Denizli Hapsinin Bir Meyvesi
Zındıka ve küfr-ü mutlaka karşı Risale-i Nurun bir müdafaanamesidir. Ve bu hapsimizde hakiki müdafaanamemiz dahi budur. Çünkü yalnız buna çalışıyoruz.
Bu risale, Denizli Hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve iki Cuma gününün mahsulüdür.
Said Nursi
فَلَبِثَ فِى السِّجْنِ بِضْعَ سِنِينَ ayetinin ihbarı ve sırrıyla, Yusuf mahpusların piridir; ve hapishane bir nevi medrese-i Yusufiye olur. Madem Risale-i Nur şakirtleri iki defadır çoklukla bu medreseye giriyorlar; elbette Risale-i Nurun hapse temas ve ispat ettiği bir kısım meselelerinin kısacık hülasalarını, bu terbiye için açılan dershanede okumak ve okutmakla tam terbiye almak lazım geliyor. İşte o hülasalardan, beş altı tanesini beyan ediyoruz.
Birincisi
Dördüncü Sözde izahı bulunan, her gün yirmi dört saat sermaye-i hayatı, Halıkımız bize ihsan ediyor—ta ki, iki hayatımıza lazım şeyler o sermaye ile alınsın. Biz kısacık hayat-ı dünyeviyeye yirmi üç saati sarf edip, beş farz namaza kafi gelen bir saati, pek çok uzun olan hayat-ı uhreviyemize sarfetmezsek, ne kadar hilaf-ı akıl bir hata ve o hatanın cezası olarak hem kalbi, hem ruhi sıkıntıları çekmek ve o sıkıntılar yüzünden ahlakını bozmak ve meyusane hayatını geçirmek sebebiyle, değil terbiye almak, belki terbiyenin aksine gitmekle ne derece hasaret ederiz, kıyas edilsin.
Eğer, bir saati beş farz namaza sarf etsek, o halde hapis ve musibet müddetinin herbir saati, bazan bir gün ibadet; ve fani bir saati, baki saatler hükmüne geçebilmesi ve kalbi ve ruhi meyusiyet ve sıkıntıların kısmen zeval bulması ve hapse sebebiyet veren hatalara kefareten affettirmesi ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması ne derece karlı bir imtihan, bir ders ve musibet arkadaşlarıyla tesellidarane bir hoş sohbet olduğu düşünülsün…
Dördüncü Sözde denildiği gibi, bin lira ikramiye kazancı için bin adam iştirak etmiş bir piyango kumarına yirmi dört lirasından beş on lirayı veren ve yirmi dörtten birisini ebedi bir mücevherat hazinesinin biletine vermeyen—halbuki dünyevi piyangoda o bin lirayı kazanmak ihtimali binden birdir; çünkü bin hissedar daha var—ve uhrevi mukadderat-ı beşer piyangosunda, hüsn-ü hatimeye mazhar ehl-i iman için kazanç ihtimali binden dokuz yüz doksan dokuz olduğuna yüz yirmi dört bin enbiyanın ona dair ihbarını keşfle tasdik eden evliyadan ve asfiyadan had ve hesaba gelmez sadık muhbirler haber verdikleri halde, evvelki piyangoya koşmak, ikincisinden kaçmak ne derece maslahata muhalif düşer, mukayese edilsin.
Bu meselede hapishane müdürleri ve sergardiyanları ve belki memleketin idare müdebbirleri ve asayiş muhafızları, Risale-i Nurun bu dersinden memnun olmaları gerektir. Çünkü bin mütedeyyin ve Cehennem hapsini her vakit tahattur eden adamların idare ve inzibatı, on namazsız ve itikatsız, yalnız dünyevi hapsi düşünen ve haram-helal bilmeyen ve kısmen serseriliğe alışan adamlardan daha kolay olduğu çok tecrübelerle görülmüş.
İkinci Meselenin Hülasası
Risale-i Nurdan Gençlik Rehberinin güzelce izah ettiği gibi, ölüm o kadar kati ve zahirdir ki, bugünün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek. Bu hapishane nasıl ki mütemadiyen çıkanlar ve girenler için muvakkat bir misafirhanedir; öyle de, bu zemin yüzü dahi acele hareket eden kàfilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır. Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var.
İşte bu dehşetli hakikatın muammasını Risale-i Nur hall ve keşfetmiş. Bir kısacık hülasası şudur:
Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Elbette bu ecel celladının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde bir endişesi, bir meselesidir. Evet, çaresi var ve Risale-i Nur Kuranın sırrıyla o çareyi, iki kere iki dört eder derecesinde kati ispat etmiş. Kısacık hülasası şudur ki:
Ölüm ya idam-ı ebedidir; hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akaribini asacak bir darağacıdır. Veyahut başka bir baki aleme gitmek ve iman vesikasıyla saadet sarayına girmek için bir terhis tezkeresidir. Ve kabir ise, ya karanlıklı bir haps-i münferit ve dipsiz bir kuyudur. Veyahut bu zindan-ı dünyadan baki ve nurani bir ziyafetgah ve bağistana açılan bir kapıdır. Bu hakikati Gençlik Rehberi bir temsil ile ispat etmiş.
Mesela, bu hapsin bahçesinde asmak için darağaçları konulmuş ve onların dayandıkları duvarın arkasında gayet büyük ve umum dünya iştirak etmiş bir piyango dairesi kurulmuş. Biz bu hapisteki beş yüz kişi, herhalde, hiç müstesnası yok ve kurtulmak mümkün değil, bizi birer birer o meydana çağıracaklar. Ya “Gel, idam ilanını al, darağacına çık” veya “Daimi haps-i münferit pusulasını tut, bu açık kapıya gir” veyahut “Sana müjde! Milyonlar altın bileti sana çıkmış. Gel al” diye her tarafta ilanatlar yapılıyor.
Biz de gözümüzle görüyoruz ki, birbiri arkasında o darağaçlarına çıkıyorlar. Bir kısmın asıldıklarını müşahede ediyoruz. Bir kısmı da, darağaçlarını basamak yapıp o duvarın arkasındaki piyango dairesine girdiklerini, orada büyük ve ciddi memurların kati haberleriyle görür gibi bildiğimiz bir sırada, bu hapishanemize iki heyet girdi.
Bir kàfile ellerinde çalgılar, şaraplar, zahirde gayet tatlı helvalar, baklavalar var. Bizlere yedirmeye çalıştılar. Fakat o tatlılar zehirlidir, insi şeytanlar içine zehir atmışlar.
İkinci cemaat ve heyet, ellerinde terbiyenameler ve helal yemekler ve mübarek şerbetler var. Bize hediye veriyorlar ve bilittifak beraber, pek ciddi ve kati diyorlar ki:
“Eğer o evvelki heyetin sizi tecrübe için verilen hediyelerini alsanız, yeseniz, bu gözümüz önündeki şu darağaçlarda başka gördükleriniz gibi asılacaksınız. Eğer bizim bu memleket hakiminin fermanıyla getirdiğimiz hediyeleri evvelkinin yerine kabul edip ve terbiyenamelerdeki duaları ve evradları okusanız, o asılmaktan kurtulacaksınız. O piyango dairesinde ihsan-ı şahane olarak herbiriniz milyon altın biletini alacağınızı, görür gibi ve gündüz gibi inanınız. Eğer o haram ve şüpheli ve zehirli tatlıları yeseniz, asılmaya gittiğiniz zamana kadar dahi o zehirin sancısını çekeceğinizi, bu fermanlar ve bizler müttefikan size kati haber veriyoruz” diyorlar.
İşte bu temsil gibi, her vakit gördüğümüz ecel darağacının arkasında, mukadderat-ı nev-i beşer piyangosundan ehl-i iman ve taat için—hüsn-ü hatime şartıyla—ebedi ve tükenmez bir hazinenin bileti çıkacağını yüzde yüz ihtimalle; sefahet ve haram ve itikatsızlık ve fıskta devam edenler—tevbe etmemek şartıyla—ya idam-ı ebedi (ahirete inanmayanlara) veya daimi ve karanlık haps-i münferit (bekà-i ruha inanan ve sefahette gidenlere) ve şekavet-i ebediye ilamını alacaklarını yüzde doksan dokuz ihtimalle kati haber veren, başta ellerinde nişane-i tasdik olan hadsiz mucizeler bulunan yüz yirmi dört bin peygamberler ve onların verdikleri haberlerin izlerini ve sinemada gibi gölgelerini, keşfle, zevk ile görüp tasdik ederek imza basan yüz yirmi dört milyondan ziyade evliyalar (kaddesallahü esrarehüm) ve o iki kısım meşahir-i insaniyenin haberlerini aklen kati burhanlarla ve kuvvetli hüccetlerle, fikren ve mantıkan yakini bir surette ispat ederek tasdik edip imza basan milyarlar gelen geçen muhakkikler,müçtehidler ve Sıddıkinler, bilicma, mütevatiren nev-i insanın güneşleri, kamerleri, yıldızları olan bu üç cemaat-i azime ve bu üç taife-i ehl-i hakikat ve beşerin kudsi kumandanları olan bu üç büyük ve ali heyetlerin fermanlarıyla verdikleri haberleri dinlemeyen, ve saadet-i ebediyeye giden onların gösterdikleri yol olan sırat-ı müstakimde gitmeyenler, yüzde doksan dokuz dehşetli tehlike ihtimalini nazara almayan ve birtek muhbirin bir yolda tehlike var demesiyle o yolu bırakan, başka uzun yolda hareket eden bir adam, elbette ve elbette vaziyeti şudur ki:
İki yolun—hadsiz muhbirlerin kati ihbarları ile—en kısa ve kolayı ve yüzde yüz Cennet ve saadet-i ebediyeyi kazandıranı bırakıp en dağdağalı ve uzun ve sıkıntılı ve yüzde doksan dokuz Cehennem hapsini ve şekavet-i daimeyi netice veren yolunu ihtiyar ettiği halde, dünyada iki yolun, birtek muhbirin yalan olabilir haberiyle yüzde birtek ihtimal-i tehlike ve bir ay hapis imkanı bulunan kısa yolu bırakıp, menfaatsiz—yalnız zararsız olduğu için—uzun yolu ihtiyar eden bedbaht, sarhoş divaneler gibi, dehşetli ve uzakta görünen ve ona musallat olan ejderhalara ehemmiyet vermez, sineklerle uğraşıyor, yalnız onlara ehemmiyet verir derecede aklını, kalbini, ruhunu, insaniyetini kaybetmiş oluyor.
Madem hakikat-i hal budur. Biz mahpuslar, bu hapis musibetinden intikamımızı tam almak için, o mübarek ikinci heyetin hediyelerini kabul etmeliyiz. Yani, nasıl ki bir dakika intikam lezzeti ve birkaç dakika veya bir iki saat sefahet lezzetleriyle, bu musibet bizi on beş ve beş ve on ve iki üç sene bu hapse soktu, dünyamızı bize zindan eyledi; biz dahi bu musibetin rağmına ve inadına, bir iki saat müddet-i hapsi bir iki gün ibadete ve iki üç sene cezamızı, mübarek kàfilenin hediyeleriyle yirmi otuz sene baki bir ömre ve on ve yirmi sene hapiste cezamızı milyonlar sene Cehennem hapsinden affımıza vesile edip, fani dünyamızın ağlamasına mukàbil, baki hayatımızı güldürerek bu musibetten tam intikamımızı almalıyız. Hapishaneyi terbiyehane gösterip, vatanımıza ve milletimize birer terbiyeli, emniyetli, menfaatli adam olmaya çalışmalıyız. Ve hapishane memurları ve müdürleri ve müdebbirleri dahi, cani ve eşkiya ve serseri ve katil ve sefahetçi ve vatana muzır zannettikleri adamları, bir mübarek dershanede çalışan talebeler görsünler ve müftehirane Allaha şükretsinler.
Üçüncü Mesele
Gençlik Rehberinde izahı bulunan ibretli bir hadisenin hülasası şudur:
Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden, manevi bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kati müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: “Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.”
Evet, gördüğüm hakikattır, hayal değil. Nasıl ki bu yaz ve güzün ahiri kıştır; öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hadisatı sinema ile hal-i hazırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hadisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalalet ve sefahetin elli altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine nefretler ve teellümlerle ağlayacaklardı.
Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahet ve dalaleti terviç eden bir şahs-ı manevi, insi bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi:
“Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz; bize karışma.”
Ben de cevaben dedim:
Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalalet ve sefahete atılıyorsun. Katiyen bil ki, senin dalaletin hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı mazi ölmüş ve madumdur. Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alakadarlığıyla ve dalalet yoluyla, senin başına ve varsa ve ölmemişse kalbine, o hadsiz firaklardan ve o nihayetsiz dostlarının ebedi ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça, pek kısa bir zamandaki cüzi lezzetini imha ettiği gibi, gelecek istikbal zamanı dahi, itikatsızlığın cihetiyle yine madum ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgahtır. Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve zaman-ı hazıra uğrayan biçarelerin başları ecel celladının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemadiyen akıl alakadarlığıyla senin imansız başına hadsiz elim endişeler yağdırıyor. Senin sefihane cüzi lezzetini zir ü zeber eder.
Eğer dalaleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkiki ve istikamet dairesine girsen, iman nuruyla göreceksin ki, o geçmiş zaman-ı mazi madum ve herşeyi çürüten bir mezaristan değil, belki mevcut ve istikbale inkılap eden nurani bir alem ve baki ruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir intizar salonu görünmesi haysiyetiyle, değil elem, belki imanın kuvvetine göre Cennetin bir nevi manevi lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi gelecek istikbal zamanı, değil vahşetgah ve karanlık, belki iman gözüyle görünür ki, saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahman-ı Rahim-i Zülcelali vel-İkramın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının sergileri açılmış, oraya sevkiyat var diye iman sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre baki alemin bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek hakiki ve elemsiz lezzet yalnız imanda ve iman ile olabilir.
İmanın bu dünyada dahi verdiği binler faide ve neticelerinden yalnız birtek faide ve lezzetini, bu mezkur bahsimiz münasebetiyle Gençlik Rehberinde bir haşiye olarak yazılan bir temsil ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Mesela, senin gayet sevdiğin birtek evladın sekeratta ölmek üzere iken ve meyusane elim ebedi firakını düşünürken, birden Hızır ve Hakim-i Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. O sevimli ve güzel evladın gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın.
İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddi alakadar olduğun milyonlar sence mahbup insanlar, o mazi mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere iken, birden hakikat-i iman, Hakim-i Lokman gibi, o büyük idamhane tevehhüm edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler. Ve “Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz” lisan-ı hal ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları iman bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder ki, iman hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tubası olur dedim.
O muannid döndü, dedi:
“Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzetle geçirmek için sefahet ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız.”
Cevaben dedim:
Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar, Halıkına şükreder. Hatta kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlahiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. Hususan masum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir. Fakat, ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybilikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elim firaklar ve gelecekten gelen korkular ve endişeler, senin cüzi lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür.
Madem hakikat budur. Ya aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul. Veya aklını imanla başına al, Kuranı dinle, yüz derece hayvandan ziyade bu fani dünyada dahi safi lezzetleri kazan, diyerek onu ilzam ettim.
Yine o mütemerrid şahıs döndü, dedi:
“Hiç olmazsa ecnebi dinsizleri gibi yaşarız.”
Cevaben dedim:
Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünkü onlar bir peygamberi inkar etse, diğerlerine inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allaha inanabilir. Bunu da bilmezse, kemalata medar bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat bir Müslüman, en ahir ve en büyük ve dini ve daveti umumi olan ahirzaman Peygamberi aleyhissalatü vesselamı inkar etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir peygamberi, hatta Allahı kabul etmez. Çünkü bütün peygamberleri ve Allahı ve kemalatı onunla bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskiden beri her dinden İslamiyete giriyorlar; ve hiçbir Müslüman, hakiki Yahudi veya Mecusi veya Nasrani olmaz. Belki dinsiz olur; seciyeleri bozulur, vatana, millete muzır bir halete girer. İspat ettim. O muannid ve mütemerrid şahsın daha tutunacak bir yeri kalmadı. Kayboldu, Cehenneme gitti.
İşte ey bu medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaşlarım! Madem hakikat budur ve bu hakikati Risale-i Nur o derece kati ve güneş gibi ispat etmiş ki, yirmi senedir mütemerridlerin inatlarını kırıp imana getiriyor. Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize, hem ahiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selametli olan iman ve istikamet yolunu takip edip boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde Kurandan bildiğimiz sureleri okumak ve manalarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade edip bu hapishaneyi güzel seciyeli fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek gibi amal-i saliha ile, hapishane müdür ve alakadarları, cani ve katillerin başlarında zebani gibi azap memurları değil, belki medrese-i Yusufiyede Cennete adam yetiştirmek ve onların terbiyesine nezaret etmek vazifesiyle memur birer müstakim üstad ve birer şefkatli rehber olmalarına çalışmalıyız.
Dördüncü Mesele
Yine Gençlik Rehberinde izahı var Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki:
“Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslam mukadderatıyla alakadar olan bu dehşetli Harb-i Umumiden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hal)hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve alim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hadise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler.
Cevaben dedim ki:
Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedahil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, ta zihayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makusen mütenasip vazifeler bulunabilir.
Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve afaki işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.
Birinci noktaya cevap ise: Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hakimiyet-i amme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dava açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilatereddüt sarf edecek.
İşte, o dava ise, yüz bin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, Kainat Sahibinin ve Mutasarrıfının binler vaad ve ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki:
Herkesin, iman mukàbilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve baki ve daimi bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hatta bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?
İşte o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o davayı kaybettirmeyen harika bir dava vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp, ebedi dünyada kalacak gibi afaki malayaniyatla iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirtleri, herbirimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lazımdır diye kanaatımız var.
Ey hapis musibetinde benim yeni kardeşlerim, sizler, benimle beraber gelen eski kardeşlerim gibi Risale-i Nuru görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şakirtleri şahit göstererek derim ve ispat ederim ve ispat etmişim ki:
O büyük davayı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o davanın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikiyi eline veren ve Kuran-ı Hakimin mucize-i maneviyesinden neşet edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dava vekili bulunan Risale-i Nurdur. Bu on sekiz senedir benim düşmanlarım ve zındıklar ve maddiyyunlar, aleyhimde gayet gaddarane desiselerle hükümetin bazı erkanlarını iğfal ederek bizi imha için bu defa gibi eskide dahi hapislere, zindanlara soktukları halde, Risale-i Nurun çelik kalasında yüz otuz parça cihazatından ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler. Demek avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter.
Hem korkmayınız, Risale-i Nur yasak olmaz. Hükümet-i Cumhuriyenin mebusları ve erkanlarının ellerinde mühim risaleleri, iki, üçü müstesna olarak serbest geziyorlardı. İnşaallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslahhane yapmak için bahtiyar müdürler ve memurlar, o Nurları mahpuslara, ekmek ve ilaç gibi tevzi edecekler.
Beşinci Mesele
Gençlik Rehberinde izah edildiği gibi, gençlik hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi katiyetinde, gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek. Eğer o fani ve geçici gençliğini iffetle hayrata istikamet dairesinde sarf etse, onunla ebedi, baki bir gençliği kazanacağını bütün semavi fermanlar müjde veriyorlar.
Eğer sefahete sarf etse, nasıl ki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir; öyle de, gayr-ı meşru dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, ahiret mesuliyetinden ve kabir azabından ve zevalinden gelen teessüflerden ve günahlardan ve dünyevi mücazatlarından başka, aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübeyle tasdik eder. Mesela, haram sevmekte, bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok arızalarla o cüzi lezzet zehirli bir bal hükmüne geçer. Ve o gençliğin suiistimaliyle gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere ve kalb ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neşet eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor. Elbette, ekseriyetle gençlerin gençliğinin suiistimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-ı meşru keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin.
Eğer istikamet dairesinde gitse, gençlik gayet şirin ve güzel bir nimet-i İlahiye ve tatlı ve kuvvetli bir vasıta-i hayrat olarak ahirette gayet parlak ve baki bir gençlik netice vereceğini, başta Kuran olarak çok kati ayatıyla bütün semavi kitaplar ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar.
Madem hakikat budur. Ve madem helal dairesi keyfe kafidir. Ve madem haram dairesindeki bir saat lezzet, bazan bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. Elbette, gençlik nimetine bir şükür olarak, o tatlı nimeti iffette, istikamette sarf etmek lazım ve elzemdir.
Altıncı Mesele
Risale-i Nurun çok yerlerinde izahı ve kati hadsiz hüccetleri bulunan iman-ı billah rüknünün binler külli burhanlarından birtek burhana kısaca bir işarettir.
Kastamonuda lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Halıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allahtan bahsetmiyorlar” dediler.
Ben dedim:
Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allahtan bahsedip Halıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.
Mesela, nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakim bir eczacıyı gösterir.
Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zihayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıb mikyasıyla, küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakim-i Zülcelali, hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.
Hem, mesela, nasıl bir harika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor; şeksiz, bir fabrikatörü ve maharetli bir makinisti tanıttırır.
Öyle de, küre-i arz denilen yüz binler başlı, her başında yüz binler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbaniye ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derecede, okuduğunuz fenn-i makine mikyasıyla, küre-i arzın Ustasını ve Sahibini bildirir, tanıttırır.
Hem mesela, nasıl ki, gayet mükemmel bin bir çeşit erzak etrafından celb edip içinde muntazaman istif ve ihzar edilmiş depo ve iaşe ambarı ve dükkan şeksiz, bir fevkalade iaşe ve erzak malikini ve sahibini ve memurunu bildirir.
Öyle de, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede muntazaman seyahat eden ve yüz binler ve ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine alan ve seyahatiyle mevsimlere uğrayıp, baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen biçare zihayatlara getiren ve küre-i arz denilen bu Rahmani iaşe ambarı ve bu sefine-i Sübhaniye ve bin bir çeşit cihazatı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkan-ı Rabbani, ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise, okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i iaşe mikyasıyla, o katiyette ve o derecede küre-i arz deposunun Sahibini, Mutasarrıfını, Müdebbirini bildirir, tanıttırır, sevdirir.
Hem nasıl ki dört yüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimal ettiği silahı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve talimatı ayrı ve terhisatı ayrı olan bir ordunun mucizekar bir kumandanı, tek başıyla bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak verdiği o acip ordu ve ordugah, şüphesiz, bedahetle o harika kumandanı gösterir, takdirkarane sevdirir.
Aynen öyle de, zemin yüzünün ordugahında ve her baharda yeniden silah altına alınmış bir yeni ordu-yu Sübhanide nebatat ve hayvanat milletlerinden dört yüz bin nevin çeşit çeşit elbise, erzak, esliha, talim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, birtek kumandan-ı azam tarafından verilen küre-i arzın bahar ordugahı, ne derece mezkur insan ordu ve ordugahından büyük ve mükemmel ise, sizin okuyacağınız fenn-i askeri mikyasıyla dikkatli ve aklı başında olanlara o derece küre-i arzın Hakimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ı Akdesini hayretler ve takdislerle bildirir ve tahmid ve tesbihle sevdirir.
Hem nasılki bir harika şehirde milyonlar elektrik lambaları hareket ederek her yeri gezerler. Yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lambaları ve fabrikası, şeksiz, bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lambaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mucizekar ustayı ve fevkalade kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir.
Aynen öyle de, bu alem şehrinde, dünya sarayının damındaki yıldız lambaları, bir kısmı—kozmoğrafyanın dediğine bakılsa—küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa süratli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bir misafirhane-i Rahmaniyede bir lamba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lazımdır ki sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvi yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kainat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lambaları ve idareleri ne derece o misalden daha büyük, daha mükemmeldir; o derecede, sizin okuduğunuz veya okuyacağınız, fenn-i elektrik mikyasıyla, bu meşher-i azam-ı kainatın Sultanını, Münevvirini, Müdebbirini, Saniini, o nurani yıldızları şahit göstererek tanıttırır, tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiş ettirir.
Hem mesela, nasıl ki bir kitap bulunsa ki, bir satırında bir kitap ince yazılmış ve herbir kelimesinde ince kalemle bir sure-i Kuraniye yazılmış. Gayet manidar ve bütün meseleleri birbirini teyid eder ve katibini ve müellifini fevkalade maharetli ve iktidarlı gösteren bir acip mecmua, şeksiz, gündüz gibi katip ve musannifini kemalatıyla, hünerleriyle bildirir, tanıttırır. Maşaallah, barekallah cümleleriyle takdir ettirir.
