geçmemiş bir tarzda beni yormuş. Koca bir dairenin maddi ve manevi ağır yükü altında tek başıma kaldığımdan çok bunalmıştım.
Aziz Üstadımın Otuz Birinci Mektubun Birinci Lemasıyla tavsiye buyurduğu evradın kuvveti, Risale-i Nurun feyzi, müşfik üstadımın müstecab duası ve üstadımın üstadı Gavsın lillahil-hamd en küçük hacetimi görecek kadar zahir himmeti, mahza bir lütf u fazl-ı İlahi eseri olarak devam edebildiğim salavat-ı şerife berekatıyla zuhur eden imdad-ı Risaletpenahi ve Cenab-ı Allahın nihayetsiz inam ve ihsan ve inayeti sayesinde, yüzbinler hamd ve şükürler olsun, yese ve fütura düşmekten kurtulmuş; yalnız, huzur-u manevinize birkaç satırlık arizayla çıkmak geç kalmıştır.
Hakikaten, elmas kalemli çok kıymetli kardeşlerimin asar-ı Nurun cem ve teksir ve neşrinde gösterdikleri gayret ve himmet ve sevgili Üstadımıza bu kudsi vazifede yaptıkları muavenet, her türlü takdirin fevkindedir. Allahü Zülcelal cümlesinden razı olsun ve neşr-i envar-ı Kuraniyede daimi muvaffakıyetlere mazhar buyursun…
Otuz Birinci Mektubun On Üçüncü ve On Dördüncü Lemalarında, o kadar büyük dersler, o kadar azametli hakikatler, o derece şaşaalı hikmetler ve nurlu, kudsi, lahuti feyizler mündemiçtir ki, bu biçare kardeşinizin sönük zekası, kısa düşüncesi, perişan, müşevveş dimağıyla, hissedebildiği zevkleri ifade etmesine imkan yoktur…
İdrak-i maali bu küçük akla gerekmez,
Zira, bu terazi o kadar sıkleti çekmez.
On Üçüncü Lemanın on üç işaretle beyanı, Suretül-Felak ve Suretün-Nas ayetleriyle,
وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ
ayetlerinin mecmu-u adedine veya bu iki surenin herbirinde okunmakta olan اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ adediyle ve Fatiha başta sayılmazsa, yüz on üçüncü sureye tam ve latif tevafuk ve işaret göstermesi nazar-ı dikkati celb etmektedir. Her işaretin nihayetinde, o işaretteki hakaik, birkaç enseb ve ala kelimeyle ifade edilmiştir ki, bundan daha kuvvetli beyan olamaz. İhtisasımı, bu işaretlerdeki kelimelerle kısaca arz edeceğim.
Birinci işaret: Şeytanın ve onun şerik ve muinleri olan ehl-i dalaletin şerrinden ancak şeriat-ı Muhammediye ile amil ve sünnet-i Ahmediye ile mütemessik olmakla kurtulmak imkanı olduğunu;
İkinci işaret: Küfre giren ehl-i dalaletin kemiyeten çokluğunun kıymetsizliğini; şeytan ve avenelerinin tasallutlarına karşı istiaze, istiğfar, hıfz-ı İlahiye iltica ve takvayla Sünnet-i Seniyeye yapışmaktan başka çare olmadığını,
Üçüncü işaret: Zahiren cüzi hata ve isyanla çok büyük tahribat yapmakta olan hizbüş-şeytana karşı, en kuvvetli kala olan Kurani kalaya iltica lazım geldiğini,
Dördüncü işaret:
مَۤا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَۤا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ
ayetine bir nevi tefsir mahiyetinde, cüzi ihtiyar ve icadsız kesble şerlere sebebiyet veren şeytanın müthiş tahribatına karşı istiğfar ve Allaha iltica ve Sünnet-i Seniyeye riayet iktiza ettiğini,
Beşinci işaret: Kuran-ı Hakimin azim tergib ve teşviklerinin tam yerinde olup, ehl-i imanın desais-i şeytaniyeye kapılmaları imansızlıktan ve imanın zayıflığından ileri gelmediğini, hem günah-ı kebairi işleyenlerin küfre girmediklerinin, فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ iki ayetle sabit olduğunu ve nihayet Cenab-ı Erhamür-Rahiminin Gafur ve Rahim isimlerini melce ve tahassüngah yaparak şeytandan istiaze edilmesini,
Altıncı işaret: Tahayyül-ü küfrü, tasdik-i küfürle iltibas ve tasavvur-u dalaleti, dalaletin tasdiki suretinde gösteren desais-i şeytaniyeden kurtulmak için, hakaik-i imaniye ve muhkemat-ı Kuraniyeye sarılmak ve lümme-i şeytaniyeden gelen desiselere karşı istiaze etmek ve her iki manevi yaraya karşı Sünnet-i Seniyeyi merhem yapmak icap ettiğini, Yedinci işaret: Erkan-ı imaniyeden biri olan kadere tevilsiz iman etmek lazım olduğunu ve günah-ı kebireyi işleyen mümin kalabileceğini, fakat, şeytanların tahribatına karşı Cenab-ı Hakkın bin bir isminin tecelli etmekte olduğunu, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebinden ayrılmamak ve Kuranın çetin ve metin kalasına girerek Sünnet-i Seniyenin muktezasına tevfik-i hareket eylemekle kurtulmaya muvaffak olunacağını;
Sekizinci işaret: Küfür ve dalalet yoluna insanların nasıl ihtiyarlarıyla süluk ettiklerini ve bunların nasıl hayat geçirebildiklerini aliyyül-ala bir tarzda ders verdikten sonra, ehl-i iman için Kuranın himayesi altına iman-ı tam ve itikad-ı kamille girmek ve Sünnet-i Seniyenin daire-i nuraniyesine seve seve dahil olmaklığın ne kadar güzel olduğunu,
Dokuzuncu işaret: Hizbullahın, neden çok defa hizbüş-şeytan olan ehl-i dalalete mağlup olduklarını, Medine münafıklarının dalalette ısrar ederek hidayete girmemeleri ve Resulallah aleyhissalatü vesselamın iki muharebedeki mağlubiyetinin hikmetini beyan ederek, O Seyyidül-Mürselinin sünnetine ittiba sayesinde muvakkat acıların geçeceğini,
Onuncu işaret: İblisin en mühim bir desisesi olarak kendine tabi olanlara kendini inkar ettirdiğinden, dört misalle izah etmek suretiyle bahs; ehl-i imana, cin ve ins şeytanlarının şerlerinden, Allaha iltica etmekle selamete kavuşulacağını;
On Birinci işaret: Cirim ve cismi küçük, cürüm ve zulmü büyük, ayıb ve zenbi azim biçare insanı kainatın hiddetinden, mahlukatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtarmak için Kuran-ı Hakimin daire-i kudsiyesine girmeye ve Sünnet-i Seniyeye ittiba eylemeye davet ettiğini,
On İkinci işaret: Mahdut günahlara Cehennemle mukabelenin mahz-ı adalet olduğuna, Cehennemin ceza-yı amel, Cennetin fazl-ı İlahiyle olduğuna, seyyienin az yazılıp hasenenin çok yazılmasına, ehl-i dalaletin muvaffakiyetlerinin—haşa—kendilerinde hakikat olduğuna veya ehl-i hakta zaaf bulunduğuna delalet etmediğini gösteren dört meraklı suale gayet fasih ve beliğ cevaplar vermek suretiyle, ehl-i imanı, رَاْسُ الْحِكْمَةِ مَخَافَةُ اللهِ düsturuna, her türlü saadeti cami olan Kuran ve sünnet şahrahına girmeye teşvik ettiğini;
On Üçüncü işaret: Üç noktasıyla, şeytanın desiselerine müptela olan biçare insana, hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye selameti ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selamet-i kalb için muhkemat-ı Kuraniye mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniye terazileriyle amal ve hatıratını tart ve Kuranı ve Sünnet-i Seniyeyi daima rehber yap; ve اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ diyerek Cenab-ı Hakka ilticada bulun, diye çok kıymetli tavsiyede bulunduğunu; ve خِتَامُهُ مِسْكٌ nevinden on üç işaret halinde tefsir olunan Suretün-Nas ve iki ayeti tekrarla derse nihayet verdiğini, gayet zevkli ve şevkli ve alakalı bir surette beyan ve ifade eylemektedir.
