Sual: Îcaz ile icaz sıfatlarını havi Kuran-ı Azimüşşanda, ve فَبِأَىِّ اٰلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ ve وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ gibi pek çok ayetler tekerrür etmektedir. Halbuki bu tekrarlar, belagate münafidir, usanç veriyor.
Cevap: Ey arkadaş! Her parlayan şey, yakıcı ateş değildir. Evet, tekrar ve tekerrür bazan usanç veriyor, fakat umumi değildir. Her yere, her kelama ve her kitaba şamil değildir. Usanç verici addedilen pek çok zahiri tekrarlar, belagatçe istihsan ve takdir edilmektedir.
Evet, insanın yediği yemekler, biri gıda, diğeri tefekküh (meyve) olmak üzere iki kısımdır.
Birinci kısım, tekerrür ettikçe memnuniyet verir, kuvvet verir, kat kat teşekkürlere sebep olur.
İkinci kısmın tekerrüründe usanç, teceddüdünde lezzet vardır.
Kezalik, kelamlar da iki kısımdır.
Bir kısmı ruhlara kut, fikirlere kuvvet verici hakikatlerdir ki, tekerrür ettikçe güneşin ziyası gibi, ruhlara, fikirlere hayat verir. Meyve kabilinden iştihayı açan kısımda tekerrür makbul değildir, istihsan edilmez.
Buna binaen Kuran, heyet-i mecmuasıyla kalblere kut ve kuvvet olup, tekrarı usanç değil, halavet ve lezzet verdiği gibi, Kuranın ayetlerinde de öyle bir kısım vardır ki, o kuvvetin ruhu hükmünde olup tekerrür ettikçe daha ziyade parlar, hak ve hakikat nurlarını saçar.
هُوَ الْمِسْكُ مَا كَرَّرْتَهُ يَتَضَوَّعُ
Ezcümle: gibi ayetlerde bulunan ukde-i hayatiye ve nurani esaslar, tekerrür ettikçe iştihaları açar; misk gibi, karıştırıldıkça kokar. Demek tekerrür zannedilen, hakikatte tekerrür değildir. Ancak وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا kabilinden, o ayrı ayrı hikmetleri, nükteleri, gayeleri ifade eden tekrarlı kelamlar, yalnız ibarece, lafızca birbirine benzedikleri için tekrar zannedilir. Hatta kıssa-i Musa, çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasip bir vecihle zikredilmesi, ayn-ı belagattir.
Evet, Kuran-ı Azimüşşan, o kıssa-i meşhureyi, gümüş iken, yed-i beyzasına alarak altın şekline ifrağıyla öyle bir nakş-ı belagate mazhar etmiştir ki, bütün ehl-i belagat, onun belagatine hayran olmuşlar, secdeye varmışlardır.
Ve keza, teyemmün, teberrük ve istiane gibi çok vecihleri havi; ve tevhid, tenzih, sena, celal ve cemal ve ihsan gibi çok makamları tazammun; ve tevhid ve nübüvvet, haşir ve adalet gibi makasıd-ı erbaaya işaret eden besmele, zikredilen yerlerin herbirisinde bu vecihlerden, bu makamlardan biri itibarıyla zikredilmiş ve edilmektedir. Maahaza, hangi surede tekerrür varsa, o surenin ruhuyla münasip olan bir vecih bizzat kasdedilmekle öteki vecihlerin istitradi ve tebei zikirleri, belagate münafi değildir.
﴾ الۤم ۤ ﴿ Surelerin başlarında bulunan huruf-u mukattaaya ait izahatı dört mebhasta zikredeceğiz.
BİRİNCİ MEBHAS: الۤمۤ ile, surelerin evvellerinde bulunan huruf-u mukattaadan teneffüs eden icaz hakkındadır. İcaz, inci gibi incecik letaif-i belagatın parıltılarının imtizaç ve içtimaından tecelli eden bir nurdur. Bu mebhasta, bu nuru, birkaç letaif zımnında izah etmekle parlatacağız. Fakat herbir latife ince ve ziyası az ise de, letaifin heyet-i mecmuasından hasıl olan tam bir ziya ile fecr-i sadık çıkacaktır.
1. Hece harflerinin adedi—elif-i sakine hariç kalmak şartıyla—yirmi sekiz harftir. Kuran-ı Azimüşşan, surelerin başında bu harflerin yarısını zikretmiş, yarısını da terk etmiştir.
2. Kuranın almış olduğu nısıf, terk ettiği nısıftan daha ziyade kesirül-istimaldir.
3. Kuran, surelerin başında zikrettiği kısım içinde lisan üzerine daha suhuletli olan elif, lamı çok tekrar etmiştir.
4. Kuran, aldığı harfleri, hece harflerinin adedince surelere tevzi etmiştir.
5. Hece harflerinin mehmuse, mechure, şedide, rahve, müstaliye, münhafıza, mutbika, münfetiha gibi çiftli cinslerinin herbirisinden yine nısıf almıştır.
6. Çifti, yani eşi olmayan (evtar) kısmında sakilden azı, hafiften çoğu almıştır: Kalkale, zellaka gibi.
7. Kuran-ı Azimüşşanın, surelerin başındaki huruf-u mukattaanın zikredilen minval üzerine tansifleri hakkında ihtiyar ettiği tarik, 504 ihtimalden intihap edilmiştir. Ve intihap edilen şu tarikten başka hiçbir ihtimalle mezkur tansif mümkün değildir. Çünkü, taksimler pek çok birbirine girmiş ve çok mütefavittir.
Bu gibi icaz lemalarından hisse alamayan, zevkine levm ve itab etsin!
İKİNCİ MEBHAS: Bu mebhasta da birkaç letaif vardır:
1. الۤمۤ ile emsalinde göze çarpan garabet, bu harflerin pek garip ve acip birşeyin mukaddemesi ve keşif kolları olduklarına işarettir.
2. Bu surelerin başlarındaki takti-i huruf ile isimleri hecelemek, müsemmanın mehazine ve neden neşet ettiğine işarettir.
3. Bu harflerin taktii, müsemmanın vahid-i itibari olup, terkib-i mezci olmadığına işarettir.
4. Bu harflerin takti ile tadadı, sanatın madde ve mehazini muhataba göstermekle muarazaya talip olanlara karşı meydan okuyarak, “İşte, icaz-ı sanatı, şu gördüğünüz harflerin nazım ve nakışlarından yaptım. Buyurunuz meydana!” diye, onların tahkirane tebkitlerine (tekdirlerine) işarettir.
5. Manadan soyulmuş şu hece harflerinin zikri, muarızları hüccetsiz bırakmaya işarettir.
Evet, Kuran-ı Mucizül-Beyan, şu manasız harflerin lisan-ı haliyle ilan ediyor ki: “Ben sizden beliğ manaları, hükümleri, hakikatleri ifade eden yüksek hutbeleri ve nutukları istemiyorum. Yalnız şu tadad ettiğim harflerden bir nazire yapınız—velev iftira ve hikayelerden ibaret bile olursa olsun!”
6. Harfleri tadad ile hecelemek, yeni kıraate ve kitabete başlayan müptedilere mahsustur. Bundan anlaşılıyor ki, Kuran, ümmi bir kavme ve müptedi bir muhite muallimlik yapıyor.
7. ا ل د gibi harfleri, mesela, elif, lam, dal gibi isimleriyle tabir ve zikretmek, ehl-i kıraat ve erbab-ı kitabetin ittihaz ettikleri bir usuldür. Bundan anlaşılıyor ki, hem söyleyen, hem dinleyen ümmi olduklarına nazaran, bu tabirler, söyleyenden doğmuyor ve onun malı değildir; ancak, başka bir yerden ona geliyor.
Ey arkadaş! Bu letaifin ince iplerinden dokunan yüksek nakş-ı belagati göremeyen adam, belagat ehlinden değildir. Erbab-ı belagate müracaat etsin.
ÜÇÜNCÜ MEBHAS: الۤمۤ İcazın esaslarından, icazın en yüksek ve en ince derecesine bir misaldir. Bunda da birkaç letaif vardır.
1. الۤمۤ üç harfiyle üç hükme işarettir. Şöyle ki: Elif, هٰذَا كَلاَمُ اللهِ اْلاَزَلِىُّ hükmüne ve kaziyesine; lam, نَزَلَ بِهِ جِبْرِيلُ 2 hükmüne ve kaziyesine; mim, عَلٰى مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ السَّلاَمُ hükmüne ve kaziyesine remzen ve imaen işarettir.
Evet, nasıl ki Kuranın hükümleriuzun bir surede, uzun bir surekısa bir surede, kısa bir sure bir ayette, bir ayet bir cümlede, bir cümle bir kelimede, o kelime de sin, lam, mim gibi huruf-u mukattaada irtisam eder, görünür. Kezalik, الۤمۤ in herbir harfinde mezkur hükümlerden biri temessül etmiş görünüyor.
2. Surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa, İlahi bir şifredir. Beşer fikri ona yetişemiyor. Anahtarı, ancak Muhammed aleyhissalatü vesselamdadır.
3. Şifrevari şu huruf-u mukattaanın zikri, Muhammed aleyhissalatü vesselamın fevkalade bir zekaya malik olduğuna işarettir ki, Muhammed aleyhissalatü vesselam, remizleri, imaları ve en gizli şeyleri sarih gibi telakki eder, anlar.
4. Şu harflerin taktii, harf ve lafızların havi oldukları kıymet, yalnız ifade ettikleri manalara göre olmayıp, ilm-i esrarül-hurufta beyan edildiği gibi, adet ve sayılar misillu harflerin arasında fıtri münasebetlerin bulunduğuna işarettir.
5. ا لۤمۤ taktiiyle, bütün harflerin esas mahreçleri olan “halk, vasat, şefe” mahreçlerine işarettir. Ve zihinlerin nazar-ı dikkatini şu mahreçlere çeviriyor ki, zihinler, gerek bu üç mahreçte, gerek bunlara bağlı küçük küçük mahreçlerde lafızların ve harflerin nasıl vücuda geldiklerini hayret ve ibretle mütalaa etsinler.
Ey zihnini belagatin boyasıyla boyayan arkadaş! Bu letaifi sıkacak olursan, هٰذَا كَلاَمُ اللهِ içinden çıkacaktır.
DÖRDÜNCÜ MEBHAS: الۤمۤ emsaliyle beraber, terkip şeklinden takti suretinde zikirleri, bu şeklin müstakil olup hiçbir imama tabi olmadığına ve hiç kimseyi taklit etmiş olmadığına ve üslupları acip, çeşitleri garip yeni saha-i vücuda gelen bir bedia olduğuna işarettir. Bu mebhasta da birkaç letaif vardır.
1. Hatip ve beliğlerin adetindendir ki, mesleklerinde daima bir misale tabi oluyorlar ve bir örnek üzerine nakış dokuyorlar ve işlenmiş bir yolda yürüyorlar. Halbuki, bu harflerden anlaşıldığına nazaran, Kuran hiçbir misale tabi olmamıştır ve hiçbir nakş-ı belagat örneği üzerine nakış yapmamıştır ve işlenmemiş bir yolda yürümüştür.
2. Kuran, baştan aşağıya kadar, nazil olduğu heyet üzerine bakidir. Bu kadar Kuranı taklit etmeye müştak olan dostlar ve mütehacim düşmanlara rağmen, şimdiye kadar Kuranın ne taklidi yapılmış ve ne de bir misali gösterilmiştir.
Evet, Kuran, milyonlarca Arabi kitaplarla mukayese edilirse, benzeri bulunamaz. O halde, Kuran, ya hepsinin altındadır; bu ise muhaldir. Öyle ise hepsinin fevkindedir; öyle ise Allahın kelamıdır.
3. Beşerin sanatı olan birşey, bidayette çirkin ve gayr-ı muntazam olur, sonra yavaş yavaş intizama sokulur. Kuran ise, ilk zuhurunda gösterdiği halaveti, güzelliği, gençliği şimdi de öylece muhafaza etmektedir.
Ey belagat letafetinin kokusunu koklayan arkadaş! Zihnini şu mebahis-i erbaaya gönder ki, bal arısı, اَشْهَدُ اَنَّ هٰذَا كَلاَمُ اللهِ balını çıkarsın!
﴾ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَرَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ﴿
Arkadaş! Kelamların hüsnünü artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan belagatın esaslarından biri de şudur ki: Bir havuzu doldurmak için etrafından süzülen sular gibi, beliğ kelamlarda da zikredilen kelimelerin, kayıtların, heyetlerin tamamen o kelamın takip ettiği esas maksada nazır olmakla onun takviyesine hizmet etmeleri, belagat mezhebinde lazımdır.
Birinci misal: وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ olan ayet-i kerime nazar-ı dikkate alınırsa görülür ki, bu kelamdaki maksat ve esas, pek az bir azapla fazla korkutmaktır. Ve bu kelamda olan mezkur kelimeler ve kayıtlar, tamamen o maksadı takviye için çalışıyorlar.
Ezcümle, şek ve ihtimali ifade eden اِنْ şartiye olup, azabın azlığına ve ehemmiyetsizliğine işarettir.
Ve keza نَفْحَةٌ sigasiyle ve tenviniyle azabın ehemmiyetsizliğine imadır.
Ve keza مَسَّ kelimesi, azabın şedit olmadığına işarettir.
Ve keza, tebizi ifade eden مِنْ ve şiddeti gösteren نَكَالْ kelimesine bedel, hiffeti ima eden عَذَابٌ kelimesi ve رَبِّ kelimesinden ima edilen şefkat, hepsi de azabın kıllet ve ehemmiyetsizliğine işaret etmekleşu şiiri, lisan-ı halleriyle temessül ediyorlar.
عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ اِلٰى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ
Yani, “İbarelerimiz ayrı ayrı ise de, hüsnün birdir. Hepsi de o hüsne işaret ediyorlar.”
İkinci misal: الۤمۤ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَرَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ olan ayet-i kerimedir. Bu ayette maksad-ı esas, Kuranın yüksekliğini göstermektir. Ve bu maksadı takviye eden الۤمۤ ذٰلِكَ اَلْكِتَابُ لاَرَيْبَ فِيهِ kayıtlarıdır. Evet, bu kayıtlar, istinad ettikleri pek ince ve gizli delillerine işaret etmekle beraber, o maksadın takviyesine koşuyorlar.
Ezcümle, الۤمۤ kasem olduğu cihetle, Kuranın azametine ve altında müstetir, gizli o mezkur letaif cihetiyle de davanın ispatına işaret eder.
Ve keza, ذٰلِكَ zat ile sıfatı gösteren bir işaret olması itibarıyla hem Kuranın azametine, hem azameti ispat eden sıfat-ı kemaliyeye işaret eder.
Ve keza, ذٰلِكَ işaret-i hissiyeye mahsus iken, işaret-i akliyede kullanılması, tazim ve ehemmiyeti ifade ettiği gibi, makul olan Kuranı, mahsus suretinde göstermesi, Kuranı, ezhan ve enzarın nazar-ı dikkatine arz etmekle tesettürü icap eden hile, zafiyet ve sair çirkin şeylerden münezzeh olduğunu izhar ve itiraf ettirmektir.
Ve keza ذٰلِكَ nin ل vasıtasıyla ifade ettiği bud, Kuranın kemaline delalet eden ulüvv-ü rütbesine işarettir.
Ve keza اَلْكِتَابْ daki اَلْ hasr-ı örfiyi ifade ettiğinden, Kuranın azametine ve başka kitapların mehasinini cem etmekle onların fevkinde olduğuna işarettir.
Ve keza كِتَابْ tabiri ehl-i kıraat ve kitabetten olmayan bir ümminin mahsulü olmadığına işarettir.
Ve keza لاَرَيْبَ فِيهِ zamirininher iki ihtimaline binaen Kuranın kemalini ispat veya tekit eder.
Ve keza, istiğrakı ifade eden لاَ Kuranın her köşesinde rekz ve her yerinde zikredilen deliller, burhanlar, hücuma gelen şek ve şüpheleri def ile, Kuranın o gibi lekelerden münezzeh olduğunu ilan eder. Ve lisan-ı haliyle şu şiiri okutur:
وَكَمْ مِنْ عَائِبٍ قَوْلاً صَحِيحًا وَاٰفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقِيمِ
Yani, “Kuranda tayip edilecek hiçbir nokta yoktur. Kuran gibi sahih kavilleri tayip etmek, ancak fehimlerin sekametinden ileri geliyor.”
Ve keza, zarfiyeti ifade eden فِى tabiri, Kuranın sathına ve zahirine konan şek ve şüphe varsa, içerisindeki hakaik ile def edilebileceğine işarettir.
Arkadaş! Tahlil vasıtasıyla terkibin kıymetini ve küll ile cüzler arasındaki farkı idrak edebildiysen, bu misallerdeki kuyud ve heyata dikkat et. Ve o kelimelerden nebean eden zülal-i belagati ve kevser-i fesahati doyuncaya kadar iç, “Elhamdülillah” de.
S – الۤمۤ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَرَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ ayet-i kerimesinin cümleleri, atf ile birbiriyle bağlanmamış olması neye binaendir?
C – O cümleler arasındaki şiddet-i ittisal, bağlılık ve sarılmaktan bir ayrılık yoktur ki, birbiriyle bağlanmaya lüzum olsun. Zira, o cümlelerin herbirisi, arkadaşlarına hem babadır, hem oğul; yani, hem delildir, hem neticedir.
Evet, الۤمۤ lisan-ı haliyle hem muarazaya meydan okur, hem muciz olduğunu ilan eder. ذٰلِكَ الْكِتَابُ hem bütün kitaplara faik olduğunu tasrih eder, hem müstesna ve mümtaz olduğunu izhar eder. لاَرَيْبَ فِيهِ hem Kuranın şek ve şüphe yeri olmadığını tasrih eder, hem müstesna ve mümtaz olduğunu izhar eder. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ hem tarik-i müstakimi irae etmekle muvazzaf olduğunu gösterir, hem mücessem bir nur-u hidayet olduğunu ilan eder.
İşte bu cümlelerden herbirisi, ifade ettiği birinci manasıyla arkadaşlarına delil olduğu gibi, ikinci manasıyla da onlara neticedir.
Sonra bu ayetin şu cümleleri arasında icaza menba, belagate medar olan on iki münasebet, alaka ve bağlılık vardır. Bunlardan misal olarak üç taneyi zikir, ötekileri de sana havale ederim.
1. الۤمۤ bütün muarızları, muarazaya davet eder. Öyle ise, en yüksek bir kitaptır. Öyleyse, bir yakin sadefidir. Zira kitabın kemali, yakin iledir. Öyle ise, nev-i beşer için mücessem bir hidayettir.
2. ذٰلِكَ الْكِتَابُ Yani, emsaline tefevvuk etmiştir. Öyle ise, müstesnadır. Çünkü şek ve şüphe yeri değildir. Çünkü müttakilere doğru yolu gösterir. Öyle ise mucizedir.
3. هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Yani, tarik-i müstakime irşad eder. Öyle ise yakiniyattandır. Öyle ise mümtazdır. Öyle ise mucizdir.
Ey arkadaş, şu هُدًى لِلْمُتَّقِينَ cümlesindeki nur-u belagat ve hüsn-ü kelam, dört noktadan tezahür etmiştir.
1. Bu cümlede “mübteda” mahzuftur. Bu hazf, cümleyi teşkil eden “mübteda” ile “haber” arasındaki ittihad öyle bir dereceye varmış ki, sanki “mübteda” hazf olmayıp haberin içerisine girmiş. Haricen ikisi müttehid oldukları gibi, zihnen de müttehid olduklarına işarettir.
2. هَادِى yerinde هُدًى yani, ism-i fail mevkiinde masdarın kullanılması, tecessüm eden nur-u hidayetten cevher-i Kuranın husule geldiğine işarettir.
3. هُدًى deki tenvin-i tenkirden anlaşılıyor ki, hidayet-i Kuran öyle ince bir dereceye varmıştır ki, hakikatı idrak edilemez ve öyle geniş bir sahayı işgal etmiştir ki, ihatası ilmen kabil değildir. Çünkü, “marife”nin zıddı olan “nekre,” ya şiddet-i hafadan olur veya kesret-i zuhurdan neşet eder. Buna binaendir ki, “Tenkir bazan tahkiri, bazan tazimi ifade eder” denilmiştir.
4. Müteaddit kelimelere bedel ism-i fail sigasıyla ihtiyar edilen مُتَّقِينَ kelimesiyle yapılan icaz, hidayetin semeresine ve tesirine işaret olduğu gibi, hidayetin vücuduna da bir delil-i innidir.
S – Gayet mahdut, az birkaç noktadan beşerin takatinden hariç denilen icazın doğması ihtimali var mıdır?
C – Maddi ve manevi her şeyde yardımın ve içtimaın büyük kuvvet ve tesiri vardır. Evet, inikas sırrıyla, üç şeyin hüsnü içtima ederse, beş olur. Beş içtima ederse on olur. On içtima ederse kırk olur. Çünkü herşeyde bir nevi inikas ve bir nevi temessül vardır. Nasıl ki, birbirine mukabil tutulan iki ayinede çok ayineler görünüyor; kezalik, iki üç nükte veya iki üç hüsün içtima ettikleri zaman pek çok nükteler, pek çok hüsünler tevellüt eder. Bu sırra binaendir ki, her hüsün sahibinin ve herbir sahib-i kemalin emsaliyle içtima etmeye fıtri bir meyli vardır ki, içtimaları zamanında hüsünleri, kemalleri bir iken iki olur. Hatta bir taş, taşlığıyla beraber, kubbeli binalarda ustanın elinden çıkar çıkmaz başını eğer, arkadaşıyla birleşmeye meyleder ki, sukut tehlikesinden kurtulsunlar. Maalesef, insanlar teavün sırrını idrak edememişler. Hiç olmazsa taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar!