Aynen öylede, bu kainat kitab-ı kebiri ki, birtek sahifesi olan zemin yüzünde ve birtek forması olan baharda, üçyüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üç yüz bin nebati ve hayvani taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız, hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak, mükemmel, muntazam ve bazan ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam bir fihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz manidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kainat ve bu mücessem Kuran-ı ekber-i alem, mezkur misaldeki kitaptan ne derece büyük ve mükemmel ve manidar ise, o derecede—sizin okuduğunuz fenn-i hikmetül-eşya ve mektepte bilfiil mübaşeret ettiğiniz fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet geniş mikyaslarıyla ve dürbin gözleriyle—bu kitab-ı kainatın Nakkaşını, Katibini hadsiz kemalatıyla tanıttırır, Allahu Ekber cümlesiyle bildirir, Sübhanallah takdisiyle tarif eder, Elhamdülillah senalarıyla sevdirir.
İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünundan her bir fen, geniş mikyasıyla ve hususi ayinesiyle ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarıyla bu kainatın Halık-ı Zülcelalini esmasıyla bildirir, sıfatını, kemalatını tanıttırır.
İşte bu muhteşem ve parlak bir burhan-ı vahdaniyet olan mezkur hücceti ders vermek içindir ki, Kuran-ı Mucizül-Beyan çok tekrarla, en ziyade خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ ve رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ayetleriyle Hàlıkımızı bize tanıttırıyor, diye o mektepli gençlere dedim. Onlar dahi tamamıyla kabul edip tasdik ederek “Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki, tam kudsi ve ayn-ı hakikat bir ders aldık. Allah senden razı olsun” dediler.
Ben de dedim:
İnsan binler çeşit elemlerle müteellim ve binler nevi lezzetlerle mütelezziz olacak bir zihayat makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddi-manevi düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz zahiri ve batıni ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zeval ve firak tokatlarını yiyen bir biçare mahluk iken, birden iman ve ubudiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelale intisap edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinat ve bütün hacatına medar bir nokta-i istimdat bularak, herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi, o da böyle nihayetsiz Kadir ve Rahim bir Padişaha iman ile intisap etse ve ubudiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilanını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirane iftihar edebilir, kıyas ediniz.
O mektepli gençlere dediğim gibi, musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim:
Onu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. Hatta bir bahtiyar mazlum, idam olunurken bedbaht zalimlere demiş: “Ben idam olmuyorum, belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat, ben de sizi idam-ı ebedi ile mahkum gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum.” La ilahe illallah diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Yedinci Mesele
Denizli hapsinde bir Cuma gününün meyvesidir.
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ وَمَا أَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ أَوْ هُوَ أَقْرَبُ
مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ إِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
Bir zaman Kastamonuda “Halıkımızı bize tanıttır” diyen lise talebelerine sabık Altıncı Meselede mektep fünununun dilleriyle verdiğim dersi, Denizli Hapishanesinde benimle temas edebilen mahpuslar okudular. Tam bir kanaat-i imaniye aldıklarından, ahirete bir iştiyak hissedip, “Bize ahiretimizi de tam bildir. Ta ki, nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkarmasın, daha böyle hapislere sokmasın” dediler. Ve Denizli hapsindeki Risale-i Nur şakirtlerinin ve sabıkan Altıncı Meseleyi okuyanların arzularıyla, ahiret rüknünün dahi bir hülasasının beyanı lazım geldi. Ben de Risale-i Nurdan bir kısacık hülasa ile derim:
Nasıl ki, Altıncı Meselede biz Halıkımızı arzdan, semavattan sorduk; onlar fenlerin dilleriyle, güneş gibi Halıkımızı bize tanıttırdılar. Aynen biz de ahiretimizi başta o bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden, sonra Kuranımızdan, sonra sair peygamberler ve mukaddes kitaplardan, sonra melaikelerden, sonra kainattan soracağız.
İşte, birinci mertebede ahireti Allahtan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlarıyla ve bütün isimleriyle ve sıfatlarıyla, “Evet, ahiret vardır ve sizi oraya sevk ediyorum” ferman ediyor. Onuncu Söz, on iki parlak ve kati hakikatlerle, bir kısım isimlerin ahirete dair cevaplarını ispat ve izah eylemiş. Burada, o izaha iktifaen gayet kısa bir işaret ederiz.
Evet, madem hiçbir saltanat yoktur ki, o saltanata itaat edenlere mükafatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın. Elbette rububiyet-i mutlaka mertebesinde bir saltanat-ı sermediyenin, o saltanata iman ile intisap ve taat ile fermanlarına teslim olanlara mükafatı ve o izzetli saltanatı küfür ve isyanla inkar edenlere de mücazatı; o rahmet ve cemale, o izzet ve celale layık bir tarzda olacak diye Rabbül-alemin ve Sultanüd-Deyyan isimleri cevap veriyorlar.
Hem madem güneş gibi, gündüz gibi, zemin yüzünde bir umumi rahmet ve ihatalı bir şefkat ve kerem gözümüzle görüyoruz. Mesela, o rahmet, her baharda umum ağaçları ve meyveli nebatları cennet hurileri gibi giydirip, süslendirip, ellerine her çeşit meyveleri verip bizlere uzatıp “Haydi alınız, yiyiniz” dediği gibi; bir zehirli sineğin eliyle bizlere şifalı, tatlı balı yedirdiği ve elsiz bir böceğin eliyle en yumuşak ipeği bizlere giydirdiği gibi, bir avuç kadar küçücük çekirdeklerde, tohumcuklarda binler batman taamları bizim için saklayan ve ihtiyat zahiresi olarak o küçücük depolarda yerleştiren bir rahmet, bir şefkat, elbette hiç şüphe olamaz ki, bu derece nazeninane beslediği bu sevimli ve minnettarları ve perestişkarları olan mümin insanları idam etmez. Belki, onları daha parlak rahmetlere mazhar etmek için, hayat-ı dünyeviye vazifesinden terhis eder diye, Rahim ve Kerim isimleri sualimize cevap veriyorlar, “El-Cennetü hakkun” diyorlar.
Hem madem biz gözümüzle görüyoruz ki, umum mahluklarda ve zemin yüzünde öyle bir hikmet eli işliyor ve öyle bir adalet ölçüleriyle işler dönüyor ki, akl-ı beşer onun fevkinde düşünemiyor. Mesela, insanın bin cihazatına takılan hikmetlerinden yalnız bir küçük çekirdek kadar kuvve-i hafızasında bütün tarihçe-i hayatını ve ona temas eden hadsiz hadisatı o kuvvecikte yazıp, onu bir kütüphane hükmüne getirip ve insanın haşirde muhakemesi için neşir olacak olan defter-i amalinin bir küçük senedi olarak her vakit hatırlatmak sırrıyla her insanın eline vererek dimağının cebine koyan bir ezeli hikmet; ve bütün masnuatta gayet hassas mizanlarla azalarını yerleştiren, mikroptan gergedana, sinekten simurg kuşuna, bir çiçekli nebattan milyarlar, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar, israfsız ölçülerle bir tenasüp, bir muvazene, bir intizam ve bir cemal içinde masnuatı bir hüsn-ü sanat yapan ve her zihayatın hukuk-u hayatını kemal-i mizanla veren, iyiliklere güzel neticeler ve fenalıklara fena neticeler verdiren ve adem zamanından beri taği ve zalim kavimlere vurduğu tokatlarla kendini pek kuvvetli ihsas ettiren bir adalet-i sermediye, elbette ve hiç şüphe getirmez ki, güneş gündüzsüz olmadığı gibi, o hikmet-i ezeliye, o adalet-i sermediye ahiretsiz olmazlar ve ölümde en zalimlerin ve en mazlumların bir tarzda gitmelerindeki akıbetsiz bir dehşetli haksızlığa, adaletsizliğe ve hikmetsizliğe hiçbir vechile müsaade etmezler diye, Hakim ve Hakem ve Adl ve adil isimleri bizim sualimize kati cevap veriyorlar.
Hem madem bütün zihayat mahlukların, elleri yetişmediği ve iktidarları dairesinde olmayan bütün hacatlarını, bütün fıtri matlaplarını bir nevi dua bulunan istidad-ı fıtri ve ihtiyac-ı zaruri dilleriyle istedikleri vakitte, gayet rahim ve işitici ve şefkatli bir dest-i gaybi tarafından verildiğinden ve ihtiyari olan daavat-ı insaniyenin, hususan havasların ve nebilerin dualarının on adetten altı yedisi hilaf-ı adet makbul olmasından kati anlaşılıyor ki, her dertlinin ahını, her muhtacın duasını işiten ve dinleyen bir Semi ve Mücib perde arkasında var, bakar ki, en küçük bir zihayatın en küçük bir ihtiyacını görür ve en gizli bir ahını işitir, şefkat eder, fiilen cevap verir, memnun eder. Elbette ve herhalde hiçbir şüphe ihtimali kalmaz ki, mahlukların en ehemmiyetlisi olan nev-i insanın en ehemmiyetli ve umumi ve umum kainatı ve umum esma ve sıfat-ı İlahiyeyi alakadar eden bekà-i uhreviyeye ait dualarını içine alan ve nev-i insanın güneşleri ve yıldızları ve kumandanları olan bütün peygamberleri arkasına alıp onlara duasına amin, amin dedirten ve ümmetinden hergün her ferd-i mütedeyyin, hiç olmazsa kaç defa ona salavat getirmekle onun duasına amin, amin diyen ve belki bütün mahlukat o duasına iştirak ederek “Evet ya Rabbena! İstediğini ver; biz de onun istediğini istiyoruz” diyorlar. Bütün bu reddedilmez şerait altında bekà-i uhrevi ve saadet-i ebediye için Muhammed aleyhissalatü vesselamın, haşrin hadsiz esbab-ı mucibesinden yalnız tek duası, Cennetin vücuduna ve baharın icadı kadar kudretine kolay olan ahiretin icadına kafi bir sebeptir diye, Mücib ve Semi ve Rahim isimleri bizim sualimize cevap veriyorlar.
Hem madem, gündüz bedahetle güneşi gösterdiği gibi, zemin yüzünde, mevsimlerin tebeddülünde külli ölmek ve dirilmekte, perde arkasında bir Mutasarrıf, gayet intizamla koca küre-i arzı bir bahçe, belki bir ağaç kolaylığında ve intizamında ve azametli baharı bir çiçek suhuletinde ve mizanlı ziynetinde ve zemin sahifesinde üç yüz bin haşir ve neşrin nümune ve misallerini gösteren üç yüz bin kitap hükmündeki nebatat ve hayvanat taifelerini onda yazar, beraber ve birbiri içinde şaşırmayarak, karışık iken karıştırmayarak, birbirine benzemekle beraber iltibassız, sehivsiz, hatasız, mükemmel, muntazam, manidar yazan bir kalem-i kudret, bu azameti içinde hadsiz bir rahmet, nihayetsiz bir hikmetle işlediği gibi; koca kainatı bir hanesi misillü insana musahhar ve müzeyyen ve tefriş etmek ve o insanı halife-i zemin ederek ve dağ ve gök ve yer tahammülünden çekindikleri emanet-i kübrayı ona vermesi ve sair zihayatlara bir derece zabitlik mertebesiyle mükerrem etmesi ve hitabat-ı Sübhaniyesine ve sohbetine müşerref eylemesiyle fevkalade bir makam verdiği ve bütün semavi fermanlarda ona saadet-i ebediyeyi ve bekà-i uhreviyeyi kati vaad ve ahdettiği halde, elbette ve hiçbir şüphe olmaz ki, bahar kadar kudretine kolay gelen dar-ı saadeti o mükerrem ve müşerref insanlar için açacak ve yapacak ve haşir ve kıyameti getirecek diye, Muhyi ve Mümit ve Hayy ve Kayyum ve Kadir ve Alim isimleri, Halıkımızdan sormamıza cevap veriyorlar.
Evet, her baharda bütün ağaçları ve otların köklerini aynen ihya ve nebati ve hayvani üç yüz bin nevi haşrin ve neşrin nümunelerini icad eden bir kudret, Muhammed ve Musa aleyhimesselatü vesselamların herbirinin ümmetinin geçirdiği bin senelik zaman, karşı karşıya hayalen getirilip bakılsa, haşrin ve neşrin bin misalini ve bin delilini iki bin baharda gösterdiği görülecek. Ve, böyle bir kudretten haşr-i cismaniyi uzak görmek, bin derece körlük ve akılsızlıktır.
Hem madem nev-i beşerin en meşhurları olan yüz yirmi dört bin peygamberler ittifakla saadet-i ebediyeyi ve bekà-yı uhreviyi Cenab-ı Hakkın binler vaad ve ahdlerine istinaden ilan edip mucizeleriyle doğru olduklarını ispat ettikleri gibi, hadsiz ehl-i velayet, keşfle ve zevkle aynı hakikate imza basıyorlar. Elbette o hakikat güneş gibi zahir olur; şüphe eden divane olur.
Evet, bir fende ve bir sanatta mütehassıs bir iki zatın o fen ve o sanata ait hükümleri ve fikirleri, onda ihtisası olmayan bin adamın, hatta başka fenlerde alim ve ehl-i ihtisas da olsalar, muhalif fikirlerini hükümden iskat ettikleri gibi; bir meselede, mesela, Ramazan hilalini yevm-i şekte ispat etmek ve “Süt konservelerine benzeyen ceviz-i hindi bahçesi ru-yi zeminde var” diye dava etmekte iki ispat edici, bin inkar edici ve nefyedicilere galebe edip davayı kazanıyorlar. Çünkü ispat eden yalnız bir ceviz-i hindiyi veyahut yerini gösterse kolayca davayı kazanır. Onu nefiy ve inkar eden bütün ru-yi zemini aramak, taramakla hiçbir yerde bulunmadığını göstermekle davasını ispat edebildiği gibi; Cenneti ve dar-ı saadeti ihbar ve ispat eden, yalnız bir izini sinemada gibi keşfen, bir gölgesini, bir tereşşuhunu göstermekle davayı kazandığı halde; onu nefiy ve inkar eden, bütün kainatı ve ezelden ebede kadar zamanları görmek ve göstermekle ancak inkarını ve nefyini ispat ile davayı kazanabilir. Ve bu ehemmiyetli sırdandır ki, “Hususi bir yere bakmayan ve imani hakikatler gibi umum kainata bakan nefiyler, inkarlar—zatında muhal olmamak şartıyla—ispat edilmez” diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasi kabul etmişler.
İşte bu kati hakikate binaen, binler feylesofların muhalif fikirleri, böyle imani meselelerde birtek muhbir-i sadıka karşı hiçbir şüphe, hatta vesvese vermemek lazımken, yüz yirmi bin ispat edici ehl-i ihtisas ve muhbir-i sadıkın ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassıs ehl-i hakikat ve ashab-ı tahkikin ittifak ettikleri erkan-ı imaniyede, aklı gözüne inmiş, kalbsiz, maneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş birkaç feylesofun inkarlarıyla şüpheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divanelik olduğunu kıyas ediniz.
Hem madem, gözümüzle gündüz gibi, hem nefsimizde, hem etrafımızda bir rahmet-i amme ve bir hikmet-i şamile ve bir inayet-i daime müşahede ediyoruz ve dehşetli bir saltanat-ı rububiyet ve dikkatli bir adalet-i aliye ve izzetli icraat-ı celaliyenin asarını ve cilvelerini görüyoruz. Hatta bir ağacın meyveleri ve çiçekleri sayısınca o ağaca hikmetler takan bir hikmet ve herbir insanın cihazatı ve hissiyatı ve kuvveleri adedince ihsanları, inamları ona bağlamış bir rahmet ve Kavm-i Nuh ve Hud ve Salih aleyhimüsselam ve Kavm-i ad ve Semud ve Firavun gibi asi milletlere tokat vuran ve en küçük bir zihayatın hakkını muhafaza eden izzetli ve inayetli bir adalet ve وَمِنْ اٰيَاتِهِ أَنْ تَقُومَ السَّمَۤاءُ وَاْلاَرْضُ بِأَمْرِهِ ثُمَّ إِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَۤا أَنْتُمْ تَخْرُجُونَ ayeti, azametli bir icaz ile der:
Nasıl ki iki kışlada yatan ve duran muti askerler, bir kumandanın çağırmasıyla silah başına ve vazife başına boru sesiyle gelmeleri gibi, aynen öyle de, bu iki kışlanın misalinde ve emre itaatinde koca semavat ve küre-i arz Sultan-ı Ezelinin askerlerine iki muti kışla gibi, ne vakit İsrafil ın borusuyla o kışlalarda ölümle yatanlar çağrılsa, derhal ceset libaslarını giyip dışarı fırlamalarını ispat edip gösteren, her baharda arz kışlası içindekiler, melek-i radın borusuyla aynı vaziyeti göstermesiyle nihayetsiz azameti anlaşılan bir saltanat-ı rububiyet; elbette ve elbette ve herhalde ve hiç şüphe getirmez ki, Onuncu Sözde ispatına binaen o rahmet ve hikmet ve inayet ve adalet ve saltanat-ı sermediyenin gayet kati istedikleri dar-ı ahiret ve daire-i haşir ve neşrin açılmamasıyla o nihayetsiz cemal-i rahmet nihayetsiz bir çirkin merhametsizliğe inkılap etmesi ve o hadsiz kemal-i hikmet, hadsiz kusurlu abesiyete ve faidesiz israfata dönmesi ve o gayet şirin inayet, gayet acı ihanetlere değişmesi ve o gayet mizanlı ve hakkaniyetli adalet, gayet şiddetli zulümlere kalb olması ve o gayet derecede haşmetli ve kuvvetli saltanat-ı sermediye sukut etmesi ve haşrin gelmemesiyle bütün haşmeti kaybolması ve kemalat-ı rububiyeti acz ve kusur ile lekedar olması, hiçbir cihet-i imkanı yok, hiçbir akıl ihtimal vermez, yüz muhal içinde birden bulunur, daire-i imkan haricinde batıl ve mümtenidir.
Çünkü nazenin ve nazdar beslediği ve akıl ve kalb gibi cihazatla saadet-i ebediyeye ve ahirette bekà-i daimiye iştiyak hissini verdiği halde onu ebedi idam etmek, ne kadar gadirli bir merhametsizlik; ve onun yalnız dimağına yüzer hikmetler ve faideler taktığı halde onu dirilmemek üzere bütün cihazatını ve binler faideleri bulunan istidadatını akıbetsiz bir ölümle faidesiz, neticesiz, hikmetsiz bütün bütün israf etmek, ne derece hilaf-ı hikmet ve binler vaid ve ahidlerini yerine getirmemekle—haşa—aczini ve cehlini göstermek, ne kadar o haşmet-i saltanata ve o kemal-i rububiyete zıttır, her zişuur anlar. Bunlara kıyasen, inayet ve adaleti tatbik eyle…
İşte, Halıkımızdan sorduğumuz ahirete dair sualimize Rahman, Hakim, Adl, Kerim, Hakimisimleri mezkur hakikatle cevap veriyorlar; şeksiz, şüphesiz, güneş gibi ahireti ispat ediyorlar.
Hem madem biz gözümüzle görüyoruz, öyle ihatalı ve azametli bir hafiziyet hükmeder ki, zihayat herşeyin ve her hadisenin çok suretlerini ve gördüğü fıtri vazifesinin defterini ve esma-i İlahiyeye karşı lisan-ı hal ile tesbihatına dair sahife-i amalini misali levhalarda ve çekirdeklerinde ve tohumcuklarında ve Levh-i Mahfuzun nümunecikleri olan kuva-yı hafızalarında ve bilhassa insanın dimağındaki pek büyük ve pek küçük kütüphanesi olan kuvve-i hafızasında ve sair maddi ve manevi inikas ayinelerinde kaydeder, yazdırır, zaptederek muhafaza altına alır. Sonra, mevsimi geldikçe bütün o manevi yazıları maddi bir tarzda da gözümüze gösterip milyonlarla misaller ve deliller ve nümuneler kuvvetiyle وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ ayetindeki en acip bir hakikat-ı haşriyeyi, kudretin bir çiçeği olan her bahar, kendi çiçek-i ekberinde milyarlar dille kainata ilan eder. Ve başta nev-i insan olarak eşya, fenaya düşmek ve ademe sukut etmek ve hiçlikte mahvolmak ve başta nev-i beşer olarak zihayatlar idam edilmek için yaratılmamışlar. Belki bekàya terakki ile ve devama tasaffi ile ve sermedi vazifeye istidadıyla girmek için halk olunduklarını gayet kuvvetli ispat eder.
Evet, her baharda müşahede ediyoruz ki, güz mevsimi kıyametinde vefat eden hadsiz nebatat, bahar haşrinde herbir ağaç, herbir kök, herbir çekirdek, herbir tohum وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ ayetini okuyup bir manasını, bir ferdini kendi diliyle, geçmiş senelerde gördüğü vazifenin misalleriyle tefsir ederek o azametli hafiziyete şehadet eder, هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ ayetindeki dört muazzam hakikatleri herşeyde gösterip hafiziyeti azami derecede ve haşri bahar kolaylığında ve katiyetinde bizlere ders verir.
Evet, bu dört ismin cilveleri en cüziden en külliye kadar cereyan ederler. Mesela, nasıl ki bu ağacın menşei olan bir çekirdek, اَلْاَوَّلُ ismine mazhariyetle o ağacın gayet mükemmel programını ve icadının noksansız cihazatını ve teşekkülünün bütün şeraitini cami bir kutucuktur ki, hafiziyetin azametini ispat eder.
وَاْلاٰخِرُ ismine mazhar olan meyvesi ise, çekirdekleriyle o ağacın işlediği bütün fıtri vazifelerinin fihristesini ve amellerinin listesini ve hayat-ı saniyesinin düsturlarını ihtiva eden bir sandukçuktur ki, azami derecede hafiziyete şehadet eder.
وَالظَّاهِرُ ismine mazhar olan o ağacın suret-i cismaniyesi ise, öyle tenasüplü ve sanatlı ve süslü bir hulle, bir libas ve ayrı ayrı nakışlar ve ziynetler ve yaldızlı nişanlarla tezyin edilmiş, güya yetmiş renkli bir huri elbisesidir ki, hafiziyet içinde azamet-i kudret ve kemal-i hikmet ve cemal-i rahmeti gözlere gösterir.
وَالْبَاطِنُ ismine ayine olan o ağacın içindeki makinesi ise, öyle muntazam ve mükemmel ve mucizatlı bir fabrika, bir destgah, bir kimyahane ve hiçbir dalı ve meyveyi ve yaprağı gıdasız bırakmayan mizanlı bir kazan-ı erzaktır ki, hafiziyet içinde kemal-i kudret ve adalet ve cemal-i rahmet ve hikmeti güneş gibi ispat eder.
Aynen öyle de, küre-i arz, senevi mevsimler cihetinde bir ağaçtır. İsm-i Evvel cilvesiyle güz mevsiminde hafiziyete emanet edilen bütün tohumlar ve çekirdekler, bahar çarşafını giyen zemin yüzünün milyarlar dal, budak, meyve veren ve çiçek açan ağacının teşkilatına dair İlahi emirlerin mecmuacıkları ve kaderden gelen düsturların listeleri ve geçen yazın işlediği vazifelerin küçücük sahife-i amelleri ve defter-i hidematıdır ki, bilbedahe bir Hafiz-i Zülcelal-i vel-İkramın hadsiz kudret, adalet, hikmet, rahmet ile iş gördüğünü gösteriyor.
Ve senevi zemin ağacının ahiri ise, ikinci güzde o ağacın gördüğü bütün vazifelerini ve esma-i İlahiyeye karşı ettiği bütün fıtri tesbihatlarını ve gelecek bahar haşrinde neşrolabilen bütün sahaif-i amallerini, zerrecik ve küçücük kutucukların içine koyup, Hafiz-i Zülcelalin dest-i hikmetine teslim eder Hüvel-ahir ismini hadsiz dillerle kainat yüzünde okur.
Ve bu ağacın zahiri ise, haşrin üç yüz bin misallerini ve emarelerini gösteren üç yüz bin külli ve çeşit çeşit çiçekler açıp hadsiz rahmaniyet ve rezzakiyet ve rahimiyet ve kerimiyet sofralarını sererek zihayatlara ziyafetler vermekle Hüvez-Zahir ismini, meyveleri, çiçekleri, taamları sayısınca lisanlarıyla zikredip medh ü sena eder, gündüz gibi وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ hakikatini gösterir.