On Dördüncü Lemanın Birinci Makamını teşkil eden iki mesele bence çok mühimdir. Bu dersin takrir ve tahririne vesile olan Refet Bey kardeşimizden Allah razı olsun. İkinci Makam başlı başına bir şaheserdir.
Bismillahirrahmanirrahim hakkındaki beyan buyurulan altı sır, öyle bir hazine-i esrar-ı Rabbanidir ki, ancak Rahman-ı Rahimin inayetiyle bu mübarek eseri okuyup anlayanlar ondan zevk alabilirler.
Bundan evvelki bir mektupta, ihtiyarsız Birinci Sözü teşkil eden Bismillahirrahmanirrahim hakkındaki mübarek eserden, kalb-i aciziye gelen bazı hoş tefekkürattan bahsetmiştim. Daima şefkatle dua ve derslerinden istifade ettiren muazzez üstadım, benim daha evvelden de Bismillahirrahmanirrahim içindeki Rahman ve Rahim isimlerinin hikmet-i tahsisi hususundaki sualime, ikinci ve mutantan bir cevap daha lutfetmiş oluyorlar. Bu mazhariyetten dolayı Halık-ı Rahime ne kadar şükretsem azdır.
Fihristeyi harfi harfine henüz okuyamadım, fakat inşaallah okuyacağım. On Birinci Mektubun neleri ihtiva ettiğini öğrendim. Yazılmayan ve rahmet-i İlahiyeden yazılmasına muvaffakiyet niyaz olunan asarın da neşrine muvaffakiyetinizi, eltaf-ı Sübhaniyeden tazarru ve niyaz eylerim. Otuzuncu Sözün mahkeme başkatibini nasıl tehdit ettiğini, hatırasını tamamıyla gözümün önüne getirdim.
Fihriste-i Güldeste: Fihriste namı altındaki bütün risalelerde yazılı olduğu tarzda değildir. Tamamen hususiyet göstermektedir. Sözlerin ve Mektupların bir hülasatül-hülasası denecek vaziyettedir.
asar-ı nurun bir zübdesi, hazain-i nurun elmas anahtarı, resail ve Mektubatın nurlu kapısı olan bu hayırlı telife sebep olanları da, müellifini de, Allahü Zülcelal vel-Kemal Hazretleri saadet-i dareyne mazhar buyursun. amin.
Hulusi
– 135 –
Hüsrevin fihriste hakkında bir fıkrasıdır.
Aziz Üstadım,
Senelerden beri vücuda getirilen misilsiz asara, Otuz Birinci Mektubun On Beşinci Lemasıyla öyle misilsiz bir eser daha ilave buyurulmuş oluyor ki, o şaheserler, böyle şah bir eseri, o harika bediiyyat böyle bedi bir zübdeyi, o acip telifat böyle acip bir mecmuayı, o azim hakaik böyle azim bir külliyat-ı hakaiki ve o nurlu risaleler böyle nurlu bir fihristeyi istiyordu. Yüz binler şükrolsun ol Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerine ki, hiçbir müellifin muvaffak olamadığı böyle misilsiz eseri hazine-i rahmetinden ihsan etmekle, yüz yirmi adede vasıl olan Külliyat-ı Nuru, yüz yirmi sahifeden aşağı olmayan misilsiz fihristesiyle bir yerde toplamış bulunuyor. Bu risalenin menfaati, fevaidi o kadar çok ki, izaha hacet yok. Bu kıymettar risale, kendi kendini layık olduğu bir tarzda methediyor. Hem o kadar güzel methediyor ki; fevkinde beyan olamaz.
Hüsrev
– 136 –
Dereli Hafız Ahmed Efendinin çok manidar rüyalı bir fıkrasıdır.
Aziz ve müşfik üstadım efendim,
Birgün alem-i menamda bir sahrada gezerken, birçok kalabalık ahalinin içine girdim. Dersim olan kelime-i tevhide devam ediyordum. O ahalinin cümlesi Nasara imiş. Biz aşikare kelime-i tevhidi çektiğimizden, hepsi bize iştirak etti. Her yüz başında, “Muhammedün Resulallah” diyorum. O Nasaralar, “İsa ruhullah” diyorlar. Onlara dedim ki: “Yahu, biz İsa ı tasdik ediyoruz.” Ve kendilerine kelime-i tevhidi okudum, “İsa ruhullah” dedim. “İşte bakınız, ben sizin peygamberinizi tasdik ediyorum. Siz de bizim peygamberimizi tasdik etseniz ne olur” dedim. “Hayır! İsa gökten inmedikçe ve sizin peygamberinizi aşikar tasdik etmedikçe, biz tasdik etmeyiz” dediler. Bunun üzerine yanımda iki arkadaş bulundu. Lakin arkadaşlarım kimler olduğunu bilmiyorum. “Biz dua edelim de İsa gelsin ve bizi nasıl tasdik ediyor, göreceksiniz.” Dua ettik. İki kişi “amin” dediler. Lakin İsa gelmeyince müteessir olduk. Yine dua ettik, “Ya Rabbi! Bizi bunların yanında niçin mahcup çıkarıyorsun?” dedik. “Bu din ali değil mi?”