S – Belagat ve hidayetten maksat, hakikati vazıh bir şekilde gösterip fikirleri ve zihinleri ihtilaflardan kurtarmak iken, müfessirlerin bu gibi ayetlerde yaptıkları ihtilafat, gösterdikleri ihtimaller, beyan ettikleri ayrı ayrı, birbirine uymayan vecihler altında hak ve hakikat ne suretle görülebilir?
C – Malumdur ki, Kuran-ı Azimüşşan, yalnız bir asra değil, bütün asırlara nazil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün tabakat-ı beşere şümulü vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşerin sınıflarına racidir. Binaenaleyh, herkes, her tabaka, her zaman, fehmine, istidadına göre Kuranın hakaikinden hisse alabilir ve hissedardır. Halbuki nev-i beşer derece itibarıyla muhtelif ve zevk cihetiyle mütefavit; ve keza meyil, istihsan, lezzet, tabiat itibariyle birbirine uymuyor. Mesela bir taifenin istihsan ettiği birşey, öteki taifenin zevkine muhaliftir. Bir kavmin meylettiği birşeyden öteki kavim nefret ediyor. Bu sırra binaendir ki, Kuran-ı Kerim, günahların cezası veya hayırların mükafatı hakkında zikrettiği ayetlerde tahsisat yapmamış, amm bir şekilde bırakmıştır ki, herkes zevkine göre fehmetsin.
Hülasa, Kuran-ı Mucizül-Beyan, ayetlerini, cümlelerini öyle bir şekilde nazmetmiş ve vaz etmiştir ki, her cihetten ihtimal yolları bulunsun ki, muhtelif fehimler ve istidatlar, zevklerine göre hisselerini alabilsinler. Binaenaleyh, ulum-u Arabiyenin kaidelerine muvafık ve belagatın prensiplerine uygun ve ilm-i usule mutabık olmak şartıyla, müfessirlerin birbirine muhalif olan beyanatı ve ihtimalleri, zamanlara, tabakalara ve fehimlere göre murad ve caizdir diye hükmedilebilir. Bu nükteden anlaşıldı ki, Kuranın icaz vecihlerinden biri odur ki, nazmı öyle bir üsluptadır ki, bütün asırlara, tabakalara intibak edebilir.
﴾ اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ ﴿ Bu cümlenin evvelki cümle ile nazmını icap ettiren münasebet vecihleri ise:
Bu cümle müminleri medheder, evvelki cümle de Kuranı medheder. Şu her iki medih arasında bir insibab (dökülmek) vardır ki, o onu ister, o onu ister. Çünkü ikinci medih, birinci medhin neticesidir ve birinci medhe bir bürhan-ı innidir ve hidayetin semeresi ve şahididir. Ve aynı zamanda hidayete bir yardımcı vazifesi görüyor. Çünkü müminleri medhetmekte imana gelmek için bir teşvik vardır. Teşvik ise bir nevi hidayettir. اَلَّذِينَ ile مُتَّقِينَ arasındaki münasebete gelince:
Bunların biri tahliye تَخْلِيَه diğeri tahliye تَحْلِيَه dir.
Tahliye, تَخْلِيَه tathir etmek ve temizlemektir.
Tahliye تَحْلِيَه ise, tezyin etmek ve süslendirmek manasınadır. Bunlar birbiriyle arkadaş olup, burada olduğu gibi, daima birbirini takip ediyorlar. Onun için kalb, takva ile seyyiattan temizlenir temizlenmez, hemen onun ardında imanla tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir.
Kuran-ı Kerim, takvayı üç mertebesiyle zikretmiştir:
Birincisi, şirki terk,
İkincisi, maasiyi terk,
Üçüncüsü, masivaullahı terk etmektir.
Tahliye تَحْلِيَه ise, hasenat ile olur. Hasenat da, ya kalble olur veya kalıp ve bedenle olur veyahut mal ile olur.
Amal-i kalbinin şemsi, imandır.
Amal-i bedeniyenin fihristesi, namazdır.
Amal-i maliyenin kutbu, zekattır.
S – اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ hal iktizasına göre icaz ise de, aynı manayı ifade eden اَلْمُؤْمِنُونَ kelimesine nazaran itnabdır (uzundur). Evet, اَلْ harfi, اَلَّذِينَ ile مُؤْمِنُونَ kelimesi يُؤْمِنُونَ fiiliyle tebdil edilmiştir. Bu itnabın, icaza tercih sebebi nedir?
C – اَلَّذِينَ esma-i müphemeden olduğundan, onu tayin ve temyiz eden yalnız sılasıdır. Demek bütün kıymet, sılasına aittir; başka sıfatlarında hiç kıymet yoktur. Bu ise, burada sılası olan imana büyük bir azamet vermekle insanları iman etmeye teşvik eder.
Amma مُؤْمِنُونَ kelimesine bedel fiil sigasıyla يُؤْمِنُونَ nin tercihi, iman fiilini hayal nazarına gösterip keyfiyetin tasvir edilmesine, dahili ve harici delillerin tecellisiyle imanın istimrar ve devam ile teceddüt etmesine işarettir. Evet, delailin zuhuru nisbetinde iman ziyadeleşir, teceddüt eder. بِالْغَيْبِ yani, nifaksız, ihlas-ı kalble iman ediyorlar. Veya iman edilen şeyler gayb olmakla beraber iman ediyorlar. Veyahut gaibe veya alem-i gayba iman ediyorlar.
İman, Resulallah aleyhissalatü vesselamın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrısını icmalen tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur.
S – Avam-ı nastan, hakaik-i diniyeyi tabir eden ancak yüzde birdir.
C – Tabir etmemesi, bilmemesine delil olamaz. Evet, çok defa lisan, insanın tasavvuratından incelerini tabirden aciz olduğu gibi, kalbindeki ve vicdanındaki inceler de akla görünmez. Hatta belagat dahilerinden Sekkaki gibi bir zat, İmruul-Kays veya başka bir bedevinin ibraz ettiği belagat incelerini kavramamıştır. Maahaza, imanın var olup olmadığı sorguyla anlaşılır. Mesela ami bir adama, bütün cihetleriyle, eczasiyle kudretinde ve tasarrufunda bulunan Saniin, yarattığı bu alemin bir cihette Sanii olup olmadığı hakkında bir sorgu yapıldığı zaman, “Hiçbir cihette değildir! Olamaz!” dese kafidir. Çünkü, nefiy cihetinin, yani Sanisiz olamayacağının onun vicdanında sabit olduğuna delalet eder.
İman, Sad-ı Taftazaninin tefsirine göre; “Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-i ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur” denilmiştir. Öyleyse, iman, Şems-i Ezeliden vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır ki, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede, bütün kainatla bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur ve her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i maneviye husule gelir ki, insan, o kuvvetle her musibete, her hadiseye karşı mukavemet edebilir. Ve öyle bir vüsat ve genişlik verir ki, insan o vüsatle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.
Ve keza, iman, Şems-i Ezeliden ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi, saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltıyla, vicdanında bulunan bütün emel ve istidatlarının tohumları bir şecere-i tuba gibi neşvünemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.
﴾ وَيُقِيمُونَ الصَّلٰوةَ ﴿ Bu cümlenin evvelki cümleyle bağlılığı ve münasebeti gün gibi aşikardır. Lakin bedeni ibadet ve taatlerden namazın tahsisi, namazın bütün hasenata fihrist ve örnek olduğuna işarettir. Evet, nasıl ki Fatiha Kurana, insan kainata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir. Çünkü namaz; savm, hac, zekat ve sair hakikatleri havi olduğu gibi, idrakli ve idraksiz mahlukatın ihtiyari ve fıtri ibadetlerinin nümunelerine de şamildir. Mesela secdede, rükuda, kıyamda olan melaikenin ibadetlerini, hem taş, ağaç ve hayvanların o ibadetlere benzeyen durumlarını andıran bir ibadettir.
S – يُقِيمُونَ nin fiil sigasıyla zikrinde ne hikmet vardır?
C – Ruha hayat veren namazın o geniş hareketini ve alem-i İslama yayılmış olan o intibah-ı ruhaniyi muhataba ihtar edip göstermektir. Ve o güzel vaziyeti ve o muntazam haleti hayale götürüp tasvir etmekle samilerin namaza meylini ikaz edip artırmaktır.
Evet, dağınık bir vaziyette bulunan efradı büyük bir sevinçle içtimaa sevk ettiren malum aletin sesi gibi, alem sahrasında dağılmış insanları cemaate davet eden ezan-ı Muhammedinin (a.s.m.) o tatlı sesiyle, ibadete ve cemaate bir meyil, bir şevk husule gelir.
S – يُصَلُّونَ kelimesine bedel, itnablı يُقِيمُونَ الصَّلٰوةَ nin zikrinde ne hikmet vardır?
C – Namazda lazım olan tadil-i erkan, müdavemet, muhafazagibi “ikame”nin manalarını müraat etmeyeişarettir.
Arkadaş! Namaz, kul ile Allaharasında yüksek bir nispet ve ulvi bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezb etmek namazın şenindendir. Namazın erkanı, Fütuhat-ı Mekkiyenin şerh ettiği gibi, öyle esrarı havidir ki, her vicdanın muhabbetini celb etmek, namazın şenindendir. Namaz, Halık-ı Zülcelal tarafından her yirmi dört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevi huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şenindendir ki, her kalb, kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin ve miracvari olan o yüksek münacata mazhar olsun.
Namaz, kalblerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbaniye imtisal ettirmek için yegane İlahi bir vesiledir. Zaten insan, medeni olduğu cihetle, şahsi ve içtimai hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlahiye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tembellikle namazı terk eden veyahut kıymetini bilmeyen, ne kadar cahil, ne derece hasir, ne kadar zararlı olduğunu bilahare anlar, ama iş işten geçer.
﴾ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ ﴿ Bu kelamın makabliyle nazmını icab ettiren münasebet ise:
Namaz عِمَادُ الدِّينِ yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekat da İslamın kantarası, yani köprüsüdür. Demek, birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahi iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır.
Zekat ile sadakanın layık oldukları mevkilerini bulmak için birkaç şart vardır:
1. Sadakayı vermekte israf olmaması.
2. Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.
3. Minnetle inamın bozulmaması.
4. Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi.
5. Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bilinmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi.
6. Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette değil, hacat-ı zaruriyesinde sarf etmesi lazımdır.
Kuran-ı Kerim bu şartları, bu nükteleri insanlara sadaka olarak ihsan ve ihsas etmek için يُزَكُّونَ veya يَتَصَدَّقُونَ veyahut يُؤْتُونَ الزَّكٰوةَ gibi icazlı bir ifadeyi terk edip, وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ gibi itnablı bir cümleyi ihtiyar etmiştir.
1. Tebizi ifade eden مِنْ israfın reddine;
2. مِمَّا nın takdimi, sadakanın kendi malından olduğuna;
3. رَزَقْنَا minnetin olmamasına(çünkü veren Allahtır, kul ise bir vasıtadır);
4. Rızkın نَا ya olan isnadı, fakirlikten korkulmamasına;
5. Rızkın amm ve mutlak olarak zikredilmesi, sadakanın ilim ve fikir gibi şeylere de şamil olmasına;
6. نَفَقَ maddesi, alanın sefahete değil, hacat-ı zaruriyesine sarf etmesine işaretlerdir.
Bütün muavenet ve yardım nevilerini havi olan zekat hakkında, sahih olarak Resulallah aleyhissalatü vesselamdan اَلزَّكَاةُ قَنْطَرَةُ اْلاِسْلاَمِ hadis-i şerifi mervidir. Yani, Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekat köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekattır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü, zekattır. alem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenetten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilallerden, ihtilaflardan meydana gelen felaketlerin tiryakı, ilacı, muavenettir.
Evet, zekatın vücubu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.
Evet, eğer tarihi bir nazarla sahife-i aleme bakacak olursan ve o sahifeyi lekelendiren beşerin mesavisine, hatalarına dikkat edersen, heyet-i içtimaiyede görünen ihtilaller, fesatlar ve bütün ahlak-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün.
Birisi: “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!”
İkincisi: “Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.”
alem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekattır.
Nev-i beşeri umumi felaketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk edip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.
Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lazımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekat ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekat ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilal sadaları, haset bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor.
Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve gurura bais oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen alem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur.
Hülasa, tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkan-ı İslamiyeden olan zekat ve zekatın yavruları olan sadaka ve teberruatın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.
Birisi: “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!”
İkincisi: “Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.”
alem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekattır.
Nev-i beşeri umumi felaketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk edip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.
Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lazımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekat ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekat ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilal sadaları, haset bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor.
Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve gurura bais oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen alem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur.
Hülasa, tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkan-ı İslamiyeden olan zekat ve zekatın yavruları olan sadaka ve teberruatın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.
﴾ وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَۤا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَۤا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِاْلاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ﴿
Kuran-ı Kerim, bu ayet gibi çok ayetlerde terkiplerin, kelamların muhtemel bulundukları ihtimallerden, vecihlerden bir ihtimalini veya bir vechini bir emare ile tayin etmemekle, nazm-ı kelamı, mürsel ve mutlak bırakmıştır. Bu da icazı intaç eden icaza menşe olarak latif bir sırdır. Şöyle ki:
Belagat, mukteza-yı hale mutabakattan ibarettir. Kuranın muhatapları, muhtelif asırlarda mütefavit tabakalardır. Bu tabakalara müraaten, muhavere ve mükalemeyi o asırlara teşmil etmek üzere, çok yerlerde tamim için hazf yapıyor, çok yerlerde nazm-ı kelamı mutlak bırakıyor ki, ehl-i belagat ve ulum-u Arabiyece güzel görünen vecihler, ihtimaller çoğalsın ki, her asırda her tabaka, fehimlerine göre hissesini alsın.
Bu ayeti makabliyle nazm ve rapteden münasebet:
Kuran-ı Kerim, evvelki ayetle tamim yaptıktan sonra, bu ayetle tahsis yapmıştır. Evet, bu ayet, ehl-i kitaptan iman edenleri tahsisle şereflerini ilan; ve imana gelmeyenleri imana teşvik ediyor. Abdullah ibn-i Selam ele alınarak diğerlerinin Abdullah ibn-i Selam gibi olmaları için yapılan teşvik gibi.
Ve keza, Kuran-ı Kerimin bütün ümmetlere ve risalet-i Muhammediyenin bütün milletlere şamil olduklarını tasrih etmek üzere, her iki اَلَّذِينَ ile مُتَّقِينَ nin her iki kısmına tansis edilmiştir.
Ve keza, يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ sadefinde bulunan imanın rükünlerini beyan etmek için, icmalden sonra tafsile geçmiştir. Çünkü bu ayet; kitaplara, kıyamete sarahaten; rusül ve melaikeye zımnen delalet eder.
Kuran-ı Azimüşşan burada وَالْمُؤْمِنُونَ بِالْقُرْاٰنِ gibi icazlı ifadeleri terk edip, وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْكَ ile itnabı ihtiyar etmiştir. Şu itnab, bu makamı yüksek nükte ve letaifle tezyin etmek için ihtiyar edilmiştir.
1. Esma-i mevsule ve müphemeden bulunan اَلَّذِينَ burada hükmün medarı ve maksadın esası, iman sıfatı olduğuna ve mevsufu ile sair sıfatları iman sıfatına tabi ve altında görünmez bir durumda olduklarına işarettir.
2. Yalnız bir zamanda sübutu ifade eden مُؤْمِنُونَ kelimesine bedel, fiil sigasıyla يُؤْمِنُونَ tabiri, nüzul ve zuhur tekerrür ettikçe imanın teceddüt ettiğine işarettir.
3. İphamı ifade eden مَا iman-ı icmalinin kafi geldiğine ve imanın, hadis gibi batıni ve Kuran gibi zahiri vahiylere şamil olduğuna işarettir.
4. اُنْزِلَ maddesi itibarıyla, Kurana iman, Kuranın Allahtan nüzulüne iman demek olduğunu gösteriyor. Kezalik, Allaha iman, Allahın vücuduna iman; ahirete iman, ahiretin gelmesine iman demektir.
5. اُنْزِلَ maziye delalet eden heyeti itibarıyla, henüz nazil olmayanın nüzulü, nazil olanın nüzulü kadar muhakkak olduğuna işarettir. Maahaza, يُؤْمِنُونَ deki istikbal, اُنْزِلَ nin maziliğinden neşet eden noksanı telafi eder. Yani henüz nazil olmayan kısım اُنْزِلَ nin şumulü dahilinde değilse de, يُؤْمِنُونَ nin şumulü altındadır. Bu tenzil meselesi, Kuranın çok yerlerinde vuku bulmuştur. Bazan mazi, istikbale misafir gider; bazan de muzari; mazinin memleketine gelir. Bunda, çok latif bir belagat vardır. Şöyle ki:
Bir adam, kendisine göre henüz geçmemiş birşeyi maziye delalet eden bir siga ile işittiği zaman, zihni heyecana gelir, ayılır. Anlar ki, muhatap yalnız o değildir. Belki, arkasında muhtelif mesafelerde pek çok ayrı ayrı taifeler, saflar bulunmakla, kendisine tevcih edilen hitapları, nidaları, İlahi hitabeleri, arkasında bulunan bütün o taifeler işitir gibi zihnine gelir.
عَلَيْكَ ye bedel اِلَيْكَ nin zikri, Resulallahın (a.s.m.) teklif edilen risalet vazifesini cüz-i ihtiyarisiyle haml ve kabul etmiş olduğuna ve bu hizmet Cebrail tarafından görüldüğünden, Resulallahın (a.s.m.) daha yüksek olduğuna işarettir. Çünkü عَلٰى da ihtiyar olmadığı gibi, vasıta-i nüzulün daha yüksek olduğuna delalet eder. اِلَيْكَ deki zamirin ism-i zahire tercih sebebi, Kuran ve Kurana ait hususat hususunda Muhammed (a.s.m.) yalnız muhatap olup, kelam, Allahın kelamı olduğuna işarettir. Bu kelamın icaz derecesi, şu zikredilen letaiften anlaşıldı.
وَمَۤا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ Bu gibi sıfatlarda bir teşvik vardır. Ve o teşvikten samileri imtisale sevk eden emirler ve nehiyler doğuyor.
Bu cümlenin makabliyle nazmına dair “dört letaif” vardır.
1. Bu cümlenin makabline atfı, medlulün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki:
“Ey insanlar! Kurana iman ettiğiniz gibi, kütüb-ü sabıkaya da iman ediniz. Çünkü Kuran, onların sıdkına delil ve şahittir.”
2. Yahut o atıf, delilin medlule olan atfıdır. Şöyle ki:
“Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Muhammed (a.s.m.) ile Kurana da iman ediniz. Zira onlar, Muhammedin (a.s.m.) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitaplarının sıdkına olan deliller, hakikatiyle, ruhuyla Kuranda ve Muhammedde (a.s.m.) bulunmuştur. Öyleyse, Kuran Allahın kelamı ve Muhammed (a.s.m.) de resulü olduğunu tarik-i evla ile kabul ediniz ve etmelisiniz.”
3. Zaman-ı Saadette Kurandan neşet eden İslamiyet, sanki bir şeceredir. Kökü Zaman-ı Saadette sabit olmakla, damarları o zamanın ab-ı hayat menbalarından kuvvet ve hayat alarak her tarafa intişar ettikleri gibi, dal ve budakları da istikbal semasına kadar uzanarak alem-i beşere maddi ve manevi semereleri yetiştiriyor.
Evet, İslamiyet, mazi ile istikbali kanatları altına almış, gölgelendirerek, istirahat-i umumiyeyi temin ediyor.
4. Kuran-ı Kerim, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir sühulet gösteriyor. Şöyle ki:
“Ey ehl-i kitap! İslamiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin. Zira, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor. Zira Kuran, bütün kütüb-ü salifenin güzelliklerini ve eski şeriatlerinin kavaid-i esasiyelerini cem etmiş olduğundan usulde muaddil ve mükemmildir. Yani, tadil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekanın tagayyür etmesi tesiriyle tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessistir. Bunda akli ve mantıki olmayan bir cihet yoktur. Evet, mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sair ilaçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, talim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik, hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkam-ı feriyede tebeddül vardır. Çünkü, feri hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilaç, bir şahsa deva iken, şahs-ı ahere da olur. Bu sırdandır ki, Kuran, feri hükümlerden bir kısmını neshetmiştir. Yani vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir.”
مِنْ قَبْلِكَ: Kuranda hiçbir kelime bulunmuyor ki, mevkiiyle münasebettar olmasın veyahut mevkiinin başka bir kelimeye münasebeti daha çok olsun. Evet, Kuranın herhangi bir yerinde bulunan bir kelime, o mevkiin başında bir tac-ı zerrin gibi görünür. Ve aralarındaki münasebetlerden dolayı, aralarında geçimsizlik yeri yoktur. Ezcümle, مِنْ قَبْلِكَ kelimesine bak. Bu ayetin her tarafından uçup bu kelimenin başına konan letaifi gör. Zira bu ayet, nübüvvet hakkındadır. Nübüvvet meselesinde beş maksat vardır. Bu maksatlar, beş nükte ve letaifden inikas etmiştir. Bu beş letaif, مِنْ قَبْلِكَ nin sadefindedir. Maksatlar ise:
1. Muhammed aleyhissalatü vesselam, resuldür.
2. Ekmelür-Rusüldür.
3. Hatemül-Enbiyadır.
4. Risaleti, ammedir.
5. Şeriati, sair şeriatlerin mehasinini cem ile onların nasihidir.