Bu haşmetli ağacın batını ise, hadsiz ve hesaba gelmez muntazam makineleri ve mizanlı fabrikaları kemal-i dikkat ve intizamla işlettiren öyle bir kazan ve destgahtır ki, bir dirhemden bin batman taamları pişirir, açlara yetiştirir. Ve öyle bir mizan ve dikkatle işler ki, zerre kadar tesadüfün karışmasına bir yer bırakmıyor. Hüvel-Batın ismini zeminin içyüzüyle, yüz bin dille tesbih eden bazı melaike gibi, yüz bin tarzlarda ilan edip ispat eder.
Hem arz, senevi hayatı haysiyetiyle bir ağaç olduğu ve o dört isim içinde hafiziyeti ve onunla haşir kapısına bir anahtar yaptığı gibi; aynen öyle de, dehri ve dünya hayatı cihetiyle yine meyveleri ahiret pazarına gönderilen bir muntazam ağaçtır. Ve o dört isme öyle bir mazhar, bir ayine ve ahirete giden bir yol açar ki, genişliğini ihataya ve tabire aklımız kafi gelmiyor. Yalnız bu kadar deriz:
Nasıl ki bir saatin saniyeleri ve dakikaları ve saatleri ve günleri sayan haftalık saatin milleri birbirine benzer, birbirini ispat eder. Saniyelerin hareketini gören, sair çarkların hareketlerini tasdik etmeye mecbur olur. Aynen öyle de, semavat ve arzın Halık-ı Zülcelalinin bir saat-i ekberi olan bu dünyanın saniyelerini sayan günler ve dakikalarını hesap eden seneler ve saatlerini gösteren asırlar ve günlerini bildiren devirler birbirine benzer, birbirini ispat eder. Ve bu gecenin sabahı ve bu kışın baharı katiyetinde fani dünyanın karanlıklı kışının baki bir baharı ve sermedi bir sabahı geleceğini hadsiz emarelerle haber verir diye, Hafiz ismi ile هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ isimleri, biz Halıkımızdan sorduğumuz haşir meselesine, mezkur hakikatle cevap veriyorlar.
Hem madem gözümüzle görüyoruz ve aklımızla anlıyoruz ki;
· İnsan şu kainat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi,
· Ve hakikat-ı Muhammediye aleyhissalatü vesselam cihetiyle çekirdek-i aslisi,
· Ve kainat Kuranının ayet-i kübrası,
· Ve İsm-i azamı taşıyan ayetül-kürsisi,
· Ve kainat sarayının en mükerrem misafiri,
· Ve o saraydaki sair sekenelerde tasarrufa mezun en faal memuru,
· Ve kainat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, varidat ve sarfiyatına ve zer ve ekilmesine nezarete memur,
· Ve yüzer fenler ve binler sanatlarla teçhiz edilmiş en gürültülü ve mesuliyetli nazırı,
· Ve kainat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebedin gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı,
· Ve cüzi ve külli harekatı kaydedilen bir mutasarrıfı,
· Ve sema ve arz ve cibalin kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrayı omuzuna alan,
· Ve önüne iki acip yol açılan, bir yolda zihayatın en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı,
· Çok geniş bir ubudiyetle mükellef bir abd-i külli,
· Ve Kainat Sultanının İsm-i azamına mazhar ve bütün esmasına en cami bir ayinesi, ve hitabat-ı Sübhaniyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hassı,
· Ve kainatın zihayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı,
· Ve hadsiz fakrıyla ve acziyle beraber hadsiz maksatları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir biçare zihayatı,
· Ve istidatça en zengini,
· Ve lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi ve lezzetleri dehşetli elemlerle alude,
· Ve bekàya en ziyade müştak ve muhtaç ve en çok layık ve müstehak ve devamı ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran ve bütün dünya lezzetleri ona verilse, onun bekàya karşı arzusunu tatmin etmeyen,
· Ve ona ihsanlar eden Zatı perestiş derecesinde seven ve sevdiren ve sevilen çok harika bir mucize-i kudret-i Samedaniye ve bir acube-i hilkat,
· Ve kainatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına bütün cihazat-ı insaniyesi şehadet eden, böyle yirmi külli hakikatlerle Cenab-ı Hakkın Hak ismine bağlanan,
· Ve en küçük zihayatın en cüzi ihtiyacını gören ve niyazını işiten ve fiilen cevap veren Hafiz-i Zülcelalin Hafiz ismiyle mütemadiyen amelleri kaydedilen ve kainatı alakadar edecek efalleri o ismin katibin-i kiramlarıyla yazılan ve herşeyden ziyade o ismin nazar-ı dikkatine mazhar bulunan bu insanlar, elbette ve elbette ve herhalde ve hiçbir şüphe getirmez ki, bu yirmi hakikatın hükmüyle, insanlar için bir haşir ve neşir olacak ve Hak ismiyle evvelki hizmetlerinin mükafatını ve kusuratının mücazatını çekecek ve Hafiz ismiyle cüzi-külli kayd altına alınan her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecek ve dar-ı bekàda saadet-i ebediye ziyafetgahının ve şekavet-i daime hapishanesinin kapıları açılacak ve bu alemde çok taifelere kumandanlık yapan ve karışan ve bazan karıştıran bir zabit, toprağa girip her amelinden sual olunmamak ve uyandırılmamak üzere yatıp saklanmayacaktır.
Yoksa, sineğin sesini işitip hakk-ı hayatını vermekle fiilen cevap verdiği halde, gök gürültüsü kuvvetinde bekàya ait hadsiz hukuk-u insaniyenin, mezkur yirmi hakikatler lisanlarıyla edilen ve Arşı ve ferşi çınlatan dualarını işitmemek ve o hadsiz hukuku zayi etmek ve sinek kanadının intizamı şehadetiyle sinek kanadı kadar israf etmeyen bir hikmet, bütün o hakikatlerin bağlandıkları insani istidadatı ve ebede uzanan emelleri ve arzuları ve o istidat ve arzuları besleyen kainatın pek çok rabıtalarını ve hakikatlerini bütün bütün israf etmek öyle bir haksızlıktır ve imkan haricinde ve zalimane bir çirkinliktir ki, Hak ve Hafiz ve Hakim ve Cemil ve Rahim isimlerine şehadet eden bütün mevcudat onu reddeder, “Yüz derece muhal ve bin vech ile mümtenidir” derler.
İşte biz Halıkımızdan haşre dair sorduğumuz suale Hak, Hafiz, Hakim, Cemil, Rahim isimleri cevap verip derler: “Biz hak ve hakikat olduğumuz gibi ve hem bize şehadet eden mevcudatın tahakkuku misillü, haşir haktır ve muhakkaktır.”
Hem madem… (Daha yazacaktım, fakat güneş gibi malum olmasından kısa kestim.)
İşte geçmiş misallerde ve mademlerdeki maddelere kıyasen, Cenab-ı Hakkın yüz, belki bin esmasının kainata bakan isimlerinin herbirisi, nasıl ki mevcudattaki ayine ve cilveleriyle Müsemmasını bedahetle ispat eder; aynen öyle de, haşri ve dar-ı ahireti de gösterirler ve katiyetle ispat ederler.
Hem nasıl Halıkımızdan sorduğumuz sualimize, o Rabbimiz bütün fermanlarıyla ve nazil ettiği bütün kitaplarıyla ve müsemma olduğu ekser isimleriyle bize kudsi ve kati cevap veriyor; aynen öyle de, melaikeleriyle ve onların diliyle daha başka bir tarzda dedirir:
“Sizin zaman-ı ademden beri hem ruhanilerle, hem bizimle görüşmenizin yüzer tevatür kuvvetinde hadiseleri var. Ve bizim ve ruhanilerin vücutlarına ve ubudiyetlerine delalet eden hadsiz emare ve deliller var. Ve biz ahiret salonlarında ve bazı dairelerinde gezdiğimizi, birbirimize mutabık olarak sizin kumandanlarınızla görüştüğümüz zaman söylemişiz ve daima da söylüyoruz. Elbette bu gezdiğimiz baki ve mükemmel salonlar ve bu salonların arkalarında tefriş ve tezyin edilmiş olan saraylar ve menzilller, hiç şüphemiz yoktur ki, gayet ehemmiyetli misafirleri o yerlerde iskan etmek üzere bekliyorlar. Size kati beyan ediyoruz” diye sualimize cevap veriyorlar.
Hem madem Halıkımız, bize en büyük muallim ve en mükemmel üstad ve şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber olarak Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselamı tayin etmiş ve en son elçi olarak göndermiş. Biz dahi, ilmelyakin mertebesinden aynelyakin ve hakkalyakin mertebelerine terakki ve tekemmül etmek üzere, herşeyden evvel bu üstadımızdan, Halıkımızdan sorduğumuz suali sormaklığımız lazım geliyor. Çünkü o zat, Halıkımız tarafından herbiri birer nişane-i tasdik olan bin mucizatıyla, Kuranın bir mucizesi olarak, Kuranın hak ve kelamullah olduğunu ispat ettiği gibi; Kuran dahi, kırk nevi icaz ile o zatın bir mucizesi olup, onun doğru ve Resulallah olduğunu ispat ederek, ikisi beraber, biri alem-i şehadet lisanı (bütün hayatında, bütün enbiya ve evliyanın tasdikleri altında) diğeri alem-i gayb lisanı bütün semavi fermanların ve kainat hakikatlerinin tasdikleri içinde binler ayatıyla iddia ve ispat ettikleri hakikat-i haşriye elbette güneş ve gündüz gibi bir katiyettedir. Evet, haşir gibi, en acip ve en dehşetli ve tavr-ı aklın haricinde bir mesele, ancak ve ancak böyle harika iki üstadın dersleriyle halledilir, anlaşılır.
Eski zaman peygamberleri ümmetlerine Kuran gibi izahat vermediklerinin sebebi, o devirler beşerin bedeviyet ve tufuliyet devri olmasıdır. İptidai derslerde izah az olur.
Elhasıl: Madem Cenab-ı Hakkın ekser isimleri ahireti iktiza edip isterler; elbette o isimlere delalet eden bütün hüccetler, bir cihette ahiretin tahakkukuna dahi delalet ederler.
Ve madem melaikeler ahiretin ve alem-i bekànın dairelerini gördüklerini haber veriyorlar; elbette melaike ve ruhların ve ruhaniyatın vücut ve ubudiyetlerine şehadet eden deliller, dolayısıyla ahiretin vücuduna dahi delalet ederler.
Ve madem Muhammed aleyhissalatü vesselamın bütün hayatında vahdaniyetten sonra en daimi davası ve müddeası ve esası ahirettir; elbette o zatın nübüvvetine ve sıdkına delalet eden bütün mucizeleri ve hüccetleri, bir cihette, dolayısıyla ahiretin tahakkukuna ve geleceğine şehadet ederler.
Ve madem Kuranın dörtten birisi haşir ve ahirettir ve bin ayatıyla onun ispatına çalışır ve onu haber verir; elbette Kuranın hakkaniyetine şehadet ve delalet eden bütün hüccetleri ve delilleri ve burhanları, dolayısıyla ahiretin vücuduna ve tahakkukuna ve açılmasına dahi delalet ve şehadet ederler.
İşte bak, bu rükn-ü imani ne kadar kuvvetli ve kati olduğunu gör.
Sekizinci Meselenin Bir Hülasası
Yedincide haşri çok makamattan soracaktık. Fakat Halıkımızın isimleriyle verdiği cevap o derece kuvvetli yakin ve kanaat verdi ki, daha başka sorgulara ihtiyaç bırakmadığından, orada kısa kestik. Şimdi bu meselede, ahiret imanının, hem ahiretin saadetine, hem dünya saadetine dair temin ettiği faideler ve neticelerinden yüzden biri hülasa edilecek. Saadet-i uhreviyeye ait kısmı, Kuran-ı Mucizül-Beyanın izahatı daha hiç bir beyana ihtiyaç bırakmamış. Onu ona havale ederek ve saadet-i dünyeviyeye ait kısmı izah cihetini Risale-i Nura bırakıp, yalnız kısa bir hülasa ile insanın hayat-ışahsiye ve hayat-ı içtimaiyesine ait yüzer neticelerinden üç-dört tanesini beyan ederiz.
Birincisi
İnsan, sair hayvanata muhalif olarak, hanesiyle alakadar olduğu misillü, dünya ile alakadardır. Ve akaribiyle münasebettar olduğu gibi, nev-i beşer ile de ciddi ve fıtri münasebettardır. Ve dünyada muvakkat bekàsını arzuladığı gibi, bir dar-ı ebedide bekàsını, aşk derecesinde arzuluyor. Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeye çalıştığı gibi, dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeye fıtraten mecburdur, çabalıyor. Ve öyle arzuları ve matlapları var ki, ebedi saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor. Hatta, Onuncu Sözde işaret edildiği gibi, bir zaman, küçüklüğümde, hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, baki fakat adi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “Ah!” çekti. “Cehennem de olsa bekà isterim” dedi.
İşte, madem mahiyet-i insaniyenin bir hizmetkarı olan kuvve-i hayaliyeyi bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor; elbette gayet cami mahiyet-i insaniye, ebediyetle fıtraten alakadardır. İşte bu hadsiz arzu ve emellere bağlı olduğu halde, sermayesi bir cüzi cüz-ü ihtiyari ve fakr-ı mutlak bir insana, ahirete iman ne derece kuvvetli ve kafi ve vafi bir hazine, bir medar-ı saadet ve lezzet, bir medar-ı istimdat, bir merci ve dünyanın hadsiz gamlarına karşı bir medar-ı teselli olduğu öyle bir meyve ve faidedir ki, onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse yine ucuzdur.
İkinci meyvesi ve hayat-ı şahsiyeye bakan bir faidesi:
Üçüncü Meselede izah edilen ve Gençlik Rehberinde bir haşiye bulunan çok ehemmiyetli bir neticedir.
Evet, her insanın, her zaman düşündüğü en ehemmiyetli endişesi, mezaristana giren kendi dostları ve akrabaları gibi o idamhaneye girmek keyfiyetidir. Birtek dostu için ruhunu feda eden o biçare insanın, binler, belki milyonlar, milyarlar dostları ebedi bir müfarakat içinde idam olmalarını tevehhüm edip Cehennem azabından beter bir elem, o düşünmek ucundan göründüğü vakit, ahirete iman geldi, gözünü açtırdı ve perdeyi kaldırdı… “Bak” dedi. O, imanla baktı. Cennet lezzetinden haber veren bir lezzet-i ruhaniyeyi, o dostları ebedi ölümlerden ve çürümelerden kurtulup mesrurane bir nurani alemde onu da bekliyorlar vaziyetinde müşahedesiyle aldı.
Risale-i Nurda bu netice hüccetlerle izahına iktifaen kısa kesiyoruz.
Hayat-ı şahsiyeye ait üçüncü bir faidesi:
İnsanın sair zihayatlar üstündeki tefevvuku ve rütbesi ise, yüksek seciyeleri ve cemiyetli istidatları ve külli ubudiyetleri ve geniş vücudi daireleri itibarıyladır. Halbuki o insan hem madum, hem ölü, hem karanlık olan geçmiş ve gelecek zamanların ortasında sıkışmış bir kısa zaman olan hazır vaktin mikyasıyla, ölçüsüyle hamiyeti, muhabbeti, kardeşliği, insaniyeti gibi seciyeler alır.
Mesela, eskiden tanımadığı ve ayrılıktan sonra da hiç göremeyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini ve vatanını sever, hizmet eder. Ve tam sadakate ve ihlasa pek nadir muvaffak olabilir; o nisbette kemalatı ve seciyeleri küçülür. Değil hayvanların en ulvisi, belki baş aşağı, akıl cihetiyle en biçaresi ve aşağısı olmak vaziyetine düşeceği sırada, ahirete iman imdada yetişir. Mezar gibi dar zamanını, geçmiş ve gelecek zamanları içine alan pek geniş bir zamana çevirir ve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir daire-i vücut gösterir.
Babasını dar-ı saadette ve alem-i ervahta dahi pederlik münasebetiyle ve kardeşini ta ebede kadar uhuvvetini düşünmesiyle ve karısını Cennette dahi en güzel bir refika-i hayatı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük ve geniş daire-i hayatta ve vücuttaki münasebetler için olan ehemmiyetli hizmetleri, dünyanın kıymetsiz işlerine ve cüzi garazlarına ve menfaatlerine alet etmez. Ciddi sadakate ve samimi ihlasa muvaffak olarak, kemalatı ve hasletleri, o nisbette, derecesine göre yükselmeye başlar, insaniyeti teali eder. Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişmeyen o insan, bütün hayvanat üstünde, kainatın en müntehap ve bahtiyar bir misafiri ve Sahib-i Kainatın en mahbup ve makbul bir abdi olmasıdır. Bu netice dahi Risale-i Nurda hüccetlerle izahına iktifaen kısa kesildi.
Dördüncü bir faidesi ki, insanın hayat-ı içtimaiyesine bakıyor:
Risale-i Nurdan Dokuzuncu Şuada beyan edilen o neticenin bir hülasası şudur:
Nev-i insanın dörtten birini teşkil eden çocuklar, ahiret imanıyla insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidatlarını taşıyabilirler. Yoksa, elim endişeler içinde, kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukça oyuncaklarıyla, haylaz bir hayatla yaşayacak. Çünkü, her vakit etrafında onun gibi çocukların ölmesiyle onun nazik dimağında ve ileride uzun arzuları taşıyan zayıf kalbinde ve mukavemetsiz ruhunda öyle bir tesir yapar ki, hayatı ve aklı o biçareye alet-i azap ve işkence edeceği zamanda, ahiret imanının dersiyle, görmemek için oyuncaklar altında onlardan saklandığı o endişeler yerinde, bir sevinç ve genişlik hissederek der:
“Bu kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennetin bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyf eder, gezer. Ve validem öldü, fakat rahmet-i İlahiyeye gitti, yine beni Cennette kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim” diye insaniyete layık bir tarzda yaşayabilir.
Hem insanın bir rubunu teşkil eden ihtiyarlar, yakında hayatlarının sönmesine ve toprağa girmelerine ve güzel ve sevimli dünyalarının kapanmasına karşı teselliyi, ancak ve ancak ahiret imanında bulabilirler. Yoksa o merhametli muhterem babalar ve fedakar şefkatli analar, öyle bir vaveyla-yı ruhi ve bir dağdağa-i kalbi çekeceklerdi ki, dünya onlara meyusane bir zindan ve hayat işkenceli bir azap olurdu. Fakat ahiret imanı onlara der:
“Merak etmeyiniz. Sizin ebedi bir gençliğiniz var, gelecek ve parlak bir hayat ve nihayetsiz bir ömür sizi bekliyor. Ve zayi ettiğiniz evlat ve akrabalarınızla sevinçlerle görüşeceksiniz. Ve ettiğiniz bütün iyilikleriniz muhafaza edilmiş; mükafatlarını göreceksiniz” diye, iman-ı ahiret onlara öyle bir teselli ve inşirah verir ki; her birinin yüz ihtiyarlık birden başlarına toplansa onları meyus etmez.
Nev-i insanın üçten birisini teşkil eden gençler, hevesatları galeyanda, hissiyata mağlup, cüretkar akıllarını her vakit başına almayan o gençler, ahiret imanını kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur etmezlerse, hayat-ı içtimaiyede, ehl-i namusun malı ve ırzı ve zayıf ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır. Bazı, bir dakika lezzeti için bir mesut hanenin saadetini mahveder ve bu gibi, hapiste dört beş sene azap çeker, canavar bir hayvan hükmüne geçer. Eğer iman-ı ahiret onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır. “Gerçi hükümet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. Fakat Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelalin melaikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zayıf olacağım” diye, birden, zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar. Bu mananın dahi Risale-i Nurda burhanlarıyla izahına iktifaen kısa kesiyoruz.
Hem nev-i beşerin ehemmiyetli bir kısmı, hastalar ve mazlumlar ve bizim gibi musibetzedeler ve fakirler ve ağır ceza alan mahpuslar, eğer iman-ı ahiret onların imdadına yetişmezse, her vakit hastalığın ihtarıyla gözü önüne gelen ölüm ve intikamını alamadığı ve namusunu elinden kurtaramadığı zalimin mağrurane ihaneti ve büyük musibetlerde boşu boşuna malını, evladını kaybetmekle gelen elim meyusiyeti ve bir-iki dakika veya bir iki saat keyif yüzünden beş on sene böyle bir hapis azabını çekmekten gelen kederli sıkıntı, elbette o biçarelere dünyayı zindan ve hayatı bir işkenceli azaba çevirir. Eğer ahirete iman imdatlarına yetişse, birden onlar nefes alırlar; sıkıntıları, meyusiyetleri ve endişeleri ve intikam hiddetleri, derece-i imanına göre kısmen ve bazan tamamen zail olur.
Hatta diyebilirim ki, benim ve bir kısım kardeşlerimin bu sebepsiz hapsimizde ve dehşetli musibetimizde, eğer iman-ı ahiret yardım etmeseydi, bir gün dayanmak, ölüm kadar tesir edip bizi hayattan istifa etmeye sevk edecekti. Fakat hadsiz şükür olsun, benim canım kadar sevdiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim ve gözüm kadar sevdiğim binler Risale-i Nur risaleleri ve benim yaldızlı ve süslü ve çok kıymettar kitaplarımın ziyaları ve ağlamalarından teessüflerini çektiğim ve eskiden beri az bir ihaneti ve tahakkümü kaldıramadığım halde; sizi kasemle temin ederim ki, iman-ı bilahiret nuru ve kuvveti bana öyle bir sabır ve tahammül ve teselli ve metanet, belki mücahidane, karlı bir imtihan dersinde daha büyük mükafatı kazanmak için bir şevk verdi ki, ben bu risalenin başında dediğim gibi, kendimi medrese-i Yusufiye ünvanına layık bir güzel ve hayırlı medresede biliyorum. Arasıra gelen hastalıklar ve ihtiyarlıktan neşet eden titizlikler olmasaydı, mükemmel ve rahat-ı kalb ile derslerime daha ziyade çalışacaktım. Her ne ise, bu makam münasebetiyle saded harici girdi; kusura bakılmasın.
Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı ahiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradı, herbiri şefkat ve muhabbet ve alakadarlığı derecesinde elim endişeler ve azaplar çeker. O cenneti, cehenneme döner veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahetlerle aklını tenvim edip uyutur. Devekuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor, uçamıyor. Başını kuma sokar, ta görünmesin. Başını gaflete sokar, ta ölüm ve zeval ve firak onu görmesin. Divanece, muvakkat iptal-i his nevinden bir çare bulur. Çünkü, mesela valide, ruhunu feda ettiği evladını daima tehlikelere maruz gördükçe titrer. Ve pederini ve kardeşini eksik olmayan belalardan kurtaramayan evlatlar, daim bir keder, bir korkaklık hisseder. Buna kıyasen, bu dağdağalı, kararsız hayat-ı dünyeviyede, o mesut zannedilen aile hayatı çok cihetlerle saadetini kaybeder. Ve kısacık bir hayattaki münasebet ve karabet dahi, hakiki sadakati ve samimi ihlası ve garazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermez. Ahlak o nisbette küçülür, belki sukut eder.
Eğer ahirete iman o haneye girse, birden ışıklandıracak. Ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karabet ve muhabbet, kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dar-ı ahirette, saadet-i ebediyede dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimi hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlak yükseklenir. Hakiki insaniyet saadeti o hanede başlar inkişafa.
Bu mana dahi hüccetlerle Risale-i Nurda beyanına binaen kısa kesildi.
Hem herbir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı ahiret o büyük aile efradında hükmetmezse, güzel ahlakın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakarlık, rıza-yı İlahi, sevab-ı uhrevi yerine garaz, menfaat, sahtekarlık, hodgamlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zahiri asayiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kaviler zulme, ihtiyarlar ağlamaya başlarlar.
Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir milli ailenin hanesidir. Eğer iman-ı ahiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimi hürmet ve ciddi merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar.
Çocuklara der: “Cennet var, haylazlığı bırak.” Kuran dersiyle temkin verir.
Gençlere der: “Cehennem var, sarhoşluğu bırak.” Aklı başlarına getirir.
Zalime der: “Şiddetli azap var, tokat yiyeceksin.” Adalete başını eğdirir.
İhtiyarlara der: “Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimi bir uhrevi saadet ve taze, baki bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmaya çalış.” Ağlamasını gülmeye çevirir.
Bunlara kıyasen, cüzi ve külli herbir taifede hüsn-ü tesirini gösterir, ışıklandırır. Nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle alakadar olan içtimaiyyun ve ahlakıyyunların kulakları çınlasın! İşte, iman-ı ahiretin binler faidelerinden, işaret ettiğimiz beş altı nümunelerine sairleri kıyas edilse, kati anlaşılır ki, iki cihanın ve iki hayatın medar-ı saadeti yalnız imandır.