Tahminen, arası bir saat veya bir buçuk saat sonra, karşıdan üç kişi çıktı. Elhamdü lillah, İsa geliyor. Baktım, birisi sakallı, ikisi şabb-i emred. Dedim: “İsa otuz üç yaşında olduğu halde göğe huruç etti, niçin sakalında beyaz var?” Kalbime geldi ki, “Allahu alem, İsa değilse?” Bu zat ve iki arkadaşıyla yanımıza geldiler. Dikkatle baktım, Üstadımın siması ve elbisesidir. Bizim yanımıza gelince, bizim altımız mağara imiş. Yanındaki iki kişiye emretti: “Şurada kilitli salipler, haçlar var. Cümlesini çıkarınız.” Çıkardılar. Nasaralara karşı hepsini kırdı ve Kelime-i Tevhid getirip Peygamberimizi tasdik edince, biz de Nasaralara, “Bakınız, işte İsa ın vekili geldi” deyince, cümlesi tasdik ettiler.
Allahu alem, bu rüyanın bir tabiri şudur ki: Üstadımızın Kuran-ı Hakimden aldığı ve neşrettiği Risale-i Nur vasıtasıyla Nasaranın bir kısmı İslamiyeti kabul edecek ve Nasara Müslümanları veya hristiyan müminleri hükmüne geçip Üstadımızın sözlerini İsa ın sözleri nevinden hüsn-ü kabul edeceklerine işarettir.
Evet, Risale-i Nurda öyle bir kuvvet vardır ki, Avrupanın en müannid feylesoflarını dahi teslime mecbur eder. Her ruhun bir ihtiyac-ı hakikisi olan hakiki iman nurunu arayan hristiyan muvahhidler, elbette Risale-i Nuru görseler, (Hazret-i İsa ın vesayası nevinden) kabul edip sarılacaklardır…
Dereli Mutaf
Hafız Ahmed
– 137 –
asım Beyin fıkrasıdır.
Bu Risale Fihristesi, hakikaten menba-ı nur ve mecma-i hakikattır. Elhak nur fihristeleridir. Şöyle söyleyebilirim ki: Otuz üç Söz, otuz üç Mektubun herbiri, feyezanda olan birer menba-ı nur-u hakikat ve gülistan-ı bağ-ı cinandır. Binaenaleyh bu müteaddit güller bağının herbirisinden müteaddit güller koparıp, dört kısım üzerine güller demeti yapılmış gibi vücuda getirilmiş bir eser-i cihan-kıymet olduğuna kanaat ettim. Bu Fihristeleri okumak, herhalde ve behemehal Söz ve Mektuplar risale-i şerifenizi görmek, okumak, yazmak için insanı iştiyak ve gayrete sevk ediyor ve şiddetli kamçılıyor. Fakirce noksan olan risale-i şerifelerin hangisini evvela yazayım? Çünkü, herbiri birbirleriyle nur ve hakikat müsabakasına çıkmış diye, mütelaşi ve heyecanlı bir vaziyetteyim. İnşaallah, dua-yı Üstadaneleriyle, kaffesini yazarım. Şurasını da arz etmek isterim ki: Sabri Efendi kardeşimin ilhahı ve zat-ı Üstadanelerinin ilhamıyla Fihristelerin telifi, çok musib ve hayırlı, hem hadsiz hakikatlere anahtar olmuştur.
Cenab-ı Hak, sevgili Üstadımızı afiyette daim, ömürlerine bereket ve herbir umurunda muvaffakiyet ihsan buyursun da, pek çok zamanlar başımızda tac-ı zafer olarak taşıyalım ve hizmet-i Kuranda çalışalım, yorulalım, yol alalım. Ve cümle müminin de istifade etsin ve ehl-i bida ve mülhidlerin de başları yere gelsin.
Talebeniz
asım
– 138 –
Kuleönünden Sarıbıçak Mübarek Mustafanın kardeşi Küçük Alinin fıkrasıdır.
(Bulunduğumuz asrın yaralarından, manevi doktora muhtaç bir gencin fıkrasıdır.)
Aziz, şefkatli, muhterem Üstadım,
Bulunduğumuz asır, manevi seferberlik (harp) zamanı olduğundan, vücudumdaki yaralara baktıkça, yaralar git gide daha fazlalaşmakta iken, birgün işittim ki, “Sağdan sola geçiniz” diye ilan ediyorlar. Ve otuz iki harfin birkaç adedini kaybedip ilan edince öyle bir yara daha açıldı ki, evvelki yaraları unutturdu. Nasıl ki, nass-ı Kuranda,
اِذْ اَوَى الْفِتْيَةُ اِلَى الْكَهْفِ فَقَالُوا رَبَّنَۤا اٰتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ اَمْرِنَا رَشَدًا
Ashab-ı Kehf efendilerimiz beş veya sekiz delikanlı, asrımızdaki tahammül edilmeyen fenalık gibi o asırda fenalıktan, fitneden kaçarak mağaraya iltica ettiler. Sebebi ise, din-i hak üzere bulunan ehl-i imanı, zamanlarının padişahı olan Dakyanus, putperestliğe davet edip, kabul edenleri putlara kurban kestirip, kabul etmeyenleri katliam ettiği sırada, Ashab-ı Kehf efendilerimiz mağaraya çekildiler.
Ben de, asrımıza ve yaralarımıza baktıkça, bütün gün ruhum çırpınmakta iken, “Acaba bu karma karışık zamanda, benim gibi böyle manevi yaralı gençler, o Mahkeme-i Kübrada, Cenab-ı Vacibül-Vücud ve Tekaddes Hazretlerinin huzurunda ve Peygamberimiz Muhammed Mustafa aleyhissalatü vesselam efendimizden nasıl şefaat dileyebilirler?” diyerek, bütün gün ruhum ağlardı. Madem Muhammed aleyhissalatü vesselama, binlerce maddi ve manevi yaralılar, dilsizler, nüzul olmuş, bütün kalbi kararmış, imanı yok bedevi adamlar, Muhammed aleyhissalatü vesselamın yanına vardığında, bir saat, birgün sohbet-i Nebevide bulunur; sonra kavim ve kabilelerine rehber ve muallim olarak döndüler. Ve madem kıyamete kadar baki bıraktığı Kuran ve Kuranın tayin etmiş olduğu manevi doktorlar, kıyamete kadar gelecek müminlere maddi ve manevi doktorluk vazifesini görecekler. Ve şimdiki hal vilayetimiz dahilinde bulunan manevi doktora müracaat edeyim diyerek, ruhum her an gezmekte iken bihuş olup yattım.