Birinci maksadın مِنْ قَبْلِكَ den veçh-i inikası: Meslekleri ve yolları bir olan bir cemaat, مِنْ قَبْلِكَ kelimesinden imaen fehmolunur. Binaenaleyh, Muhammedin (a.s.m.) مِنْ قَبْلِكَ deki zamire merci olması, o cemaatten madud olmasını iktiza eder. Ve onların meslekleri olan nübüvvetlerine ve kitaplarının sıdkına olan bütün deliller, Muhammed aleyhissalatü vesselamın risaletine ve Kuranın Allahtan nazil olduğuna bir hüccet-i katıa olduğu gibi, onların mucizeleri de Muhammedin (a.s.m.) davasına bir mucize hükmüne geçer.
İkinci maksadın veçh-i inikası, üç kaideden tezahür eder.
1. Sultanlar daima halkın, cemaatin, ordunun sonunda çıkarlar.
2. Nev-i beşerde tekemmül vardır. Bu tekemmül kanunu, ikinci mürebbinin ve ikinci mükemmilin, evvelki mürebbilerden daha ekmel olmasını iktiza eder.
3. Alelekser, halefin mahareti, selefinden daha ziyadedir.
İşte bu üç kaideden, Muhammedin (a.s.m.) ekmel-i enbiya olduğu tezahür eder.
Üçüncü maksadın vech-i inikası: Meşhur bir kaidedir ki, bir vahid çoğalsa, teselsül eder, gittikçe gider, bir yerde durmaz. Fakat çoklar ve kesir olanlar ittihad etse, kuvvetlenir, istikrar peyda eder, yerinde kalır, daha değişmez. Demek, Muhammed aleyhissalatü vesselam, hatemül-enbiyadır. Mefhum-u muhalifiyle işmam eder ki, ondan sonra peygamber gelmez; hatemiyetine hatem ve imza basar.
Dördüncü maksadın veçh-i inikası: مِنْ قَبْلِكَ kelimesinin ifade ettiği gibi, Muhammed (a.s.m.), onların halefidir ve onlar, tamamen o hazretin selefleridir. Binaenaleyh, halefin, selefe ait vazifeyi tamamıyla üzerine alarak onların yerine kaim olması, o hazretin bütün seleflerine naip ve bütün ümmetlerine resul olduğunu iktiza eder.
Evet, bu kaide, hükmüne uygun fıtri bir kaidedir. Zira, Zaman-ı Saadetten evvel insan aleminin ihtiva ettiği ümmetler, milletler arasında maddeten ve manen, istidaden ve terbiyeten pek muhtelif ve geniş mesafeler vardı. Bunun içindi ki, terbiye-i vahide ve davet-i münferide kafi gelmiyordu. Vakta ki alem-i insaniyet Zaman-ı Saadetin şems-i saadetiyle uyandı ve müdavele-i efkar ile, ananelerinin terkiyle, tebdiliyle ve kavimlerin birbirine ihtilatlarıyla ittihada meyil gösterdi ve aralarında münakale ve muhabere başladı; hatta küre-i arz bir memleket, belki bir vilayet, belki bir köy gibi oldu; bir davet ve bir nübüvvet umum insanlara kafi görüldü.
Beşinci maksadın vech-i inikası: مِنْ قَبْلِكَ deki مِنْ iptida manasını ifade eder. İptida ise, bir intihaya bakar. İntiha, adem-i ihtiyaca delalet eder. Öyleyse, o hazret, Hatemül-Enbiyadır ve alem-i insaniyetin başka bir resule ihtiyacı yoktur.
مِنْ قَبْلِكَ kelimesinin bu beş letaife makes ve mazhar olmasına nazar-ı belagatçe delalet eden emare şudur ki: Bu beş maksat, bir nehir gibi şu ayetlerin altında cereyan etmekle, ayetten ayete intikal neticesinde مِنْ قَبْلِكَ havuzunda içtima etmiştir.
Evet, kelimenin sathında görünen bir tereşşuh, bir yaşlık, kelimenin altında havuzun bulunduğuna delalet ve ima eder. Maahaza, bu maksatların beyanına ayrı ayrı ayetler tahsis edilmiştir.
﴾ وَبِاْلاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ﴿ Bu ayet, haşir meselesine işarettir. Haşrin ispatı hakkında feyz-i Kurandan fehmettiğim ve başka bir risalede tafsilatıyla zikrettiğim on burhanın hülasasına burada işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Kast ve iradeden doğan bir nizam-ı ekmel vardır. Hilkat ve yaratılışta tam bir hikmet hükümfermadır. alemde abes yok, fıtratta israf yok. Bu şahitleri tezkiye eden, istikra-ı tamdır ki, her fen, mevzuu bulunduğu nevin nizamına bir şahid-i adildir.
Ve keza, yevm ve sene vesaire gibi her nevide, nevi bir kıyamet-i mükerrere vardır.
Ve keza, beşerdeki istidat, kıyamete bir remizdir.
Ve keza, beşerin gayr-ı mütenahi meyil ve emelleri, kıyameti ister.
Ve keza, Sani-i Hakimin rahmet hazinesinin mahall-i sarfı, ancak kıyamet ve haşirdir.
Ve keza, sıdk ve emanetle maruf Resulallah aleyhissalatü vesselam, sarahaten ilan ediyor.
Ve keza, Kuran-ı Mucizül-Beyan وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا
وَمَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ ayetleriyle ve bu ayetlerin emsaliyle haşrin vukuunu katiyetle ispat ediyor.
İşte, tam ona baliğ olan şahitler, saadet-i ebediyenin anahtarı olup, o cennetin kapılarını açarlar.
Birinci burhan: Evet, kainat saadet-i ebediyeyi intaç etmese, akılları hayrette bırakan kainatta görünen en bariz, en mükemmel şu nizam, aldatıcı zayıf bir suretten ibaret kalır. Ve bütün maneviyat ve alakalar, rabıtalar ve nispetler hep heba olur. Öyleyse, o nizamın nizam olması, ancak ve ancak saadet-i ebediyeyi intaç etmekle olur. Yani, o nizamdaki maneviyat ve nükteler, ancak alem-i ahirette sümbüllenecektir. Yoksa, bütün maneviyat söner, rabıtalar kesilir, nispetler darma dağınık olur, nizam da berhava olur. Halbuki o nizamda bulunan kuvvet, bütün kuvvetiyle o nizamın berhava edilmeyeceğini ilan ediyor.
İkinci burhan: Herbir nevide, herbir fertte hikmetlere, maslahatlara riayet eden ve inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i tamme, saadet-i ebediyenin gelmesini tebşir ediyor. Çünkü, aksi halde, bedahetle ikrar ve tasdik ettiğimiz şu hikmetleri ve faideleri inkar etmemiz lazım gelir. Çünkü, o faidelerin, o hikmetlerin, o maslahatların herbirisi zıddına inkılap ederler. Bu hal ise safsatadır.
Üçüncü burhan: İkinci burhanı tefsir eder. Fennin de şehadet ettiği gibi, Sani-i Hakim, herşeyde en kısa yolu, en yakın ciheti, en güzel ve en hafif sureti ihtiyar etmiştir. Bu ihtiyar, kainatta abesiyetin bulunmadığına delalet eder. Bu ise ciddiyete delalet eder. Ciddiyet ise, saadet-i ebediyenin gelmesiyle olur; yoksa bu varlık adem sayılır ve herşey abesiyete tehavvül eder. Halbuki abes ve israf gibi batıldan pak ve münezzeh olduğunu şu سُبْحَانَكَ مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلاً kelamiyle ilam ve talim eden Zat-ı Zülcelal, sözüne nasıl muhalefet eder?
Dördüncü burhan: Üçüncü burhanı izah eder. Bütün fenlerin şehadetiyle, fıtratta israf yoktur. Eğer insan-ı ekber denilen alemdeki hikmetleri idrakten aciz isen, alem-i asgar denilen insandaki nüktelere, hikmetlere dikkat et.
Evet, fenn-i menafiül-azanın şerh ve beyan ettiği vecihle, insanın cisminde, herbirisi bir menfaat için takriben iki yüz küsur kemik vardır. Ve herbirisi bir faide için altı bin damar vardır. Ve hüceyrata hizmet eden yirmi dört bin mesame ve pencere vardır. O hüceyratta cazibe, dafia, mümsike, musavvire, müvellide namıyla, herbirisi bir maslahat için beş kuvvet çalışıyor.
alem-i asgar böyle olsa, insan-ı ekber ondan geri kalır mı? Ruha nisbeten ehemmiyetsiz olan ceset bu derece israftan uzak bulunsa, ne suretle cevher-i ruhla asarında, emellerinde, efkarında ve maneviyatında israf olur. Çünkü, saadet-i ebediye olmasa, bütün maneviyat kurur. O hakikatler, israf memleketine kaçarlar. Acaba dünya kadar kıymetli olan bir cevhere malik olmakla, hem daima onun zarfını ve gılafını muhafaza ettikten sonra, o cevheri birden bire yere vurup kırmak ihtimali var mıdır? Hangi akıl kabul eder?
Hem bir şahsın bünyesindeki kuvvet, azasındaki sıhhat, istidadındaki kabiliyet, o şahsın yaşayışına ve tekemmülüne delil olduğu gibi, kainatın ruhuna kadar nüfuz eden hakikat-i sabite ve devam ile yaşayışını ima eden intizamındaki kuvvet-i kamile ve tekemmülüne giden nizamındaki kemal acaba haşr-i cismani yoluyla saadet-i ebediyeye delil olmaz mı? Zira intizamını ihtilalden ve bozulmaktan kurtaran, saadet-i ebediyedir. Ve tekemmüle vasıta olur. Ve o kuvveti inkişaf ettiren odur.
Beşinci burhan: Evet, her nevi mahlukatta bir nevi kıyametin ve bir çeşit haşrin tekrarla vukua gelmekte olduğu, büyük kıyametin vukuuna ve geleceğine işarettir. Buna bir misal:
Evet, haftalık saate bak. O saatte saniyeleri, dakikaları, saatleri, günleri sayan ibrelerden ve millerden saniyeleri sayan ibre, dakikaları sayan ibrenin hareketini ihbar ediyor. Dakikaları sayan ibre, saatleri sayan ibrenin hareketini ilan ediyor. Saatleri sayan ibre de, günleri gösteren ibrenin hareketini husule getiriyor ve ilam ediyor. İşte, birincinin hareketinin tamam olması, ikincisinin de hareketinin tamam olacağına ve ikincinin tamam-ı hareket etmesi, üçüncünün de itmam-ı hareket edeceğine işarettir.
Kezalik, Sani-i Hakimin kainat denilen büyük bir saati vardır. Bu saatin milleri, feleklerin çeşit çeşit deveranından ibarettir. İşte bu deveranlar günleri, seneleri, ömr-ü beşeri, dünyanın beka müddetini gösteriyorlar. Binaenaleyh, her geceden sonra sabahın, her kıştan sonra baharın gelmesi gibi, haşrin sabahı, o büyük saatten doğacağına delil ve işarettir.
Sual: Kainatta görünen şu nevi kıyametlerde eşya ayniyle iade edilmiyor. Halbuki büyük kıyamette neden ecsam ayniyle iade edilir?
Elcevap: İnsanın bir ferdi, başka mahlukatın bir nevi gibidir. Zira insandaki o nur-u fikir, emellerine, ruhuna öyle bir inkişaf, öyle bir inbisat vermiştir ki, bütün zamanları yutsa doymaz. Zira ondaki o yüksek fikir, insanın mahiyetini ulvi, kıymetini umumi, nazarını külli, kemalini gayr-ı mahsur, lezzet ve elemini daimi kılmıştır. Başka nevilerin fertleri ise böyle değildir. Onların mahiyetleri cüzi, kıymetleri şahsi, nazarları mahdut, kemalleri mahsur, lezzet ve elemleri anidir. Bundan anlaşılıyor ki, insanın bir ferdi, sair mahlukatın bir nevi hükmündedir. Binaenaleyh, o nevilerde görünen şu kıyametlerin ve haşir ve neşirlerin keyfiyetleri nasıl ise, efrad-ı insaniye de öyledir.
Altıncı burhan: Saadet-i ebediyeye işaret eden burhanlardan biri de, insandaki gayr-ı mütenahi istidatlardır.
Evet, Cenab-ı Hak tarafından mükerrem kılınan insanın cevher-i ruhunda ekilen ve rakamlara sığmayan istidatlar var.
Bu istidatların altında, hesaba gelmeyen kabiliyetler var.
Ve bunlardan neşet eden, hadde gelmeyen meyiller var.
Ve bunlardan husule gelen gayr-ı mütenahi efkar ve tasavvurat var.
İşte bunların herbirisi haşr-i cismaninin arkasındaki saadet-i ebediyeye, şehadet parmaklarını uzatarak gösteriyorlar.
Yedinci burhan: Evet, Rahman ve Rahim olan Sani-i Hakimin rahmeti, rahmetlerin en büyüğü olan saadet-i ebediyenin geleceğini tebşir ediyor. Zira rahmet, ancak saadet-i ebediye ile rahmet olur. Ve nimet, ancak o saadetle nimet olur.
Evet, bütün nimetleri nıkmetlere çeviren ebedi ayrılmaktan doğan ve umumi matemlerden yükselen o belalardan kainatı, bilhassa şuurlu olan mahlukatı kurtaran şey, saadet-i ebediyenin gelmesidir. Çünkü bütün nimetlerin, rahatların, lezzetlerin ruhu olan saadet-i ebediye gelmezse, umum kainatın şehadetiyle sabit olan ve güneş gibi parlayan rahmet ve şefkat-i İlahiyenin bedahetine karşı mükabere ile inkar lazım gelir.
Ey Habib-i Şefik ve ey Şefik-i Habib! Ey Said-i Mecid ve ey Mecid-i Said! Rahmet-i İlahiyenin en latifi, en zarifi, en lezizi olan muhabbet ve şefkatine bakınız. O muhabbet ve şefkati, firak-ı ebedi ve hicran-ı layezali ile karşıladığınız takdirde, vicdan, hayal ve ruh ne hale gireceklerdir? O muhabbet ve o şefkat en büyük, en tatlı bir nimet iken, en azim bir musibete, bir belaya inkılab eder.
Acaba göz önünde bilbedahe görünen rahmet-i İlahiye, firak-ı ebedinin muhabbet ve şefkat aleyhine hücum etmesine müsaade eder mi? لاَ وَاللهِ Vallahi hayır!
Ancak o rahmetin şenindendir ki, firak-ı ebediyi hicran-ı layezaliye, hicran-ı layezaliyi firak-ı ebediye ve adem-i mutlakı da her ikisine musallat eder ki, o firakların, o hicranların kökleri ortadan kalksın.
Sekizinci burhan: Bütün alemce her hususta sıdkı ve doğruluğu malum ve müsellem olan Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselam, parmağıyla kameri şak ettiği gibi, lisanıyla da saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır. Ve bütün enbiya-yı izamın bu hakikat üzerine icmaları, bir hüccet-i katıadır.
Dokuzuncu burhan: On üç asırdan beri yedi vecihle icazı tasdik edilen Kuran-ı Mucizül-Beyanın haşir hakkındaki beyanatı, saadet-i ebediyenin geleceğine kafi bir delil değil midir? Başka bir delile ihtiyaç var mıdır?
Onuncu burhan: Bu burhan, binlerce burhanları müçtemidir. Bu burhanları, çok ayetler tazammun etmişlerdir.
Evet, Kuran-ı Kerim, çok ayetlerinden haşre nazır pencereler açmıştır.
Ezcümle, وَقَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ayetiyle, saadet-i ebediyeye yol açan bir kıyas-ı temsiliye işaret etmiştir.
Kezalik, وَمَا رَبُّكَ بِظَلاَّمٍ لِلْعَبِيدِ ayet-i kerimesiyle, o saadeti gösteren bir kıyas-ı adliye işaret etmiştir.
Birinci ayetle işaret edilen kıyas-ı temsili: Evvela insanın vücuduna bak. Nasıl tavırdan tavıra, yani nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan et ve kemiğe, et ve kemikten insan suretine bir kast, bir irade ve bir ihtiyar altında mahsus kanunlarla, muayyen nizamlarla, muntazam hareketlerle intikal ettiğini ve kalıptan kalıba girip çıktığını gör.
Sonra insanın bekàsına dikkat et. İnsan, bu vücut libasını her sene değiştirir. Bu vücut değişmesi, bedendeki hüceyratın yıkılıp yapılmasıyla olur. Bu tamirat da, bütün azanın erzak mahzeni hükmünde olan Cenab-ı Hakkın bir kanun-u mahsusla ihzar ettiği o madde-i latifeden alınan ecza ile yapılır.
Sonra o madde-i latifenin ahvaline bak. Nasıl azanın ihtiyaçlarına göre muayyen bir kanunla taksim edilir ve bedenin her tarafına mahsus bir nizamla muntazaman dağıtılır.
Yine şayan-ı dikkattir ki, o madde-i latife, dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılaptan geçtikten sonra ve dört süzgeçten tasfiye edildikten sonra rızık olarak taksim edilir.
Hem yine şayan-ı dikkattir ki, o madde-i latife, yemeklerin ruhu ve hülasasıdır. O yemekler alem-i anasırda dağınık menbalardan muntazam bir düstur ile, mahsus bir nizam ile cem ve tahsil edilirler.
İşte bütün bu nizamlar, bu kanunlar, bu intizamlar, hep bir kast, bir irade, bir hikmetten çıkıyor. Evet, mesela Habibin gözünde yerleşen bir zerrenin, unsur-u havadan veya unsur-u türabdan o garip, acip tavırlarda, inkılaplarda yaptığı muntazam hareketinden anlaşılır ki, o zerre, toprakta iken Habibin gözüne tayin edilmiş ve bir memur gibi mahall-i memuriyetine muntazaman izam kılınmıştır (yükseltilmiştir).
Evet, fenni bir nazarla dikkat edilirse anlaşılır ki, o zerrenin hareketi, körü körüne, tesadüf eseri değildir. Çünkü o zerre, hangi mertebeye girerse, o mertebenin nizamına tabi olur. Ve hangi bir tavra intikal etmişse, onun muayyen kanunuyla amel etmiştir. Ve hangi bir tabakaya misafir gitmişse, muntazam bir hareketle sevk edilmiştir.
Hülasa, neşe-i ulaya dikkat edenin, neşe-i uhra hakkında tereddüdü kalmaz. Peygamber aleyhissalatü vesselamın emrettiği gibi, “Neşe-i ulayı gören adam, neşe-i uhrayı inkar edebilir mi?” Çünkü ikinci teşekkül, yani ikinci yapılış, birinci teşekkülden daha kolaydır. Bunu yapan, onu daha kolay yapar.
Mesela, bir fırka askerin ilk teşekkülünde, efradın birbiriyle ünsiyetleri, muarefeleri olmadığından ve talim ve terbiye görmemeleri yüzünden yontulmamış taşlar gibi olduklarından, o efrad, o fırkanın bünyesinde yerleştirilinceye kadar çok zahmetler vardır. Fakat badet-teşekkül terhis edilip de bir daha taht-ı silaha davet edildiği zaman, pek kolay içtima eder ve fırkayı teşkil ederler. Bu teşekkül, evvelki teşekkülden daha kolay olur.
Kezalik, birbiriyle ülfet peyda eden ve herbirisi yerini tanıyan ve bir derece yontulmuş taşlar gibi kesb-i letafet eden bedenin zerratı, ölümle dağıldıktan sonra, haşirde, Halıkın izniyle, İsrafilin borusuyla o zerrat-ı asliye ve esasiye içtimaa davet edildikleri zaman, pek kolay içtima ederler ve beden-i insaniyi yine eskisi gibi teşkil ederler. Maahaza, kudret-i ezeliyeye nisbeten en büyük, en küçük gibidir; hiçbir şey o kudrete ağır gelemez.
Arkadaş! Zahire nazaran, haşirde, ecza-yı asliye ile ecza-yı zaide birlikte iade edilir. Evet, cünüp iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan herbir cüzün bir yere gömülmesi sünnet olduğu, ona işarettir. Fakat tahkike göre, nebatatın tohumları gibi “acbüz-zeneb” tabir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insani neşv ü nema ile teşekkül eder.
İkinci ayetle işaret edilen delil-i adli ise: Evet, görüyoruz ki, alelekser, gaddar, facir zalimler lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki, masum, mütedeyyin, fakir mazlumlar zahmetler, zilletler, tahkirler, tahakkümler altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kainatın şehadetiyle, adalet ve hikmet-i İlahiye zulümden pak ve münezzehtirler. Öyleyse, adalet-i İlahiyenin tam manasıyla tecelli etmesi için haşre ve mahkeme-i kübraya lüzum vardır ki, biri cezasını, diğeri mükafatını görsün.
وَبِاْلاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
Bu cümledeki kelimelerin arasında bulunan nazm ve nizam:
1. Bu cümlenin makabliyle bağlanmasını ifade eden وَ bu rükn-ü imaniyenin burada sarahaten zikredilmesi için, amm olarak zikredilen evvelki cümleden bu cümlenin tahsis lüzumuna binaen atıf yapılmıştır.
2. Takdimiyle hasrı ifade eden بِاْلاٰخِرَةِ kelimesi, bazı ehl-i kitabın iman ettikleri ahiret, hakiki bir ahiret olmadığına tarizdir. Çünkü, onların
لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ اِلاَّۤ اَيَّامًا مَعْدُودَةً ayet-i kerimesinin hikaye ettiği gibi, “Cehennem ateşi, bizi daima yakacak değil ya! Ancak birkaç gün yakacaktır” gibi sözleriyle ve bir cihette lezaiz-i cismaniyeyi nefiy ve inkar ettiklerinden anlaşıldığına göre, bildikleri ahiret, mecazi bir ahiret imiş.
3. Malum ve mahut olan şeye işaret için vaz edilen اَلْ edatı, bütün kütüb-ü semaviyenin lisanlarında deveran eden mahut ahirete işarettir. Veyahut mezkur delail-i fıtriye ile akılların gözleri önünde hazır olan ve ahiret ile anılan hakikate işarettir.
4. Mukadder bulunan neşenin sıfatına ahiret tabiri, zihinleri neşe-i ulaya çevirip, ondan neşe-i uhraya bilintikal, imkan yolunu göstermek için ihtiyar edilmiştir.
5. Yakin ile beraber tasdiki birlikte ifade eden يُؤْمِنُونَ kelimesine bedel يُوقِنُونَ tabiri, haşir meselesi şek ve şüphelere bir mahşer ve bir mecma olduğu için, tasdikten fazla ikan ve yakin daha ehemmiyetli olduğuna işarettir. Veya ehl-i kitabın iddia ettikleri iman, yakinden hali olduğundan, onların imanı, iman olmadığına işarettir.
﴾ اُولٰۤئِكَ عَلٰى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ ﴿
Bu cümledeki nüktelere işaret eden mehazlar şunlardır:
1. Evvelki cümle ile bu cümlenin nazmı.
2. اُولٰۤئِكَ ile işaret-i hissiye.
3. اُولٰۤئِكَ deki uzaklık.
4. عَلٰى daki ulviyet.
5. هُدًى deki tenkir.
6. مِنْ
7. رَبِّهِمْ deki terbiyeden ibaret yedi mehazdır.
BİRİNCİSİ: Bu cümleyi makabliyle bağlayan münasebetlerdir.
Birinci münasebet: Bu cümle makablinden neşet eden üç suale cevaptır.
Birincisi: Hidayetten neşet eden o güzel vasıfları labis olarak hidayet tahtı üstünde oturan o şahısları görmek isteyen saile cevaptır.
İkincisi: “O adamların hidayete istihkak ve ihtisasları nedendir?” diye sual eden samie cevaptır. Yani illet, sebep, اُولٰۤئِكَ ile işaret edilen vasıflardır.
S – Sabıkan mezkur vasıfların tafsilen zikirlerini اُولٰۤئِكَ kelimesindeki icmalden daha vazıh bir surette sebebi gösteriyor.
C – İcmal, bazan tafsilden daha vazıh olur. Bilhassa matlup, birkaç şeyden mürekkep olduğu zaman, samiin gabaveti veya nisyanı dolayısıyla, o mürekkebin eczasını mezc etmekle sebebi çıkarmak müşkül olur.
Üçüncüsü: “Hidayetin neticesi, semeresi ve hidayetteki lezzet ve nimet nedir?” diye sual eden saile cevaptır. Yani, hidayette saadet-i dareyn vardır. Hidayetin neticesi, nefs-i hidayettir. Hidayetin semeresi, ayn-ı hidayettir. Zira, hidayet haddizatında büyük bir nimettir ve vicdani bir lezzettir ve ruhun cennetidir. Nasıl ki dalalet ruhun cehennemidir; öyle de وَبِاْلاٰخِرَةِ ahiretin felah ve saadetini intaç eder.
İKİNCİ MEHAZ: اُولٰۤئِكَ ile yapılan işaret-i hissiye, birşeyin müteaddit sıfatlarını zikretmek, o şeyin zihinlerde tecessüm etmesine ve akılda hazır ve hayalde mahsus olmasına sebep olduğuna işarettir. Maahaza, sabıkan zikirlerinden bir mahudiyet çıkar. Bu mahudiyet-i zikriye mahudiyet-i hariciyelerine kapı açar. Harici olan mahudiyetlerinden, mümtaz ve müstesna insanlar oldukları tebarüz eder ki, nev-i beşer içinde gözünü açıp bakanların gözlerine en evvel onların parıltıları çarpar.
ÜÇÜNCÜ MEHAZ: Uzaklığı ifade eden اُولٰۤئِكَ onların filcümle yakın oldukları halde uzak gösterilmeleri, ulüvv-ü mertebelerine mecazi bir işaret olduğuna işarettir. Çünkü, uzakta bulunanlara bakıldığı zaman, boyca en uzunları görünür. Maahaza, zamani ve mekani olan bud, hakiki kastedilirse, belagate daha uygun olur. Çünkü bütün asırlar Asr-ı Saadet gibi, bu ayeti zikrediyorlar.Öyleyse, اُولٰۤئِكَ ile yapılan işaret, safların evvellerine işarettir. Ve bu itibarla bud, hakiki olur, mecazi değildir. Binaenaleyh, onların hakikaten zaman ve mekanca uzak oldukları halde işaret-i hissiye ile gösterilmeleri, azametlerine ve ulüvv-ü mertebelerine işarettir.
DÖRDÜNCÜ MEHAZ: Ulviyeti ifade eden عَلٰى kelimesidir.
Arkadaş! Eşya ve şeyler arasında öyle münasebetler vardır ki, onları ayine gibi yapıyor. Herbirisi, ötekisini gösteriyor. Birisine bakıldığı zaman, ötekisi görünür. Mesela bir parça cam büyük bir sahrayı gösterdiği gibi, bazan olur ki, bir kelime, uzun ve hayali bir macerayı sana gösterir. Bir kelime, pek acip bir vukuatı senin gözünün önüne getirir, temessül ettirir. Yahut bir kelam, zihnini alır; misali alem-i misallere kadar götürür, gezdirir.
Mesela, بَارَزَ kelimesi muharebe meydanını, ثَمَرَةَ kelimesi büyük bir meyve bahçesini insanın fikrine getirir. Buna binaen, buradaki عَلٰى kelimesi, temsili bir üsluba pencere açar, gösterir kastıyla zikredilmiştir. Şöyle ki: Sanki hidayet-i İlahi, bir burak olup müminlere gönderilmiştir. Müminler tarik-i müstakimde ona binerek arş-ı kemalata yürürler.
BEŞİNCİ MEHAZ: هُدًى deki tenkirdir. Bir nekre, marife olarak mükerreren zikredilirse, o marife, o nekrenin aynı olur. Fakat o nekre, nekre olarak zikredildiği takdirde, alelekser birbirinin aynı olamaz. Bu kaideye göre, nekre olarak tekerrür eden هُدًى evvelki هُدًى nin aynı değildir. Ancak, evvelki هُدًى masdardır; ikincisi hasıl-ı bilmasdardır ve birincisinin semeresi hükmünde mahsus ve sabit bir sıfattır.
ALTINCI MEHAZ: Hidayetin Allahtan olduğunu ifade eden مِنْ kelimesinden burada bir cebir hissedilmekteyse de, hakikatte cebir değildir. Çünkü, onların cüz-i ihtiyarlarıyla hasıl-ı bilmasdar olan hidayete yorumları üzerine, Cenab-ı Hak, o sıfat-ı sabite olan hidayeti halk ve ihsan etmiştir. Demek ihtida, yani hidayete doğru yürümek, onların kesb ve ihtiyarları dahilindedir; fakat sıfat-ı sabite olan hidayet, Allahtandır.
YEDİNCİ MEHAZ: Terbiyeyi ifade eden رَبِّ kelimesidir. Bu kelimenin burada ihtiyar edilmesi; onların rızık ile terbiyeleri, rububiyetin şeninden olduğu gibi, hidayetle de tagaddileri rububiyetin şeninden olduğuna işarettir.
﴾ وَاُولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ ﴿Bu cümledeki nüktelerin mehazları:
1. و ile atıf.
2. اُولٰۤئِكَnin tekrarı.
3. Zamirül-fasl olan هُمْ
4. اَلْ edatı.
5. Felah yollarının adem-i zikriyle مُفْلِحُونَ nin amm ve mutlak bırakılması gibi beş mehazdan ibarettir.
Birincisi: و ile yapılan atıf, her iki cümle arasında bulunan münasebete binaen yapılmıştır. Zira birinci اُولٰۤئِكَ saadet-i acile عَاجِلَهُ olan hidayet semeresine işarettir. İkinci اُولٰۤئِكَ hidayetin semere-i acilesine اٰجِلَهُ işarettir.
Evet, herbir اُولٰۤئِكَ makabline bir fezleke, bir icmaldir. Fakat erkan-ı İslamiye mehaz tutulmakla, birinci اُولٰۤئِكَ nin birinci وَالَّذِينَ ye raptı; ikincisinin de ümmi müminlere tahsisi ve keza erkan-ı imaniye ile yakin mehaz tutulmakla ikinci اُولٰۤئِكَ nin ikinci وَالَّذِينَ ye raptı ve ikisinin de ehl-i kitap müminlere ircaı daha evladır.
İkincisi: اُولٰۤئِكَ nin tekrarı, her iki saadetin gerek hidayete, gerek onların medih ve senalarına müstakil ve ayrı ayrı gayeler ve sebepler olduklarına işarettir. Fakat ikinci اُولٰۤئِكَ nin hükmüyle beraber, birinci اُولٰۤئِكَ ye işareti daha evladır.
Üçüncüsü: Zamirül-fasl olan هُمْ ehl-i kitaptan olup Muhammed aleyhissalatü vesselama iman etmeyenlere bir tariz olmak üzere bu cümle ile yapılan hasrı tekit etmekle beraber, güzel bir nükteyi tazammun etmiştir. Şöyle ki:
Müpteda ile haber arasında bulunan هُمْ zamiri, müptedayı, çok haberlere müpteda yapar. Ve bu gibi haberlerin tayinini de hayale havale eder. Yani haberlerin mahdut ve muayyen olmadığını hayale arz etmekle, hayali, münasip haberleri taharri etmeye teşvik eder.
Nasıl ki Zeydi ele almakla “Zeyd alimdir, Zeyd fazıldır, Zeyd güzeldir” gibi Zeydin sıfatlarından çok hükümleri dizebilirsin. Kezalik اُولٰۤئِكَ den sonra gelen هُمْ zamiri hayali harekete getirmekle “Onlar ateşten kurtulurlar,” “Onlar Cennete girerler,” “Onlar rüyete mazhar olurlar” ve daha bu gibi sıfatlarına münasip çok hükümleri ve cümleleri hayale yaptırır.
Dördüncüsü: اَلمُفْلِحُونَ kelimesindeki اَلْ hakikati tasvire işarettir. Sanki lisan-ı haliyle diyor ki: “Eğer müflihlerin hakikatini görmek istersen, اُولٰۤئِكَ nin ayinesine bak, sana temessül edecektir.” Yahut onların tayin ve temyizlerine işarettir. Sanki diyor: “Ehl-i felah olanları tanımak istersen, اُولٰۤئِكَ ye bak, içindedirler.” Veya hükmün zahir ve bedihi olduğuna işarettir.
Beşincisi: Felah ve necat yollarını tayin etmeyen اَلمُفْلِحُونَ kelimesindeki ıtlak, tamim içindir. Şöyle ki:
Kurana muhatap olan, matlupları ve istekleri muhtelif pek çok tabakalardır ki, bir kısmı ateşten necat istiyorlar, bir kısmı Cennete girmek istiyorlar, bir kısmı rüyete mazhar olmak istiyorlar. Ve bunlar gibi o tabakaların pek çok dilekleri vardır. Kuran-ı Kerim, اَلمُفْلِحُونَ kelimesini amm ve mutlak bırakmıştır ki, herkes istediğini takip etsin.
﴾ اِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَۤاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ ﴿
Bu cümlenin makabliyle cihet-i nazmı:
Arkadaş! Cenab-ı Hakkın sıfat-ı ezeliye aleminde biri celali, diğeri cemali, iki türlü tecellisi vardır.
Celal ile cemalin sıfat-ı efal aleminde tecellisinden lütuf ve kahır, hüsün ve heybet tezahür eder.
Efal alemine tecelli edince, tahliye تَحْلِيَه ile tahliye تَخْلِيَه , (tezyin ile tenzih) doğar.
asar ve amal aleminden alem-i ahirete intıba edince, lütuf Cennet ve nur olarak, kahır da Cehennem ve nar olarak tecelli eder.
Sonra alem-i zikre inikas edince, biri hamd, diğeri tesbih olmak üzere iki kısma ayrılır.
Sonra alem-i kelamda tecelli edince, kelamın emir ve nehye taksimine sebep olur. Sonra alem-i irşada intikal edince, irşadı tergib ve terhib, tebşir ve inzara taksim eder.
Sonra vicdana tecelli edince, reca ve havf husule gelir.
Sonra irşadın iktizasındandır ki, havf ile reca arasındaki müvazene devamla muhafaza edilsin ki, reca ile doğru yollara süluk edilsin, havf ile de, eğri yollara gidilmesin; ne Allahın rahmetinden meyus, ne de azabından emin olunsun.
İşte böylece teselsül eden şu hikmetten dolayı, Kuran-ı Kerim, aleddevam, tergibden sonra terhib; ve ebrarı medhettikten sonra füccarı zemmetmiştir.
S – Bu cümle ile اِنَّ اْلاَبْرَارَ لَفِى نَعِيمٍ وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِى جَحِيمٍ cümlesi arasında ne gibi bir fark vardır ki, orada atıf var, burada yoktur?
C – Atfın hüsnü, münasebetin hüsnüne bakar. Hüsn-ü münasebet, her iki cümleden takip edilen arz ve maksadın bir olmasına mütevakkıftır. Halbuki oradaki maksat, burada yoktur. Burada birinci cümledeki maksat, Kuranın medhine incirar eden müminlerin medhidir. İkinci cümleden maksat, yalnız tahvif ve terhib için kafirlerin zemmidir. Bu ise Kuranın medhiyle alakadar değildir.
Sonra bu cümlenin ihtiva ettiği eczanın nazmında tezahür eden letaif cihetine bakalım.
اِنَّ ile اَلَّذِينَ mevkilere göre ifade ettikleri nüktelerden maada, belagatçe kıymetli sayılan iki nükteyi daha tazammun etmişlerdir ki, Kuran, pek çok yerlerinde اِنَّ ile اَلَّذِينَ yi mükerreren zikretmiştir.
Tahkiki ifade eden اِنَّ deki nükte şöyle tasvir edilebilir ki: اِنَّ herhangi bir cümlede bulunursa, o cümlenin damını deler, hakikate nüfuz eder. Ve o davayı veya hükmü aşağıya indirir. Hakikate yapıştırmakla, o hükmün hayali veya zanni veya mevzu veya hurafe hükümlerden olmadığını ve ancak hakaik-i sabiteden olduğunu ispat eder.
Bu cümlede اِنَّ nin hususi nüktesi: Bu ayetin muhatabı olan Muhammede (a.s.m.) şek ve inkar bulunmadığı halde şek ve inkarı ref etmek şeninde olan اِنَّ ile karşılanması, onların iman etmesi için Peygamberin (a.s.m.) şiddet-i hırsına işarettir.
اَلَّذِينَ kelimesi ise, göze görünmezden evvel akla görünen garip ve yeni hakikatlere bir vasıta-i işarettir. Bunun içindir ki, hakikatleri tebdil ve tecdid eden ve inkılapları tasvir için kullanılan işaret ve vasıtalardan en çok kullanılan اَلَّذِينَ ve emsalidir.
Kuranın tecellisiyle çok neviler silindi, hakikatler yıkıldı. Onlara bedel, yeni yeni neviler, hakikatler teşekkül etti. Evet, zaman-ı cahiliyete bak: O zamanda bütün neviler milli rabıtalar üzerine teşekkül ettiği gibi, içtimai hakikatler de taassub-u kavmi üzerine bina edilmişti. Kuranın tecellisiyle o rabıtalar kesildi, o hakikatler tahrip edildi. Onlara bedel, dini rabıtalar üzerine yeni neviler ve hakikatler ihdas edildi.
Evet, Şems-i Kuranın tuluu ile, bazı kalbler, onun ziyasıyla tenevvür etti. Ve müminlerin nevini temyiz ve tayin eden bir hakikat-i nuraniye meydana geldi. Kezalik, o keskin ziya karşısında, mezbeleye benzeyen bazı pis kalbler de yanıp kömür oldular. Ve o kafirlerin nevini ilan eden zehirli bir hakikat-i küfriye husule geldi. İşte bu hakikat-i küfriyeye işaret için اَلَّذِينَ zikredilmiştir.
Maahaza, her iki اَلَّذِينَ arasında tam bir münasebet vardır. Çünkü, herbirisi birbirine zıt olan bir hakikate işarettir.
Ve keza, harf-i tarif olan اَلْ in ifade ettiği beş manayı اَلَّذِينَ de ifade ediyor. O manaların en meşhuru, ahiddir. Yani, gerek اَلْ den, gerek اَلَّذِينَ den, mahut ve malum birşey kasdedilir. Binaenaleyh, Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ümeyye ibni Halef ve saire gibi mahut ve meşhur büyük kafirlere اَلَّذِينَ ile işaret edilmiş olduğu ihtimali pek kavidir. Bu ihtimale binaen, şu ayet, gaybdan ihbar eden ayetlerden biri olur. Çünkü onlar küfür üzerine ölmüşlerdir. Ve aynı zamanda, icaz-ı manevinin dört nevinden bir nevi, şu gaybi ihbarlardan tezahür eder.
S – Kuran, zaruriyat-ı diniyedendir. Zaruriyatta ihtilaf olamaz. Halbuki müfessirlerce verilen ayrı ayrı manaların bir kısmı birbirine muhaliftir.
C – Azizim! Kuranın herbir kelamı, üç kaziyeyi müştemildir.
Birincisi: Bu, Allahın kelamıdır.
İkincisi: Allahca murad olan mana, haktır.
Üçüncüsü: Mana-yı murad, budur.
Eğer Kuranın o kelamı, başka bir manaya ihtimali olmayan muhkemattan olursa veya Kuranın başka bir yerinde beyan edilmişse, birinci ve ikinci kaziyeleri aynen kabul etmek lazımdır ve inkarları da küfürdür. Şayet Kuranın o kelamı, başka bir manaya ihtimali olan bir nass veya zahir olursa, üçüncü kaziyeyi kabul etmek lazım olmadığı gibi, inkarı da küfür değildir. İşte, müfessirlerin ihtilafları, ancak ve ancak şu kısma aittir.
İhtar: Mütevatir hadisler de, bu hususta, ayetler gibidir. Yalnız birinci kaziye, teemmül yeridir. Çünkü هٰذَا ile işaret edilen hadisin hakikaten hadis olup olmadığında tereddüt yeri vardır.
S – Küfür, cehildir. Halbuki kafirler,Hazret-i Muhammedi (a.s.m.) evlatları kadar tanıyorlardı.
C – Küfür iki kısımdır. Bir kısmı, bilmediği için inkar eder; ikincisi, bildiği halde inkar eder. Bu da, birkaç şubedir. Birincisi, bilir, lakin kabul etmez. İkincisi, yakini var, lakin itikadı yoktur. Üçüncüsü, tasdiki var, lakin vicdani izanı yoktur.
S – Şeytanın kalbinde marifet var mıdır?
C – Yoktur. Çünkü, sanat-ı fıtriyesi iktizasınca, kalbi daima idlal ile telkin için, fikri, daima küfrü tasavvur etmekle meşgul olduğundan, kalbinde veya fikrinde boş bir yer marifet için kalmıyor.
S – Küfür, kalbe ait bir sıfattır. Kalbde o sıfat bulunmadığı takdirde, zünnar bağlanmasından veya ona kıyas edilen şapkanın giyilmesinden niçin küfür hasıl olsun?
C – Gizli olan umura, şeriat, emarelere göre hükmeder. Hatta illet olmayan esbab-ı zahiriyi, illet yerine kabul eder. Binaenaleyh itmam-ı rükua mani olan bir kısım zünnarların bağlanması ve secdenin ikmaline mani olan bazı şapkaların giyilmesi, ubudiyetten istiğna ve küfre teşebbüh etmeye emarelerdir. Gizli olan o sıfat-ı küfriyenin yok olduğuna katiyetle hükmedilemediğinden, bu gibi emarelere göre hükmedilir.
S – Eğer inzar fayda vermeyecekse teklif niçin yapılıyor?
C – İnzar yapılmadığı takdirde teklif de yapılmazsa, adem-i tecziyelerine bir hüccet olur. Zira, “Biz ne yapalım? Ne tebliğat yapıldı ve ne tekliften haberimiz var” diye mücazattan kurtuluşlarına bir medar olur.
S – Cenab-ı Hakkın onların küfür ve temerrüdlerinden yaptığı ihbar, onların imana gelmelerini imtina derecesine çıkarıyor. Mümteni ve muhal birşey teklif edilir mi?