Risale-i Nurda, Yirmi Sekizinci Sözde ve başka risalelerinde, haşrin cismaniyeti cihetinde gelen zayıf şüphelere kuvvetli cevaplarına iktifaen burada yalnız bir kısa işaretle deriz ki:
Esma-i İlahiyenin en cemiyetli ayinesi cismaniyettedir. Ve hilkat-i kainattaki makàsıd-ı İlahiyenin en zengini ve faal merkezi cismaniyettedir. Ve ihsanat-ı Rabbaniyenin en çok çeşitleri ve rengarenkleri cismaniyettedir. Ve beşerin ihtiyacat dilleriyle Halıkına karşı dualarının ve teşekküratının en kesretli tohumları yine cismaniyettedir. Maneviyat ve ruhaniyat alemlerinin en mütenevvi çekirdekleri yine cismaniyettedir.
Bunlara kıyasen, yüzer külli hakikatler cismaniyette temerküz ettiğinden, Halık-ı Hakim, zemin yüzünde cismaniyeti çoğaltmak ve mezkur hakikatlere mazhar eylemek için, öyle süratli ve dehşetli bir faaliyetle kàfile kàfile arkasına mevcudata vücut giydirir, o meşhere gönderir. Sonra onları terhis eder, başkalarını gönderir. Mütemadiyen kainat fabrikasını işlettirir. Cismani mahsulatı dokuyup, zemini ahirete ve Cennete bir fidanlık bahçesi hükmüne getirir. Hatta insanın cismani midesini memnun etmek için o midenin hal diliyle bekàsına dair duasını kemal-i ehemmiyetle dinleyip kabul ederek fiilen cevap vermek için, hadsiz ve hesapsız ve yüz binler tarzlarda ve binler çeşit çeşit lezzetlerde gayet sanatlı taamları ve gayet kıymetli nimetleri cismaniyete ihzar etmek, bedahetle ve şeksiz gösterir ki, dar-ı ahirette Cennetin en çok ve en mütenevvi lezzetleri cismanidir. Ve saadet-i ebediyenin en ehemmiyetli ve herkesin istediği ve ünsiyet ettiği nimetleri cismanidir.
Acaba hiçbir cihet-i ihtimali ve imkanı var mı ki, bu adi midenin hal diliyle bekà duasını kabul edip nihayetsiz mucizatlı maddi taamlarla onu minnettar ederek, her vakit tesadüfsüz, kasti olarak fiilen cevap veren bir Kadir-i Rahim, bir Alim-i Kerim, kainatın en ehemmiyetli neticesi ve arzın halifesi ve o Halıkın güzidesi ve perestişkarı olan nev-i insanın insaniyet mide-i kübrası ile külli ve yüksek ve daima arzu ettiği ve ünsiyet ettiği ve fıtraten istediği cismani lezzetleri, dar-ı bekàda verilmesine dair hadsiz umumi duaları kabul olmasın ve haşr-i cismani ile fiilen cevap verilmesin, onu ebedi minnettar etmesin? Adeta sineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin! Ve adi bir neferin kemal-i ehemmiyetle techizatına baksın; orduya hiç bakmasın, ehemmiyet vermesin! Bu yüz derece muhal ve batıldır.
Evet, وَفِيهَا مَا تَشْتَهِيهِ اْلاَنْفُسُ وَتَلَذُّ اْلاَعْيُنُ ayetinin sarahat-i katiyesiyle, insan, en ziyade ünsiyet ettiği ve dünyada nümunesini tatmış olduğu cismani lezzetleri Cennete layık bir tarzda görecek, tadacak. Ve lisan, göz ve kulak gibi azaların ettikleri halis şükürler ve hususi ibadetlerin mükafatları, o uzuvlara mahsus cismani lezzetler ile verilecektir. Kuran-ı Mucizül-Beyan, o derece cismani lezzetleri sarih bir surette beyan eder ki, başka tevillerle mana-yı zahiriyi kabul etmemek imkan haricindedir.
İşte, iman-ı ahiretin meyveleri ve neticeleri gösteriyorlar ki, nasıl ki aza-yı insaniden midenin hakikati ve ihtiyacatı, taamların vücuduna kati delalet eder; öyle de, insanın hakikati ve kemalatı ve fıtri ihtiyacatı ve ebedi arzuları ve iman-ı ahiretin mezkur netice ve faidelerini isteyen hakikatleri ve istidatları daha kati olarak ahirete ve Cennete ve cismani baki lezzetlere delalet ve tahakkuklarına şehadet ettiği gibi, bu kainatın hakikat-i kemalatı ve manidar tekvini ayatı ve insaniyetin mezkur hakikatlerle alakadar bütün hakikatleri, dar-ı ahiretin vücuduna ve tahakkukuna ve haşrin gelmesine ve Cennet ve Cehennemin açılmasına delalet ve şehadet ettiklerini, Risale-i Nur eczaları ve bilhassa Onuncu ve Yirmi Sekizinci (iki makamı), Yirmi Dokuzuncu Sözler ve Dokuzuncu Şua ve Münacat risaleleri hüccetlerle, parlak ve şüphe bırakmaz bir tarzda ispat etmişler. Onlara havale ederek bu uzun kıssayı kısa kesiyoruz.
Cehenneme dair beyanat-ı Kuraniye o kadar vazıh ve zahirdir ki, başka izahata ihtiyaç bırakmamış. Yalnız bir iki zayıf şüpheyi izale edecek iki üç nükteyi, tafsilini Risale-i Nura havale edip gayet kısa bir hülasasını beyan edeceğiz.
Birinci Nükte
Cehennem fikri, geçmiş iman meyvelerinin lezzetlerini korkusuyla kaçırmıyor. Çünkü, hadsiz rahmet-i Rabbaniye, o korkan adama der: “Bana gel, tevbe kapısıyla gir. Ta Cehennemin vücudu, değil korkutmak, belki sana Cennetin lezzetlerini tam bildirsin ve senin ve hukuklarına tecavüz edilen hadsiz mahlukatın intikamlarını alsın, sizi keyiflendirsin.”
Eğer sen dalalette boğulup çıkamıyorsan, yine Cehennemin vücudu bin derece idam-ı ebediden hayırlıdır ve kafirlere de bir nevi merhamettir. Çünkü insan, hatta yavrulu hayvanat dahi, akrabasının ve evladının ve ahbabının lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir, bir cihette mesut olur. Şu halde, sen ey mülhid, dalaletin itibariyle ya idam-ı ebedi ile ademe düşeceksin veya Cehenneme gireceksin. Şerr-i mahz olan adem ise, senin bütün sevdiklerin ve saadetleriyle memnun ve bir derece mesut olduğun umum akraba ve asıl ve neslin, seninle beraber idam olmasından, binler derece Cehennemden ziyade senin ruhunu ve kalbini ve mahiyet-i insaniyeni yandırır. Çünkü Cehennem olmazsa Cennet de olmaz. Herşey senin küfrünle ademe düşer. Eğer sen Cehenneme girsen, vücut dairesinde kalsan, senin sevdiklerin ve akrabaların ya Cennette mesut veya vücut dairelerinde bir cihette merhametlere mazhar olurlar. Demek, herhalde Cehennemin vücuduna taraftar olmak sana lazımdır. Cehennem aleyhinde bulunmak ademe taraftar olmaktır ki, hadsiz dostlarının saadetlerinin hiç olmasına taraftarlıktır.
Evet, Cehennem ise, hayr-ı mahz olan daire-i vücudun Hakim-i Zülcelalinin hakimane ve adilane bir hapishane vazifesini gören dehşetli ve celalli bir mevcut ülkesidir. Hapishane vazifesini de görmekle beraber, başka pek çok vazifeleri var. Ve pek çok hikmetleri ve alem-i bekàya ait hizmetleri var. Ve zebani gibi pek çok zihayatın celaldarane meskenleridir.
İkinci Nükte
Cehennemin vücudu ve şiddetli azabı, hadsiz rahmete ve hakiki adalete ve israfsız, mizanlı hikmete zıddiyeti yoktur. Belki rahmet ve adalet ve hikmet, onun vücudunu isterler. Çünkü, nasıl bin masumların hukukunu çiğneyen bir zalimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zalimi affetmek ve canavarı serbest bırakmak, birtek yolsuz merhamete mukàbil, yüzer biçarelere yüzer merhametsizliktir.
Aynen öyle de, Cehennem hapsine girenlerden olan kafir-i mutlak, küfrüyle hem esma-i İlahiyenin hukukuna inkar ile tecavüz, hem o esmaya şehadet eden mevcudatın şehadetlerini tekzip ile hukuklarına tecavüz ve mahlukatın o esmaya karşı tesbihkarane yüksek vazifelerini inkar etmekle hukuklarına tecavüz ve kainatın gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücudu ve bekàsı olan tezahür-ü rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyetlerle mukabelelerini ve ayinedarlıklarını tekzip ile hukukuna bir nevi tecavüz ettiği haysiyetiyle öyle azim bir cinayet, bir zulümdür ki, affa kàbiliyeti kalmaz, إِنَّ اللهَ لاَ يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ.. ayetinin tehdidine müstehak olur. Onu Cehenneme atmamak, bir yersiz merhamete mukàbil, hukuklarına taarruz edilen hadsiz davacılara hadsiz merhametsizlikler olur. İşte o davacılar Cehennemin vücudunu istedikleri gibi, izzet-i celal ve azamet-i kemal dahi kati isterler.
Evet, nasıl bir serseri asi ve raiyete tecavüz eden bir adam, oranın izzetli hakimine dese, “Beni hapse atamazsın ve yapamazsın” diye izzetine dokunsa, elbette o şehirde hapis olmasa da o edepsiz için bir hapis yapacak, onu içine atacak. Aynen öyle de, kafir-i mutlak, küfrüyle izzet-i celaline şiddetle dokunuyor. Ve azamet-i kudretine inkar ile dokunduruyor. Ve kemal-i rububiyetine tecavüzüyle ilişiyor. Elbette Cehennemin pek çok vazifeler için pek çok esbab-ı mucibesi ve vücudunun hikmetleri olmasa da, öyle kafirler için bir Cehennemi halk etmek ve onları içine atmak, o izzet ve celalin şenidir.
Hem mahiyet-i küfür dahi Cehennemi bildirir. Evet, nasıl ki imanın mahiyeti eğer tecessüm etse, lezzetleriyle bir cennet-i hususiye şekline girebilir ve Cennetten bu noktadan gizli haber verir. Aynen öyle de, Risale-i Nurda delilleriyle ispat ve baştaki meselelerde dahi işaret edilmiş ki, küfrün ve bilhassa küfr-ü mutlakın ve nifakın ve irtidadın öyle karanlıklı ve dehşetli elemleri ve manevi azapları var, eğer tecessüm etse, o mürted adama bir hususi cehennem olur ve büyük Cehennemden bu cihette gizli haber verir. Ve bu fidanlık dünya mezraasındaki hakikatçikler ahirette sümbüller vermesi noktasında bu zehirli çekirdek, o zakkum ağacına işaret eder, “Ben onun bir mayesiyim,” der. “Ve beni kalbinde taşıyan bedbaht için o zakkum ağacının bir hususi nümunesi, benim meyvem olur.”
Madem küfür hadsiz hukuka bir tecavüzdür; elbette hadsiz bir cinayettir. Öyle ise hadsiz bir azaba müstehak eder. Madem bir dakika katl, on beş sene cezada (sekiz milyona yakın dakikada) hapis azabını çekmesini adalet-i beşeriye kabul edip maslahata ve hukuk-u ammeye muvafık görür. Elbette bir küfür bin katl kadar olması cihetiyle, bir dakika küfr-ü mutlak, sekiz milyara yakın dakikalarda azap çekmesi, o kanun-u adalete muvafık geliyor. Bir sene ömrünü o küfürde geçiren, iki (2) trilyon sekiz yüz seksen (880) milyara yakın dakikada azaba müstehak ve خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا sırrına mazhar olur.
Her ne ise… Kuran-ı Hakimin Cennet ve Cehennem hakkındaki mucizane izahatı ve Kuranın tefsiri ve ondan gelen Risale-i Nurun Cennet ve Cehennemin vücutlarına dair hüccetleri, daha başka beyana ihtiyaç bırakmamışlar.
وَيَتَفَكَّرُونَ فِى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ رَبَّنَا اصْرِفْ عَنَّا عَذَابَ جَهَنَّمَ اِنَّ عَذَابَهَا كَانَ غَرَامًا اِنَّهَا سَۤاءَتْ مُسْتَقَرًّا وَمُقَامًا gibi pek çok ayetlerin ve başta Resulallah (a.s.m.) ve umum peygamberler ve ehl-i hakikatın, her vakit dualarında en ziyade, اَجِرْنَا مِنَ النَّارِ.. نَجِّنَا مِنَ النَّارِ.. خَلِّصْنَا مِنَ النَّارِ ve vahiy ve şuhuda binaen onlarca katiyet kesb eden “Cehennemden bizi hıfz eyle” demeleri gösteriyor ki, nev-i beşerin en büyük meselesi Cehennemden kurtulmaktır. Ve kainatın pek çok ehemmiyetli ve muazzam ve dehşetli bir hakikati Cehennemdir ki, bir kısım o ehl-i şuhud ve keşif ve tahkik onu müşahede eder. Ve bir kısmı tereşşuhatını ve gölgelerini görür, dehşetinden feryat ederler, “Bizi ondan kurtar” derler.
Evet, bu kainatta hayır-şer, lezzet-elem, ziya-zulmet, hararet-bürudet, güzellik-çirkinlik, hidayet-dalalet birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi, pek büyük bir hikmet içindir. Çünkü şer olmazsa hayır bilinmez. Elem olmazsa lezzet anlaşılmaz. Zulmetsiz ziya, ehemmiyeti olmaz. Soğukla, hararetin dereceleri tahakkuk eder. Çirkinlikle, hüsnün tek bir hakikati, bin hakikat ve binler çeşit hüsün mertebeleri vücut bulur. Cehennemsiz, Cennetin pek çok lezzetleri gizli kalır. Bunlara kıyasen, herşey, bir cihette zıddıyla bilinebilir. Ve birtek hakikatı, sümbül verip çok hakikatler olur.
Madem bu karışık mevcudat dar-ı faniden dar-ı bekàya akıp gidiyor. Elbette, nasıl ki hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler Cennete akar; öyle de, şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler Cehenneme yağar. Ve bu mütemadiyen çalkanan kainatın selleri o iki havza girer, durur.
Kerametli Yirmi Dokuzuncu Sözün ahirindeki remizli nüktelerine havale ederek kısa kesiyoruz.
Ey bu medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaşlarım!
Bu dehşetli haps-i ebediden kurtulmanın kolayı, çaresi, bu dünyevi hapsimizden istifade ederek, elimiz mecburiyetle yetişmeyen çok günahlardan kurtulduğumuzla beraber, eski günahlardan tevbe edip farzlarımızı eda ederek herbir saat bu hapisteki ömrümüzü bir gün ibadet hükmüne getirmekle o ebedi hapisten necatımız ve o nurani cennete girmemiz için en iyi bir fırsattır. Bu fırsatı kaçırırsak, dünyamız ağladığı gibi ahiretimiz dahi ağlayacak خَسِرَ الدُّنْيَا وَاْلاٰخِرَةَ tokadını yiyeceğiz.
Bu makam yazıldığı zaman Kurban Bayramı geldi.
Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekberlerle nev-i beşerin beşten birisine, üç yüz milyon insanlara birden Allahu ekber dedirmesi; koca küre-i arz, büyüklüğü nisbetinde o Allahu ekber kelime-i kudsiyesini semavattaki seyyarat arkadaşlarına işittiriyor gibi, yirmi binden ziyade hacıların Arafatta ve iydde beraber birden Allahu ekber demeleri, Resulallah aleyhissalatü vesselamın bin üç yüz sene evvel al ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği Allahu ekber kelamının bir nevi aks-i sadası olarak, rububiyet-i İlahiyenin Rabbül-Arz ve Rabbül-alemin azamet-i ünvanıyla külli tecellisine karşı geniş ve külli bir ubudiyetle bir mukabeledir diye tahayyül ve his ve kanaat ettim.
Sonra, acaba bu kelam-ı kudsinin bizim meselemizle dahi münasebeti var mı diye tahattur ettim. Birden hatıra geldi ki:
Başta bu kelam olarak sair bakiyat-ı salihat ünvanını taşıyan La ilahe illallah, vel-hamdü lillah ve Sübhanallah gibi şêairden çok kelamlar cüzi ve külli, meselemizi ihtar ve tahakkukuna işaret ederler.
Mesela; Allahu ekberin bir vech-i manası Cenab-ı Hakkın kudreti ve ilmi herşeyin fevkinde büyüktür; hiçbir şey daire-i ilminden çıkamaz, tasarruf-u kudretinden kaçamaz ve kurtulamaz. Ve korktuğumuz en büyük şeylerden daha büyüktür. Demek haşri getirmekten ve bizi ademden kurtarmaktan ve saadet-i ebediyeyi vermekten daha büyüktür. Her acip ve tavr-ı aklın haricindeki herşeyden daha büyüktür ki, مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ إِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ ayetinin sarahat-i katiyesiyle, nevi beşerin haşri ve neşri, birtek nefsin icadı kadar o kudrete kolay gelir. Bu mana itibarıyledir ki, darb-ı mesel hükmünde büyük musibetlere ve büyük maksatlara karşı, herkes “Allah büyüktür, Allah büyüktür” der, kendine teselli ve kuvvet ve nokta-i istinat yapar.
Evet, nasıl ki Dokuzuncu Sözde, bu kelime iki arkadaşıyla bütün ibadatın fihristesi olan namazın çekirdekleri ve hülasaları ve içinde ve tesbihatında tekrar ile namazın manasını takviye için Sübhanallah, Elhamdü lillah, Allahu ekber üç muazzam hakikatlere ve insanın kainatta gördüğü medar-ı hayret, medar-ı şükran ve medar-ı azamet ve kibriya, acip ve güzel ve büyük, pek çok fevkalade şeylerden aldığı hayret ve lezzet ve heybetten neşet eden suallerine pek kuvvetli cevap verdiği gibi, On Altıncı Sözün ahirinde izah edilen şu: Nasıl bir nefer, bayramda bir müşir ile beraber huzur-u padişaha girer; sair vakitte, zabitinin makamıyla onu tanır. Aynen öyle de, her adam hacda bir derece veliler gibi Cenab-ı Hakkı Rabbül-Arz ve Rabbül-alemin ünvanı ile tanımaya başlar. Ve o kibriya mertebeleri kalbine açıldıkça, ruhunu istila eden mükerrer ve hararetli hayret suallerine yine Allahu ekber tekrarıyla umumuna cevap verdiği misillü, On Üçüncü Lemanın ahirinde izahı bulunan ki, şeytanların en ehemmiyetli desiselerini köküyle kesip cevab-ı kati veren yine Allahu ekber olduğu gibi, bizim ahiret hakkındaki sualimize de kısa fakat kuvvetli cevap verdiği misillü, Elhamdu lillah cümlesi dahi haşri ihtar edip ister. Bize der: “Manam ahiretsiz olmaz. Çünkü, ezelden ebede kadar her kimden ve her kime karşı bütün hamd ve şükür ona mahsustur, ifade ettiğimden, bütün nimetlerin başı ve nimetleri hakiki nimet yapan ve bütün zişuuru ademin hadsiz musibetlerinden kurtaran, yalnız saadet-i ebediye olabilir ve benim o külli manama mukabele eder.”
Evet, her mümin, namazlardan sonra, hergün hiç olmazsa yüz elliden ziyade Elhamdü lillah, Elhamdü lillah şeran demesi ve manası da, ezelden ebede kadar bir hadsiz geniş hamd ve şükrü ifade etmesi, ancak ve ancak saadet-i ebediyenin ve Cennetin peşin bir fiyatı ve muaccel bir bahasıdır. Ve dünyanın kısa ve fani elemlerle alude olan nimetlerine münhasır olmaz ve mahsus değil; ve onlara da, ebedi nimetlere vesile olmaları cihetiyle bakar, şükreder. Sübhanallah kelime-i kudsiyesi ise, Cenab-ı Hakkı şerikten, kusurdan, noksaniyetten, zulümden, aczden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemal ve cemal ve celaline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek manasıyla, saadet-i ebediyeyi ve celal ve cemal ve kemal-i saltanatının haşmetine medar olan dar-ı ahireti ve ondaki Cenneti ihtar edip delalet ve işaret eder. Yoksa, sabıkan ispat edildiği gibi, saadet-i ebediye olmazsa, hem saltanatı, hem kemali, hem celal, hem cemal, hem rahmeti, kusur ve noksan lekeleriyle lekedar olurlar.
İşte bu üç kudsi kelimeler gibi, Bismillah ve La ilahe illallah ve sair kelimat-ı mübareke, herbiri erkan-ı imaniyenin birer çekirdeği ve bu zamanda keşfedilen et hülasası ve şeker hülasası gibi, hem erkan-ı imaniyenin, hem Kuran hakikatlarının hülasaları ve bu üçü namazın çekirdekleri oldukları gibi, Kuranın dahi çekirdekleri ve parlak bir kısım surelerin başlarında pırlanta gibi görünmeleri ve çok sünuhatı tesbihatta başlayan Risale-i Nurun dahi hakiki madenleri ve esasları ve hakikatlerinin çekirdekleridirler. Ve velayet-i Ahmediye ve ubudiyet-i Muhammediye aleyhissalatü vesselam cihetinde, öyle bir daire-i zikirde, namazdan sonraki tesbihatta bir tarikat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) virdidirler ki, her namaz vaktinde yüz milyondan ziyade müminler beraber, o halka-i kübra-yı zikirde, ellerinde tesbihler Sübhanallah otuz üç, Elhamdü lillah otuz üç, Allahu ekber otuz üç defa tekrar ederler.
İşte böyle gayet muhteşem bir halka-i zikirde, sabıkan beyan ettiğimiz gibi, hem Kuranın, hem imanın, hem namazın hülasaları ve çekirdekleri olan üç kelime-i mübarekeyi namazdan sonra otuzüçer defa okumak ne kadar kıymettar ve sevaplı olduğunu elbette anladınız.
Bu risalenin başında Birinci Meselesi namaza dair güzel bir ders olduğu gibi, hiç düşünmediğim halde, adeta ihtiyarsız olarak, onun ahiri de namaz tesbihatına dair ehemmiyetli bir ders oldu.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى اِنْعَامِهِ سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Dokuzuncu Mesele
اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَا اُنْزِلَ إِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ اٰمَنَ بِاللهِ وَمَلٰۤئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَنُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْ رُسُلِهِ… ila ahiril-aye…
Bu ayet-i ecma ve ala ve ekberin bir külli ve uzun nüktesini beyan etmeye, bir dehşetli manevi sual ve bir azametli ve İlahi bir nimetin inkişafından neşet eden bir hal sebebiyet verdiler. Şöyle ki:
Manen ruha geldi: Neden bir cüz-ü hakikat-ı imaniyeyi inkar eden kafir olur ve kabul etmeyen Müslüman olmaz? Halbuki, Allah ve ahirete iman, birer güneş gibi o karanlığı izale etmek lazım geliyor. Hem neden bir rükün ve hakikat-i imaniyeyi inkar eden mürted olur, küfr-ü mutlaka düşer ve kabul etmeyen İslamiyetten çıkar? Halbuki sair erkan-ı imaniyeye imanı varsa, onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lazım geliyor.
Elcevap: İman, altı rüknünden çıkan öyle bir vahdani hakikattir ki, tefrik kabul etmez. Ve öyle bir küllidir ki, tecezzi kaldırmaz. Ve öyle bir külldür ki, kabil-i inkısam olmazlar. Çünkü, herbir rükn-ü imani, kendini ispat eden hüccetleriyle, sair erkan-ı imaniyeyi ispat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i azam olur. Öyle ise, bütün erkanı bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i batıl, hakikat nazarında birtek rüknü, belki bir hakikati iptal edip inkar edemez. Belki adem-i kabul perdesi altında gözünü kapamakla, bir küfr-ü inadi yapabilir.
Git gide küfr-ü mutlaka düşer, insaniyeti mahvolur; hem maddi, hem manevi Cehenneme gider. İşte biz bu makamda, gayet muhtasar işaretlerle ve Meyve Risalesinde haşrin ispatında, sair erkan-ı imaniye haşri de ispat ettiklerini kısacık hülasalarla beyanı gibi, bu makamda dahi mücmel fezleke ve muhtasar hülasalarla, Cenab-ı Hakkın inayetiyle bu nükte-i azam Altı Noktada beyan edilecek.