Bana rüyamda üç şahıs gösterildi. İkisinin ismini söylemediler. Diğeri Üstadım Bediüzzamanı, ismiyle söylediler. Hemen eline yapışıp ellerini öptüm. Üstadım acele olarak cebinden bir kalem ve bir kağıt parçası çıkarıp bana verdi. Hemen uyandım. Peder ve validem ehl-i kalb olduğundan, rüyayı anlattım. Pederim, “Bu Zat Barlaya henüz yeni geldi. Bir iki sene kadar oldu. Git, müracaat et” dedi. Ben dedim: “Daha askere gitmedim, yaşım genç. Böyle büyük manevi bir doktorun yanına bu yaralarla nasıl gideyim ve nasıl cerrahiyesine dayanayım?” Bana “Git” denildi. Hitap iki oldu. Hemen sabahleyin kalkıp gittim. Üstadımı görünce, bir-iki dakika titredim. Sonra, “Fesübhanallah” dedim. “Doktoru görünce o yaralar bütün kuvvetleriyle bağırıyorlar. Verdiği eczalara tahammül edemeyecekler.” O yaraları açamadım. Üstadım da talebeliğe kabul edip, beş vakit farzı bırakmayacağıma çok çok tenbih etti. Avdetten bir-iki ay sonra hemen askere gittim. Terhis oluncaya kadar, (yirmi mah mukaddem) bu yaralar içinde, her saat ve her dakika, اَلْمَوْتُ حَقٌّ kaziyyesini düşünüp, “Acaba benim halim ne olur?” derdim. Memlekete avdetimde, ağabeyim Mustafayı (rahmeten vasiaten) görünce ruhum biraz genişledi. Acaba bu nereden ileri geliyor, dedim. Bir-iki gün sonra, mübarek Ramazan-ı Şerif gecesi üçüncü hitap olarak, yine rüyamda, memleketimizin kenarında, Üstadım Bediüzzaman, elinde bir asa, çoban olup dellallığı ilan ediyor. Ve diyor, “Ben Kuranın dellalıyım” diye yüksek sesle bağırıyor, ilan ediyor. Ben heyecanımdan hemen uyandım.
Demek, bakınız ey kardeşlerim ve bütün müminler! Üstadım Hazretleri değil memleketimize, bütün üç yüz elli milyon Müslümana her saat, her dakika, her an bağırıyor. Benim gibi zahir kulağıyla dinlemeyiniz, kalb kulağıyla dinleyelim ki, her an bağırıp çağırdığını işitelim. Madem bu elmas ve cevherler, bu sergiler asrımıza verilmiş; bütün asrımızda kazancımızı versek, yine o elmasların birinin fiyatını veremeyeceğiz. Bahar mevsimi geçmeden bütün cevherlerden alalım. O cevherler ise Risale-i Nur Külliyatıdır.
Ben aciz de Yirmi Dördüncü Sözün Dördüncü ve Beşinci Dalını okumaya ve yazmaya başladım. Ve yaralarımın birer birer kuruduğunu hissedince, Mektubat ve Sözleri bütün kuvvetimle yazmaya karar verdim. Benim gibi yaralı kardeşlerime, bütün Müslümanlara, bütün kuvvetimle bağırıyorum: “Eyvah! Bu asrımızda, bu yaralarla nasıl istirahat edebiliriz, yoksa!.. Bu asrın manevi doktoru ve ilaçları ise, Kurandan tereşşuh eden Risaletin-Nur ve Mektubatün-Nurdur. Onlara sıkı sarılalım.”
aciz talebeniz
Ali Ulvi
– 139 –
Kuleönü karyesinden İbişoğlu Mehmedin bir fıkrasıdır.
Muhterem Üstadım Efendim,
Kardeşim Mustafa risaleleri yazmaya başlayalı beş sene oldu. Maalesef iki senesini zayi ettik. Üç seneden beri, risaleleri sair arkadaşlarla beraber, hizmetimizin haricinde her zaman okuyup istifade ediyoruz. Bazı, köyümüzün ehl-i tarikat olanları, bidayeten kardeşim Mustafanın okuduğuna ehemmiyet vermiyorlardı.
Ben de, bu “Okunan Sözler, hem tarikate, hem hakikate pek muvafıktır. Hem bu zamanın yaralarına bir ilaçtır” diyordum. Ve her ne zaman yeis içerisinde kalsam, kardeşimin yanına gelir, işittiğim hakikatleri Risale-i Nurdan okutur, dinler ve Risale-i Nurun verdiği feyizle yaralarım tedavi olur, giderdim. Herhangi bir meseleden bahsedilse, Risale-i Nurda en iyisi vardır. Yalnız çok insanlar var ki, Sözlerin kıymetini bilmiyorlar. Ben de bütün bu söylenen sözlere ilaç, risalelerde vardır diyorum. Olanca kuvvetimle küre-i arza bağırarak derim ki, “Hariçte görülen marazlara ilaç vardır.”
Ey kardeşlerim, istifade edelim. Bu risalelerden istifade etmeyenler ne kadar akılsızdırlar! Çok şükürler olsun ki, böyle bir zat-ı muhtereme Cenab-ı Hak bizi eriştirdi. Lillahil-hamdü vel-minne.
Cenab-ı Hakkın rahmetiyle, ihsanıyla, eltafıyla Üstad-ı Muhteremin himmetiyle ehl-i tarikatla birleştik. Şimdi Sözleri çok okuyoruz. Ve onlar da çok istifade ediyorlar, menfaattar oluyorlar. Sözlerin hak olduğunu tamamıyla anladılar. Hatta okumak için kardeşimi çok zaman icbar ediyorlar. Birgün kardeşim Mustafa risaleleri yazmaklığım için beni teşvik etti. Ben de yazmak için Yirminci Mektubu aldım. İstinsah ettiğim bu mektupta üç tevafuk gördüm. Satırın yukarısında iki tane “nihayetsiz” var, ve altında da üç “dünya” tevafuku var. Bu halden müteessir oldum. İnşaallah Üstad-ı muhteremimin himmetiyle risaleleri yazmaya muvaffak olurum ümidindeyim.
Yirminci Mektubu elimde götürürken, meydanda idi. Karşımda muhtar odası bulunduğundan, risaleyi saklamıştım. O gece rüyamda, Üstad-ı Muhteremimi büyük bir denizde ve denizin içerisinde sarayda gördüm. Bizim köyün insanları da o sarayın etrafında idiler. aciz talebeniz, doru ata binerek zatınızın yanına vardım. O adamlar bana, denizden nasıl atladığımı sordular. Ben de o adamlara cevaben, “At yeni nallı olduğundan hiç zahmet çekmeden geldim.” Halbuki, deniz ince bir surette incimad etmişti. O esnada Üstadım karşıma çıkarak, “Niçin Sözleri saklıyorsunuz? Bundan sonra Sözler meydanda olacak” dediniz. O esnada benden at istediniz. Ben de güzel yürüyüşlü atı getirdim, o esnada uyandım. Allah hayr etsin.
aciz talebeniz
Hacı Mehmed
– 140 –
Kuleönü karyesinden elmas kalemli Mustafanın kıymettar arkadaşı Hafız Mustafanın fıkrasıdır.