C – Cenab-ı Hakkın ihbarı, ilmi ve iradesi, sebepten kat-ı nazarla yalnız küfürlerine taalluk etmez. Ancak ihtiyarlarıyla küfürlerine birlikte taalluk eder. Bu ise ihtiyarlarını nefyetmez ki, teklif-i bilmuhal olsun. Bu bahsin tafsilatı gelecektir.
S – İman etmeyeceklerini ifade eden لاَ يُؤْمِنُونَ ve emsali ayetlere, onları iman etmeye davet etmekten, adem-i imana iman çıkıyor. Bu ise, muhal-i aklidir.
C – Onlara teklif edilen iman, icmalidir, tafsili değildir. “Herbir ayete, herbir hükme ayrı ayrı, birer birer iman ediniz” diye teklif yapılmıyor ki bu mahzur lazım gelsin.
Sonra, küfürlerini siga-i mazi ile zikretmek, Hakkın izhar ve ispatından evvel onların, küfrü kucaklayıp kabul etmelerine işarettir. Bunun içindir ki, onlara karşı inzarın adem-i inzar gibi faidesiz kaldığına, سَوَۤاءٌ kelimesiyle işaret yapılmıştır.
Sonra, fevkaniyeti ifade eden عَلَيْهِمْ deki عَلَى onların yüzleri yere yapışmış gibi, başlarını kaldırıp amirlerinin sözünü dinleyemediklerine işarettir.
Ve keza manaya bir zarar ve bir halel iras etmeyen ve terkine tercih edilen عَلَيْهِمْ in zikri, Muhammed aleyhissalatü vesselama nazaran, inzarın, adem-i inzar gibi olmadığına işarettir. Zira inzarda ecr ü sevap vardır.
ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ cümlesindeki hemze ile اَمْ müsavatı ifade ettiğinden سَوَۤاءٌ kelimesine tekittir. Yahut سَوَۤاءٌ kelimesinden müsavatın bir manası, hemze ile اَمْ den ikinci manası irade edilir. Çünkü, müsavatın medarı ya adem-i faidedir veya mucibin adem-i vücududur.
S – İstifham şekliyle müsavatı ifade etmekte ne mana vardır?
C – Yapmış olduğu fiilinde bir faidesi olmayan muhatabın fiilinin faidesiz olduğuna latif ve mukniane bir vecihle ikaz edilmesi ancak istifham ile olur ki, muhatap, fiilini düşündükten sonra, kötü neticesini nazara alarak kalbi mutmain olsun.
S – سَوَۤاءٌ kelimesi inzar ve adem-i inzardan mecaz ise, aralarındaki alaka nedir?
C – İstifhamın müsavatı tazammun etmesidir. Zira istifham eden adamın bilgisine göre vücut ile adem mütesavidir. Maahaza bu gibi istifhamlara verilen cevaplar, alelekser şu müsavat-ı zımniye ile verilir.
S – Mazi sigasıyla inzardan yapılan tabir neye işarettir?
C – İkinci ve üçüncü inzarlara lüzum kalmadığına işarettir. Yani “Yaptığın inzar faide vermedi, bundan sonra da faidesiz kalır.”
S – İnzar etmemekte faidenin bulunmaması zahirdir. اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ kaydında ne faide vardır?
C – Sükut etmek, bazan muhatabın insafa gelip matlup işe muvafakatine sebep olur.
S – Kuran-ı Kerim, başka makamlarda terhibden sonra tergib de yaptığı halde, burada tergibi terketmiştir. Esbabı nedir?
C – Küfür makamına, ancak terhib ve tahvif münasiptir. Hem de küfür gibi mazarratları def etmek, Cenneti kazanmak gibi menfaatlerin celbinden daha evla ve daha tesirlidir. Maahaza, buradaki terhib, tergibi de andırıyor. Çünkü, inzar ve adem-i inzarı gören hayal, zıddiyet münasebetiyle, derhal tebşir ve adem-i tebşire intikal eder.
Azizim! Herbir hükmün başka şeylere hizmet eden çok manaları olduğu ve herbir hükümden takip edilen gizli maksatlar bulunduğu ve bu kelamın da Muhammede (a.s.m.) işaret eden manaları olduğu gibi, küfrü takbih etmek maksadıyla büyük bir ölçüde tenkiratta bulunmuştur.
Ezcümle, Peygamber aleyhissalatü vesselamın görmekte olduğu zahmetlerin tahfifine ve göstermekte olduğu hırs ve şiddetin tehvinine medar olmak için, mana-yı harfi kabilinden bazan imalarda bulunmuş ve eski resullerin hallerini nazara alarak, onlara iktida ile teselli yollarını göstermişse de, bu bir kanun-u fıtridir, tahammül ve inkıyad lazımdır diye lisan-ı hal ile ilan etmiştir.
Bu ayet وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ cümlesine kadar bütün eczasıyla küfrü takbih, ve tenfir ile nehyeder. Ve ehl-i küfrü, tehdit ve tahvifle küfürden terhib eder. Ve keza, bütün kelimatıyla, küfrün büyük bir musibet olmakla beraber, lezzeti yok, elemi var; nimeti yok, nikmeti var diye ilan eder. Ve keza, bütün cümleleriyle küfrün herşeyden zararlı olduğunu tasrih eder.
Evet, onlar iman etmediklerinden ve cevher-i ruhu ifsad ve bütün elemleri içine alan küfür musibetine maruz kaldıklarından لَمْ يُؤْمِنُوا ya bedel كَفَرُوا tabiriyle işaret edilmiştir. Ve keza لاَيَتْرُكُونَ الْكُفْرَ kelimesine bedel لاَيُؤْمِنُونَ tabiriyle, onların büyük musibete maruz kaldıkları gibi, pırlanta gibi cevher-i imaniyi de kaybettiklerine işarettir.
Ve keza, خَتَمَ اللهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ cümlesiyle, kalb ile vicdan, nur-u iman sayesinde hakaik-i İlahiyenin tecellisine mazhar olmakla menba-ı kemalat, hayattar ve ziyadar oldukları halde; küfrün ihtiyar edilmesiyle zulmetli, ıssız haşarat-ı muzırra yuvasına inkılap ettikleri için mühürlenmiş, kilitlenmiş ki, o korkunç yuvadaki akreplerden veya yılanlardan içtinap edilmesine işaret edilmiştir.
Ve keza وَعَلٰى سَمْعِهِمْ kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hatta kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kainattan gelen manevi nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hatta o nur-u iman sayesinde rüzgarların terennümatını, bulutların naralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her neviden Rabbani kelamları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kainat, İlahi bir musiki dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbani aşkları intiba ettirmekle kalbleri, ruhları, nurani alemlere götürür, pek garip misali levhaları göstermekle o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.
Fakat o kulak, küfürle tıkandığı zaman, o leziz, manevi, yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri iras eden avazlar, matem seslerine inkılap eder. Kalbde, o ulvi hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedi yetimlikler, malikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.
Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helal, bazıları da haram kılınmıştır. Evet, ulvi hüzünleri, Rabbani aşkları iras eden sesler helaldir. Yetimane hüzünleri, nefsani şehevatı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.
وَعَلٰۤى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ Bu cümle ile rüyete, yani göze ait büyük bir nimet-i basariyenin küfürle kaybolduğuna işaret edilmiştir. Zira, gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavileşirse, bütün kainat gül ve reyhanlarla müzeyyen bir cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, balarısı gibi, bütün kainat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, burhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usare ve şıralarından vicdanda o tatlı imanlı balları yapar.
Eğer o göz küfür zulmetiyle kör olursa, dünya, genişliğiyle beraber bir hapishane şekline girer. Bütün hakaik-i kevniye, nazarından gizlenir. Kainat ondan tevahhuş eder. Kalbi ahzan ve ekdar ile dolar. وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ cümlesiyle, küfür şeceresinin ahirete ait zakkum gibi semeresine işaret edilmiştir. لاَيُؤْمِنُونَ kelimesi ise, inzar ile adem-i inzar arasındaki müsavata nassederek سَوَۤاءٌ kelimesine tekittir.
﴾ خَتَمَ اللهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْ وَعَلٰۤى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ ﴿
Mukaddeme
Bu ayetin üzerinde durmak icap ediyor. Ehl-i İtizal, Ehl-i Cebir, Ehl-i Sünnet vel-Cemaat gibi ehl-i kelamın şu ayet-i azimenin altında yaptıkları muharebe-i ilmiyelerini dinleyelim. Zira, bu gibi fikri harpler, ehl-i nazarı dikkate davet eder. Binaenaleyh, onların bu ayette takip ettikleri cihetleri kontrol lazımdır.
Evet, Ehl-i Sünnet vel-Cemaatin sırat-ı müstakim üzerine olduğunu, ötekilerin ya ifrata veya tefrite maruz kaldıklarını ispat için, bazı münasebetlerin zikri lazımdır.
Birincisi: Tahakkuk etmiş hakaiktendir ki, tesir-i hakiki, yalnız ve yalnız Allahındır. Öyleyse, Ehl-i İtizalin abde verdiği tesir-i hakiki hilaf-ı hakikattir.
İkincisi: Allah Hakimdir; öyleyse, sevap ve ikab abes değildir, ancak istihkaka göredir. Öyleyse ıztırar ve cebir yoktur.
Üçüncüsü: Herşeyin biri mülk, diğeri melekut, yani biri dış, diğeri iç olmak üzere iki ciheti vardır.
Mülk ciheti, bazı şeylerde güzeldir, bazı şeylerde de çirkin görünür: ayinenin arka yüzü gibi.
Melekut ciheti ise, herşeyde güzeldir ve şeffaftır: ayinenin dış yüzü gibi. Öyleyse, çirkin görünen şeyin yaratılışı, çirkin değildir, güzeldir. Ve aynı zamanda o gibi çirkinlerin yaratılışı, mehasini ikmal içindir. Öyleyse, çirkinin de bir nevi güzelliği vardır. Binaenaleyh, bu hususta Ehl-i İtizalin “Çirkin şeylerin halkı Allaha ait değildir” dedikleri safsataya mahal kalmadı.
Dördüncüsü: Mesela darp ve katle terettüp eden elem ve ölüm gibi “hasıl-ı bilmasdar” ile tabir edilen şey, mahluk ve sabit olmakla beraber, camiddir. İlm-i sarfta malumdur ki, camidlerden ism-i fail gibi sıfatlar yapılamaz. Ancak kisbi, nisbi, itibari olan mana-yı masdariden yapılabilir. Öyleyse, ölümün halkı katl değildir. Öyleyse, Ehl-i İtizalin hatalarına, hata nazarıyla bakılmalıdır.
Beşincisi: İnsanın katl gibi zahiri ve ihtiyari olan fiilleri, nefsin meyelanına intiha eder. Cüz-i ihtiyari denilen şu nefis meyelanı üzerine münazaalar deveran eder.
Altıncısı: adetullah üzerine, irade-i külliye-i İlahiye, abdin irade-i cüziyesine bakar. Yani, bunun bir fiile taallukundan sonra, o taalluk eder. Öyleyse cebir yoktur.
Yedincisi: İlim, maluma tabidir. Bu kaziyeye göre, malum, ilme tabi değildir; çünkü devir lazım gelir. Öyleyse, bir insan, amelen yaptığı bir fiilin esbabını kadere havale etmekle taallül ve bahaneler gösteremez.
Sekizincisi: Ölüm gibi hasıl-ı bilmasdar denilen şey, kesb gibi bir masdara mütevakkıftır. Yani, adetullah üzerine, o hasıl-ı bilmasdarın vücuduna şart kılınmıştır. Kesb denilen masdarda, çekirdek ve ukde-i hayatiye meyelandır. Bu düğümün açılmasıyla, meseledeki düğüm de açılır.
Dokuzuncusu: Cenab-ı Hakkın efalinde tercih edici bir garaza, bir illete ihtiyaç yoktur. Ancak tercih edici, Cenab-ı Hakkın ihtiyarıdır.
Onuncusu: Bir emrin, behemehal bir müessirin tesiriyle vücuda gelmesi lazımdır ki, tereccüh bila-müreccih lazım gelmesin. Amma itibari emirlerde tahsis edici birşey bulunmasa bile muhal lazım gelmez.
On birincisi: Birşey, vücudu vacip olmadıkça vücuda gelmez. Evet, irade-i cüziyenin taallukuyla irade-i külliyenin taalluku birşeyde içtima ettikleri zaman, o şeyin vücudu vacip olur ve derhal vücuda gelir.
On ikincisi: Birşeyi bilmekle, mahiyetini bilmek lazım gelmez. Ve birşeyi bilmemekle, o şeyin adem-i vücudu lazım gelmez. Binaenaleyh, cüz-i ihtiyarinin mahiyetinin tabir edilememesi, vücudunun katiyetine münafi değildir.
Nazar-ı dikkatinize arz ettiğim şu esasları tam manasıyla anladıktan sonra, şu maruzatımı da dinleyiniz.
Biz Ehl-i Sünnet vel-Cemaat, Ehl-i İtizale karşı diyoruz ki: Abd, kesb denilen masdardan neşet eden, hasıl-ı bilmasdar olan esere halık değildir. Abdin elinde ancak ve ancak kesb vardır. Zira Allahtan başka müessir-i hakiki yoktur. Zaten tevhid de öyle ister.
Sonra Ehl-i Cebre döner söyleriz ki: Abd, bir ağaç gibi bütün bütün ıztırar ve cebir altında değildir. Elinde küçük bir ihtiyar vardır. Çünkü Cenab-ı Hak hakimdir, cebir gibi zulümleri intaç eden şeylerden münezzehtir.
S – Cüz-i ihtiyari denilen şey nedir? Ne kadar etrafı kazılırsa, altından cebir çıkıyor! Bu nasıl birşeydir?
C – Birincisi: Fıtrat ile vicdan, ihtiyari emirleri, ıztırari emirlerden tefrik eden gizli birşeyin vücuduna şehadet ediyorlar. Tayin ve tabirine olan acz, vücuduna halel getirmez.
İkincisi: Abdin bir fiile olan meyelanı, Eşarilerin mezhebi gibi mevcut bir emir ise de, o meyelanı bir fiilden diğer bir fiille çevirmekle yapılan tasarruf, itibari bir emir olup abdin elindedir.
Eğer Maturidilerin mezhebi gibi o meyelanın bizzat bir emr-i itibari olduğuna hükmedilirse, o emr-i itibarinin sübut ve tayini, kendisinin bir illet-i tamme olduğunu istilzam etmez ki, irade-i külliyeye ihtiyaç kalmasın. Çünkü çok defalar meyelanın vukuunda fiil vaki olmaz.
Hülasa: adetullahın cereyanı üzerine hasıl-ı bilmasdarın vücudu, masdara mütevakkıftır. Masdarın esası ise meyelandır. Meyelan veya meyelandaki tasarruf mevcudattan değildir ki, bir müessire ihtiyacı olsun. Madum da değildir ki, hasıl-ı bilmasdar gibi mevcut olan birşeyin vücuduna şart kılınmasına veya sevap ve ikaba sebep olmasına cevaz olmasın.
S – İlm-i ezelinin veya irade-i ezeliyenin bir fiille taallukları ihtiyara mahal bırakmıyor.
C – Birincisi: Abdin ihtiyarından neşet eden bir fiile ilm-i ezelinin taalluku, o ihtiyara münafi ve mani değildir. Çünkü müessir, ilim değildir, kudrettir. İlim, maluma tabidir.
İkincisi: İlm-i ezeli, muhit olduğu için, müsebbebatla esbabı birlikte abluka eder, içine alır. Yoksa ilm-i ezeli, zannedildiği gibi uzun bir silsilenin başı değildir ki, esbabdan tegafül ile, yalnız müsebbebat o mebdee isnad edilsin.
Üçüncüsü: Malum nasıl bir keyfiyet üzerine olursa, ilim öylece taalluk eder. Öyleyse, malumun mekayisi ve esbabı, kadere isnad edilemez.
Dördüncüsü: Zannedildiği gibi, irade-i külliyenin bir defa müsebbebe, bir defa da sebebe ayrı ayrı taalluku yoktur. Ancak, müsebbeple sebebe bir taalluku vardır.
Bu mezheplerin nokta-i nazarlarını bir misal ile izah edelim:
Bir adam, bir aletle bir şahsı öldürse, sebebin madum olduğunu farz edersek, müsebbebin keyfiyeti nasıl olur?
Ehl-i Cebrin nokta-i nazarları: “Ölecekti.” Çünkü, onlarca taalluk ikidir. Ve sebeple müsebbeb arasında inkıta caizdir.
Ehl-i İtizalce: “Ölmeyecekti.” Çünkü onlarca muradın iradeden tahallüfü caizdir.
Ehl-i Sünnet vel-Cemaatçe, bu misalde sükut ve tevakkuf lazımdır. Çünkü, irade-i külliyenin sebeple müsebbebe bir taalluku vardır. Bu itibarla, sebebin ademi farz edilirse, müsebbebin de farz-ı ademi lazım gelir. Çünkü taalluk birdir. Cebir ve İtizal, ifrat ve tefrittir.
İkinci Bir Mukaddeme
Ehl-i tabiat, esbaba hakiki bir tesir veriyor.
Mecusiler, biri şerre, diğeri hayra olmak üzere iki halıka itikad ediyorlar.
Ehl-i İtizal de, “Efal-i ihtiyariyenin halıkı abddir” diyor. Bu üç mezhebin esası, batıl bir vehm-i mahz, bir hata ve huduttan tecavüzdür.Bu vehmi izale için, birkaç meseleyi dinlemek lazımdır.
Birincisi: İnsanın dinlemesi, konuşması, düşünmesi cüzi olduğu için, teakub suretiyle eşyaya taalluk ettiği gibi, himmeti de cüzidir; nöbetle eşya ile meşgul olabilir.
İkincisi: İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nisbetindedir. Himmeti ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar.
Üçüncüsü: İnsan hangi birşeye teveccüh ederse, onunla bağlanır ve onda fani olur. Bu sırra binaendir ki, insanlar, hasis ve cüzi şeyleri büyük adamlara isnad etmezler, ancak esbaba ve vesaile atfederler. Sanki, hasis insanlarla iştigal onların vakarına münasip olmadığı gibi, cüzi şeyler de onların azim himmetlerini işgal etmeye layık değildir!
Dördüncüsü: İnsan, birşeyin ahvalini muhakeme ettiği zaman, o şeyin rabıtalarını, esbabını, esaslarını evvela kendi nefsinde, sonra ebna-yı cinsinde, sonra etraftaki mümkinatta taharri eder. Hatta hiçbir suretle mümkinata müşabeheti olmayan Cenab-ı Hakkı düşünecek olursa, kuvve-i vahimesi ile bir insanın mekayisini, esasatını, ahvalini mikyas yaparak Cenab-ı Hakkı düşünmeye başlar.
Halbuki, Cenab-ı Hakka bu gibi mikyaslarla bakılamaz. Zira, sıfatı inhisar altında değildir.
Beşincisi: Cenab-ı Hakkın kudret, ilim, iradesi, şemsin ziyası gibi bütün mevcudata amm ve şamil olup, hiçbir şeyle muvazene edilemez; Arş-ı azama taalluk ettikleri gibi, zerrelere de taalluk ederler. Cenab-ı Hak, şems ve kameri halk ettiği gibi, sineğin gözünü de O halk etmiştir. Cenab-ı Hak, kainatta vaz ettiği yüksek nizam gibi, hurdebini hayvanların bağırsaklarında da pek ince ve latif bir nizam vaz etmiştir. Semadaki ecramı birbiriyle rapteden cazibe-i umumi kanunu gibi, cevahir-i ferdi de, yani zerratı da o kanunun bir misliyle nazmetmiştir. Sanki bu zerrat alemi, o semavi aleme küçük bir misaldir. Hülasa, aczin müdahalesi ile kudret mertebeleri ayrılır. Aczi mümteni olan kudretçe, büyük-küçük birdir.
Altıncısı: Kudret-i ezeliye, en evvel eşyanın melekut, yani içyüzüne taalluk eder. Bu yüz ise, alelumum güzel ve şeffaftır. Evet, şems ve kamerin yüzleri parlak olduğu gibi, gecenin ve bulutların da içyüzleri ziyadardır.
Yedincisi: Beşerin zihni ve fikri, Cenab-ı Hakkın azametine bir mikyas, kemalatına bir mizan, evsafının muhakemesine bir vasıta bulmak vüsatinde değildir; ancak cemi masnuatından ve mecmu-u asarından ve bütün efalinden tahassul ve tecelli eden bir vecihle bakılabilir. Evet, zerre mirat olur, fakat mikyas olamaz.
Bu meselelerden tebarüz ettiği vecihle, Cenab-ı Hakkın mümkinata kıyas edilmesi ve mümkinatın Onun şuunatına mikyas yapılması, en büyük cehalet ve hamakattir. Çünkü aralarındaki fark, yerden göğe kadardır.
Evet, vacibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar. Mesela, ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile, tesir-i hakikiyi, esbaba; Ehl-i İtizal, halk-ı efali, abde; Mecusiler, şerri, ikinci bir halıka isnad etmeye mecbur olmuşlardır. Güya zuumlarınca Cenab-ı Hak, azamet-i kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez! Demek, akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar.
İhtar: Müminlerden de, vesvese cihetiyle bu vehme maruz kalanlar vardır; dikkat etmek lazımdır.