BİRİNCİ NOKTA
İman-ı billah, kendi hüccetleriyle hem sair rükünlerini, hem iman-ı bilahireti ispat eder ki, Meyve Risalesinin Yedinci Meselesinde güzelce göstermiş. Evet, bu hadsiz kainatı bir saray, bir şehir, bir memleket gibi bütün levazımıyla idare eden ve mizan ve intizam dairesinde çeviren ve hikmetlerle değiştiren ve zerratı ve seyyaratı ve sinekleri ve yıldızları birer muntazam ordu gibi beraber techiz ve idare eden ve emir ve iradesi dairesinde mütemadiyen bir ulvi manevra içinde talim ve tavzifatla faaliyete ve seyir ü cevelana ve ubudiyetkarane bir resm-i küşada ve seyahate getiren ezeli ve baki bir saltanat-ı rububiyet ve ebedi ve daimi bir hakimiyet-i uluhiyet, hiç mümkün müdür ve hiç akıl kabul eder mi ve hiçbir ihtimal var mı ki, o ebedi ve sermedi ve baki ve daimi saltanatın baki bir makarrı ve daimi bir medarı ve sermedi bir mazharı olan dar-ı ahiret olmasın? Bin defa haşa!
Demek Cenab-ı Hakkın saltanat ve rububiyeti ve—Yedinci Meselede beyan edildiği gibi—ekser isimleri ve vücub-u vücudunun hüccetleri, ahirete şehadet ederler ve isterler. Ve bu kutb-u imani ne kadar kuvvetli bir nokta-i istinadı var; gör, bil, görür gibi inan.
Hem nasıl iman-ı billah ahiretsiz olmaz; öyle de, Onuncu Sözde kısa işaretlerle beyan edildiği gibi, hiçbir cihette mümkün müdür ve hiç akıl kabul eder mi ki, uluhiyet ve mabudiyetin tezahürü için bu kainatı öyle bir mücessem kitab-ı Samedani ki, her sahifesi bir kitap kadar ve her satırı bir sahife kadar manaları ifade eder ve öyle cismani bir Kuran-ı Sübhani ki, herbir ayet-i tekviniyesi ve herbir kelimesi, hatta herbir noktası, herbir harfi birer mucize hükmündedir ve öyle muhteşem ve içi hadsiz ayatla ve manidar nakışlarla tezyin edilmiş bir mescid-i Rahmanidir ki, herbir köşesinde bir taife, bir nevi ibadet-i fıtriye ile iştigal eder bir şekilde halk eden bir Allah, bir Mabud-u Bilhak, o kitab-ı kebirin manalarını ders verecek üstadları ve o Kuran-ı Samedaninin ayetlerini tefsir edecek müfessirleri elçi olarak göndermesin ve o mescid-i ekberde hadsiz tarzlarda ibadet edenlere imamları tayin etmesin ve o üstadlara ve müfessirlere ve imamlara fermanları vermesin? Haşa, yüz bin haşa!
Hem cemal-i rahmetini ve hüsn-ü şefkatini ve kemal-i rububiyetini zişuurlara göstermek ve onları şükre ve hamde sevk etmek için bu kainatı öyle bir ziyafetgah ve bir teşhirgah ve öyle bir seyrangah ki, hadsiz çeşit çeşit, leziz nimetler ve gayet antika, hadsiz harika sanatlar içinde dizilmiş bir tarzda halk eden bir Sani-i Rahim ve Kerim, hiç mümkün müdür ve hiç akıl kabul eder mi ki, o ziyafetgahtaki zişuur mahluklarla konuşmasın ve onlara o nimetlere mukàbil elçileri vasıtasıyla vazife-i teşekküriyeyi ve tezahür-ü rahmetine ve sevdirmesine karşı vazife-i ubudiyeti bildirmesin. Haşa, binler haşa!
Hem hiç mümkün müdür: Bir Sani sanatını sever, beğendirmek ister, hatta ağızların bin çeşit zevklerini nazara alması delaletiyle, takdir ve tahsinlerle karşılanmak arzu eder ve herbir sanatıyla kendini hem tanıttırmak, hem sevdirmek, hem bir çeşit manevi cemalini göstermek ister bir tarzda bu kainatı antika sanatlarla süslendirdiği halde kainattaki zihayatın kumandanları olan insanlara onların büyüklerinden bir kısmıyla konuşup elçi olarak göndermesin; güzel sanatları takdirsiz ve fevkalade hüsn-ü esması tahsinsiz ve tanıttırması ve sevdirmesi mukabelesiz kalsın? Haşa, yüz bin haşa!
Hem bütün zihayatın ihtiyacat-ı fıtriyeleri için dualarına ve hal diliyle edilen bütün ilticalara ve arzulara vakti vaktine, kast ve ihtiyar ve iradeyi gösterir bir tarzda hadsiz inamlarıyla ve nihayetsiz ihsanatıyla fiilen ve halen sarih bir surette konuşan bir Mütekellim-i Alim, hiç mümkün müdür, hiç akıl kabul eder mi, en cüzi bir zihayat ile fiilen ve halen konuşsun ve tam derdine derman yetiştiren ihsanıyla derdini dinlesin ve ihtiyacını görsün ve bilsin; ve bütün kainatın en müntehap neticesi ve arzın halifesi ve ekser mahlukat-ı arziyenin kumandanları olan insanların manevi reisleriyle görüşmesin? Onlarla, belki her zihayatla fiilen ve halen konuştuğu gibi, onlarla kavlen ve kelamen konuşmasın ve onlara fermanları ve suhuf ve kitapları göndermesin? Haşa, hadsiz haşa!
Demek, iman-ı billah, katiyetiyle ve hadsiz hüccetleriyle ve bikütübihi ve rusülihi, yani peygamberlere ve mukaddes kitaplara imanı ispat eder.
Hem hiç bir cihet-i imkanı var mı ve hiç akıl kabul eder mi ki, bütün masnuatıyla kendini tanıttırana ve sevdirene ve teşekküratı fiilen ve halen isteyene mukàbil, kainatı velveleye veren hakikat-i Kuraniye ile Zülcelal o Sanatkarı ekmel bir tarzda tanıyıp ve tanıttırıp ve sevip ve sevdirip ve teşekkür edip ve ettirip ve Sübhanallah, Elhamdü lillah, Allahu ekberlerle küre-i arzı semavata işittirecek derecede konuşturup ve kara ve denizleri cezbeye getirecek bir vaziyetle, bin üç yüz sene zarfında nev-i beşerin kemiyeten beşten birisini ve keyfiyeten ve insaniyeten yarısını arkasına alıp o Halıkın bütün tezahürat-ı rububiyetine geniş ve külli bir ubudiyetle mukabele eden ve bütün makàsıd-ı İlahiyesine karşı Kuranın sureleriyle kainata ve asırlara bağıran, ders veren, dellallık eden ve nev-i insanın şerefini ve kıymetini ve vazifesini gösteren ve bin mucizatıyla tasdik edilen Muhammed aleyhissalatü vesselam, en müntehap mahluku ve en mükemmel elçisi ve en büyük resulü olmasın? Haşa ve kella, yüz bin defa haşa!
Demek, Eşhedu en la ilahe illallah hakikati, bütün hüccetleriyle ve eşhedu enne Muhammeder-Resulallah hakikatini ispat eder.
Hem hiç imkan var mı ki, bu kainatın Sanii, mahlukatını yüz bin dillerle birbiriyle konuştursun ve onların konuşmalarını işitsin ve bilsin ve kendisi konuşmasın? Haşa!
Hem hiç akıl kabul eder mi ki, kainattaki makàsıd-ı İlahiyesini bir fermanla bildirmesin? Ve muammasını açacak ve “Mahlukat ne yerden geliyorlar? Ve ne yere gidecekler? Ve niçin böyle kàfile kàfile arkasında buraya gelip bir parça durup geçiyorlar?” diye üç dehşetli sual-i umumiye hakiki cevap verecek Kuran gibi bir kitabı göndermesin? Haşa!
Hem hiç mümkün müdür ki, on üç asrı ışıklandıran ve her saatte yüz milyon lisanlarda kemal-i hürmetle gezen ve milyonlar hafızların kalblerinde kudsiyetiyle yazılan ve nev-i beşerin keyfiyeten kısm-ı azamını kanunlarıyla idare eden ve nefislerini ve ruhlarını ve kalblerini ve akıllarını terbiye ve tezkiye ve tasfiye ve talim eden ve Risale-i Nurda kırk vech-i icazı ispat edilen ve kırk taife ve tabaka-i nasa ve her tabakaya karşı bir nevi icazını gösterdiği kerametli ve harikalı On Dokuzuncu Mektupta beyan olunan ve Muhammed aleyhissalatü vesselam bin mucizatıyla onun bir mucizesi olarak hak kelamullah olduğu kati ispat edilen Kuran-ı Mucizül- Beyan, hiçbir cihette imkanı var mı ki, o Mütekellim-i Ezeli ve o Sani-i Sermedinin kelamı ve fermanı olmasın? Haşa, yüz bin defa haşa ve kella!
Demek, iman-ı billah, bütün hüccetleriyle, Kuranın kelamullah olduğunu ispat ediyor.
Hem hiç mümkün müdür ki, zeminin yüzünü mütemadiyen zihayatlarla doldurup boşaltan ve kendini tanıttırmak ve ibadet ve tesbihat ettirmek için bu dünyamızı zişuurlarla şenlendiren bir Sultan-ı Zülcelal, semavatı ve yıldızları boş ve hali bıraksın; onlara münasip ahaliyi yaratıp, o semavi saraylarda iskan etmesin ve saltanat-ı rububiyetini en büyük memleketinde hademesiz, haşmetsiz, memursuz, elçisiz, yaversiz, nazırsız, seyircisiz, abidsiz, raiyetsiz bıraksın? Haşa, melekler sayısınca haşa!
Hem hiçbir cihette imkanı var mı ki, bu kainatı öyle bir kitap tarzında yazar ki, herbir ağacın bütün tarihçe-i hayatını bütün çekirdeklerinde kaydeden ve herbir otun ve çiçeğin bütün vazife-i hayatiyesini bütün tohumlarında yazan ve herbir zişuurun bütün sergüzeşte-i hayatiyesini hardal gibi küçük kuvve-i hafızasında gayet mükemmel yazdıran ve bütün mülkünde ve devair-i saltanatında her ameli ve her hadiseyi müteaddit fotoğraflarla alarak muhafaza eden ve rububiyetin en ehemmiyetli bir esası olan adalet, hikmet ve rahmetinin tecellileri ve tahakkukları için koca Cennet ve Cehennemi ve sırat ve mizan-ı ekberi yaratan bir Hakim-i Hakim ve bir Alim-i Rahim, insanların kainatı alakadar eden amellerini yazdırmasın ve mücazat ve mükafat için fiillerini kaydettirmesin ve seyyiat ve hasenatlarını kaderin levhalarında yazmasın? Haşa, kaderin Levh-i Mahfuzunda yazılan harfleri adedince haşa!
Demek, iman-ı billah hakikatı, hüccetleriyle hem melaikeye iman, hem kadere iman hakikatlerini dahi kati ispat eder. Güneş gündüzü ve gündüz güneşi gösterdiği gibi, imanın rükünleri birbirini ispat ederler.
İKİNCİ NOKTA
Başta Kuran, bütün semavi kitaplar ve suhuflar ve başta Muhammed aleyhissalatü vesselam olarak, bütün peygamberler , bütün davaları beş altı esas üzerine dönüyorlar, mütemadiyen o esasları ders vermeye ve ispat etmeye çalışıyorlar. Onların peygamberliklerine ve doğruluklarına şehadet eden bütün hüccetler ve deliller, o esaslara bakıyorlar. Onların hakkaniyetlerine kuvvet veriyorlar. O esaslar ise, iman-ı billah ve iman-ı bilahiret ve sair rükünlere imandır.
Demek imanın altı rüknü birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Herbirisi umumunu ispat eder, ister, iktiza eder. O altı, öyle bir küll ve küllidir ki, tecezzi kabul etmez ve inkısamı imkan haricindedir. Nasıl ki, kökü göklerde tuba ağacı gibi, herbir dalı, herbir meyvesi, herbir yaprağı, o koca ağacın külli, tükenmez hayatına dayanıyor. O kuvvetli ve güneş gibi zahir o hayatı inkar edemeyen, birtek muttasıl yaprağın hayatını inkar edemez. Eğer etse, o ağaç, dalları ve meyveleri ve yaprakları sayısınca o münkiri tekzip edecek, susturacak. Öyle de, iman, altı rükünleriyle aynı vaziyettedir.
Bu makamın başında, altı nokta ve herbir nokta dahi beş nükte olarak altı erkan-ı imaniyeyi, otuz altı nüktede beyan etmek niyet edilmişti. Ve baştaki deh şetli suale izahatla cevap vermek murad etmiştim. Fakat bazı arızalar meydan vermediler. Tahmin ederim ki, Birinci Nokta kafi bir mikyas olmasından, daha, zekilere ziyade izaha ihtiyaç kalmadı. Ve tam anlaşıldı ki, bir Müslüman bir hakikat-ı imaniyeyi inkar etse, küfr-ü mutlaka düşer. Çünkü, başka dinlerin icmallerine mukàbil İslamiyette tam izahat verilmiş, rükünler birbiriyle zincirlenmiş. Muhammed aleyhissalatü vesselamı tanımayan, tasdik etmeyen bir Müslüman, Allahı da sıfatıyla daha tanımaz ve ahireti bilmez. Bir Müslümanın imanı o kadar kuvvetli ve sarsılmaz hadsiz hüccetlere dayanıyor ki, inkarda hiçbir özür kalmıyor, adeta akıl kabulde mecbur oluyor.
ÜÇÜNCÜ NOKTA
Bir zaman Elhamdü lillah dedim, onun hadsiz geniş manasına mukàbil gelecek bir nimet aradım. Birden bu cümle hatıra geldi:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى اْلاِيمَانِ بِاللهِ، وَعَلٰى وَحْدَانِيَّتِهِ، وَعَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ وَعَلٰى صِفَاتِهِ، وَاَسْمَۤائِهِ، حَمْدًا بِعَدَدِ تَجَلِّيَاتِ اَسْمَۤائِهِ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ
Ben de baktım, tam mutabıktır. Şöyle ki: ………
Onuncu Mesele
Emirdağ Çiçeği
Kuranda olan tekrarata gelen itirazlara karşı gayet kuvvetli bir cevaptır.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Gerçi bu Mesele, perişan vaziyetimden müşevveş ve letafetsiz olmuş. Fakat o müşevveş ibare altında çok kıymetli bir nevi icazı kati bildim. Maatteessüf ifadeye muktedir olamadım. Her ne kadar ibaresi sönük olsa da, Kurana ait olmak cihetiyle, hem ibadet-i tefekküriye, hem kudsi, yüksek, parlak bir cevherin sadefidir. Yırtık libasına değil, elindeki elmasa bakılsın. Eğer münasipse Onuncu Mesele yapınız. Değilse, sizin tebrik mektuplarınıza mukàbil bir mektup kabul ediniz. Hem bunu gayet hasta ve perişan ve gıdasız, bir iki gün Ramazanda mecburiyetle, gayet mücmel ve kısa ve bir cümlede pek çok hakikatleri ve müteaddit hüccetleri derc ederek yazdım. Kusura bakılmasın.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ramazan-ı Şerifte Kuran-ı Mucizül-Beyanı okurken, Risale-i Nura işaretleri Birinci Şuada beyan olunan otuz üç ayetten hangisi gelse bakıyorum ki, o ayetin sahifesi ve yaprağı ve kıssası dahi Risale-i Nura ve şakirtlerine, kıssadan hisse almak noktasında bir derece bakıyor. Hususan Sure-i Nurdan ayatün-nur, on parmakla Risale-i Nura baktığı gibi, arkasındaki ayet-i zulümat dahi muarızlarına tam bakıyor ve ziyade hisse veriyor. Adeta o makam, cüziyetten çıkıp külliyet kesb eder. Ve bu asırda o küllinin tam bir ferdi Risale-i Nur ve şakirtleridir diye hissettim.
Evet, Kuranın hitabı, evvela Mütekellim-i Ezelinin rububiyet-i ammesinin geniş makamından, hem nev-i beşer, belki kainat namına muhatap olan zatın geniş makamından, hem umum nev-i beşer ve beni ademin bütün asırlarda irşadlarının gayet vüsatli makamından, hem dünya ve ahiretin, arz ve semavatın, ezel ve ebedin ve Halık-ı Kainatın rububiyetine ve bütün mahlukatın tedbirine dair kavanin-i İlahiyenin gayet yüksek ihatalı beyanatının geniş makamından aldığı vüsat ve ulviyet ve ihata cihetiyle, o hitap öyle bir yüksek icaz ve şümul gösterir ki, ders-i Kuranın, muhataplarından en kesretli taife olan tabaka-i avamın basit fehimlerini okşayan zahiri ve basit mertebesi dahi, en ulvi tabakayı da tam hissedar eder. Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikaye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir külli düsturun efradı olarak her asra ve her tabakaya hitap ederek taze nazil oluyor. Ve bilhassa çok tekrarla اَلظَّالِمِينَ..اَلظَّالِمِينَ deyip tehditleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semaviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine, kavm-i ad ve Semud ve Firavunun başlarına gelen azaplarla baktırıyor. Ve mazlum ehl-i imana, İbrahim ve Musa aleyhimesselam gibi enbiyanın necatlarıyla teselli veriyor.
Evet, nazar-ı gaflet ve dalalette vahşetli ve dehşetli bir ademistan ve elim ve mahvolmuş bir mezaristan olan bütün geçmiş zaman ve ölmüş karnlar ve asırlar, canlı birer sahife-i ibret ve baştan başa ruhlu, hayattar bir acip alem ve mevcut ve bizimle münasebetdar bir memleket-i Rabbaniye suretinde, sinema perdeleri gibi kah bizi o zamanlara, kah o zamanları yanımıza getirerek her asra ve her tabakaya gösterip yüksek bir icaz ile dersini veren Kuran-ı Mucizül-Beyan, aynı icaz ile, nazar-ı dalalette camid, perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgah olan ve firak ve zevalde yuvarlanan bu kainatı bir kitab-ı Samedani, bir şehr-i Rahmani, bir meşher-i sun-i Rabbani olarak o camidatı canlandırarak birer vazifedar suretinde birbiriyle konuşturup ve birbirinin imdadına koşturup nev-i beşere ve cin ve meleğe hakiki ve nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren bu Kuran-ı Azimüşşan elbette her harfinde on ve yüz ve bazen bin ve binler sevap bulunması; ve bütün cin ve ins toplansa onun mislini getirememesi; ve bütün beni ademle ve kainatla tam yerinde konuşması; ve her zaman milyonlar hafızların kalblerinde zevkle yazılması; ve çok tekrarla ve kesretli tekraratıyla usandırmaması; ve çok iltibas yerleri ve cümleleriyle beraber çocukların nazik ve basit kafalarında mükemmel yerleşmesi; ve hastaların ve az sözden müteessir olan ve sekeratta olanların kulağında ma-i zemzem misillü hoş gelmesi gibi kudsi imtiyazları kazanır. Ve iki cihanın saadetlerini kendi şakirtlerine kazandırır.
Ve tercümanın ümmiyet mertebesini tam riayet etmek sırrıyla, hiçbir tekellüf ve hiçbir tasannu ve hiçbir gösterişe meydan vermeden selaset-i fıtriyesini ve doğrudan doğruya semadan gelmesini ve en kesretli olan tabaka-i avamın basit fehimlerini tenezzülat-ı kelamiye ile okşamak hikmetiyle, en ziyade sema ve arz gibi en zahir ve bedihi sahifeleri açıp o adiyat altındaki harikulade mucizat-ı kudretini ve manidar sutur-u hikmetini ders vermekle lutf-u irşadda güzel bir icaz gösterir.
Tekrarı iktiza eden dua ve davet ve zikir ve tevhid kitabı dahi olduğunu bildirmek sırrıyla, güzel, tatlı tekraratıyla birtek cümlede ve birtek kıssada ayrı ayrı çok manaları, ayrı ayrı muhatap tabakalarına tefhim etmekte ve cüzi ve adi bir hadisede en cüzi ve ehemmiyetsiz şeyler dahi nazar-ı merhametinde ve daire-i tedbir ve iradesinde bulunmasını bildirmek sırrıyla tesis-i İslamiyette ve tedvin-i şeriatta Sahabelerin cüzi hadiselerini dahi nazar-ı ehemmiyete almasında, hem külli düsturların bulunması, hem umumi olan İslamiyetin ve şeriatın tesisinde o cüzi hadiseler, çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nevi icaz gösterir.
Evet, ihtiyacın tekerrürüyle tekrarın lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cevap olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kainatı parça parça edip kıyamette şeklini değiştirerek, dünyayı kaldırıp onun yerine azametli ahireti kuracak ve zerrattan yıldızlara kadar bütün cüziyat ve külliyatı tek bir Zatın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu ispat edecek ve kainatı ve arz ve semavatı ve anasırı kızdıran ve hiddete getiren nev-i beşerin zulümlerine, kainatın netice-i hilkati hesabına gazab-ı İlahiyi ve hiddet-i Rabbaniyeyi gösterecek hadsiz, harika ve nihayetsiz, dehşetli ve geniş bir inkılabın tesisinde, binler netice kuvvetinde bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım ayetleri tekrar etmek, değil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir icaz ve gayet yüksek bir belağat ve mukteza-yı hale gayet mutabık bir cezalettir, bir fesahattir.
Mesela, birtek ayet iken yüz on dört defa tekrar edilen Bismillahirrahmanirrahim cümlesi, Risale-i Nurun On Dördüncü Lemasında beyan edildiği gibi, Arşı ferş ile bağlayan ve kainatı ışıklandıran ve her dakika herkes ona muhtaç olan öyle bir hakikattir ki, milyonlar defa tekrar edilse yine ihtiyaç var. Değil yalnız ekmek gibi hergün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve iştiyak vardır.
Hem mesela, Sure-i طٰسۤمۤ de sekiz defa tekrar edilen şu إِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ ayeti, o surede hikaye edilen peygamberlerin necatlarını ve kavimlerinin azaplarını, kainatın netice-i hilkati hesabına ve rububiyet-i ammenin namına o binler hakikat kuvvetinde olan ayeti tekrar ederek izzet-i Rabbaniye, o zalim kavimlerin azabını ve rahimiyet-i İlahiye dahi enbiyanın necatlarını iktiza ettiğini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iştiyak var ve icazlı, icazlı bir ulvi belağattır.
Hem mesela, Sure-i Rahmanda tekrar edilen فَبِأَىِّ اٰلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ ayeti ile Sure-i Mürselatta وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ ayeti, cin ve nev-i beşerin, kainatı kızdıran ve arz ve semavatı hiddete getiren ve hilkat-ı alemin neticelerini bozan ve haşmet-i saltanat-ı İlahiyeye karşı inkar ve istihfafla mukabele eden küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün mahlukatın hukuklarına tecavüzlerini asırlara ve arz ve semavata tehditkarane haykıran bu iki ayet, böyle binler hakikatlerle alakadar ve binler mesele kuvvetinde olan bir ders-i umumide binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celalli bir icaz ve cemalli bir icaz-ı belağattır.
Hem mesela, Kuranın hakiki ve tam bir nevi münacatı ve Kurandan çıkan bir çeşit hülasası olan Cevşenül-Kebir namındaki münacat-ı Peygamberide (a.s.m.) yüz defa سُبْحَانَكَ يَا لاَ إِلٰهَ إِلاَّۤ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ خَلِّصْنَا، اَجِرْنَا، نَجِّنَا مِنَ النَّارِ
cümlesinin tekrarında, tevhid gibi kainatça en büyük hakikat ve mahlukatın rububiyete karşı tesbih ve tahmid ve takdis gibi üç muazzam vazifesinden en ehemmiyetli vazifesi ve şekavet-i ebediyeden kurtulmak gibi nev-i insanın en dehşetli meselesi ve ubudiyet ve acz-i beşerin en lüzumlu neticesi bulunması cihetiyle, binler defa tekrar edilse yine azdır.