Ey Feyyaz-ı Mutlak ve Vahid-i Ehad olan Cenab-ı Allaha giden tarik-i müstakim yolunu gösterip, pek elemli ve pek hatarlı uhrevi hayatımın kurtulmasına sebep olan Üstadım Efendim, Bundan dört mah mukaddem, Kuran-ı Hakimin elmas, inci dükkanından pırlantaları ve vüsatimiz kadar uhrevi harçlığı almak üzere ziyaretinize kardeşim Mustafa ile varmıştık. “Niçin geldiniz?” diye şefkatli bir tekdire binaen müteessirane geriye döndük. O tekdirden gelen şefkatli ve ücretli bir fırtınaya tutulduk. O zaman Üstadımın iksir-i azam olan o mübarek kalbini rencide ettiğimizi anlayınca, ikinci bir teessür bana geldi. Bu zamana kadar pek aciz, hiç-ender-hiç olan zaif ruhum o teessürler içinde feryad ederken, şefkatli tokat risalesinde, bizim fırtınalı tokadımızı zikreden Üstadımızın hakkımızda ne derece şefkatli olduğunu anladık. O teessüratımız sürura kalboldu. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
Bu mübarek Rebiül-Evvelin on ikinci gecesi, mübarek bir gecede Üstadımın pek yakınımızda olan Ispartaya hicreti beni o kadar memnun ve mesrur etti ki, o yaralar ve bereler ve teessürlerden hiçbir şey kalmadı. Elhamdü lillah, Rebiül-Evvel ayının on ikinci gecesi, dünya ve ahiret yaratılmasına sebep olan, dünya ve ahireti, zerreden şemse kadar bütün mükevvenatı ziyalandıran, kıyamete kadar baki, güneş gibi nurlu, feyizli, gıdalı şeriatıyla ahiret kapısını açan o mübarek Zat-ı Fahr-i alem Efendimizin o mübarek gecede dünyaya teşrif buyurması, bütün mükevvenatı memnun edecek pek mübarek bir gecede Üstadımın hicreti, yani Rebiül-Evvelin on ikinci gecesi Ispartanın harimine dahil olması ve hicretinin tevafuk ve tesadüf gelmesi, beni yine o elmas çarşısında pırlantaları vüsatimiz kadar almak üzere Üstadımın ziyaretine yol açtı. İnşaallah bu hicretiniz büyük fütuhata sebep olacaktır.
Nitekim, Efendimizin Mekkeden Medineye hicreti esnasında, feth-i Mekke haberinin Cibril-i Eminle nüzulü, Peygamberimizi ve Sahabe efendilerimizi memnun ettiği gibi, Üstadımın tevafuk eden hicreti, fütuhata sebep olması, beni ve bütün Müslümanları memnun ve mesrur eyleyecektir.
İmamoğlu
Hafız Mustafa
– 141 –
İmamoğlu Hafız Mustafanın bir fıkrasıdır.
(Bütün Söz ve Mektubatın birer mürşid-i kamil vazifesini gördüklerine dair hatıra gelen bir mektuptur.)
Üstadım Efendim,
Bundan bir sene evvel—Sözler ve Mektubatı istinsah esnasında—bazı nükteler, kendi emraz-ı kalbiyeme muvafık bir ilaç geldiğinden “Evet, bu nükteyi altın yazıyla yazmalı” diye söylerdim. Lemalar telif edildi. Bütün Söz ve Mektubata feyizleriyle anahtarlık yaptı. Şöyle ki:
Kışın en şedid tehlikeli ve fırtınalı zamanında, yırtıcı hayvanların en azgın ve kuvvetli zamanlarında, geniş sahrada, çamurlu bir yolda giden bir yolcunun imdatsız, kimsesiz o tehlikeler içinde, düşe kalka, yüzde doksan dokuz fırtınalar ve o yırtıcı canavarların elinde parçalanacağı ve telef olacağı hengamda, kendini kurtarmak isteyen o yolcunun gözüne tesadüf eden, sahranın ortasındaki çelikten daha güzel, polattan daha kuvvetli yapılmış bir saraya rastgelmesi, o yolcuyu o kadar memnun ve mesrur eder ki, hatta o saraya daha çabuk yetişip, yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanmasından halas olmak için koşarak, acelesinden ayaklarının bile yere temas etmesini istemeyen bu yolcu, kendisinin saraya girmesine vesile olanlara, değil bütün malını vermek, belki canını feda eder.
İşte, asrımızda Sözler ve Mektuplar, o yolcunun saraya rast gelmesiyle bütün tehlikelerden kurtulduğu gibi, ins ve cin canavarlarının tehlikelerinden kurtulmak için Sözlerin herbiri o kaleden daha sağlam bir tahassungah olduğuna yüz bin kanaatim vardır. Lillahilhamd, o sarayın anahtar vazifesini Lemaların feyziyle bulabildim. O tehlikelerden biçare zaif ruhumu kurtarmak için içeriye girdim. Gördüm ki, Cennet, sekiz tabaka olup, hiç birbirine mani olmadığı ve benzemediği gibi, birine girdiğimde onun letafeti evvelki girdiğimin lezzetini tazelendirdiği gibi, risaleler aynen öyledir.
İmamoğlu
Hafız Mustafa
– 142 –
Risale-i Nurun tesvid ve tebyizinde çok hizmeti sebkat eden Şamlı Hafız Tevfikin, Risale-i Nurun hakkaniyetine dair istihraci bir fıkrasıdır.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Malum olsun ki, Zübdetür-Resail Umdetül-Vesail namında, kutbül-arifin Ziyaeddin Mevlana Şeyh Halidin (kuddise sirruhu) mektubat ve resail-i şerifelerinden muktebes nasayih-i kudsiyenin tercümesine dair bir risaleyi, on üç sene mukaddem, Bursada Hocam Hasan Efendiden almıştım. Nasılsa mütalaasına muvaffak olamamıştım. Ta bugünlerde, kitaplarımın arasında birşey ararken elime geçti. Dedim: “Bu Mevlana Halid, Üstadımın hemşehrisidir. Hem İmam-ı Rabbaniden sonra, tarik-ı Nakşinin en mühim kahramanıdır. Hem tarik-i Halidiye-i Nakşiyenin piridir.” Risaleyi mütalaa ederken, Mevlananın tercüme-i halinden şu fıkrayı gördüm:
Ashab-ı Kütüb-i Sitteden İmam-ı Hakim, Müstedrekinde ve Ebu Davud, Kitab-ı Süneninde; Beyhaki, Şuab-ı İmanda tahriç buyurdukları, اِنَّ اللهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ اْلاُمَّةِ عَلٰى رَاْسِ كُلِّ مِأَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا
yani, “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor” hadis-i şerifine mazhar ve masadak ve müzhir-i tam olan Mevlana eş-şehir, kutbül-arifin, gavsül-vasılin, varis-i Muhammedi, kamilüt-tarikatil-aliyye vel-müceddidiyye Halid-i Zülcenaheyn (Kuddise sirruhu), ila ahir… Sonra tarihçe-i hayatında gördüm ki, tevellüdü, 1193 tarihindedir. Sonra gördüm ki, 1224 tarihinde Saltanat-ı Hindin payitahtı olan Cihanabada dahil olmuş. Abdullah Dehlevi Hazretlerinden aldıkları füyuzat-ı maneviyeyle tarik-i Nakşi silsilesine girip müceddidliğe başlamış.