Bu ayetin kelimeleri arasında nazmı icap eden münasebetlere gelelim:
﴾ خَتَمَ ﴿ nin لاَيُؤْمِنُونَ ile irtibatı ve onun arkasında zikredilmesi, cezanın cürme terettübü kabilindendir. Yani onlar vakta ki cüz-i ihtiyarilerini ifsad etmekle imana gelmediler; kalblerinin hatmiyle tecziye edildiler.
خَتَمَ tabiri, onların dalaletlerini tasvir eden temsili bir üsluba işarettir. Şöyle ki:
Kalb gözü, sanki cevahire bir hazine olmak üzere Cenab-ı Hak tarafından yapılan bir binadır. Vakta ki su-i ihtiyarlarıyla ifsada uğradı ve cevherlere yapılan yerler, yılanlar ve akreplerle doldu; kapısı hatmedildi ki, o sari hastalıktan başkaları mutazarrır olmasın.
﴾ اَللهُ : ﴿ Zamir-i mütekellimin yerine ism-i zahirin gelmesi, tekellümden gaybete iltifattır. Ve bu iltifatta latif bir nükte vardır. Şöyle ki: لاَيُؤْمِنُونَ den sonra بِاللهِ mukadder ve menvi (maksut) olduğuna nazaran, sanki nur-u marifet onların kalblerinin kapılarına geldiği zaman kalblerini açıp kabul etmediklerinden, Allah da gadaba gelerek kalblerini hatmetti.
﴾ خَتَمَ : ﴿ عَلٰى fiil-i müteaddi olduğu halde عَلٰى ile zikredilmesi, hatmedilen kalbin dünyaya bakan kapısı değil, ancak ahirete nazır olan kapısı seddedilmiş olduğuna işarettir.
Ve keza hatmin alamet-i manasını ifade eden vesmi (damga) tazammun ettiğine işarettir. Sanki o hatim, o mühür, kalblerinin üstünde sabit bir damgadır ve silinmez bir alamettir ki, daima melaikeye görünür.
S – Bu ayette kalbin sem ve basara takdimindeki hikmet nedir?
C – Kalb, imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sanii arayan ve isteyen ve Saniin vücudunu delailiyle ilan eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik, emellerinin tenmiyesi (nemalandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem ve basara hakk-ı takaddümü vardır.
İhtar: Kalbden maksat, sanevberi (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, makes-i efkarı dimağdır. Binaenaleyh, o latife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberinin cesede yaptığı hizmet gibidir.
Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene maül-hayatı neşreden o cism-i sanevberi, bir makine-i hayattır ve maddi hayat onun işlemesiyle kaimdir; sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar.
Kezalik, o latife-i Rabbaniye amal ve ahval ve maneviyatın heyet-i mecmuasını hakiki bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesiyle, mahiyeti, meyyit-i gayr-ı müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.
﴾ وَعَلٰى سَمْعِهِمْ ﴿de عَلٰى nın tekrarı, kalb ile sema vurulan hatemlerin herbirisi müstakil bir nevi delaile ait olduğuna işarettir.
Evet, kalbin hatmi, delail-i kalbiye ve vicdaniyeye aittir. Semin hatmi, delail-i nakliye ve hariciyeye aittir. Ve keza, her iki hatmin bir cinsten olmadığına bir remizdir.
S – Kalb ile basarın cem sigasıyla, semin müfred suretinde zikirlerinde ne gibi bir hikmet vardır?
C – Kalb ile basarın taalluk ettikleri şeyler mütehalif, yolları mütebayin, delilleri mütefavit, talim ve telkin edicileri mütenevvidir. Sem ise, kalb ve basarın hilafına, masdardır. İşittiren ferttir. Cemaatin işittikleri, ferttir. İşiten fert, ferd olur. Bunun için müfred olarak iki cemin arasına düşmüştür.
S – Kalbden sonra tercihen semin zikredilmesi neye binaendir?
C – Melekat ve malumat-ı kalbiye, alelekser kulak penceresinden kalbe girerler. Bu itibarla, sem, kalbe yakındır. Ve aynı zamanda, cihat-ı sitteden malumat aldığı cihetle kalbe benziyor. Zira göz, yalnız ön ciheti görür. Bunlar ise her tarafı görürler.
﴾ وَعَلٰۤى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ ﴿de, üslubun tağyiriyle, cümle-i fiiliyeye tercihan cümle-i ismiyenin ihtiyar edilmesi, basar ile görünen delillerin sabit olduklarına, kalb veya sem ile alınan deliller ise müteceddit ve gayr-ı sabit olduklarına işarettir.
S – خَتَمَ ile غِشَاوَةٌ arasında ne fark vardır ki, خَتَمَ اللهُ isnad edilmiştir. غِشَاوَةٌ isnadsız bırakılmıştır?
C – خَتَمَ Allah tarafından onların kesblerine bir cezadır. غِشَاوَةٌ ise, Allah tarafından olmayıp, onların meksubudur. Ve keza, mebde itibarıyla rüyette bir ıztırar vardır; semada, tahatturda ihtiyar vardır. Evet, gözün açılmasıyla eşyayı görmemek mümkün değildir. Fakat mesmuatı dinlemekte veya hatıratı tahattur etmekte bu ıztırar yoktur. غِشَاوَةٌ tabiri, gözün yalnız ön cihete hakim ve nazır olduğuna işarettir ki, eğer bir perde ile o cihetten alakası kesilse, bütün bütün kör kalır.
Tenkiri ifade eden غِشَاوَةٌ deki tenvin, onların gözleri üstündeki perde, malum olmayan bir perde olup, ondan sakınmak onlar için mümkün olmadığına işarettir.
Car ve mecrurun غِشَاوَةٌ üzerine takdim edilmesi, en evvel nazar-ı dikkati onların gözlerine çevirtmekle, kalblerindeki sırları göstermek içindir. Zira göz, kalbin ayinesidir.
﴾ وَلَهُمْ عَذاَبٌ عَظِيمٌ ﴿ Bu cümlenin makabliyle cihet-i münasebeti şudur ki: Evvelki cümledeki kelimat ile, şecere-i küfriyenin dünyaya ait acı semerelerine işaret edilmiştir. Bu cümle ile, o melun şecerenin ahirette vereceği semeresi zakkum-u Cehennemden ibaret olduğuna işaret yapılmıştır.
S – Üslubun mecra-yı tabiisi وَعَلَيْهِمْ عِقَابٌ شَدِيدٌ cümlesi iken, üslubun muktezası olan şu cümlenin terkiyle وَلَهُمْ عَذاَبٌ عَظِيمٌ cümlesi ihtiyar edilmiştir. Halbuki bu cümledeki kelimeler, nimet ve lezzetler hakkında kullanılan kelimelerdir.
C – Şu güzel kelimeleri havi olan şu cümlenin onlara karşı zikredilmesi, bir tehekkümdür (istihza), bir tevbihtir, yüzlerine gülmektir. Yani, onların menfaatleri, lezzetleri ve büyük nimetleri ancak ikabdır.
Menfaat ve faideyi ifade eden وَلَهُمْ deki ل lisan-ı hal ile, “Amelinizin faideli olan ücretini alınız!” diye yüzlerine gülüyor.
“Tatlı” manasını tazammun eden عَذاَبٌ lafzı, onların küfür ve musibetleriyle istilzaz ettiklerini tezkir ile, sanki lisan-ı hal ile, “Tatlı amelinizin acısını çekin!” diye tevbih ediyor.
Alelekser büyük nimetlere sıfat olan عَظِيمٌ kelimesi, Cennette nimet-i azime sahiplerinin hallerini o kafirlere tezkir ettirmekle, kaybettikleri o nimet-i azimeye bedel, elim elemlere düştüklerini ihtar ediyor.
Sonra عَظِيمٌ kelimesi, tazimi ifade eden عَذاَبٌ deki tenvine tekittir.
S – Bir kafirin masiyet-i küfriyesi, mahduttur, kısa bir zamanı işgal ediyor. Ebedi ve gayr-ı mütenahi bir ceza ile tecziyesi adalet-i İlahiyeye uygun olmadığı gibi, hikmet-i ezeliyeye de muvafık değildir; merhamet-i İlahiye müsaade etmez.
C – O kafirin cezası gayr-ı mütenahi olduğu teslim edildiği takdirde, kısa bir zamanda irtikap edilen o masiyet-i küfriyenin, gayr-ı mütenahi bir cinayet olduğu altı cihetle sabittir:
Birincisi: Küfür üzerine ölen bir kafir, ebedi bir ömürle yaşayacak olursa, o gayr-ı mütenahi ömrünü behemehal küfürle geçireceği şüphesizdir. Çünkü kafirin cevher-i ruhu bozulmuştur. Bu itibarla, o bozulmuş olan kalbin gayr-ı mütenahi bir cinayete istidadı vardır. Binaenaleyh, ebedi cezası, adalete muhalif değildir.
İkincisi: O kafirin masiyeti mütenahi bir zamanda ise de, gayr-ı mütenahi olan umum kainatın, vahdaniyete olan şehadetlerine gayr-ı mütenahi bir cinayettir.
Üçüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahi nimetlere küfran olduğundan, gayr-ı mütenahi bir cinayettir.
Dördüncüsü: Küfür, gayr-ı mütenahi olan zat ve sıfat-ı İlahiyeye cinayettir.
Beşincisi: İnsanın vicdanı, zahiren mütenahi ise de, batınen ebede bakıyor ve ebedi istiyor. Bu itibarla, gayr-ı mütenahi hükmünde olan o vicdan, küfürle mülevves olarak mahvolur, gider.
Altıncısı: Zıt, zıddına muanid ise de, çok hususlarda mümasil olur. Binaenaleyh iman, lezaiz-i ebediyeyi ismar ettiği gibi, küfür de alam-ı elimeyi ve ebediyeyi ahirette intaç etmesi, şenindendir.
Bu altı cihetten çıkan netice ve gayr-ı mütenahi olan bir ceza, gayr-ı mütenahi bir cinayete karşı ayn-ı adalettir.
S – Kafirin o cezasının adalete uygun olduğunu teslim ettik. Fakat azapları intaç eden şerlerden hikmet-i ezeliyenin gani olduğuna ne diyorsun?
C – Kavaid-i esasiyedendir ki, “Ara sıra vukua gelen şerr-i kalil için hayr-ı kesir terk edilmez; terkedildiği takdirde şerr-i kesir olur.” Binaenaleyh, hakaik-i nisbiyenin sübutunu izhar etmek, hikmet-i ezeliyenin iktizasındandır. Bu gibi hakaikin tezahürü, ancak şerrin vücuduyla olur. Şerden, haddi tecavüz etmemek için, terhib ve tahvif lazımdır. Terhibin vicdan üzerine tesiri, terhibi tasdik etmekle olur. Terhibin tasdiki ise, harici bir azabın vücuduna mütevakkıftır. Zira vicdan, akıl ve vehim gibi harici ve ebedi hakikat hükmüne geçmiş bir azaptan yapılan terhible müteessir olur. Öyleyse, dünyada olduğu gibi, ahirette de ateşin vücudundan yapılan terhib, tahvif, ayn-ı hikmettir.
S – Pekala, o ebedi ceza hikmete muvafıktır; kabul ettik. Amma merhamet ve şefkat-i İlahiyeye ne diyorsun?
C – Azizim! O kafir hakkında iki ihtimal var. O kafir, ya ademe gidecektir veya daimi bir azap içinde mevcut kalacaktır. Vücudun—velev Cehennemde olsun—ademden daha hayırlı olduğu vicdani bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musibet ve masiyetlerin de merciidir. Vücut ise, velev Cehennem de olsa, hayr-ı mahzdır. Maahaza, kafirin meskeni Cehennemdir ve ebedi olarak orada kalacaktır.
Fakat kafir, kendi ameliyle bu duruma kesb-i istihkak etmişse de, amelinin cezasını çektikten sonra, ateşle bir nevi ülfet peyda eder ve evvelki şiddetlerden azade olur. O kafirlerin dünyada yaptıkları amal-i hayriyelerine mükafaten, şu merhamet-i İlahiyeye mazhar olduklarına dair işarat-ı hadisiye vardır.
Maahaza, cinayetin lekesini izale veya hacaletini tahfif, veyahut icra-yı adalete iştiyak için cezayı hüsn-ü rıza ile kabul etmek, ruhun fıtri olan şenidir.
Evet, dünyada, çok namus sahipleri, cinayetlerinin hicabından kurtulmak için, kendilerine cezanın tatbikini istemişlerdir; ve isteyenler de vardır.
﴾ وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ ﴿
Bu ayetin makabliyle veçh-i nazmı:
Nasıl ki, bir hükümde iki müfredin iştiraki veya bir maksatta iki cümlenin ittihadı atfı icap ettirir. Kezalik, bir hedefi, bir garazı takip eden iki kıssanın da atıfları belagatin iktizasındandır. Binaenaleyh, on iki ayetin hülasasını tazammun eden münafıkların kıssası, kafirler hakkında geçen iki ayetin mealine atfedilmiştir.
Evet vakta ki, en evvel Kuranın senasıyla başlandı. Sonra müminlerin medhine intikal etti. Sonra kafirlerin zemmine incirar etti. Sonra, insanların kısımlarını ikmal etmek için, münafıkların kıssası zikredildi.
S – Kafirlerin zemmi hakkında yalnız iki ayetle iktifa edilmiştir. On iki ayetin hülasasıyla münafıklar hakkında yapılan itnab neye binaendir?
C – Münafıklar hakkında itnabı, yani tatvili icap ettiren birkaç nükte vardır:
Birincisi: Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habis olur. Aldatıcı olursa, fesadı daha şedit olur. Dahili olursa, zararı daha azim olur. Çünkü; dahili düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır. Harici düşman ise, bilakis, asabiyeti şiddetlendirir, salabeti arttırır. Nifakın cinayeti, İslam üzerine pek büyüktür. alem-i İslamı zelzeleye maruz bırakan nifaktır. Bunun içindir ki, Kuran-ı Azimüşşan, ehl-i nifaka fazlaca teşniat ve takbihatta bulunmuştur.
İkincisi: Münafık olan, müminlerle ihtilat ede ede, yavaş yavaş ünsiyet kesb eder, imanla ülfet peyda eder. Gerek Kurandan, gerek müminlerden nifakın kötülüğü hakkındaki sözleri işite işite pis haletten nefret eder. En nihayet, lisanından kelime-i tevhidin kalbine damlamasına zemin hazırlamak için itnab yapılmıştır.
Üçüncüsü: İstihza, huda, ikiyüzlülük, hile, kizb, riya gibi kötü ahlaklar münafıkta var. Kafirde o derecede yoktur. Bu cihetten münafıklar hakkında itnab yapılmıştır.
Dördüncüsü: Alelekser münafıklar, ehl-i kitaptan oldukları için, şeytani bir zeka sahipleri olup, daha hilekar, daha desiseci olurlar. İşte bu durumdaki münafıklar hakkında itnab, yani tatvil-i kelam, ayn-ı belagattır.
Bu ayetin kelimeleri arasındaki münasebetlere gelelim:
﴾ مِنَ النَّاسِ ﴿ car ve mecruru, مَنْ kelimesine haber olduğu takdirde, şöyle bir sual varid olur ki: Münafıkların nastan oldukları bedihidir. Bu hüküm, malumu ilam etmekten ibaret kalır.
Elcevap: Malumdur ki, bir hüküm bedihi olduğu zaman, o hükmün lazımı kastedilir. Burada kastedilen, o hükmün lazımı olan taaccüptür. Sanki Kuran-ı Azimüşşan, zımnen “Münafıkların nastan oldukları acip birşeydir” diyerek, halkı taaccüp etmeye davet etmiştir. Zira insan mükerremdir. Mükerrem olan insan, nifaka tenezzül etmez.
S – Madem ki مِنَ النَّاسِ haberdir, niçin مَنْ üzerine takaddüm etmiştir?
C – Madem ki o hükümden taaccüp kastedilmiştir; taaccüb-ü inşainin şeni, kelamın evvelinde bulunmaktır.
Sonra nas tabirinden birkaç letaif çıkıyor.
Birincisi: Kuranın, münafıkların şahıslarını tayin etmeyerek umumi bir sıfatla onlara işaret etmesi, Resul-ü Ekremin (a.s.m.) siyasetine daha münasiptir. Zira münafıkların şahıslarının tayiniyle kabahatleri yüzlerine vurulsaydı, müminler nefsin desisesiyle vesveseye düşerlerdi. Halbuki vesvese havfe, havf riyaya, riya nifaka müncer olur.
Ve keza, eğer Kuran onları tayinle takbih etseydi, “Resul-ü Ekrem (a.s.m.) mütereddittir, etbaına emniyeti yoktur” denilecekti.
Ve keza, bazan kötülük ifşa edilmezse tedricen zail olması ihtimali vardır. Fakat teşhir edildiği takdirde, kötülüğü yapan kimsenin hiddetini tahrik eder, fenalığı daha fazla yapmasına bais olur.
Ve keza, nas gibi umumi bir sıfatın nifaka münafi olması, hususi sıfatların daha ziyade münafi olmasına delalet eder. Zira, insan mükerremdir. Bu gibi rezaleti işlemek insaniyetin şanından değildir.
Ve keza, nas tabiri, nifakın bir taife veya bir tabakaya mahsus olmayıp, hangi taife olursa olsun, insan nevinde bulunmasıdır.
Ve keza, nas tabiri, nifak bütün insanların haysiyet ve şereflerini ihlal eden bir rezalet olduğundan, enzar-ı ammeyi nifakın aleyhine çevirtmekle izale ve adem-i intişarına çalışmaları lüzumuna işarettir.
S – يَقُولُ ile اٰمَنَّا nın mercileri bir iken, birisinin müfred, diğerinin cem sigasıyla zikirlerinde ne hikmet vardır?
C – Zarif bir letafete işarettir ki, imanın mevsufu cem ise de telaffuz eden müfreddir.
﴾ يَقُولُ اٰمَنَّا ﴿ cümlesi, onların iman davalarını hikayedir. Bu cümlede davalarının reddine iki cihetle işaret edildiği gibi, davalarının takviyesine de iki vecihle ima edilmiştir. Şöyle ki:
يَقُولُ kelimesi, madde cihetiyle onların iman davasının ayn-ı itikad olmayıp ancak kuru bir sözden ibaret olduğuna işarettir. Kezalik, muzari sigasıyla zikrinde, onları aleddevam yaptıkları müdafaaya sevk eden, vicdani bir sebep değildir, ancak halka karşı bir riyakarlık olduğuna işarettir.
Davalarının takviyesine yapılan işaretler ise, اٰمَنَّا fiil-i mazinin heyetinden “Biz ehl-i kitap cemaatleri, eskiden beri müminiz. Şimdi imandan geri kalmamıza imkan yoktur” gibi takviye edici bir delil tereşşuh ettiği gibi, ceme raci olan نَا zamirinden de “Bizler bir fert gibi değiliz, ancak muhteşem bir cemaatiz. Yalana tenezzül etmeyiz” gibi ikinci bir takviye daha çıkıyor.
﴾ بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ ﴿ Kuran-ı Kerim, hikaye ettiği şeyleri ya aynıyla alır veya mealinin ahzıyla veyahut ibaresinin telhisiyle bir tasarruf yapar. Birinci ihtimale göre, onların erkan-ı imaniyeden yalnız bu iki rüknü izhar etmeleri, rükünlerin en mühimlerini izhar etmekle sadakatlerini göstermeye işarettir. Ve aynı zamanda, onlardan en ziyade kabule şayan, zuumlarınca bu iki rükündür. İkinci ihtimale nazaran, Cenab-ı Hakkın, imanın rükünleri içinde kutup sayılan bu iki rüknü tahsis etmesi, onların kuvvetle iddia ettikleri iman, dine iman olmadığına işarettir. Çünkü bu iki rüknün de muktezasına amel ve itikad etmemişlerdir. ب nin tekrarı, her iki rükne olan imanın bir cihetten olmadığına işarettir. Çünkü, Allaha iman, Allahın vücud ve vahdetine imandır. Yevm-i ahirete iman ise, o günün hak olduğuna ve muhakkak geleceğine imandır.
﴾ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ ﴿ : S – اٰمَنَّا ya müşabih olan وَمَا اٰمَنُوا ya tercihen وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ olarak cümle-i ismiye ile denilmesinde ne hikmet var?
C – Birincisi: Her iki اٰمَنَّا arasında görülen zahiri tenakuzdan içtinap etmek içindir.
İkincisi: اٰمَنَّا ihbar değildir, inşadır. İnşa, nefiy ile tekzip edilemediğinden وَمَا اٰمَنُوا denilmemiştir.
Üçüncüsü: اٰمَنَّا cümlesinden zımnen istifade edilen نَحْنُ مُؤْمِنُونَ cümlesine nefiy ve tekzibi irca için وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ denilmiştir.
Dördüncüsü: Onların adem-i imanlarının devamına delalet etmek için cümle-i ismiye ihtiyar edilmiştir.
S – Nefyi ifade eden مَا cümlenin evvelinde bulunduğu halde, cümleden istifade edilen devamı nefyetmeye delalet etmediğinden hikmet nedir?
C – Nefiy, kesif bir harfin medlulüdür. Devam ise, cümle-i ismiyenin heyet-i hafifesinden istifade edilen bir manadır. Binaenaleyh, kesif kesife, yani nefiy, imana daha karibdir.
S – وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ deki haber üzerine harf-i cer olan ب nin duhulü neye işarettir?