İşte tekrarat-ı Kuraniye bu gibi metin esaslara bakıyor. Hatta bazen bir sahifede iktiza-yı makam ve ihtiyac-ı ifham ve belağat-ı beyan cihetiyle yirmi defa sarihan ve zımnen tevhid hakikatini ifade eder; değil usanç, belki kuvvet ve şevk ve halavet verir. Risalein-Nurda, tekrarat-ı Kuraniye ne kadar yerinde ve münasip ve belağatça makbul olduğu, hüccetleriyle beyan edilmiş.
Kuran-ı Mucizül-Beyanın Mekkiye sureleriyle, Medine sureleri belağat noktasında ve icaz cihetinde ve tafsil ve icmal vechinde birbirinden ayrı olmasının sırrı ve hikmeti şudur ki:
Mekkede, birinci safta muhatap ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve ümmileri olduğundan, belağatça kuvvetli bir üslub-u ali ve icazlı, mukni, kanaat verici bir icmal; ve tespit için tekrar lazım geldiğinden, ekseriyetçe Mekkiye sureleri erkan-ı imaniyeyi ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve icazlı bir icaz ile ifade ve tekrar ederek, mebde ve meadı, Allahı ve ahireti, değil yalnız bir sahifede, bir ayette, bir cümlede, bir kelimede, belki bazan bir harfte ve takdim, tehir ve tarif ve tenkir ve hazf ve zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli ispat eder ki, ilm-i belağatın dahi imamları hayretle karşılamışlar. Risalein-Nur ve bilhassa Kuranın kırk vech-i icazını icmalen ispat eden Yirmi Beşinci Söz zeyilleriyle beraber ve Kuranın nazmındaki vech-i icazı harika bir tarzda beyan ispat eden Arabi Risalein-Nurdan İşaratül-İcaz tefsiri bilfiil göstermişler ki, Mekki olan sure ve ayetlerde en ali bir üslub-u belağat ve en yüksek bir icaz-ı icazi vardır.
Amma, Medine sure ve ayetlerde, birinci safta muhatap ve muarızlar; Allahı tasdik eden Yahudi ve Nasara gibi ehl-i kitap olduğundan, mukteza-yı belağat ve irşad ve mutabık-ı makam ve halin lüzumundan sade ve vazıh ve tafsilli bir üslupla ehl-i kitaba karşı dinin yüksek usulünü ve imanın rükünlerini değil, belki medar-ı ihtilaf olan şeriatın ve ahkamın ve teferruatın ve külli kanunların menşeleri ve sebepleri olan cüziyatın beyanı lazım geldiğinden, o Medine sure ve ayetlerde, ekseriyetçe tafsil ve izah ve sade üslupla beyanat içinde, Kurana mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyanla, birden o cüzi teferruat hadisesi içinde yüksek, kuvvetli bir fezleke, bir hatime, bir hüccet ve o cüzi hadise-i şeriyeyi küllileştiren ve imtisalini iman-ı billah ile temin eden bir cümle-i tevhidiye ve esmaiye ve uhreviyeyi zikreder, o makamı nurlandırır, ulvileştirir, küllileştirir.
Risale-i Nur, ayetlerin ahirlerinde ekseriyetle gelen إِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ إِنَّ اللهَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ
gibi tevhidi ve ahireti ifade eden fezlekeler ve hatimelerde ne kadar yüksek bir belağat ve meziyetler ve cezaletler ve nükteler bulunduğunu, Yirmi Beşinci Sözün İkinci Şulesinin İkinci Nurunda o fezleke ve hatimelerin pek çok nüktelerinden ve meziyetlerinden on tanesini beyan ederek, o hülasalarda bir mucize-i kübra bulunduğunu muannidlere de ispat etmiş.
Evet, Kuran, o teferruat-ı şeriye ve kavanin-i içtimaiyenin beyanı içinde birden muhatabın nazarını en yüksek ve külli noktalara kaldırıp, sade üslubu bir ulvi üsluba ve şeriat dersinden tevhid dersine çevirerek, Kuranı, hem bir kitab-ı şeriat ve ahkam ve hikmet, hem bir kitab-ı akide ve iman ve zikir ve fikir ve dua ve davet olduğunu gösterip, her makamda çok makàsıd-ı irşadiye-i Kuraniyeyi ders vermesiyle Mekkiye ayetlerin tarz-ı belağatlarından ayrı ve parlak mucizane bir cezalet izhar eder. Bazan iki kelimede, mesela, رَبُّ الْعَالَمِينَ ve رَبُّكَ de, رَبُّكَ tabiriyle ehadiyeti ve رَبُّ الْعَالَمِينَ ile vahidiyeti bildirir, ehadiyet içinde vahidiyeti ifade eder.
Hatta bir cümlede, bir zerreyi bir gözbebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi, güneşi dahi aynı ayetle, aynı çekiçle göğün gözbebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar.
Mesela, خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ ayetinden sonra يُولِجُ الَّيْلَ فِى النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِى اللَّيْلِ ayetinin akabinde وَهُوَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ der. Zemin ve göklerin haşmet-i hilkatinde kalbin dahi hatıratını bilir idare eder der, tarzında bir beyanat cihetiyle o sade ve ümmiyet mertebesini ve avamın fehmini nazara alan basit ve cüzi muhavere, o tarz ile ulvi ve cazibedar ve umumi ve irşadkar bir mükalemeye döner.
Bir sual: “Bazen ehemmiyetli bir hakikat sathi nazarlara görünmediğinden ve bazı makamlarda cüzi ve adi bir hadiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi veya külli bir düsturu beyan etmekte münasebet bilinmediğinden, bir kusur tevehhüm edilir. Mesela, Yusuf kardeşini bir hile ile alması içinde وَفَوْقَ كُلِّ ذِى عِلْمٍ عَلِيمٌ diye gayet yüksek bir düsturun zikri belağatça münasebeti görünmüyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?”
Elcevap: Herbiri birer küçük Kuran olan ekser uzun surelerde ve mutavassıtlarda ve çok sahife ve makamlarda yalnız iki üç maksat değil, belki Kuran, mahiyeti hem bir kitab-ı zikir ve iman ve fikir, hem bir kitab-ı şeriat ve hikmet ve irşad gibi, çok kitapları ve ayrı ayrı dersleri tazammun ederek rububiyet-i İlahiyenin herşeye ihatasını ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle, kainat kitab-ı kebirinin bir nevi kıraati olan Kuran, elbette her makamda, hatta bazen bir sahifede çok maksatları takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve iman hakikatlerinden ders verdiği haysiyetiyle, öbür makamda, mesela zahirce zayıf bir münasebetle başka bir ders açar ve o zayıf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler, o makama gayet mutabık olur, mertebe-i belağatı yükselir.
İkinci bir sual: “Kuranda sarihan ve zımnen ve işareten, ahiret ve tevhidi ve beşerin mükafat ve mücazatını binler defa ispat edip nazara vermenin ve her surede, her sahifede, her makamda ders vermenin hikmeti nedir?”
Elcevap: Daire-i imkanda ve kainatın sergüzeştine ait inkılaplarda ve emanet-i kübrayı ve hilafet-i arziyeyi omuzuna alan nev-i beşerin şekavet ve saadet-i ebediyeye medar olan vazifesine dair en ehemmiyetli, en büyük, en dehşetli meselelerinden, en azametlilerini ders vermek ve hadsiz şüpheleri izale etmek ve gayet şiddetli inkarları ve inatları kırmak cihetinde, elbette o dehşetli inkılapları tasdik ettirmek ve o inkılaplar azametinde büyük ve beşere en elzem ve en zaruri meseleleri teslim ettirmek için, Kuran, binler defa değil, belki milyonlar defa onlara baktırsa yine israf değil ki, milyonlar kere tekrarla o bahisler Kuranda okunur, usanç vermez, ihtiyaç kesilmez. Mesela, اِنَّ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ… ayetinin gösterdiği müjde-i saadet-i ebediye hakikati, biçare beşere her dakika kendini gösteren hakikat-i mevtin, “Hem insanı, hem dünyasını, hem bütün ahbabını idam-ı ebedisinden kurtarıp ebedi bir saltanatı kazandırır” dediğinden milyarlar defa tekrar edilse ve kainat kadar ehemmiyet verilse, yine israf olmaz, kıymetten düşmez.
İşte bu çeşit hadsiz kıymettar meseleleri ders veren ve kainatı bir hane gibi değiştiren ve şeklini bozan dehşetli inkılapları tesis etmekte iknaa ve inandırmaya ve ispata çalışan Kuran-ı Mucizül-Beyan, elbette sarihan ve zımnen ve işareten binler defa o meselelere nazar-ı dikkati celbetmek, değil israf, belki ekmek, ilaç, hava ve ziya gibi birer hacet-i zaruriye hükmünde ihsanını tazelendirir.
Hem mesela,
اِنَّ الْكَافِرِينَ فِى نَارِ جَهَنَّمَ وَالظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ
gibi tehdit ayetlerini Kuran gayet şiddet ve hiddetle ve gayet kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise, Risale-i Nurda kati ispat edildiği gibi, beşerin küfrü, kainatın ve ekser mahlukatın hukukuna öyle bir tecavüzdür ki, semavatı ve arzı kızdırıyor ve anasırı hiddete getirip tufanlarla o zalimleri tokatlıyor.
اِذَۤا اُلْقُوا فِيهَا سَمِعُوا لَهَا شَهِيقًا وَهِىَ تَفُورُ تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ
ayetinin sarahatiyle, o zalim münkirlere Cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden parçalanmak derecesine geliyor. İşte böyle bir cinayet-i ammeye ve hadsiz bir tecavüze karşı beşerin küçüklük ve ehemmiyetsizliği noktasında değil, belki zalimane cinayetinin azametine ve kafirane tecavüzünün dehşetine karşı, Sultan-ı Kainat kendi raiyetinin hukukunun ehemmiyetini ve o münkirlerin küfür ve zulmündeki nihayetsiz çirkinliğini göstermek hikmetiyle, fermanında gayet hiddet ve şiddetle o cinayeti ve cezasını değil bin defa, belki milyonlar ve milyarlarla tekrar etse, yine israf ve kusur değil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar hergün usanmadan kemal-i iştiyakla ve ihtiyaçla okurlar.
Evet, hergün, her zaman, herkes için bir alem gider, taze bir alemin kapısı kendine açılmasından, o geçici herbir alemini nurlandırmak için ihtiyaç ve iştiyakla La ilahe illallah cümlesini binler defa tekrar ile o değişen perdelere ve alemlere herbirisine bir La ilahe illallahı bir lamba yaptığı gibi, öyle de, o kesretli, geçici perdeleri ve tazelenen seyyar kainatları karanlıklandırmamak ve ayine-i hayatında inikas eden suretlerini çirkinleştirmemek ve lehinde şahit olabilen o misafir vaziyetleri aleyhine çevirmemek için, o cinayetlerin cezalarını ve Padişah-ı Ezelinin şiddetli ve inatlarını kıran tehditlerini, her vakit Kuranı okumakla tahattur edip ve nefsin tuğyanından kurtulmaya çalışmak hikmetiyle, Kuran gayet manidar tekrar eder. Ve bu derece kuvvet ve şiddet ve tekrarla tehdidat-ı Kuraniyeyi hakikatsız tevehhüm etmekten, şeytan bile kaçar. Onları dinlemeyen münkirlere Cehennem azabı ayn-ı adalettir, diye gösterir.
Hem mesela, Asa-yı Musa gibi çok hikmetler ve faideleri bulunan kıssa-i Musanın (a.s.) ve sair enbiyanın kıssalarını çok tekrarında, risalet-i Ahmediyenin (a.s.m.) hakkaniyetine bütün enbiyanın nübüvvetlerini hüccet gösterip, “Onların umumunu inkar edemeyen, bu zatın risaletini hakikat noktasında inkar edemez” hikmetiyle; ve herkes her vakit bütün Kuranı okumaya muktedir ve muvaffak olamadığından, herbir uzun ve mutavassıt sureyi birer küçük Kuran hükmüne getirmek için, ehemmiyetli erkan-ı imaniye gibi o kıssaları tekrar etmesi, değil israf, belki mukteza-yı belağattır ve hadise-i Muhammediye, bütün beni ademin en büyük hadisesi ve kainatın en azametli meselesi olduğunu ders vermektir.
Evet, Kuranda Zat-ı Ahmediyeye en büyük makam vermek ve dört erkan-ı imaniyeyi içine almakla La ilahe illallah rüknüne denk tutulan Muhammedun Resulallah risalet-i Muhammediye kainatın en büyük hakikati ve zat-ı Ahmediye bütün mahlukatın en eşrefi ve hakikat-i Muhammediye tabir edilen külli şahsiyet-i maneviyesi ve makam-ı kudsisi, iki cihanın en parlak bir güneşi olduğuna ve bu harika makama liyakatine dair pekçok hüccetleri ve emareleri, kati bir surette Risale-i Nurda ispat edilmiş. Binden birisi şudur ki: Es-sebebu kel-fail düsturuyla, bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun defter-i hasenatına girmesi ve bütün kainatın hakikatlerini, getirdiği nurla nurlandırması, değil yalnız cin, ins, melek ve zihayatı, belki kainatı semavat ve arzı minnettar eylemesi ve istidat lisanıyla nebatatın duaları ve ihtiyac-ı fıtri diliyle hayvanatın duaları, gözümüz önünde bilfiil kabul olmasının şehadetiyle, milyonlar, belki ruhanilerle beraber milyarlar fıtri ve reddedilmez duaları makbul olan suleha-yı ümmeti hergün o zata salat ve selam ünvanı ile rahmet duaları ve manevi kazançlarını en evvel o zata bağışlamaları ve bütün ümmetçe okunan Kuranın üç yüzbin hurufunun herbirisinde on sevaptan ta yüz, ta bin hasene ve meyve vermesinden, yalnız kıraat-i Kuran cihetiyle defter-i amaline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle, o zatın şahsiyet-i maneviyesi olan hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) istikbalde bir şecere-i tuba-i Cennet hükmünde olacağını Allamül-Guyub bilmiş ve görmüş, o makama göre Kuranında o azim ehemmiyeti vermiş ve fermanında ona tebaiyeti ve sünnet-i seniyyesine ittiba ile şefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mesele-i insaniye göstermiş ve o haşmetli şecere-i tubanın bir çekirdeği olan şahsiyet-i beşeriyetini ve bidayetteki vaziyet-i insaniyesini ara sıra nazara almasıdır.
İşte Kuranın tekrar edilen hakikatleri bu kıymette olduğundan, tekraratında kuvvetli ve geniş bir mucize-i maneviye bulunmasına fıtrat-ı selime şehadet eder—meğer maddiyyunluk taunuyla maraz-ı kalbe ve vicdan hastalığına müptela ola!
قَدْ يُنْكِرُ الْمَرْءُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ وَيُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَ الْمَۤاءِ مِنْ سَقَمٍ
kaidesine dahil olur.
Bu Onuncu Meseleye bir hatime olarak iki haşiyedir:
Birincisi:
Bundan on iki sene evvel işittim ki, en dehşetli ve muannid bir zındık, Kurana karşı suikastını, tercümesiyle yapmaya başlamış ve demiş ki: “Kuran tercüme edilsin, ta ne mal olduğu bilinsin.” Yani, lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plan çevirmiş.
Fakat Risale-i Nurun cerh edilmez hüccetleri kati ispat etmiş ki, Kuranın hakiki tercümesi kàbil değil, ve lisan-ı nahvi olan lisan-ı Arabi yerinde Kuranın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adetten bine kadar sevap veren kelimat-ı Kuraniyenin mucizane ve cemiyetli tabirlerinin yerini, beşerin adi ve cüzi tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunmaz diye, Risale-i Nur her tarafta intişarıyla o dehşetli planı akim bıraktı. Fakat o zındıktan ders alan münafıklar, yine şeytan hesabına Kuran güneşini üflemekle söndürmeye aptal çocuklar gibi ahmakane ve divanecesine çalışmaları hikmetiyle, bana gayet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir halette bu Onuncu Mesele yazdırıldı tahmin ediyorum. Başkalarıyla görüşemediğim için hakikat-ı hali bilemiyorum.
İkinci haşiye:
Denizli hapsinden tahliyemizden sonra, meşhur Şehir Otelinin yüksek katında oturmuştum. Karşımda güzel bahçelerde kesretli kavak ağaçları birer halka-i zikir tarzında gayet latif, tatlı bir surette hem kendileri, hem dalları, hem yaprakları havanın dokunmasıyla cezbekarane ve cazibedarane hareketle raksları, kardeşlerimin müfarakatlarından ve yalnız kaldığımdan hüzünlü ve gamlı kalbime ilişti. Birden güz ve kış mevsimi hatıra geldi ve bana bir gaflet bastı. Ben o kemal-i neşe ile cilvelenen o nazenin kavaklara ve zihayatlara o kadar acıdım ki, gözlerim yaşla doldu. Kainatın süslü perdesi altındaki ademleri, firakları ihtar ve ihsasiyle kainat dolusu firakların, zevallerin hüzünleri başıma toplandı.
Birden, hakikat-i Muhammediyenin (a.s.m.) getirdiği nur imdada yetişti. O hadsiz hüzünleri gamları, sürurlara çevirdi. Hatta o nurun, herkes ve her ehl-i iman gibi benim hakkımda milyon feyzinden yalnız o vakitte o vaziyete temas eden imdat ve tesellisi için, zat-ı Muhammediyeye (a.s.m.) karşı ebediyen minnettar oldum. Şöyle ki:
Ol nazar-ı gaflet, o mübarek nazeninleri vazifesiz, neticesiz bir mevsimde görünüp, hareketleri neşeden değil, belki güya ademden ve firaktan titreyerek hiçliğe düştüklerini göstermekle, herkes gibi bendeki aşk-ı bekà ve hubb-u mehasin ve muhabbet-i vücut ve şefkat-i cinsiye ve alaka-i hayatiyeye medar olan damarlarıma o derece dokundu ki, böyle dünyayı bir manevi cehenneme ve aklı bir tazip aletine çevirdiği sırada, Muhammed aleyhissalatü vesselamın beşere hediye getirdiği nur perdeyi kaldırdı; idam, adem, hiçlik, vazifesizlik, abes, firak, fanilik yerinde, o kavakların herbirinin yaprakları adedince hikmetleri manaları ve Risale-i Nurda ispat edildiği gibi, üç kısma ayrılan neticeleri ve vazifeleri var diye gösterdi.
Birinci kısım: Sani-i Zülcelalin esmasına bakar. Mesela, nasılki bir usta, harika bir makineyi yapsa, onu takdir eden herkes o zata “Maşaallah, barekallah” deyip alkışlar. Öyle de, o makine dahi, ondan maksut neticeleri tam tamına göstermesiyle, lisan-ı haliyle ustasını tebrik eder, alkışlar. Her zihayat ve herşey böyle bir makinedir; ustasını tebriklerle alkışlar.
İkinci kısım hikmetleri ise, zihayatın ve zişuurun nazarlarına bakar. Onlara şirin bir mütalaagah, birer kitab-ı marifet olur. Manalarını zişuurun zihinlerinde ve suretlerini kuvve-i hafızalarında ve elvah-ı misaliyede ve alem-i gaybın defterlerinde daire-i vücutta bırakıp, sonra alem-i şehadeti terk eder, alem-i gayba çekilir. Demek, suri bir vücudu bırakır, manevi ve gaybi ve ilmi çok vücutları kazanır.
Evet madem Allah var ve ilmi ihata eder. Elbette adem, idam, hiçlik, mahv, fena, hakikat noktasında, ehl-i imanın dünyasında yoktur. Ve kafirlerin dünyaları ademle, firakla, hiçlikle, fanilikle doludur. İşte bu hakikati, umumun lisanında gezen bu gelen darb-ı mesel ders verip, der:
“Kimin için Allah var, ona herşey var. Ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir.”
Elhasıl, nasıl ki, iman, ölüm vaktinde insanı idam-ı ebediden kurtarıyor; öyle de, herkesin hususi dünyasını dahi idamdan ve hiçlik karanlıklarından kurtarıyor. Ve küfür ise, hususan küfr-ü mutlak olsa, hem o insanı, hem hususi dünyasını ölümle idam edip manevi cehennem zulmetlerine atar, hayatının lezzetlerini acı zehirlere çevirir. Hayat-ı dünyeviyeyi ahiretine tercih edenlerin kulakları çınlasın! Gelsinler, buna ya bir çare bulsunlar veya imana girsinler, bu dehşetli hasarattan kurtulsunlar.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Duanıza çok muhtaç ve size çok müştak kardeşiniz
Said Nursi
Onuncu Mesele münasebetiyle
Hüsrevin Üstadına Yazdığı Mektup
Çok sevgili Üstadım Efendim,
Cenab-ı Hakka hadsiz şükürler olsun, iki aylık iftirak üzüntülerini ve muhaberesizlik ıztıraplarını hafifleştiren ve kalblerimize taze hayat bahşeden ve ruhlarımıza yeni, safi bir nesim ihda eden Kuranın celalli ve izzetli, rahmetli ve şefkatli ayetlerindeki tekraratın mehasinini tadad eden, hikmet-i tekrarının lüzum ve ehemmiyetini izah eden ve Risale-i Nurun bir harika müdafaası olan “Denizli Meyvesinin Onuncu Meselesi” namını alan Emirdağ Çiçeğini aldık. Elhak takdir ve tahsine çok layık olan bu çiçeği kokladıkça, ruhumuzdaki iştiyak yükseldi. Dokuz aylık hapis sıkıntısına mukàbil, Meyvenin Dokuz Meselesi nasıl beraatimize büyük bir vesile olmakla güzelliğini göstermişse, Onuncu Meselesi olan çiçeği de Kuranın icazlı icazındaki harikaları göstermekle o nisbette güzelliğini göstermektedir.
Evet sevgili Üstadım, gülün çiçeğindeki fevkalade letafet ve güzellik, ağacındaki dikenleri nazara hiç göstermediği gibi, bu nurani çiçek de bize dokuz aylık hapis sıkıntısını unutturacak bir şekilde o sıkıntılarımızı da hiçe indirmiştir. Mütalaasına doyulmayacak şekilde kaleme alınan ve akılları hayrete sevk eden bu nurani çiçek, muhtevi olduğu çok güzelliklerinden, bilhassa, Kuranın tercümesi suretiyle nazar-ı beşerde adileştirilmek ihanetine mukàbil, o tekraratın kıymetini tam göstermekle Kuranın cihandeğer ulviyetini meydana koymuştur. Saliklerinin her asırda fevkalade bir metanetle sarılmalarıyla ve emir ve nehyine tamamen inkıyad etmeleriyle, güya yeni nazil olmuş gibi tazeliği ispat edilmiş olan Kuran-ı Mucizül-Beyanın, bütün asırlarda, zalimlerine karşı şiddetli ve dehşetli ve tekrarlı tehditleri ve mazlumlarına karşı şefkatli ve rahmetli mükerrer taltifleri, hususuyla bu asrımıza bakan tehdidatı içinde zalimlerine misli görülmemiş bir halette, sanki feza-i ekberden bir nümuneyi andıran semavi bir cehennemle altı-yedi seneden beri mütemadiyen feryad ü figan ettirmesi ve keza mazlumlarının bu asırdaki külli fertleri başında Risale-i Nur talebelerinin bulunması ve hakikaten bu talebeleri de ümem-i salifenin enbiyalarına verilen necatlar gibi pek büyük umumi ve hususi necatlara mazhar etmesi ve muarızları olan dinsizlerin cehennemi azapla tokatlanmalarını göstermesi, hem iki güzel ve latif haşiyelerle hatime verilmek suretiyle çiçeğin tamam edilmesi, bu fakir talebeniz Hüsrevi o kadar büyük bir sürurla sonsuz bir şükre sevk etti ki, bu güzel çiçeğin verdiği sevinç ve süruru müddet-i ömrümde hissetmediğimi sevgili üstadıma arz ettiğim gibi, kardeşlerime de kerratla söylemişim. Cenab-ı Hak, zayıf ve tahammülsüz omuzlarına pek azametli bar-ı sakil tahmil edilen siz sevgili üstadımızdan ebediyen razı olsun ve yüklerinizi tahfif etmekle yüzlerinizi ebede kadar güldürsün. amin.