Sonra 1238de, ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini celb ettiğinden, vatanını terk ederek diyar-ı Şama hicretle gitmiştir. Hem içinde gördüm ki, Mevlananın nesli, Osman bin Affana mensuptur.
Sonra gördüm ki, tercüme-i halinde istidad-ı fıtri ve kabiliyet-i harika ile, sinni yirmiye baliğ olmadan evvel alem-i ulema-i asr ve allame-i vakit olmuş. Süleymaniye kasabasında tedris-i ulum ile iştigal eylemiştir.
Sonra Üstadımın tarihçe-i hayatını düşündüm. Baktım, dört mühim noktada tevafuk ediyorlar.
Birincisi: Mevlana 1193te dünyaya gelmiş. Üstadım ise, Arabi 1293te. Tam Mevlana Halidin yüz senesi hitam bulduktan sonra dünyaya gelmiş.
İkincisi: Mevlananın tecdid-i din mücahedesine başlangıcı ve mukaddemesi, Hindistanın payitahtına 1224te girmiş. Üstadım ise, aynen yüz sene sonra, 1324te Osmanlı Saltanatının payitahtına girmiş, mücahede-i maneviyesine başlamış.
Üçüncüsü: Ehl-i siyaset, Mevlananın fevkalade şöhretinden tevehhüm ederek diyar-ı Şama nakl-i mekan ettirilmesi, 1238de vaki olmuştur. Üstadım ise, aynen yüz sene sonra 1338de Ankaraya gidip, onlarla uyuşamayıp, onları reddederek, küserek tekrar Vana gidip, bir dağda inziva ederken 1338 senesini müteakip, Şeyh Said hadisesinin vukuu münasebetiyle ehl-i siyasetin vehmine dokunmuş. Üstadımızdan korkarak Burdur ve Isparta vilayetlerinde dokuz sene ikamet ettirilmiş.
Dördüncüsü: Mevlana Halid, yaşı yirmiye baliğ olmadan evvel allame-i zaman hükmünde, fuhul-u ulemanın üstünde görünmüş, ders okutmuş. Üstadım ise, tarihçe-i hayatını görenlere ve bilenlere malumdur ki, on dört yaşında icazet alıp alem-i ulema-i zamanla muarazaya girişmiş, on dört yaşında iken, icazet almaya yakın talebeleri tedris etmiştir.
Hem Mevlana Halid, neslen Osmanlı olduğu ve Sünnet-i Seniyeye bütün kuvvetiyle çalıştığı gibi, üstadım da Kuran-ı Hakime hizmet noktasında, meşreben Osman-ı Zinnureynin arkasında gidip, Mevlana gibi, Risale-i Nur eczalarıyla, bütün kuvvetiyle Sünnet-i Seniyenin ihyasına çalıştı.
İşte bu dört noktadaki tevafukat, tam yüz sene fasılayla Risale-i Nurun takviye-i din hususundaki tesiratı, Mevlana Halidin tarik-i Nakşiye vasıtasıyla hizmeti gibi azim görünüyor.
Üstadım kendine ait medh ü senayı kabul etmiyor. Fakat Risale-i Nur, Kurana ait olup medh ü sena, Kuranın esrarına aittir. Yalnız Üstadımla Mevlananın birkaç farkı var:
Birisi: Mevlana, zülcenaheyndir. Yani, hem Kadiri, hem Nakşi tarikat sahibi iken, Nakşilik tarikatı onda daha galiptir. Üstadım, bilakis, Kadiri meşrebi ve Şazeli mesleği daha ziyade onda hükmediyor. Ben Üstadımdan işittim ki: Mevlana Hindistandan tarik-i Nakşiyi getirdiği vakit, Bağdat dairesi Şah-ı Geylaninin (k.s.) badel-memat hayatında olduğu gibi, taht-ı tasarrufunda idi. Mevlananın manen tasarrufu, bidayeten ca-yı kabul göremedi. Şah-ı Nakşibend (k.s.) ile İmam-ı Rabbaninin (k.s.) ruhaniyetleri Bağdata gelip Şah-ı Geylaninin ziyaretine giderek rica etmişler ki, “Mevlana Halid senin evladındır, kabul et.” Şah-ı Geylani (k.s.), onların iltimaslarını kabul ederek Mevlana Halidi kabul etmiş. Ondan sonra Mevlana Halid (k.s.) birden parlamış. Bu vakıa, ehl-i keşifçe vaki ve meşhud olmuştur. O hadise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velayetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rüyayla görmüşler. Üstadımın sözü burada hitam buldu.
İkinci fark şudur ki: Üstadım kendi şahsiyetini merciiyetten azlediyor. Yalnız Risale-i Nuru merci gösteriyor. Mevlana Halidin şahsiyeti ise, kutbül-irşad, merciül-has vel-amm olmuştur.
Üçüncü fark: Mevlana Halid, zülcenaheyndir. Fakat, zamanın muktezasıyla ilm-i tarikatı ve sünnet-i seniyeyi esas tutmak cihetiyle tarikatı daha ziyade tutmuşlar. O noktada sarf-ı himmet etmiş. Üstadım ise, şu dehşetli zamanın muktezasıyla ilm-i hakikati ve hakaik-i imaniye cihetini iltizam ederek, tarikata üçüncü derecede bakmışlar.
Elhasıl: Baştaki hadis-i şerifin “Her yüz sene başında dini tecdid edecek bir müceddidi gönderiyor” müjdesinin ihbarına müvazi olarak, Mevlana Halid, ekser ehl-i hakikatın tasdikiyle, 1200 senesinin, yani on ikinci asrın müceddididir. Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş. Kanaat verir ki-nass-ı hadisle-Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir.
Benim Üstadım daima diyor ki: “Ben bir neferim, fakat müşir hizmetini görüyorum. Yani kıymet bende yoktur. Belki Kuran-ı Hakimin feyzinden tereşşuh eden Risalet-i Nur eczaları bir müşiriyet-i maneviye hizmetini görüyor.”
Üstadımı kızdırmamak için şahsını sena etmiyorum.
Şamlı Hafız Tevfik
– 143 –
Refet Bey ve Hüsrev gibi Risale-i Nur şakirtlerinin buldukları.—Risale-i Nur bereketine işaret eden—latif bir tevafuktur.
Risale-i Nurun Ispartaya ne derece rahmet olduğuna delalet eden bir tevafuk-u acibe:
Risale-i Nurun mazhar olduğu inayatın külliyetinde mühim bir ferdi de şudur ki: Isparta vilayeti sekiz seneden beri Risale-i Nurun müellifini sinesinde saklamıştı ve Barla gibi şirin bir nahiyesinde, Cenab-ı Hakkın lütuf ve keremiyle muhafaza etmişti. Bu müddet zarfında yavaş yavaş intişar eden Risale-i Nurdan Ispartada binler adam imanlarını takviye ettiler. Bilhassa gençler pek çok istifade ve istifaza ettiler.