C – Onların zahiren imanları varsa da, hakikatte imana ehil ve layık insanlar olup, müminin sınıfından addedilmediklerine delalet için مَا nın haberi üzerine ب dahil olmuştur.
﴾ يُخَادِعُونَ اللهَ وَالَّذِينَ اٰمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ اِلاَّۤ اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ فِى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ ﴿
Bu ayet, bütün cümleleriyle nifaka hücum ederek, münafıkları tevbih, takbih, tehdit, tayib etmekle, evvelce اٰمَنَّا dedikleri kavli, ne maksada ve ne illete binaen söylediklerini ve nifakın en birinci cinayeti olan huda ve hilelerini beyan etmektedir.
Evvelen, nifakın birinci cinayeti olan hudaya ait يُخَادِعُونَ den يَكْذِبُونَ ye kadar yedi cümleye terettüp eden müteselsil neticeleri nazara almak lazımdır
Birincisi: Allahı kandırmak gibi muhal bir şeyin talebinde bulundukları için tahmik edilmişlerdir.
İkincisi: Menfaat niyetiyle kendilerine zarar dokundurdukları için tesfih edilmiştir.
Üçüncüsü: Menfaati mazarattan tefrik edemedikleri için techil edilmişlerdir.
Dördüncüsü: Tıynetleri pis, sıhhatlerinin madeni hasta, hayat menbaları ölmüş, vesaire gibi rezaletleriyle terzil edilmişlerdir.
Beşincisi: Şifanın talebiyle marazlarını ziyade ettikleri için tezlil edilmişlerdir.
Altıncısı: Elemden maada birşeyi intaç etmeyen kavi bir azapla tehdit edilmişlerdir.
Yedincisi: İnsanlarca alametlerin en çirkini olan kizb ile teşhir edilmişlerdir.
Sonra bu yedi cümlenin arasındaki intizam ve irtibatın, şöyle bir tasvirle dinlenmesi lazımdır:
Bir şahıs bir şahsı, nasihatle fena bir şeyden men etmek üzere şöyle tevcih-i kelamda bulunur: “Ey kişi! Aklın varsa şu yapmak istediğin şey muhaldir, hem nefsine zarardır. Hem iyiyi kötüyü tefrik edecek bir hissin yok mudur? Anlaşılan, hakikatı hurafe, tatlıyı acı gösteren seciyende bir hastalık vardır. Şüphesiz o hastalıktan kurtulup şifayab olmak istiyorsun. Fakat senin bu halin, o hastalığı izale değil, tezyid ediyor. Eğer bu halinle bir lezzet, bir zevk istersen, en şedit bir elemi intaç eden bir azap eline geçer. En nihayet sarhoşluktan ayrılıp, kötü halinden vazgeçmediğin takdirde, fesadın başkalara geçmemek üzere hortumun üzerine, bir damganın vurulmasıyla seni teşhir ve ilan etmek lazımdır.”
Kezalik, Cenab-ı Hak, münafıkları nifaktan zecr ve men için kötü hallerini şöylece nakletmekle yüzlerine vuruyor:
﴾ يُخَادِعُونَ اللهَ ﴿: Yani, hile ile Allahı kandırmak istiyorlar. Zira Resul-ü Ekrem (a.s.m.) Allahın elçisidir. Ona yapılan hile Allaha racidir. Allaha yapılan hile ise muhaldir. Muhali talep etmek hamakattir. Böyle hayvancasına hamakat, taaccübü muciptir.
﴾ وَمَا يَخْدَعُونَ اِلاَّۤ اَنْفُسَهُمْ ﴿ : Yani, onlar ancak nefislerine hile yapıyorlar; zira fiillerinde nef değil, zarar vardır. Bu zarar da nefislerine racidir. Nefislerine zarar veren, ancak süfeha kısmıdır.
﴾ وَمَا يَشْعُرُونَ ﴿: Yani, nef ve zararı tefrik edecek bir hisse malik değillerdir. Bu ise cehaletin en edna ve en aşağı bir derekesine düştüklerine işarettir.
﴾ فِى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ ﴿: Yani, nifak ve hasetten kalblerinde, ruhlarında öyle bir maraz vardır ki, o maraz, hakkı batıl, hakikati hurafe telakki etmeye sebeptir. Zaten fasit bir kalbden, bozuk bir ruhdan böyle rezaletlerin çıkması bedihidir.
﴾ فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا ﴿ : Yani, eğer onlar yaptıkları fenalıkla gayz ve hasetlerini izale için bir deva, bir ilaç talebinde iseler, o zannettikleri ilaç, kalblerini, ruhlarını bozan bir zehirdir. Zehirle kendi tedavisine çalışan, elbette zelildir. Evet, kırık ve yaralı bir el ile intikamını almak isteyen, yarasının artmasına hizmet eden bir miskindir.
﴾ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ ﴿ : Yani, eğer onlar bir zevk, bir lezzet talebinde iseler, şu nifaklarında pek çok maasi olduğu gibi, muvakkat bir lezzet bile yoktur. O nifak, ancak dünyada şedit bir elemi, ahirette de en şedit bir azabı intaç edecek bir dalalettir.
﴾ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ ﴿ : Yani, yaptıkları kizbden pişman olup, nedamet etmedikleri takdirde, beynennas yalancılıkla teşhir ve bir alametle tevsimleri lazımdır ki, başkalar onlara itimad edip marazlarına maruz kalmasınlar.
Mezkur cümlelerin eczaları arasında bulunan irtibat ve intizamın beyanına gelelim:
Münafıkların yaptıkları hileden takip edilen gayenin muhal olduğuna ve o muhaliyeti göz önüne getirip çirkin bir şekilde gösterilmesine tasrih edilmek üzere يُخَادِعُونَ اللهَ وَالَّذِينَ اٰمَنُوا cümlesinde münafıkların amelinden (müşareket babından) muzari sigasıyla huda ünvanıyla tabir edilmiştir.
Ve keza, makamın iktizası hilafına اَلنَّبِىُّ ye bedel اللهَ ve اَلْمُؤْمِنُونَ ye bedel وَالَّذِينَ اٰمَنُوا zikredilmiştir. Çünkü يُخَادِعُونَ nin maddesinden nefret çıkar. Sigasından devam ve istimrar çıkar. Babından müşareket çıkar. Müşareket ise müşakeleti, yani mukabele-i bilmisli icap eder. Müşakelet ise onların seyyielerine karşı seyyie ile mukabele edileceğini istilzam eder. Demek onların devam ile yaptıkları şu kötü fiil, nefisleri titreten bir nefreti intaç ettiği gibi, takip ettikleri garazın da akim kaldığına delalet eder.
اَللهُ kelimesinin tasrihinden de garazlarının muhal olduğuna delalet vardır. Çünkü Resul-ü Ekreme (a.s.m.) yapılan huda Allaha racidir. Allah ile pençeleşmek isteyen düşer.
﴾ اَلَّذِينَ :﴿ وَالَّذِينَ اٰمَنُوا nin iphamını izale etmek için sıla olarak iman sıfatının ihtiyar edilmesi, onların iman cihetiyle kendilerini sevdirerek müminlerden addetmek istemiş olduklarına işarettir. Ve keza nur-u imanla akılları münevver olan müminlerin dirayetinden hilelerinin gizli kalmamasına bir imadır.
﴾ وَمَا يَخْدَعُونَ اِلاَّۤ اَنْفُسَهُمْ ﴿: Bu cümledeki hasr, kemal-i sefahetlerine işarettir. Zira müminlere zarar verdirmek için yaptıkları muamele makuse olup, onlar baltayı nefislerine vurmakla, sanki o hudayı bizzat nefislerine yapmakla sefahetlerini ilan etmişlerdir. يَخْدَعُونَ nin يَضُرُّونَ ye tercihi, yine onların sefahetlerine işarettir. Çünkü ashab-ı ukul arasında kasten nefsine zarar veren vardır. Fakat amden kendisiyle huda eden yoktur, meğer ki insan suretinden çıkmış ola…
اَنْفُسَهُمْ 5 Bu ünvan, onların pek aziz ve sevgili olan nefislerini memnun etmek üzere bir hazz-ı nefsani kazanmak niyetiyle yaptıkları nifak, aksul-amel kabilinden bir zakkum-u esmar olduğuna işarettir.
S – Bu cümledeki hasırdan anlaşılır ki, onların huda ve nifakları İslamiyete ve alem-i İslama zarar vermemiştir. Halbuki alem-i İslamın unsurları, onların öldürücü zehir gibi intişar eden nifak şubelerinden gördüğü zararları, hiçbir şeyden görmemiştir.
C – alem-i İslamda görünen zararlar ancak onların bozulmuş tabiatlarından, tefessüh etmiş fıtratlarından, taaffün etmiş vicdanlarından neşet ve intişar etmiştir. Yoksa onların arzu ve ihtiyarlarıyla yaptıkları huda ve hilelerin neticesi değildir. Çünkü onların hileleri Cenab-ı Hakka, Peygamber-i Zişana (a.s.m.), cemaat-ı müslimine yapılan bir muameledir. Allah, o muameleye alimdir. Peygamber-i Zişan da (a.s.m.) vahiyle vakıftır. Cemaat-i müslimince de imani bir şiddet-i zeka sayesinde, o gibi hileler tesettür edip, gizli kalamaz. Demek onların alem-i İslama vurdukları balta, dönüp kendi başlarını parçalamıştır. Çünkü aldanan, cemaat-i müslimin değildir. Ancak aldanan, aldatandır.
﴾ وَمَا يَشْعُرُونَ ﴿ : Yani, onlar yaptıkları hilenin nefislerine raci olduğunu hissetmiyorlar. Bu fezleke onların cehaletini ilan ediyor. Çünkü ukaladan değildirler. Çünkü onların bu işi ukala işi değildir. Ve keza, hayvan sınıfına da benzemiyorlar. Çünkü hayvanlar zararlı olan şeyleri hissettikleri zaman çekinirler. Demek bunlar, hiss-i hayvaniden de mahrumdurlar. Öyleyse bunlar, ihtiyarları ve şuurları olmayan cemadat nevine dahildirler.
﴾ فِى قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ ﴿ : Bu cümlenin, makabliyle veçh-i irtibatı: Vakta ki onlar, şuur hissini istihdam ederek muhakeme-i akliye ile amel etmediler; anlaşıldı ki, ruhlarında bir maraz vardır. Ve laakal onun zararlı bir maraz olduğunu bilmeleri lazımdır ki, o marazdan sadır olan hükümlere itimat etmesinler. Çünkü o maraz, hakikatleri tağyir etmekle acıyı tatlı, çirkini güzel göstermek şanındandır.
Zarfiyeti ifade eden فِى lafzından anlaşılır ki, onların marazları kalbin sathında değildir. Ancak kalbin melekutunda, yani içyüzünde kain bir marazdır. “Kalb” ünvanından anlaşılır ki, kalbin sathında bulunan bir hastalık, bütün amal-i bedeniyeyi sekteye uğrattığı gibi, kalbin içyüzü de nifakla hastalandığı zaman, efal-i ruhiye tamamen istikamet üzerine hareket edemez. Çünkü hayatın mihveri ve makinası ancak kalbdir.
فِى قُلُوبِهِمْ kelamının مَرَضٌ kelimesi üzerine takdimi iki cihetle hasrı ifade eder. Biri: Maraz başka uzuvlarda değil, ancak kalblerdedir. Diğeri: O kalbler de ancak münafıkların kalbleri olup, başkaların kalbleri değildir. Bu iki hasırdan tariz suretiyle anlaşılır ki, nur-u imanın, insanın bütün efal ve asarına sıhhat ve istikameti vermek, şanındandır. Ve yine anlaşılır ki, fesad kalbdedir. Birşeyin esası, kalbi bozuk olursa teferruatını tamir etmek bir faideyi teşkil etmez. Ve yine anlaşılır ki, fıtrattan hakikat çıkar. Fıtrat, hakikatlere merci bir masdardır. Fesat ve harap ise arızi bir marazdır. Çünkü eşyada asıl sıhhattir. Maraz ise arızidir. Binaenaleyh, onlar, “Nifak ve fesadımız fıtridir. İhtiyari olmadığından mucib-i ceza değildir” diye itizarda bulunamazlar. Tenkiri, meçhuliyeti ifade eden tenvin ise, o maraz pek gizli olduğundan ne görünmesi ve ne de tedavisi mümkün olmadığına işarettir.
Beşinci cümleyi teşkil eden ﴾ فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا ﴿ nin, makabliyle vech-i irtibatı ile eczası arasındaki cihet-i intizama gelince: Evet, vakta ki münafıklar yaptıkları amelden bir maraz olduğu kanaatiyle içtinap etmediler, bilakis o amellerini istihsan ederek o marazın fazlaca talebinde bulundular; Cenab-ı Hak da talepleri üzerine onların marazlarını arttırdı.
S – فَزَادَdeki ف makablinin mabadine sebep olduğunu ifade eder. Halbuki buradaki marazın vücudu, marazın ziyadesine sebep değildir.
C – Vakta ki, onlar marazlarını teşhis edip tedavisi talebinde bulunmadılar; sanki, ihmallik yüzünden ziyadesini talep etmişlerdir. Cenab-ı Hak da müminlerin zaferiyle onların ümitlerini yese çevirmiştir ve Müslümanların galebesiyle onların husumetlerini haset ve kine kalb etmiştir. Sonra da onların maruz kaldıkları o yeis ve kinden doğan korku, zafiyet ve zillet emrazlarını onların kalblerine istila ettirmekle marazlarını ziyadeleştirdi.
S – Kuran-ı Kerimin bu cümlede maraz kelimesini meful değil, temyiz şeklinde kullanması neye işarettir?
C – Münafıkların batıni ve kalbi olan marazları, sanki zahire çıkmış ve bütün amellerine ve fiillerine sirayet etmekle, onların vücutları tamamıyla maraz kesilmiş olduğunu ifade etmek için, مَرَضًا kelimesi, temyiz olarak kullanılmıştır. Evet, مَرَضًا kelimesi meful olduğu takdirde bu manayı ifade etmez. Çünkü o vakit ziyadelik, yalnız maraza taalluk eder.
Altıncı cümleyi teşkil eden ﴾ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَلِيمٌ ﴿ in vech-i irtibatı ise: Menfaati ifade eden ل dan anlaşılır ki, münafıkların menfaati ya dünyada elim bir azaptır, veyahut ahirette şedit bir elemdir. Bunlar ise menfaat değildir. Öyleyse menfaatleri muhaldir.
S – Elim, “müteellim” manasınadır. Müteellim ise şahsın sıfatıdır. Binaenaleyh azabın, elim ile vasıflandırılmasında ne hikmet vardır?
C – Azap onların vücutlarını öyle kaplar ve cesetlerini öyle ihata eder ve batınlarına öyle nüfuz eder ki, sanki onların vücutları bir azap külçesi kesilir.
Onların cesetlerinden, azaptan maada birşey görünmez olur. Hatta o azap külçesinden fışkıran ahlar, fizarlar, teellümler, sanki nefs-i azaptan neşet ederler. Yani çağıran, bağıran, müteellim olan, ayn-ı azap olduğu sanılır.
Yedinci cümleyi teşkil eden ﴾ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ ﴿ nin vech-i irtibatı:
Münafıkların azaplarının, mezkur cinayetleri arasında yalnız kizb ile vasıflandırılması, kizbin şiddet-i kubh ve çirkinliğine işarettir. Bu işaret dahi, kizbin ne kadar tesirli bir zehir olduğuna bir şahid-i sadıktır. Zira kizb, küfrün esasıdır. Kizb, nifakın birinci alametidir. Kizb, kudret-i İlahiyeye bir iftiradır. Kizb, hikmet-i Rabbaniyeye zıttır. Ahlak-ı aliyeyi tahrip eden, kizbdir. alem-i İslamı zehirlendiren, ancak kizbdir. alem-i beşerin ahvalini fesada veren, kizbdir. Nev-i beşeri kemalattan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsalini alemde rezil ve rüsvay eden, kizbdir.
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün cinayetler içinde teline, tehdide tahsis edilen, kizbdir.
Bu ayet, insanları, bilhassa Müslümanları dikkate davet eder.
Sual: Bir maslahata binaen kizbin caiz olduğu söylenilmektedir. Öyle midir?
Cevap: Evet, kati ve zaruri bir maslahat için bir mesağ-ı şeri vardır. Fakat hakikate bakılırsa, maslahat dedikleri şey batıl bir özürdür. Zira usul-i şeriatta takarrur ettiği vecihle, mazbut ve miktarı muayyen olmayan birşey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü, miktarı bir had altına alınmadığından su-i istimale uğrar. Maahaza, birşeyin zararı menfaatine galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-ı muteber olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur.
Evet, alemde görünen bu kadar inkılaplar ve karışıklıklar, zararın, özür telakki edilen maslahata galebe etmesine bir şahittir.
Fakat kinaye veya tariz suretiyle, yani gayr-ı sarih bir kelimeyle söylenilen yalan, kizbden sayılmaz.
Hülasa, yol ikidir: Ya sükut etmektir; çünkü söylenilen her sözün doğru olması lazımdır. Veya sıdktır; çünkü İslamiyetin esası, sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemalata isal edici, sıdktır. Ahlak-ı aliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyatın mihveri sıdktır. alem-i İslamın nizamı, sıdktır. Nev-i beşeri kabe-i kemalata isal eden sıdktır. Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk ettiren, sıdktır. Muhammed-i Haşimi aleyhissalatü vesselamı meratib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır.
﴾ وَاِذَا قِيلَ لَهُمْ لاَ تُفْسِدُوا فِى اْلاَرْضِ قَالُوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ اَلاَ اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِنْ لاَ يَشْعُرُونَ ﴿
Bu ayetin evvelki ayetle veçh-i irtibatı: Vakta ki, münafıkların nifakından neşet eden cinayetlerinin birincisini teşkil eden, nefislerine zulmetmekle hukukullaha tecavüzleri olan cinayet zikredildikten sonra mezkur cinayetlerinin ikincisini teşkil eden hukuk-u ibada tecavüz etmekle aralarına fesat ilka etmek cinayetleri dahi mevki-i münasipte zikredilmiştir.
Sonra وَاِذَا قِيلَ cümlesi münafıkların kıssasına ve hikayesine dahil olduğu cihetle وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ deki يَقُولُ ye bağlıdır, mana ve mealce يُخَادِعُونَ ye nazırdır. Haddizatında dahi يَكْذِبُونَ ye merbuttur. Üslubun tağyiri ise, yani kaziye-i hamliye yerine kaziye-i şartiyenin iradı, يَكْذِبُونَ ile وَاِذَا قِيلَ arasında birkaç cümlenin mukadder olduğuna bir emaredir. Takdir-i kelam şöyle olsa gerektir: “Yalan söyledikleri zaman fitneyi ika ediyorlar. Fitneyi ika ettikleri zaman ifsat ediyorlar. Nasihat edildikleri vakit kabul etmiyorlar. Fesat yapmayın denildiği zaman, Biz ancak ıslaha çalışıyoruz diyorlar.”
Bu ayetin ihtiva ettiği mezkur ve gayr-ı mezkur cümleler arasındaki veçh-i irtibat bir misalle izah edilecektir. Şöyle ki:
Bir insan tehlikeli bir yola süluk ettiği zaman, en evvel “Senin bu yolun seni felakete götürüyor, bu yoldan vazgeç” diye nasihat edilir. O insan vazgeçmediği takdirde şiddetle zecir ve nehyedilir ve aynı zamanda “Umum halkın nefret ve kahrına uğrarsın” diye tehdit edildiği gibi, “Ebna-yı cinsine zulmetmiş olursun” diye şefkat-i cinsiyeye de davet edilir.
Eğer o insan, sarhoşlar gibi inatçı ve kafasız ise, kendisine yapılan nasihat ve zecr ve nehiyleri müdafaa etmekle mukabele eder ve “Benim mesleğim haktır; ne senin hakk-ı itirazın var ve ne de benim senin nasihatlerine ihtiyacım var” diye serkeşliğe başlar.
Eğer o insan iki yüzlü ise, bir cihetten nasihat edenleri kandırır ve ilzama çalışır. Diğer cihetten de “Ben ıslah edici bir insanım” diye mesleğini hak göstermeye devam eder. Ve aynı zamanda “Islah benim hakiki bir sıfatım olup, bilahare hasıl olmuş bir sıfat değildir” diye davasını tekit ve teyid eder.
Bundan sonra eğer o insan mesleğinde ısrarla nasihatları kabul etmezse anlaşılır ki, onun ıslahına hiçbir çare ve hiçbir deva yoktur. Yalnız onun fesadı halka sirayet etmemek için, mesleğinin muzır ve fena olduğunu ilan etmek lazımdır ki, herkes ondan tahaffuz etsin. Zira o insan aklını çalıştırmıyor, şuurunu istihdam etmiyor ki, böyle zahir olan birşeyi hissedebilsin.
İşte bu misaldeki cümlelerin arasındaki münasebetlere dikkat edilirse, mezkur ayetin cümleleri arasında bulunan münasebet halkaları güzelce görünecektir. Evet, aralarında öyle fıtri bir nizam vardır ki, icaz ve ihtisarından, icazın yüksek sesleri işitilir.