Evet, sevgili Üstadım. Biz Allahtan, Kurandan, Habib-i Zişandan ve Risale-i Nurdan ve Kuran dellalı siz sevgili Üstadımızdan ebediyen razıyız. Ve intisabımızdan hiçbir cihetle pişmanlığımız yok. Hem kalbimizde zerre kadar kötülük etmek için niyet yok. Biz ancak Allahı ve rızasını istiyoruz. Gün geçtikçe, rızası içinde Cenab-ı Hakka vuslat iştiyaklarını kalbimizde teksif ediyoruz. Bila istisna bize fenalık edenleri Cenab-ı Hakka terk etmekle affetmek ve bilakis bize zulmeden o zalimler de dahil olduğu halde herkese iyilik etmek, Risale-i Nur talebelerinin kalblerine yerleşen bir şiar-ı İslam olduğunu, biz istemeyerek ilan eden Allaha hadsiz hudutsuz şükürler ediyoruz.
Çok kusurlu talebeniz
Hüsrev
On Birinci Mesele
Meyvenin On Birinci Meselesinin başı, bir meyvesi Cennet ve biri saadet-i ebediye ve biri rüyetullah olan iman şecere-i kudsiyesinin hadsiz, külli ve cüzi meyvelerinden yüzer nümuneleri Risale-i Nurda beyan ve hüccetlerle ispat edildiğinden, izahını Siracün-Nura havale edip külli erkanının değil, belki cüzi ve cüzlerin, cüzi ve hususi meyvelerinden birkaç nümune beyan edilecek.
Birisi: Bir gün bir duada, “Ya Rabbi! Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cin ve insin şerlerinden muhafaza eyle!” mealinde duayı dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrail namını zikrettiğim vakit, gayet tatlı ve tesellidar ve sevimli bir halet hissettim, Elhamdü lillah dedim. Azraili cidden sevmeye başladım. Melaikeye iman rüknünün bu cüzi ferdinin pek çok meyvelerinden yalnız bir cüzi meyvesine gayet kısa bir işaret ederiz.
Birisi: İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zayi olmaktan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiğini kati hissettim. Ve insanın amelini yazan melekler hatırıma geldi.
Baktım, aynen bu meyve gibi çok tatlı meyveleri var.
Birisi: Her insan kıymetli bir sözünü ve fiilini bakileştirmek için iştiyakla kitabet ve şiir, hatta sinema ile hıfzına çalışır. Hususan, o fiillerin Cennette baki meyveleri bulunsa, daha ziyade merak eder. Kiramen Katibin insanın omuzlarında durup onları ebedi manzaralarda göstermek ve sahiplerine daimi mükafat kazandırmak, o kadar bana şirin geldi ki, tarif edemem.
Sonra, ehl-i dünyanın, beni hayat-ı içtimaiyedeki herşeyden tecrit etmek içinde bütün kitaplarımdan ve dostlarımdan ve hizmetçilerimden ve teselli verici işlerden ayrı düşürmeleriyle beraber gurbet vahşeti beni sıkarken ve boş dünya başıma yıkılırken, melaikeye imanın pek çok meyvelerinden birisi imdadıma geldi; kainatımı ve dünyamı şenlendirdi, melekler ve ruhanilerle doldurdu, alemimi sevinçle güldürdü. Ve ehl-i dalaletin dünyaları vahşet ve boşluk ve karanlıkla ağladıklarını gösterdi.
Hayalim bu meyvenin lezzetiyle mesrur iken, umum peygamberlere imanın pek çok meyvelerinden buna benzer birtek meyvesini aldı, tattı. Birden, bütün geçmiş zamanlardaki enbiyalarla yaşamış gibi onlara imanım ve tasdikim, o zamanları ışıklandırdı ve imanımı külli yapıp genişlendirdi ve ahirzaman Peygamberimizin imana ait olan davalarına binler imza bastırdı, şeytanları susturdu.
Birden, Hikmetül-İstiaze Lemasında kati cevabı bulunan bir sual kalbime geldi ki:
“Bu meyveler gibi hadsiz tatlı semereler ve faideler ve hasenatın gayet güzel neticeleri ve menfaatleri ve Erhamürrahiminin gayet merhametkarane tevfikleri ve inayetleri ehl-i hidayete yardım edip kuvvet verdikleri halde, ehl-i dalalet neden çok defa galebe eder ve bazen yirmisi, yüz tane ehl-i hidayeti perişan eder?” diye, manen benden soruldu. Ve bu tefekkür içinde şeytanın gayet zayıf desiselerine karşı Kuranın büyük tahşidatı ve melaikeleri ve Cenab-ı Hakkın yardımını ehl-i imana göndermesi hatıra geldi. Risale-i Nurun onun hikmetini kati hüccetlerle izahına binaen, o sualin cevabına gayet kısa bir işaret ederiz.
Evet, bazen serseri ve gizli, muzır bir adamın bir saraya ateş atmaya çalışması yüzünden, yüzer adamın yapması gibi, yüzer adamın muhafazasıyla ve bazan devlete ve padişaha iltica ile o sarayın vücudu devam edebilir. Çünkü, onun vücudu, bütün şeraitin ve erkanın ve esbabın vücuduyla olabilir. Fakat onun ademi ve harap olması, birtek şartın ademiyle vaki ve bir serserinin bir kibritiyle yanıp mahvolduğu gibi, ins ve cin şeytanları az bir fiil ile büyük tahribat ve dehşetli manevi yangınlar yaparlar. Evet, bütün fenalıklar ve günahlar ve şerlerin mayası ve esasları ademdir, tahriptir. Sureten vücudun altında, adem ve bozmak saklıdır. İşte cinni ve insi şeytanlar ve şerirler bu noktaya istinaden gayet zayıf bir kuvvetle hadsiz bir kuvvete karşı dayanıp, ehl-i hak ve hakikatı Cenab-ı Hakkın dergahına ilticaya ve kaçmaya her vakit mecbur ettiğinden, Kuran, onları himaye için büyük tahşidat yapar. Doksan dokuz esma-i İlahiyeyi onların ellerine verir. O düşmanlara karşı sebat etmelerine çok şiddetli emirler verir.
Bu cevaptan, birden pek büyük bir hakikatin ucu ve azametli, dehşetli bir meselenin esası göründü. Şöyle ki:
Nasıl ki Cennet, bütün vücut alemlerinin mahsulatını taşıyor ve dünyanın yetiştirdiği tohumları bakiyane sümbüllendiriyor. Öyle de, Cehennem dahi, hadsiz dehşetli adem ve hiçlik alemlerinin çok elim neticelerini göstermek için, o adem mahsulatlarını kavuruyor. Ve o dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, alem-i vücut kainatını alem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor. Bu dehşetli meselenin şimdilik kapısını açmayacağız; inşaallah sonra izah edilecek.
Hem meleklere iman meyvesinden bir cüzü ve Münker ve Nekire ait bir nümunesi şudur:
“Herkes gibi ben dahi muhakkak gireceğim” diye mezarıma hayalen girdim. Ve kabirde yalnız, kimsesiz, karanlık, soğuk, dar bir haps-i münferitte, bir tecrid-i mutlak içindeki tevahhuş ve meyusiyetten tedehhüş ederken, birden Münker ve Nekir taifesinden iki mübarek arkadaş çıkıp geldiler. Benimle münazaraya başladılar. Kalbim ve kabrim genişlediler, nurlandılar, hararetlendiler. alem-i ervaha pencereler açıldı. Ben de, şimdi hayalen ve istikbalde hakikaten göreceğim o vaziyete bütün canımla sevindim ve şükrettim.
Sarf ve nahiv ilmini okuyan bir medrese talebesinin vefat edip, kabirde Münker ve Nekirin: “Men Rabbüke” (Senin Rabbin kimdir?) diye suallerine karşı, kendini medresede zannedip nahiv ilmiyle cevap vererek, “Men mübtedadır, Rabbüke onun haberidir. Müşkül bir meseleyi benden sorunuz, bu kolaydır” diyerek, hem o melaikeleri, hem hazır ruhları, hem o vakıayı müşahede eden orada bulunan bir keşfül-kubur velisini güldürdü ve rahmet-i İlahiyeyi tebessüme getirdi. Azaptan kurtulduğu gibi, Risale-i Nurun bir şehid kahramanı olan merhum Hafız Ali, hapiste Meyve Risalesini kemal-i aşkla yazarken ve okurken vefat edip kabirde melaike-i suale mahkemedeki gibi Meyve hakikatleriyle cevap verdiği misillü, ben de ve Risale-i Nur şakirtleri de, o suallere karşı Risale-i Nurun parlak ve kuvvetli hüccetleriyle istikbalde hakikaten ve şimdi manen cevap verip onları tasdike ve tahsine ve tebrike sevk edecekler inşaallah.
Hem meleklere imanın saadet-i dünyeviyeye medar cüzi bir nümunesi şudur ki:
İlmihalden iman dersini alan bir masum çocuğun, yanında ağlayan ve masum bir kardeşinin vefatı için vaveyla eden diğer bir çocuğa, “Ağlama, şükreyle. Senin kardeşin meleklerle beraber Cennete gitti. Orada gezer, bizden daha iyi keyfedecek, melekler gibi uçacak, her yeri seyredebilir” deyip, feryat edenin ağlamasını tebessüme ve sevince çevirmesidir.
Ben de aynen bu ağlayan çocuk gibi, bu hazin kışta ve elim bir vaziyetimde gayet elim iki vefat haberini aldım. Biri, hem ali mekteplerde birinciliği kazanan, hem Risale-i Nurun hakikatlerini neşreden biraderzadem merhum Fuad; ikincisi, hacca gidip sekerat içinde tavaf ederken, tavaf içinde vefat eden alime Hanım namındaki merhume hemşirem… Bu iki akrabamın ölümleri, İhtiyar Risalesinde yazılan merhum Abdurrahmanın vefatı gibi beni ağlatırken, imanın nuruyla o masum Fuad, o saliha Hanım insanlar yerinde meleklere, hurilere arkadaş olduklarını ve bu dünyanın tehlike ve günahlarından kurtulduklarını manen, kalben gördüm. O şiddetli hüzün yerinde büyük bir sevinç hissedip hem onları, hem Fuadın pederi kardeşim Abdülmecidi, hem kendimi tebrik ederek Erhamürrahimine teşekkür ettim. Bu iki merhumeye rahmet duası niyetiyle buraya yazıldı, kaydedildi.
Risale-i Nurdaki bütün mizanlar ve muvazeneler, imanın saadet-i dünyeviyeye ve uhreviyeye medar meyvelerini beyan ederler. Ve o külli ve büyük meyveler, bu dünyada gösterdikleri saadet-i hayatiye ve lezzet-i ömür cihetiyle her müminin imanı ona bir saadet-i ebediyeyi kazandıracak, belki sümbül verecek ve o surette inkişaf edecek diye haber verirler. Ve o külli ve pek çok meyvelerinden beş meyvesi, meyve-i Mirac olarak Otuz Birinci Sözün ahirinde ve beş meyvesi Yirmi Dördüncü Sözün Beşinci Dalında nümune olarak yazılmış.
Erkan-ı imaniyenin herbirinin ayrı ayrı pek çok, belki hadsiz meyveleri olduğu gibi, mecmuunun birden çok meyvelerinden bir meyvesi, koca Cennet ve biri de saadet-i ebediye ve biri de belki en tatlısı da rüyet-i İlahiyedir diye, başta demiştik. Ve Otuz İkinci Sözün ahirindeki muvazenede, imanın saadet-i dareyne medar bir kısım semereleri güzel izah edilmiş.
İman-ı bil-kader rüknünün kıymettar meyveleri bu dünyada bulunduğuna bir delil, umum lisanında مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ أَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ darb-ı mesel olmuştur. Yani, “Kadere iman eden gamlardan kurtulur.” Risale-i Kaderin ahirinde güzel bir temsil ile, iki adamın şahane bir sarayın bahçesine girmesiyle, bir külli meyvesi beyan edilmiş. Hatta ben kendi hayatımda binler tecrübelerimle gördüm ve bildim ki, kadere iman olmazsa hayat-ı dünyeviye saadeti mahvolur. Elim musibetlerde, ne vakit kadere iman cihetine bakardım, musibet gayet hafifleşiyor görüyordum. Ve “Kadere iman etmeyen nasıl yaşayabilir?” diye hayret ederdim.
Melaikeye iman rüknünün külli meyvelerinden birisine, Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamında şöyle işaret edilmiş ki:
Azrail Cenab-ı Hakka münacat edip demiş: “Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden küsecekler, şekva edecekler?”
Ona cevaben denilmiş: “Senin vazifene hastalıkları ve musibetleri perde yapacağım—ta ibadımın şekvaları onlara gitsin, sana gelmesin.”
Aynen bu perdeler gibi, Azrail ın vazifesi de bir perdedir—ta haksız şekvalar Cenab-ı Hakka gitmesin. Çünkü ölümdeki hikmet ve rahmet ve güzellik ve maslahat cihetini herkes göremez. Zahire bakıp itiraz eder, şekvaya başlar. İşte bu haksız şekvalar Rahim-i Mutlaka gitmemek hikmetiyle, Azrail perde olmuş.
Aynen bunun gibi, bütün meleklerin, belki bütün esbab-ı zahiriyenin vazifeleri, izzet-i rububiyetin perdeleridir. Ta güzellikleri görünmeyen ve hikmetleri bilinmeyen şeylerde kudret-i İlahiyenin izzeti ve kudsiyeti ve rahmetinin ihatası muhafaza edilsin, itiraza hedef olmasın ve hasis ve ehemmiyetsiz ve merhametsiz şeylerle kudretin mübaşereti nazar-ı zahiride görünmesin. Yoksa, hiçbir sebebin hakiki tesiri ve icada hiç kàbiliyeti olmadığını, herşeyde tevhid sikkeleri kati gösterdiğini, Risale-i Nur hadsiz delilleriyle ispat etmiş. Halk etmek, icad etmek Ona mahsustur. Esbab yalnız bir perdedir. Melaike gibi zişuur olanların, yalnız cüz-i ihtiyarıyla cüzi, icadsız, kesb denilen bir nevi hizmet-i fıtriye ve ameli bir nevi ubudiyetten başka ellerinde yoktur.
Evet, izzet ve azamet isterler ki, esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.
Tevhid ve ehadiyet isterler ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikiden.
İşte, nasıl ki melekler ve umur-u hayriyede ve vücudiyede istihdam edilen zahiri sebepler, güzellikleri görünmeyen ve bilinmeyen şeylerde kudret-i Rabbaniyeyi kusurdan, zulümden muhafaza edip takdis ve tesbih-i İlahide birer vesiledirler.
Aynen öyle de, cinni ve insi şeytanlar ve muzır maddelerin umur-u şerriyede ve ademiyede istimalleri dahi, yine kudret-i Sübhaniyeyi gadirden ve haksız itirazlardan ve şekvalara hedef olmaktan kurtarmakla takdis ve tesbihat-ı Rabbaniyeye ve kainattaki bütün kusurattan müberra ve münezzehiyetine hizmet ediyorlar. Çünkü, bütün kusurlar ademden ve kàbiliyetsizlikten ve tahripten ve vazife yapmamaktan—ki birer ademdirler—ve vücudu olmayan ademi fiillerden geliyor. Bu şeytani ve şerli perdeler o kusurata merci olup itiraz ve şekvaları bil-istihkak kendilerine alarak Cenab-ı Hakkın takdisine vesile oluyorlar.
Zaten şerli ve ademi ve tahripçi işlerde kuvvet ve iktidar lazım değil. Az bir fiil ve cüzi bir kuvvet, belki vazifesini yapmamakla bazan büyük ademler ve bozmaklar oluyor; o şerir failler muktedir zannedilirler. Halbuki, ademden başka hiç tesirleri ve cüzi bir kesbden hariç bir kuvvetleri yoktur. Fakat o şerler ademden geldiklerinden, o şerirler hakiki faildirler. Bil-istihkak, eğer zişuur ise cezayı çekerler.
Demek seyyiatta o fenalar faildirler. Fakat haseneler ve hayırlarda ve amel-i salihde vücut olmasından, o iyiler hakiki fail ve müessir değiller. Belki kàbildirler, feyz-i İlahiyi kabul ederler. Ve mükafatları dahi sırf bir fazl-ı İlahidir diye, Kuran-ı Hakim مَۤا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَۤا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ ferman eder.
Elhasıl, vücut kainatları ve hadsiz adem alemleri birbirleriyle çarpışırken ve Cennet ve Cehennem gibi meyveler verirken ve bütün vücut alemleri “Elhamdülillah, elhamdülillah” ve bütün adem alemleri “Sübhanallah, sübhanallah” derken ve ihatalı bir kanun-u mübareze ile melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle, ta kalbin etrafındaki ilham, vesvese ile mücadele ederken, birden meleklere imanın bir meyvesi tecelli eder, meseleyi halledip karanlık kainatı ışıklandırır. اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ayetinin envarından bir nurunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlı olduğunu tattırır.
İkinci bir külli meyvesine, Yirmi Dördüncü ve elif( ا )ler kerametini gösteren Yirmi Dokuzuncu Sözler işaret edip parlak bir surette meleklerin vücudunu ve vazifesini ispat etmişler. Evet, kainatın her tarafında, cüzi ve külli herşeyde, her nevide, kendini tanıttırmak ve sevdirmek içinde merhametkarane bir haşmet-i rububiyet, elbette o haşmete, o merhamete, o tanıttırmaya, o sevdirmeye karşı şükür ve takdis içinde bir geniş ve ihatalı ve şuurkarane bir ubudiyetle mukabele etmesi lazım ve katidir. Ve şuursuz cemadat ve erkan-ı azime-i kainat hesabına o vazifeyi ancak hadsiz melekler görebilir ve o saltanat-ı rububiyetin her tarafta, serada, Süreyyada, zeminin temelinde, dışında hakimane ve haşmetkarane icraatını onlar temsil edebilirler.
Mesela, felsefenin ruhsuz kanunları pek karanlık ve vahşetli gösterdikleri hilkat-ı arziye ve vaziyet-i fıtriyesini, bu meyve ile nurlu, ünsiyetli bir tarzda “Sevr” ve “Hut” namlarındaki iki meleğin omuzlarında, yani nezaretlerinde ve Cennetten getirilen ve fani küre-i arzın baki bir temel taşı olmak, yani ileride baki Cennete bir kısmını devretmeye bir işaret için “sahret” namında uhrevi bir madde, bir hakikat gönderilip Sevr ve Hut meleklerine bir nokta-i istinad edilmiş diye Beni İsrailin eski peygamberlerinden rivayet var ve İbni Abbastan dahi mervidir. Maatteessüf bu kudsi mana, mürur-u zamanla bu teşbih, avamın nazarında hakikat telakki edilmekle aklın haricinde bir suret almış. Madem melekler havada gezdikleri gibi toprakta ve taşta ve yerin merkezinde de gezerler; elbette onların ve küre-i arzın üstünde duracak cismani taş ve balığa ve öküze ihtiyaçları yoktur.
Hem mesela küre-i arz, küre-i arzın nevileri adedince başlar ve o nevilerin fertleri sayısınca diller ve o ferdlerin aza ve yaprak ve meyveleri miktarınca tesbihatlar yaptığı için, elbette o haşmetli ve şuursuz ubudiyet-i fıtriyeyi bilerek, şuurdarane temsil edip dergah-ı İlahiyeye takdim etmek için, kırk bin başlı ve her başı kırk bin dil ile ve herbir dil ile kırk bin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli bulunacak ki, ayn-ı hakikat olarak Muhbir-i Sadık haber vermiş.
Ve hilkat-i kainatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münasebat-ı Rabbaniyeyi tebliğ ve izhar eden Cebrail ve zihayat aleminde en haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis etmekteki Halıka mahsus olan icraat-ı İlahiyeyi, yalnız temsil edip ubudiyetkarane nezaret eden İsrafil ve Azrail ve hayat dairesinde rahmetin en cemiyetli, en geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsanat-ı Rahmaniyeye nezaretle beraber şuursuz şükürleri şuurla temsil eden Mikail gibi meleklerin pek acip mahiyette olarak bulunmaları ve vücutları ve ruhların bekàları, saltanat ve haşmet-i rububiyetin muktezasıdır. Onların ve herbirinin mahsus taifelerinin vücutları, kainatta güneş gibi görünen saltanat ve haşmetin vücudu derecesinde katidir ve şüphesizdir. Melaikeye ait başka maddeler bunlara kıyas edilsin.
Evet, küre-i arzda dört yüz bin nevileri zihayattan halk eden, hatta en adi ve müteaffin maddelerden ziruhları çoklukla yaratan ve her tarafı onlarla şenlendiren ve mucizat-ı sanatına karşı, onlara dilleriyle “Maşaallah, Barekallah, Sübhanallah” dediren ve ihsanat-ı rahmetine mukàbil “Elhamdü lillah, Veş-şükrü lillah, Allahu ekber” o hayvancıklara söylettiren bir Kadir-i Zülcelali vel-Cemal, elbette, bilaşek vela şüphe, koca semavata münasip, isyansız ve daima ubudiyette olan sekeneleri ve ruhanileri yaratmış, semavatı şenlendirmiş, boş bırakmamış ve hayvanatın taifelerinden pek çok ziyade ayrı ayrı nevileri meleklerden icad etmiş ki, bir kısmı küçücük olarak yağmur ve kar katrelerine binip sanat ve rahmet-i İlahiyeyi kendi dilleriyle alkışlıyorlar; bir kısmı, birer seyyar yıldızlara binip feza-yı kainatta seyahat içinde azamet ve izzet ve haşmet-i rububiyete karşı tekbir ve tehlil ile ubudiyetlerini aleme ilan ediyorlar.
Evet, zaman-ı ademden beri bütün semavi kitaplar ve dinler meleklerin vücutlarına ve ubudiyetlerine ittifakları ve bütün asırlarda meleklerle konuşmalar ve muhavereler, kesretli tevatürle insanlar içinde vuku bulduğunu nakil ve rivayetleri ise, görmediğimiz Amerika insanlarının vücutları gibi meleklerin vücutlarını ve bizimle alakadar olduklarını kati ispat eder.
İşte, şimdi gel, iman nuruyla bu külli ikinci meyveye bak ve tat: Nasıl kainatı baştan başa şenlendirip, güzelleştirip bir mescid-i ekbere ve büyük bir ibadethaneye çeviriyor! Ve fen ve felsefenin soğuk, hayatsız, zulmetli, dehşetli göstermelerine mukàbil, hayatlı, şuurlu, ışıklı, ünsiyetli, tatlı bir kainat göstererek baki hayatın bir cilve-i lezzetini, ehl-i imana, derecesine göre dünyada dahi tattırır.
Tetimme: Nasıl ki vahdet ve ehadiyet sırrıyla kainatın her tarafında aynı kudret, aynı isim, aynı hikmet, aynı sanat bulunmasıyla Halıkın vahdet ve tasarrufu ve icad ve rububiyeti ve hallakıyet ve kudsiyeti, cüzi-külli herbir masnuun hal diliyle ilan ediliyor. Aynen öyle de, her tarafta melekleri halk edip her mahlukun lisan-ı hal ile şuursuz yaptıkları tesbihatı, meleklerin ubudiyetkarane dilleriyle yaptırıyor. Meleklerin hiçbir cihette hilaf-ı emir hareketleri yoktur. Halis bir ubudiyetten başka hiçbir icad ve emirsiz hiçbir müdahale, hatta izinsiz şefaatleri dahi olmaz. Tam بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ sırrına mazhardırlar.
Hatime
Gayet ehemmiyetli bir nükte-i icaziyeye dair, birden ihtiyarsız, mağripten sonra kalbe ihtar edilen ve Sure-i قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ ın zahir bir mucize-i gaybiyesini gösteren uzun bir hakikate kısa bir işarettir.
قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ وَمِنْ شَرِّ غَاسِقٍ اِذَا وَقَبَ وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ
İşte, yalnız mana-yı işari cihetinde bu sure-i azime-i harika, “Kainatta adem alemleri hesabına çalışan şerirlerden ve insi ve cinni şeytanlardan kendinizi muhafaza ediniz” Peygamberimize ve ümmetine emrederek, her asra baktığı gibi, mana-yı işarisiyle bu acip asrımıza daha ziyade, belki zahir bir tarzda bakar, Kuranın hizmetkarlarını istiazeye davet eder. Bu mucize-i gaybiye, beş işaretle kısaca beyan edilecek. Şöyle ki:
Bu surenin herbir ayetinin manaları çoktur. Yalnız mana-yı işari ile, beş cümlesinde dört defa شَرِّ kelimesini tekrar etmek ve kuvvetli münasebet-i maneviye ile beraber dört tarzda bu asrın emsalsiz dört dehşetli ve fırtınalı maddi ve manevi şerlerine ve inkılaplarına ve mübarezelerine aynı tarihle parmak basmak ve manen “Bunlardan çekininiz” emretmek, elbette Kuranın icazına yakışır bir irşad-ı gaybidir.