Vakta ki, Üstadımızın Barla gibi latif ve şirin bir mahaldeki sıkıntılı ve pek acıklı ve en katı kalbleri ağlatan işkenceli esareti bitti. Risale-i Nurun müellifi olan Üstadımızın nazarı Cenab-ı Hakkın avniyle Ispartaya müteveccih oldu. Evhama düşen bazı zalim ehl-i dünyanın teşebbüskarane harekat-ı zahiriyesi bir sebeb-i adi olarak yeni bir zulme hedef oldu. Üstadımız Ispartaya getirildi.
Fakat Üstadımızın teşrif ettiği zaman yaz mevsiminin en hararetli zamanı idi. Yağmurlar kesilmiş, Ispartayı iska eden sular azalmış, bir kısm-ı mühimminin menbaı kesilmiş, ağaçlar sararmaya, otlar kurumaya, çiçekler buruşmaya başlamıştı.
Risale-i Nurun en ziyade intişar ettiği mahal Isparta vilayeti olduğu için, Risale-i Nur hakkındaki inayat-ı Rabbaniyeyi pek yakından müşahede eden Risale-i Nur şakirtleri olan bizler, mühim bir vakıaya daha şahit olduk.
Bu hadise ise: Müellifinin Ispartaya teşrifini müteakip, bir asır içinde bir veya iki defa vukua gelen bir vakıa olarak, bu yaz mevsimindeki yağmurun kesretli yağması olmuştur. Pek harika bir surette yağan bu yağmur Ispartanın her tarafını tamamen iska etmiş; nebatata yeniden hayat bahşedilmiş; bağlar, bahçeler başka bir letafet kesbetmiş; ekserisi hemen hemen ziraatle iştigal eden halkın yüzleri, Risale-i Nurun nail olduğu inayatından ve bereketinden olan bu yağmurdan istifade ederek gülmüş, ruhları inbisat etmişti. Cenab-ı Hak, kemal-i merhametiyle, bu yaz mevsiminin bu şiddetli ve hararetli vaziyetini, baharın en letafetli, en şirin ve en hoş vaziyetine tebdil etti. Güya Risale-i Nur, yüz on dokuz parçasıyla, müellifi olan Üstadımıza bir taraftan hoşamedi etmek ve mahzun olan kalbine teselli vermek ve gamnak ruhunu tatyib etmek; ve diğer taraftan da, sekiz seneden beri yaşadığı Barlayı unutturmak ve o muhteşem çınar ağacını ve dostlarını ve alakadar olduğu şeylerden gelen firak hüznünü hatırlatmamak için, Cenab-ı Haktan yüz on dokuz risalenin eliyle, yüz on dokuz bin kelimeleri diliyle dua etti, yağmur istedi. Cenab-ı Hak, öyle bereketli bir yağmur ihsan etti ki, bir misli doksan üç tarihinde yağdığını ihtiyarlarımızdan işitiyoruz ki, bu tarih, Üstadımızın tarih-i veladetine tesadüf etmekle beraber, bu umumi hadise-i rahmet olan kesretli yağmur, hususi bir surette Risale-i Nura baktığına bir delili de şudur ki:
Risale-i Nurun neşrine vasıta olan Üstadımız geldiği gün, Ispartayı gayet hararetli ve yağmursuzluktan toz-toprak içinde görmüş. Barla gibi bir yayladan gelip böyle bir yerde dayanamayacağım, diye telaş ediyordu. Üçüncü veya dördüncü günü bahçeleri kısmen gezdiği vakit, sebze ve ot ve çiçeklerin susuzluktan buruştuklarını görerek gayet müteessirane su istiyor, yağmur talep ediyordu. Arkadaşımız olan Bekir Beyden, değirmenleri çeviren suyu göstererek “Ispartanın suyu bu kadar mı?” diye sormuştu. Bekir Bey cevap verdi: “Gölcüğün suyu kesilmiş, gelmiyor. Ispartanın dörtte birini sulayan bu sudan başka yoktur” dedi.
Üstadımızın Ispartada çok talebesi bulunduğundan, ruhen yağmurun gelmesini istiyordu. Aynı günde öyle bir yağmur geldi ki, elli seneden beri Isparta böyle bir hadiseyi görmemiş. O yağmur yüzde doksan dokuz menfaat vermiştir. Bundan anlaşılıyor ki, o tevafuk tesadüfi değil; bu rahmet, Ispartaya rahmet olan Risale-i Nura bakıyor. Lillahilhamd! Bu kerem-i İlahi neticesi olarak Üstadımız diyor ki: “Isparta bana Barlayı unutturdu. Unutamayacağım birşey varsa, o da, her yerde olduğu gibi, Barlada bulunan ciddi dost ve talebelerimdir.”
Talebesi: Talebesi: Hizmetkarı: Hizmetkarı:
Mustafa Lütfi Rüştü Hüsrev
Daimi Hizmetkarı: Daimi Hizmetkarı:
Bekir Bey Refet
– 144 –
Süleyman Efendi, Mustafa Çavuş ve Bekir Beyin bir fıkrasıdır. Ispartadaki kardeşlerimizin fıkrasındaki davayı ispat eden kuvvetli iki delili gösteriyor.
Refet Bey ve Hüsrev gibi kardeşlerimizin harika bir surette yağan umumi yağmur içinde Risale-i Nur bereketine hususiyetle baktığına, bizim de kanaatimiz geliyor. Çünkü gözümüzle yağmur hadisesini, hususi bir şekilde hizmet-i Kuran ve Risale-i Nura baktığını iki suretle gördük.
Birinci suret: Risale-i Nurun vasıta-i neşri olan Üstadımızın camii, Barlada seddedildi. Risale-i Nuru yazacak hariçteki talebelerinin yanına gelmeleri men edildiği hengamda kuraklık başladı. Yağmura ihtiyac-ı şedid oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı. Yalnız Karaca Ahmed Sultandan itibaren, bu daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur gelmedi. Üstadımız bundan pek müteessir olarak dua ediyordu. Sonra dedi ki:
“Kuranın hizmetine sed çekildi, bu köydeki mescidimiz kapandı. Bunda bir eser-i itab var ki, yağmur gelmiyor. Öyleyse, madem Kuranın itabı var. Yasin Suresini şefaatçi yapıp Kuranın feyzini ve bereketini isteyeceğiz.”
Üstadımız Muhacir Hafız Ahmed Efendiye dedi ki: “Sen kırk bir Yasin-i Şerif oku.”
Muhacir Hafız Ahmed Efendi bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alameti görünmezken, ikindi namazı vaktinde, Üstadımız, daima itimad ettiği bir hatırasına binaen Muhacir Hafız Ahmed Efendiye söyledi ki: “Yasinler tılsımı açtı; yağmur gelecek.”
Aynı gecede, evvelce yağmadığı Barla dairesi içine öyle yağdı ki, Üstadımızın odasının altındaki Çoban Ahmedin bahçesindeki duvar yağmurdan yıkıldı. Halbuki Karaca Ahmed Sultanın arkasında ve deniz kenarında balık avlamakla meşgul Şemi ile arkadaşları bir damla yağmur görmediler.
İşte bu hadise katiyen delalet ediyor ki, o yağmur, hizmet-i Kuranla münasebettardır. O rahmet-i amme içinde bir hususiyet var ki, Sure-i Yasin anahtar ve şefaatçi oldu ve yağmur kafi miktarda yağdı.
İkinci suret: Kuraklık zamanında, yirmi otuz gün içinde yağmur Barlaya yağmamışken, Yokuşbaşı Çeşmesi yapıldığı bir zamanda menbaına yakın Üstadımız ve biz (yani, Süleyman, Mustafa Çavuş, Ahmed Çavuş, Abbas Mehmed ve sair kardeşlerimiz) beraber cemaatle namaz kıldık. Tesbihattan sonra dua için elimizi kaldırdık, Üstadımız yağmur duası etti. Kuranı şefaatçi yaptı. Birden, o güneş altında, herbirimizin ellerine yedi-sekiz damla yağmur düştü. Elimizi indirdik, yağmur kesildi. Cümlemiz bu hale hayret ettik. O vakte kadar yirmi otuz gündür yağmur gelmemişti. Yalnız o yağmur duası anında, dua eden her ele yedi-sekiz damla düşmesi gösterdi ki, bunda bir sır var. Üstadımız dedi ki: “Bu bir işaret-i İlahiyedir. Cenab-ı Hak manen diyor ki: Ben duayı kabul ediyorum, fakat şimdi yağmur vermiyorum.” Demek sonra sure-i Yasin şefaat edecek. Nitekim öyle olmuştur.
Elhasıl: Ispartadaki kardeşlerimizin umumi rahmet içindeki Risale-i Nurun bereketine dair dava ettikleri hususiyeti, bu iki kuvvetli delille tasdik ediyoruz.
Barlada
Şemi, Mustafa Çavuş, Bekir Bey, Muhacir Hafız Ahmed, Süleyman
– 145 –
Ehl-i iman-bilhassa şimdiki Risale-i Nurun zakir ve muvahhid şakirtleri-öyle bir cadde ve minhaca girmişler ki, o cadde gayet müstakim, gayet nurlu, gayet sevimli. Bütün iki tarafı elmas, inci dükkanı… Bunların başında, nass-ı Kurandan gelen ve Kuran-ı Kerimin ve Furkan-ı Hakimin ayat-ı beyyinatından intişar eden Risale-i Nurun yüz yirmi parçasından beher parçası birer mürşid-i azam, birer mürşid-i ekmel, birer kala-i hasin, birer elmas kılıç olarak sabittir. Öyleyse, ey Lütfi, Risale-i Nura sıkı yapış ki, bir mürşid-i ekmel bulasın. Lisanına tevhidi ver ki, şu muhkem kaleye giresin; Feyyaz-ı Mutlakın kelamı olan Kuran-ı Mucizül-Beyana hadim ol ki, o elmas kılıncı elinde tutasın…
İşte o kılıçla, hiç havfsız, başlarını sarhoşlukla o bataklığa sokan dinsizlerin kafalarına vurarak atla. Ondan sonra, فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ gibi kati delilleri Peygamberimiz Sallallahu Teala Aleyhi Ve Sellem Efendimizden müteselsilen, bütün Risale-i Nurun müellifi Üstadımız Said Nursinin yetiştiği ve serbest gezdiği “Şeriat-ı Garra-yı Muhammediye (a.s.m.)” olan hatt-ı müstakimi bari bir parça da sen takip et ki başın felah bulsun…
Şu geçen Cuma günü ruhumda bir sıkıntı devam ederek, Üstadım için Bismillahirrahmanirrahim sırrını istinsah ediyordum. Maalesef emraz-ı asabiyemin hadsiz istilası, o mühim risaleyi pek ani olarak akim bıraktırdı. Tekrar yine başladım, bir parça yazdım; baktım ki, yine satır geçmişim, evvelki yazdığım yere mürekkep dökülmüş. Kendimde o sıkıntı hala duruyor. Tekrar olarak abdest üstüne abdest aldım, bütün seyyiatımı itiraf ederek ortaya döktüm, istiğfar ettim. Mübarek dua olan salavat-ı şerifeye başladım. Sonra kalbime geldi ki, Üstadımdan himmet isteyeyim. Üstadımın üstadına dediği gibi, ben de derim ve dedim… O hal, o vaziyet elan devam ediyordu. Hatta intihar derecesine kadar gelmişti. Dedim: “Aman ya Rabbi! Bundaki hikmet nedir?” Ve o risaleyi ertesi güne talik ettim.
O akşam, yani Cumartesi gecesi, alem-i menamda, Üstadım Atabeyin Zergendere Mescidinde imiş. Sabah namazına gidiyormuşum. Tesadüfi bir karakol kumandanı bana dedi ki: “Nereye gidiyorsun?” “Camie” dedim. Beni takiben camie o da girdi. Gördüm ki, Üstadım bir karyola üzerindedir. Evvelki cemaatimizden hariç, içeride beş-altı daha jandarma bulunuyor. Cemaat لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ…الخ devam ediyorlar. O beraber girdiğimiz kumandan ise, cemaatimize karşı “Aman siz ne yapıyorsunuz?” diyerek kendisinin itliğini ispat edip, mağruriyetinden içeriye tükürdü. O anda Üstadım o dinsizin yüzüne tükürüp “Git yanımızdan, pis!” dedi, tard etti. Hemen o zaman elimi sağ taraftaki deliğe uzattığımda bir kasatura geldi. Hiç meslek ve meşrebimize uymayan, her cihetle muhalif hareket eden Hasan isminde bir adam o kasaturayı alıp ve ucuyla o dinsizi göstererek, “Aman efendim, aman hocam, siz yalnız emir buyurunuz, bu dinsizin imhasına sebep ben olacağım” dedi ve aynı zamanda bir sağ omuzuna, bir de sol omuzuna vurdu ve gitti. Bütün bu dinsizler bunu görünce tevehhüme düşüp “Başımıza bela bulduk, bizden Hocanın yanına kimse gitmez. Ancak Ethem Çavuş HAŞİYE-var, onu gönderelim, bizim için yalvarsın, yakarsın; aman biz hepsinden vazgeçtik” dediler.
O sabah bu garip rüyayı Zühdü Efendi ve Hafız Ahmed ağabeylerime söyledim. Hatta o gün Hafız Ahmed, Üstadımı ziyaret için iki bardak suyla beraber Ispartaya gitmek istedi. Fakir de gittiğine memnun oldu. Rüyayı tenbih ettim, çünkü o gece gördüm. Nitekim söylemiş. Fakat çok acıklı haberden o kadar müteessir oldum ki, o zaman anladım, ruhumdaki sıkıntı bu imiş.
Lütfi