Mesela, başta قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ cümlesi, bin üç yüz elli iki veya dört (1352-1354) tarihine hesab-ı ebcedi ve cifri ile tevafuk edip nev-i beşerde en geniş hırs ve hasetle ve Birinci Harbin sebebiyle vukua gelmeye hazırlanan İkinci Harb-i Umumiye işaret eder ve ümmet-i Muhammediyeye (a.s.m.) manen der: “Bu harbe girmeyiniz ve Rabbinize iltica ediniz.” Ve bir mana-yı remziyle, Kurannın hizmetkarlarından olan Risale-i Nur şakirtlerine hususi bir iltifatla, onların Eskişehir hapsinden, dehşetli bir şerden aynı tarihiyle kurtulmalarına ve haklarındaki imha planının akim bırakılmasına remzen haber verir, manen “İstiaze ediniz” emreder gibi bir remiz verir.
Hem mesela مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ cümlesi (şedde sayılmaz) bin üç yüz altmış bir (1361) ederek bu emsalsiz harbin merhametsiz ve zalimane tahribatına Rumi ve Hicri tarihiyle parmak bastığı gibi, aynı zamanda bütün kuvvetleriyle Kuranın hizmetine çalışan Nur şakirtlerinin geniş bir imha planından ve elim ve dehşetli bir beladan ve Denizli hapsinden kurtulmalarına tevafukla, bir mana-yı remzi ile onlara da bakar, “Halkın şerrinden kendinizi koruyunuz” gizli bir ima ile der.
Hem mesela اَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ cümlesi (şeddeler sayılmaz) bin üç yüz yirmi sekiz (1328), eğer şeddedeki ل sayılsa, bin üç yüz elli sekiz (1358) adediyle bu umumi harpleri yapan ecnebi gaddarların, hırs ve hasetle bizdeki Hürriyet inkılabının Kuran lehindeki neticelerini bozmak fikriyle tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umuminin patlamasıyla maddi ve manevi şerlerini, siyasi diplomatların, radyo diliyle herkesin kafalarına sihirbaz ve zehirli üflemeleriyle ve mukadderat-ı beşerin düğme ve ukdelerine gizli planlarını telkin etmeleriyle bin senelik medeniyet terakkiyatını vahşiyane mahveden şerlerin vücuda gelmeye hazırlanmaları tarihine tevafuk ederek اَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ in tam manasına tetabuk eder.
Hem mesela وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ cümlesi (şedde ve tenvin sayılmaz) yine bin üç yüz kırk yedi (1347) edip, aynı tarihte, ecnebi muahedelerin icbarıyla bu vatanda ehemmiyetli sarsıntılar ve felsefenin tahakkümüyle bu dindar millette ehemmiyetli tahavvüller vücuda gelmesine ve aynı tarihte, devletlerde İkinci Harb-i Umumiyi ihzar eden dehşetli hasetler ve rekabetlerin çarpışmaları tarihine bu mana-yı işari ile tam tamına tevafuku ve manen tetabuku, elbette bu kudsi surenin bir lema-i icaz-ı gaybisidir.
Bir İhtar
Herbir ayetin müteaddit manaları vardır. Hem herbir mana küllidir; her asırda efradı bulunur. Bahsimizde bu asrımıza bakan yalnız mana-yı işari tabakasıdır. Hem o külli manada, asrımız bir ferttir. Fakat hususiyet kesb etmiş ki, ona tarihiyle bakar.
Ben dört senedir, bu harbin ne safahatını ve ne de neticelerini ve ne de sulh olmuş, olmamış bilmediğimden ve sormadığımdan, bu kudsi surenin daha ne kadar bu asra ve bu harbe işareti var diye daha onun kapısını çalmadım. Yoksa bu hazinede daha çok esrar var olduğunu Risale-i Nurun eczalarında, hususan Rumuzat-ı Semaniye risalelerinde beyan ve ispat edildiğinden onlara havale edip kısa kesiyorum.
Hatıra gelebilen bir sualin cevabıdır
Bu lema-i icaziyede, baştaki مِنْ شَرِّ مَا خَلَقَ da, hem مِنْ , hem شَرِّ kelimeleri hesaba girmesi ve ahirde وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ yalnız شَرِّ kelimesi girmesi وَمِنْ girmemesi ve وَمِنْ شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ ikisi de hesap edilmemesi gayet ince ve latif bir münasebete ima ve remz içindir. Çünkü, halklarda şerden başka hayırlar da var. Hem bütün şer herkese gelmez. Buna remzen, bazıyeti ifade eden مِنْ ve شَرِّ girmişler. Hasid hased ettiği zaman bütün şerdir. Bazıyete lüzum yoktur. Ve اَلنَّفَّاثَاتِ فِى الْعُقَدِ remziyle, kendi menfaatleri için küre-i arza ateş atan üfleyicilerin ve sihirbaz o diplomatların tahribata ait bütün işleri ayn-i şerdir diye, daha شَرِّ kelimesine lüzum kalmadı.
Bu sureye ait bir nükte-i icaziyenin haşiyesidir
Nasıl bu sure, beş cümlesinden dört cümlesiyle bu asrımızın dört büyük şerli inkılaplarına ve fırtınalarına mana-yı işari ile bakar. Aynen öyle de, dört defa tekraren مِنْ شَرِّ (şedde sayılmaz) kelimesiyle, alem-i İslamca en dehşetli olan Cengiz ve Hülagu fitnesinin ve Abbasi Devletinin inkıraz zamanının asrına dört defa mana-yı işari ile ve makam-ı cifri ile bakar ve parmak basar.
Evet, şeddesiz شَرِّ beş yüz (500) eder; مِنْ doksandır (90). İstikbale bakan çok ayetler, hem bu asrımıza, hem o asırlara işaret etmeleri cihetinde istikbalden haber veren İmam-ı Ali ve Gavs-ı azam (k.s.) dahi, aynen hem bu asrımıza, hem o asra bakıp haber vermişler. غَا سِقٍ اِذَا وَقَبَ kelimeleri bu zamana değil, belki غَا سِقٍ bin yüz altmış bir (1161) ve اِذَا وَقَبَ sekiz yüz on (810) ederek, o zamanlarda ehemmiyetli maddi manevi şerlere işaret eder. Eğer beraber olsa, Miladi bin dokuz yüz yetmiş bir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak.
On Birinci Meselenin Haşiyesinin bir Lahikasıdır
ayetül-Kürsinin tetimmesi olan لاَ اِكْرَاهَ فِى ﴿ الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ ﴾ مِنَ الْغَىِّ bin üç yüz elli (1350), فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ bin dokuz yüz yirmi dokuz (1929) veya (1928), وَيُؤْمِنْ بِاللهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ dokuz yüz kırk altı (946) “Risaletün-Nur” ismine muvafık; بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى bin üç yüz kırk yedi (1347); ﴾ لاَ انْفِصَامَ لَهَا وَاللهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ ﴿ اَللهُ ﴾ ﴿ وَلِىُّ الَّذِينَ اٰمَنُوا eğer beraber olsa bin on iki (1012), eğer beraber olmazsa dokuz yüz kırk beş (945) (bir şedde sayılmaz), يُخْرِجُهُمْ مِنَ ﴿ الظُّلُمَاتِ ﴾ اِلَى النُّورِ bin üç yüz yetmiş iki (1372) (şeddesiz), ﴾ وَالَّذِينَ كَفَرُوا اَوْلِيَۤاءُهُمُ ﴿ الطَّاغُوتُ bin dört yüz on yedi (1417); ﴾ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى ﴿ الظُّلُمَاتِ bin üç yüz otuz sekiz (1338) (şedde sayılmaz) اُولٰۤئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ bin iki yüz doksan beş (1295) (şedde sayılır) eder. Risaletün-Nurun hem iki kere ismine, hem suret-i mücahedesine, hem tahakkukuna ve telif ve tekemmül zamanına tam tamına tevafukuyla beraber, ehl-i küfrün bin iki yüz doksan üç (1293) harbiyle alem-i İslamın nurunu söndürmeye çalışması tarihine ve Birinci Harb-i Umumiden istifade ile bin üç yüz otuz sekizde (1338) bilfiil nurdan zulümata atmak için yapılan dehşetli muahedeler tarihine tam tamına tevafuku ve içinde mükerreren nur ve zulümat karşılaştırılması ve bu mücahede-i maneviyede Kuranın nurundan gelen bir Nur, ehl-i imana bir nokta-i istinat olacağını mana-yı işari ile haber veriyor diye kalbime ihtar edildi. Ben de mecbur oldum, yazdım. Sonra baktım ki, manasının münasebeti bu asrımıza o kadar kuvvetlidir ki, hiç tevafuk emaresi olmasa da, yine bu ayetler her asra baktığı gibi mana-yı işari ile bizimle de konuşuyor kanaatim geldi.
Evet, evvela başta ﴾ لاَ اِكْرَاهَ فِى ﴿ الدِّينِ قَدْ تَبَيَّنَ الرُّشْدُ cümlesi, makam-ı cifri ve ebcedi ile bin üç yüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mana-yı işari ile der: Gerçi o tarihte, dini, dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silahla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasi, bir düstur-u siyasi oluyor ve hükümet, laik cumhuriyete döner. Fakat ona mukàbil manevi bir cihad-ı dini, iman-ı tahkiki kılıcıyla olacak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli burhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kurandan çıkacak diye haber verip bir lema-i icaz gösterir.
Hem, ta خَالِدُونَ kelimesine kadar, Risale-i Nurdaki bütün muvazenelerin aslı, menbaı olarak aynen o muvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümat ve iman ve karanlıkları karşılaştırmasıyla gizli bir emaredir ki, o tarihte bulunan cihad-ı manevi mübarezesinde büyük bir kahraman “Nur” namında Risale-i Nurdur ki, dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun manevi elmas kılıcı, maddi kılıçlara ihtiyaç bırakmıyor.
Evet, hadsiz şükürler olsun ki, yirmi senedir Risale-i Nur bu ihbar-ı gaybı ve lema-ı icazı bilfiil göstermiştir. Ve bu sırr-ı azim içindir ki, Risale-i Nur şakirtleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddi mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar. Ve hakiki şakirtleri, en dehşetli bir hasmına ve hakaretli tecavüzüne karşı ona der:
“Ey bedbaht! Ben seni idam-ı ebediden kurtarmaya ve fani hayvaniyetin en süfli ve elim derecesinden bir baki insaniyet saadetine çıkarmaya çalışıyorum; sen benim ölümüme ve idamıma çalışıyorsun. Senin bu dünyada lezzetin pek az, pek kısa; ve ahirette ceza ve belaların pek çok ve pek uzundur. Ve benim ölümüm bir terhistir. Haydi def ol! Seninle uğraşmam, ne yaparsan yap!” der. O zalim düşmanına hiddet değil, belki acıyor, şefkat ediyor, “Keşke kurtulsaydı” diyerek ıslahına çalışır.
Saniyen: وَيُؤْمِنْ بِاللهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ ﴾﴿ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى ﴾ ﴿
Bu iki kudsi cümleler, kuvvetli münasebet-i maneviye ile beraber makam-ı cifri ve ebcedi hesabıyla, birincisi Risaletün-Nurun ismine, ikincisi onun tahakkukuna ve tekemmülüne ve parlak fütuhatına manen ve cifren tam tamına tetabukları bir emaredir ki, Risaletün-Nur bu asırda, bu tarihte bir urvetül-vüskadır. Yani çok muhkem, kopmaz bir zincir ve bir hablullahtır. Ona elini atan yapışan, necat bulur diye mana-yı remziyle haber verir.
Salisen: اَللهُ ﴾ وَلِىُّ الَّذِينَ اٰمَنُوا ﴿cümlesi hem mana, hem cifirle Risaletün-Nura bir remzi var. Şöyle ki:…
Bu makamda perde indi, yazmaya izin verilmedi. Başka zamana tehir edildi.
Risale-i Nur kahramanı Hüsrevin Meyvenin On Birinci Meselesi münasebetiyle yazdığı mektubun bir parçasıdır.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Esselamü Aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatühü.
Çok mübarek, çok kıymettar, çok sevgili Üstadımız Efendimiz,
Millet ve memleket için çok büyük güzellikleri ihtiva eden Meyve, Dokuz Meselesi ile, dehşetli bir zamanda, müthiş asiler içinde en büyük düşmanlar arasında hayret-feza bir surette şakirtlerine necat vermeye vesile olmakla kalmamış. Onuncu ve On Birinci Meseleleri ile, hususuyla Nurun şakirtlerini hakikat yollarında alkışlamış ve gidecekleri hakiki mekanları olan kabirdeki ahvallerinden ve herkesi titreten ve bilhassa ehl-i gaflet için çok korkunç, çok elemli, çok acıklı bir menzil olan toprak altında, göreceği ve konuşacağı melaikelerle konuşmayı ve refakati sevdirerek bu mekana daha çok ünsiyet izhar etmekle, bu korkulu ilk menzil hakkındaki fevkalhad korkularımızı tadil etmiş, nefes aldırmış. Hususiyle o alemin nurani hayatını benim gibi göremeyenlerin ellerinde, şuaatı yüz binlerle senelik mesafelere uzanan bir elektrik lambası hükmüne geçmiş. Hem de daima koklanılacak nümunelik bir çiçek bahçesi olmuştur.
Evet, biz sevgili üstadımıza arz ediyoruz ki, hergün dersini hocasına okuyan bir talebe gibi, Nurdan aldığımız feyizlerimizi, her vakit için sevgili üstadımıza arz edelim. Fakat sevgili üstadımız şimdilik konuşmalarını tatil buyurdular.
Ey aziz Üstadım,
Risale-i Nurun hakikati ve Meyvenin güzelliği ve çiçeğinin feyzi, beni minnettarane, bir parça memleketim namına konuşturmuş ve benim gibi konuşan çok kalblere hayat vermiş. Şimdi muhitimizde Risale-i Nura karşı atılan adımlar ve uzatılan eller, Meyvenin on birinci çiçeği ile daha çok metanet kesb etmiş, inkişaf etmiş, faaliyete başlamıştır.
Çok hakir talebeniz
Hüsrev
Ispartadaki umum Risale-i Nur talebeleri namına Ramazan tebriki münasebetiyle yazılmış ve on üç fıkra ile tadil edilmiş bir mektuptur
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Ey alem-i İslamın dünya ve ahirette selameti için Kuranın feyziyle ve Risale-i Nurun hakikatiyle ve sadık şakirtlerin himmetiyle mübarek gözlerinden yaş yerine kan akıtan,
Ve ey fitne-i ahirzamanın şu dağdağalı ve fırtınalı zamanında Eyyub dan ziyade hastalıklara, dertlere giriftar olan ve Kuranın nuruyla ve Risale-i Nurun burhanlarıyla ve şakirtlerin gayretiyle alem-i İslamın maddi ve manevi hastalıklarını Hekim-i Lokman gibi tedaviye çalışan,
Ve ey mübarek ellerinde mevcut olan Nur parçalarının hak ve hakikat olduğunu Kuranın otuz üç ayetiyle ve keramet-i Aleviye ve Gavsiye ile ispat eden,
Ve ey kendisi hasta ve ihtiyar ve zayıf ve gayet acınacak bir halde olduğuna göre herkesten ziyade alem-i İslama can feda eder derecesinde acıyarak, kendine fenalık etmek isteyenlere Kuranın hakikatiyle ve Risale-i Nurun hüccetleriyle, Nur talebelerinin sadakatlarıyla hayırlı dualar ve iyilik etmek ile karşılayan,
Ve yazdığı mühim eserlerinden ayetül-Kübranın tabıyla kendi zatına ve talebelerine gelen musibette hapishanelere düşen ve o zindanları Kuranın irşadıyla ve Risale-i Nurun dersiyle ve şakirtlerin iştiyakıyla bir medrese-i Yusufiyeye çeviren ve bir dershane yapan ve içimizde bulunan cahil olanların hepsini Kuranı o dershanede hatmettirerek çıkaran ve o musibette Kuranın kuvve-i kudsiyesiyle ve Risale-i Nurun tesellisiyle ve kardeşlerin tahammülleriyle, ihtiyar ve zayıf olduğu halde bütün ağırlıklarımızı ve yüklerimizi üzerine alan ve yazdığı Meyve ve Müdafaaname risaleleriyle Kuran-ı Mucizül-Beyanın icazıyla ve Risale-i Nurun kuvvetli burhanlarıyla ve şakirtlerin ihlası ile, izn-i İlahi ile üzerinden kapılarını açtırıp beraat kazandıran ve o günde bize ve alem-i İslama bayram yaptıran ve hakikaten Risale-i Nurları nurun ala nur olduğunu ispat ederek kıyamete kadar serbest okunup ve yazılmasına hak kazandıran,
Ve alem-i İslamın Kuran-ı Azimüşşanın gıda-yı kudsisiyle ve Nurun uhrevi taamıyla ve şakirtlerinin iştihasıyla ekmek, su ve hava gibi bu Nurlara pek çok ihtiyacı olduğunu ve bu Nurları okuyup yazanlardan binler kişi imanla kabre girdiğini ispat eden ve kendisine mensup talebelerini hiçbir yerde mağlup ve mahcup etmeyen ve elyevm Kuranın semavi dersleriyle ve Risale-i Nurun esasatıyla ve şakirtlerinin zekavetleriyle ve Meyvenin Onuncu ve On Birinci Mesele ve çiçekleriyle, firak ateşiyle gece gündüz yanan kalblerimizi ab-ı hayat ve şarab-ı kevser gibi o mübarek Mesele ve Çiçeklerle kalblerimizin ateşini söndürüp sürur ve feraha sevk eden,
Ve ey alemin—Kuran-ı Azimüşşanın kati vaadiyle ve tehdidiyle ve Risale-i Nurun keşf-i katisiyle ve merhum şakirtlerinin müşahedesiyle ve onlardaki keşfül-kubur sahiplerinin görmesiyle—en çok korktuğu ölümü, ehl-i iman için idam-ı ebediden kurtarıp bir terhis tezkeresine çeviren ve alem-i nura gitmek için güzel bir yolculuk olduğunu ispat eden ve kafir ve münafıklar için idam-ı ebedi olduğunu bildiren Kuran-ı Mucizül-Beyanın, bin mucizat-ı Ahmediye aleyhissalatü vesselam ve kırk vech-i icazının tasdiki altında ihbarat-ı katiyesiyle, ondan çıkan Risale-i Nurun en muannid düşmanlarını mağlup eden hüccetleriyle ve Nur şakirtlerinin, çok emarelerin ve tecrübelerin ve kanaatlerinin teslimiyle o korkunç, karanlık, soğuk ve dar kabri, ehl-i iman için Cennet çukurundan bir çukur ve Cennet bahçesinin bir kapısı olduğunu ispat eden ve kafir ve münafık zındıklar için Cehennem çukurundan yılan ve akreplerle dolu bir çukur olduğunu ispat eden ve oraya gelecek olan Münker, Nekir isminde melaikeleri ehl-i hak ve hakikat yolunda gidenler için birer munis arkadaş yapan ve Risale-i Nurun şakirtlerini talebe-i ulum sınıfına dahil edip Münker, Nekir suallerine Risale-i Nur ile cevap verdiklerini merhum kahraman şehid Hafız Alinin vefatıyla keşfeden ve hayatta bulunanlarımızın da yine Risale-i Nur ile cevap vermemizi rahmet-i İlahiyeden dua ve niyaz eden ve Kuranı, Kuran-ı Azimüşşanın kırk tabakadan her tabakaya göre bir nevi icaz-ı manevisini göstermesiyle ve umum kainata bakan kelam-ı ezeli olmasıyla ve tefsiri olan Risale-i Nurun Mucizat-ı Kuraniye ve Rumuzat-ı Semaniye risaleleriyle ve Risale-i Nur gül fabrikasının serkatibi gibi kahraman kardeşlerin ve şakirtlerin fevkalade gayretleriyle Asr-ı Saadetten beri böyle harika bir surette mucizeli olarak yazılmasına hiç kimse kadir olmadığı halde Risale-i Nurun kahraman bir katibi olan Hüsreve “Yaz!” emir buyurulmasıyla, Levh-i Mahfuzdaki yazılan Kuran gibi yazılması ve Kuran-ı Azimüşşanın hak kelamullah olduğunu ve bütün semavi kitapların en büyüğü ve en efdali ve bir Fatiha içinde binler Fatiha ve bir İhlas içinde binler İhlas ve hurufatının birden on ve yüz ve bin ve binler sevap ve hasene verdiklerini hiç görülmedik ve işitilmedik pek güzel ve harika bir surette tarif ve ispat eden ve Kuran-ı Mucizül-Beyanın, bin üç yüz seneden beri icazını göstermesiyle ve muarızlarını durdurmasıyla ve Nurun gözlere gösterir derecede zahir delilleri ile ve Nur şakirtlerinin elmas kalemleriyle bu zamana kadar misli görülmedik Risale-i Nurun dünyaya ferman okuyan ve en mütemerrid ve muannidleri susturan Yirmi Beşinci Söz ve zeyilleri kırk vech ile icaz-ı Kurani olduğunu ispat eden,
Ve ey Peygamber aleyhissalatü vesselamın hak peygamber olduğuna ve umum yüz yirmi dört bin peygamberlerin efdali ve seyyidi olduğuna dair binler mucizelerini Mucizat-ı Ahmediye (a.s.m.) namındaki Risale-i Nuru ile güzel bir surette ispat eden ve Kuran-ı Azimüşşanın, Resulallah aleyhissalatü vesselamın rahmeten lil-alemin olduğunu kainatta ilan etmesiyle ve Nurun baştan nihayete kadar onun rahmeten lil-alemin olduğunu burhanlarla ispat etmesiyle ve o resulün efal ve ahvali, kainatta nümune-i iktida olacak en sağlam, en güzel rehber olduğunu hatta körlere de göstermesiyle ve Anadolu ve hususi memleketlerde Nurun intişarı zamanında belaların refi ve susturulmasıyla musibetlerin gelmesi şehadetiyle ve Nur şakirtlerinin gayet ağır müşkülatlar içinde kemal-i metanetle hizmet ve irtibatlarıyla o zatın (a.s.m.) sünnet-i seniyyesine ittiba etmek ne kadar karlı olduğunu ve bir sünnete bu zamanda ittibada yüz şehidin ecrini kazandığını bildiren ve sadaka kaza ve belayı nasıl def ediyorsa Risale-i Nurun da Anadoluya gelecek kazayı, belayı, yirmi senedir def ettiğini aynelyakin ispat eden Üstad-ı Ekremimiz Efendimiz Hazretleri!
Şimdi şu Risale-i Nurun beraeti, başta siz sevgili Üstadımızı, sonra biz aciz kusurlu talebelerinizi, sonra alem-i İslamı sürura sevk ederek ikinci büyük bir bayram yaptırdığından, siz mübarek Üstadımızın bu büyük bayram-ı şerifinizi tebrik ile ve yine üçüncü bayram olan Ramazan-ı Şerifinizi ve Leyle-i Kadrinizi tebrik, emsal-i kesiresiyle müşerref olmaklığımızı niyaz ve biz kusurluların, kusurlarımızın affını rica ederek umumen selam ile mübarek ellerinizden öper ve dualarınızı temenni ederiz, efendimiz hazretleri.
Isparta ve havalisinde bulunan
Nur Talebeleri
Haddimden yüz derece ziyade olan bu mektup muhteviyatını tevazu ile reddetmek bir küfran-ı nimet ve umum şakirtlerin hüsn-ü zanlarına karşı bir ihanet olması ve aynen kabul etmek bir gurur, bir enaniyet ve benlik bulunması cihetiyle, umum namına Risale-i Nur katibinin yazdığı bu uzun mektubu, on üç fıkraları ilave edip, hem bir şükr-ü manevi, hem gururdan, hem küfran-ı nimetten kurtulmak için size bir suretini gönderiyorum ki, Meyvenin On Birinci Meselesinin ahirinde “Risale-i Nurun Isparta ve civarı talebelerinin bir mektubudur” diye ilhak edilsin. Ben bu mektubu, bu tadilat ile yazdığımız halde, iki defa bir güvercin yanımızdaki pencereye geldi. İçeriye girecekti. Ceylanın başını gördü girmedi. Birkaç dakika sonra başkası aynen geldi. Yine yazanı gördü, girmedi. Ben dedim: “Herhalde evvelki serçe ve kuddüs kuşu gibi müjdecileridir. Veyahut bu mektup gibi müteaddit mektupları yazdığımızdan, mübarek mektubun tadili ile mübarekiyetini tebrik için gelmişler” kanaatimiz geldi.
Said Nursi