Mezkur ayetin herbir cümlesinin heyetindeki vech-i intizam:
Evet, katiyeti ifade eden ﴾ وَاِذَا قِيلَ لَهُمْ ﴿ deki اِذَا kötü ve fena şeyleri men ve nehyetmek lazım ve vacip olduğuna işarettir. Failin terkiyle, siga-yı meçhul ile zikredilen قِيلَ kötü birşeyi nehyetmek farz-ı kifaye olduğuna işarettir.
Menfaat ve lutfu ifade eden لَهُمْ deki ل yapılacak nehiylerin, tahkir ve tahakküm suretiyle değil, ancak nasihat tarzıyla lazım olduğuna işarettir.
﴾ لاَ تُفْسِدُوا ﴿ şöyle bir kıyas-ı istisnaiye işarettir ki: “Böyle yapmayın, aksi takdirde karışıklıklar meydana gelir. İnsanlar arasında itaat rabıtası kesilir. Adalet, ihtilale inkılap eder. İttifak ve ittihadın ipleri kopar. Fesat doğmaya başlar. Öyleyse, böyle yapmayın ki fesat olmasın.”
﴾ فِى اْلاَرْضِ ﴿ nehyi tekit, zecri idame ettiriyor. Çünkü nasihat muvakkat olduğu için inzicarın devamı lazımdır. Bu da vicdanın heyecana getirilmesiyle olur. Bu dahi ya şefkat-i cinsiyenin uyandırılmasıyla veya nefret-i umumiyeye maruz kalmak korkusuyla olur. Evet فِى اْلاَرْضِ kelimesi her iki ciheti de temin eder. Zira اَلْاَرْضِ kelimesi, lisan-ı haliyle, “Sizin bu fesadınız nev-i beşere sirayet eder. Nev-i beşerin, bilhassa fakirlerin ve masumların sizlere kötülüğü nedir ki, onlara karşı böyle fenalıkta bulunuyorsunuz? Şefkat-i cinsiyeniz yok mudur? Niçin merhamet etmiyorsunuz? Evet, teslim ettik ki, sizin şefkat-i cinsiyeniz yoktur. Hiç olmazsa nefret-i umumiyeden korkunuz” diye onları ikaz ediyor.
S – Onların maksatları umum insanlar değildir. Niçin onların fesadı bütün insanlara sirayet etsin?
C – Evet, siyah bir gözlüğü takan adam herşeyi siyah ve çirkin görür. Kezalik, basiret gözü de nifakla perdelenirse ve kalb küfürle peçelenirse, bütün eşya çirkin ve kötü görünür. Ve bütün insanlara, belki kainata karşı bir buğz ve bir adavete sebep olur. Hem de küçük bir dişlinin kırılmasıyla büyük bir makine müteessir olduğu gibi, bir şahsın nifakıyla heyet-i beşeriyenin intizamı müteessir olur.
Zira adalet, intizam, İslamiyet ve itaatle olur. Maalesef onların serptikleri zehirler tabakadan tabakaya intikal ede ede bu zillet ve sefaleti ismar etmiştir.
﴾ قَالُۤوا اِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ ﴿ : Yani, “Halkı ifsat etmeyin denildiği zaman Bizler ancak ıslah edici insanlarız iddiasında bulundular.”
اِنَّمَا da iki hasiyet var:
Birincisi: Dahil olduğu hükmün hakikaten veya iddiaen malum olması lazımdır. Bu hasiyetten, nasihat edenleri tezyif etmeye ve cehaletlerine olan sebatlarını izhar etmeye bir remiz vardır. Yani, “Bizim ıslah edici olduğumuz malumdur; binaenaleyh mesleğimizde sebat ederiz, nasihatlere kulak vermeyiz.”
İkinci hasiyet, hasrdır. Bu hasrdan dahi, onların salahlarına hiçbir fesadın karışmamış olduğuna bir remiz vardır ki, bu remizden onların salahlarına fesat karışıyor diye müminlere bir tariz vardır.
Sebat ve devamı ifade eden ism-i fail sigasıyla مُصْلِحُونَ nin نُصْلِحُ ye tercihen zikredilmesi, salahlarının sabit ve daimi bir sıfat olduğundan şimdiki halleri de ayn-ı salah olduğuna işarettir. Sonra onlar, bu kelamlarında da münafıklık ediyorlar. Zira, batınen fesatlarını salah addettikleri gibi, zahiren “Bu amelimiz müminlerin salah ve menfaatleri içindir” diye mürailik yapıyorlar.
﴾ اَلاَ اِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلٰكِنْ لاَ يَشْعُرُونَ ﴿ : Bu ayetin makabliyle vech-i irtibatı:
Evvelki ayette münafıklardan hikaye edilen bazı manalar ve iddialar vardır. Mesela münafıklar mesleklerini terviç ve teşvik etmişlerdir. Salahı kendilerine ispat ve salahın daimi bir sıfatları olduğunu iddia etmişlerdir. Ve amellerinin salaha münhasır olduğu ve salahlarına hiçbir fesadın karışmamış olduğu ve bu hükmün malum hükümlerden bulunduğu iddiasında bulunmuşlardır. Ve müminlere tarizde bulunarak müminlerden kendilerine nasihat edenleri teçhil etmişlerdir.
Kuran-ı Kerim dahi münafıkların şu mezkur iddialarını cerh ve akslerini ispat etmek üzere şu cümlede bazı hükümler serdetmiştir. Ezcümle:
Fesat, münafıklara isnat ve ispat edilmiştir. Ve onların, müfsitlerin hakikatiyle ittihat ettiklerine işaret edilmiştir. Ve fesadın münafıklara münhasır olduğuna ve bu hükmün sabit bir hakikat bulunduğuna işaretler yapılmıştır. Ve onların muzır olmalarıyla halk ikaz edilmiştir. Ve onlarınhisleri nefyedilmekle teçhil edilmişlerdir.
Evet, fena birşeye düşmemek için kullanılmakta olan ikaz aleti denilen اَلاَ ile onların davaları halkın nazarında tezyif ve iptal edilmiştir. Tahkiki ifade eden اِنَّ ile, davalarında iddia ettikleri hakkaniyet ve malumiyet reddedilmiştir. Hasrı ifade eden هُمْ onların اِنَّمَا ve نَحْنُ ile müminlere karşı yaptıkları tarizi cerh edici bir mukabeledir. Cins ve hakikati ifade eden اَلْمُفْسِدُونَ deki harf-i tariften anlaşılır ki, onlar müfsitlerin hakikatıyla ittihat etmişlerdir.
Şuurdan mahrum olduklarını ifade eden ﴾ وَلٰكنْ لاَ يَشْعُرُونَ ﴿ cümlesi, onların zuumlarınca davalarının malumiyeti dolayısıyla nasihate ihtiyaçları olmadığına ve nasihat edenleri tezyif ettiklerine karşı bir müdafaadır.
﴾ وَاِذَا قِيلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُۤوا أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ اَلاَ اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَۤاءُ وَلٰكِنْ لاَ يَعْلَمُونَ ﴿
Yani, “Halkın imana geldikleri gibi siz de imana geliniz, diye imana davet edildikleri zaman, Süfeha takımının imana geldiği gibi biz de mi imana geleceğiz? diye cevapta bulunurlar. Fakat süfeha takımı ancak ve ancak onlardır; lakin bilmiyorlar.”
Bu ayeti makabliyle rabt ve nazm eden cihetlere gelince: Bu iki ayet münafıkların cinayetlerini hikaye ettiği gibi, onlara hem nasihat, hem irşad vazifesini de görüyor. Binaenaleyh, bu iki ayetin arasındaki atıf, ya onların müminlere isnat ettikleri sefahet cinayetini kendilerinin arzda yaptıkları ifsat cinayetine atıftır, veyahut emr-i bilmarufu tazammun eden ikinci ayet, nehy-i anilmünkeri ifade eden birinci ayete atıftır. Demek bu iki ayet arasındaki cihetül-vahdet, ya cinayettir veyahut irşaddır.
Bu ayetteki cümlelerin arasındaki cihet-i irtibat ise:
Vakta ki وَاِذَا قِيلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ cümlesiyle farz-ı kifaye olan nasihat vazifesi ifa edilmek üzere kamil insanlardan ibaret olan cumhur-u nasa ittibaen, halis bir imana davet edildikleri zaman, onların enaniyet-i cahiliyeleri heyecana gelerek قَالُۤوا أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ deyip gurur ve inatlarında ısrar ettiler ve “Davamız haktır ve bizler hak üzereyiz” diye batıl ve inatçıların adeti gibi batıl davalarını hak ve cehaletlerini ilim iddia ettiler. Çünkü onların nifakla kalpleri fesada uğramıştır. Şüphesiz fasit olan bir kalb, gururlu olur ve ifsadata meyleder. Binaenaleyh, onlar kalblerinin fasid olmasından temerrüt ve inat ediyorlar. Ve hedef ittihaz ettikleri ifsat iktizasıyla yekdiğerlerine halkı idlal etmeyi tavsiye ediyorlar. Ve gururlarının hükmüyle, diyanet ve imanı sefahet ve sefalet telakki ediyorlar. Ve nifaklarının icabıyla, bu sözlerinde de münafıklık yapıyorlar. Zira bu sözlerinin zahirinden “Biz divaneler değiliz, nasıl sefihler gibi olacağız?” diye bir mana çıkar. Batınından ise “Nasıl ekserisi fukara ve nazarımızda sefih olan müminler gibi olacağız?” diye diğer bir mana çıkıyor.
Sonra, Kuran-ı Kerim, onların müminlere attıkları sefahet taşını اَلاَ اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَۤاءُ cümlesiyle onlara iade etmekle kendilerine yutturmuştur. Çünkü inat ve cehaletleri bu dereceye vasıl olanın hak ve müstehakı, beynennas teşhir edilmekle sefahetin kendisine münhasır olduğunu ilan etmektir.
Sonra وَلٰكِنْ لاَيَعْلَمُونَ cümlesiyle onların cehl-i mürekkeple cahil olduklarına işaret etmiştir ki, bu gibi cahillere nasihat tesir etmediğinden, onlardan tamamıyla iraz etmek lazımdır. Çünkü, nasihati dinleyen ancak cehlini bilenlerdir. Bunlar cehillerini de bilmezler.
Bu ayetin ihtiva ettiği cümlelerin eczası arasında bulunan irtibata gelelim:
﴾ وَاِذَا قِيلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ ﴿ cümlesindeki اِذَا katiyeti ifade ettiğinden emr-i maruf ile halkı irşad etmek lüzumuna işarettir. Siga-yı meçhul ile zikredilen قِيلَ nasihatın, ala sebilil-kifaye vacip olduğuna işarettir.
Ve اَخْلِصُوا فِى اِيمَانِكُمْ gibi, ihlas lafzını ihtiva eden bir cümleye bedel اٰمِنُوا lafzının zikredilmesi, ihlası olmayan imanın, imandan addedilmemesine işarettir.
Ve كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ lafzıyla güzel bir misal, bir nümune, bir örnek gösterilmiştir ki, onlara ittiba ederek ihlaslı bir imana gelsinler.
نَاسْ lafzında iki nükte vardır ve o iki nükte, vicdanları emr-i marufa icbar eden amillerdendir.
Birincisi: نَاسْ ünvanı, herkesi cumhur-u nasa tabi olmaya davet eder. Çünkü cumhura muhalefet öyle bir hatadır ki, o hatayı irtikap etmek, kalbin, vicdanın şanından değildir.
İkincisi: كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ tabirinden anlaşılıyor ki, imanı olmayanın nastan addedilmemesi lazımdır. Ancak nas tabiri müminlere mahsustur. Bu da, ya imanın hasiyetiyle insaniyetin hakikati müminlere münhasırdır; veya imansız olanlar, insaniyetin mertebesinden sukut etmişlerdir.
﴾ قَالُۤوا أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ ﴿ Yani, “Bizler nasihatleri kabul etmiyoruz. Şu miskinlerin cemaatine nasıl gireceğiz? Bizim gibi ashab-ı cah ve mertebe, onlara kıyas edilemez.”
قَالُوا nefislerini tezkiye, mesleklerini terviç, nasihatten istiğna, mağrurane dava şeklinde müdafaa etmelerine işarettir.
İnkari bir istifhamı ifade eden أَنُؤْمِنُ kelimesi, onların cehalette gösterdikleri temerrüt ve inada işarettir. Sanki onlar istifham ile nasihat edene soruyorlar ki: “Mesleğimizi terk etmemize senin vicdanın razı olup insafın kabul eder mi?”
S – Onlar o sözlerinde kimleri muhatap etmişlerdir?
C – Evvela nefislerine, saniyen ebna-yı cinslerine, salisen nasihat edenlere tevcih-i hitap etmişlerdir.
Evet, birisine nasihat yapan adam evvela nefsine müracaat eder, sonra arkadaşlarıyla konuşur. Sonra nasihat ettiğine döner, yaptığı müracaatların neticesini ona söyler. Buna binaen, vakta ki münafıklar imana davet edildiler; onlar fesada uğramış kalblerine, tefessüh etmiş vicdanlarına müracaatta bulundular. İnkar cevabını aldıkları için, kalblerindeki şeyi dışarıya verdiler. Sonra ifsat arkadaşlarına müracaat ettiler. Yine inkar cevabını alarak, gizli gizli konuşmalara başladılar. Sonra, itizar şeklinde nasihat edene dönerek şöyle bir safsatada bulunurlar: “Yahu, aramızda çok fark vardır. Biz onlara kıyas edilemeyiz. Çünkü biz zenginiz, onlar fakirdirler. Onlar mecburiyet saikasıyla imana gelmişlerdir. Onların diyaneti ıztıraridir. Biz ise ashab-ı izzet ve servet insanlarız.”
Hülasa, onlar gururlarının hükmüyle mürşidi insafa davet ettiler. Huda ve hileleriyle ikiyüzlü bir konuşmada bulundular. Şöyle ki: “Ey mürşid! Bizleri süfeha zannetme. Bizler süfeha gibi olamayız. Ancak halis müminlerin yaptıkları gibi yapıyoruz” diye mürşidi kandırmak istediler. Halbuki, kalblerinde, “Bu fakir ve kıymetten sukut eden müminler gibi değiliz” gibi başka bir manayı izhar etmişlerdir.
Hülasa أَنُؤْمِنُ lafzında onların fesadlarına, ifsadlarına, gururlarına ve nifaklarına gizli birer remiz vardır.
كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهۤاءُ: Yani, “Kamil zannettiğiniz müminler, nazarımızda zelil ve fakir bir cemaattır. Onların herbirisi bir kavmin sefihidirler.”
O kamil müminlerin tecviz ettiği kıyasta birkaç işaret vardır:
Birincisi: Mecmaül-mesakin, melceül-fukara, hakkı himaye, hakikatı muhafaza, gururu men, tekebbürü def eden, yegane İslamiyettir. Evet, kemal ve şerefin mikyası İslamiyettir.
İkincisi: Nifakı intaç eden, garaz, gurur, tekebbürdür.
Üçüncüsü: İslamiyet, ehl-i dünya ve ashab-ı meratip ellerinde tahakküm ve tagallübe vesile olamaz. Ancak sair dinlerin hilafına olarak, ehl-i fakr ve hacet elinde ihkak-ı hak için kırılmaz elmas bir kılıçtır. Bu hakikate tarih güzel bir şahittir.
﴾ اَلاَ اِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَۤاءُ ﴿ : Bilinmesi lazımdır ki, Kuran-ı Kerimin, nifakın aleyhine kesretle yaptığı şiddetli tehditler ve takbihlerin sebebi, ancak ve ancak alem-i İslamın nifak şubelerinden gördüğü darbelerdir.
اَلاَ ikaz aleti olup, sefahetlerini teşhir ve efkar-ı ammeyi sefahetlerine istişhad etmek için zikredilmiştir.Hakikati göstermek için bir ayine ve hakikate delalet için bir delil vazifesini gören اِنَّ lisan-ı haliyle, “Hakikate bakınız, onların zahiri safsatalarının aslı yoktur, aldanmayınız” diyor.
Hasrı ifade eden هُمْ kelimesi, nefislerine iddia ettikleri tezkiyeyi red ve müminlere isnat ettikleri sefaheti def eder. Yani, bir lezzet-i faniye için ahiretini terk eden sefihtir. Baki bir mülkü hevesat-ı faniyesinin terkiyle satın alan sefih değildir.
اَلسُّفَهَۤاءُ deki elif ve lam, hükmün malumiyetine ve kemaline işarettir. Yani, onların sefaheti malumdur. Ve sefahetin son sistemi onlardadır.
﴾ وَلٰكِنْ لاَ يَعْلَمُونَ ﴿ cümlesinde üç işaret vardır:
Birincisi: Hakkı batıldan, iman mesleğini nifak mesleğinden temyiz etmek, ancak ilim ve nazar ile olur. Fakat yaptıkları fitne ve fesatları zahir olduğu için, edna bir şuuru olan farkında olur. Buna binaen, Kuran-ı Kerim birinci ayeti وَلٰكِنْ لاَيَشْعُرُونَ ile zeyillendirmiştir.
İkincisi: لاَيَعْلَمُونَ gibi, ayetlerin sonunda zikredilen اَفَلاَ يَعْقِلُونَ اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ اَفَلاَ تَتَذَكَّرُونَ gibi cümleleriyle, İslamiyetin akıl, hikmet ve mantık üzerine müesses olduğuna işaret etmiştir ki, İslamiyeti herbir akl-ı selimin kabul etmesi, İslamiyetin şanındandır.
Üçüncüsü: Onlardan iraz etmek ve onlara itimat etmemek lazımdır. Çünkü cehillerini bilmediklerinden, nasihatin onlara tesiri olmuyor.
﴾ وَاِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا قَالُۤوا اٰمَنَّا وَاِذَا خَلَوْا اِ لٰى شَيَاطِينِهِمْ قَالُۤوا اِنَّا مَعَكُمْ اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ اَللهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ فِى طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ ﴿
İstihza ve istihfaf gibi münafıkların dördüncü cinayetlerini beyan eden şu ayetin fesat, ifsat, tesfih gibi sebkat eden cinayetlerine atfını iktiza eden ayn-ı münasebetle bu ayetin mealiyle makablinin meali arasında irtibat ve intizam hasıl olmuştur.
Bu ayetin cümleleri arasındaki vech-i irtibata gelince:
İnsanın musibet ve elemlere karşı nokta-i istinadı ve ihtiyaç ve emellerini tesviye için nokta-i istimdadı olan imanın üç hassası vardır.
Birincisi: Nokta-i istinadından neşet eden izzet-i nefistir. İzzet-i nefsi olan, başkalarına kendisini zelil göstermeye tenezzül etmez.
İkincisi: Şefkattir. Şefkati olan, kimseyi tahkir ve tezlil etmez.
Üçüncüsü: Hakikatlere ihtiram etmek ve yüksek şeylerin kıymetini bilmekle istihfaf etmemektir.
Kezalik, imanın zıddı olan nifakın da üç hassası vardır.
Birincisi: Zillettir.
İkincisi: İfsadata meyletmektir.
Üçüncüsü: Başkalarını tahkir etmekle gururlanıp zevk almaktır.
Binaenaleyh, iman, izzet-i nefsi intaç ettiği gibi, nifak da onun aksine zilleti intaç eder. Zilleti olan, herkese karşı kendisini zelil gösterir. Bu ise riyadır. Riya ise müdahenedir. Müdahene dahi kizbdir. Kuran-ı Kerim, şu silsileli kizbe ﴾ وَاِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا قَالُۤوا اٰمَنَّا… ﴿ ile işaret etmiştir. Yani, “Müminlere rast geldikleri zaman, biz de imana geldik diyorlar.”
Sonra nifak, imanın hilafına, kalbleri ifsad eder. Kalbin fesadı ise, yetimliği intaç eder. Yani, bozuk olan bir kalb kendisini sahipsiz, maliksiz, yetim bilir. Bu haletten korku neşet eder. O korku onu kaçıp gizlenmeye icbar eder. Kuran şu hallerine ﴾ وَاِذَا خَلَوْا ﴿ ile işaret etmiştir. Yani, “Kaçıp halvetlere gittikleri zaman…”
Sonra nifak, imanın aksine, akraba ve saireler arasında sıla-i rahmi kat eder, keser. Bu ise şefkati izale eder. Şefkatin zevali ise ifsadata sebep olur. İfsaddan fitne çıkar. Fitneden hıyanet doğar. Hıyanet dahi zafiyeti muciptir. Zafiyet de himaye edecek bir zahire, bir arkaya iltica etmeye icbar eder. Kuran-ı Kerim buna ﴾ اِلٰى شَيَاطِينِهِمْ ﴿ ile işaret etmiştir. Yani, “Şeytanlarına kaçıp, şeytanlarının himayelerine giriyorlar.”
Sonra, imanın hilafına, nifakta tereddüt vardır. Yani münafık olan kimse, kati bir hüküm sahibi değildir. Bu ise sebatsızlığı intaç eder. Bu da mesleksizliği. Bu dahi emniyetsizliği tevlid eder. Bu ise-kanunen maznunların hergün ispat-ı vücut etmeleri lüzumu gibi—daima şeytanlarına gidip küfürlerini, ahidlerini tazelemelerini icap ettirir. Kuran-ı Kerim bu silsileye ﴾ قَالُۤوا اِنَّا مَعَكُمْ ﴿ ile işaret etmiştir. Yani, “Bizler sizinle beraberiz” diye ahidlerini tecdid ediyorlar.
Sonra müminlere gidip geldiklerinden hasıl olan şüpheyi izale etmek için, and dilemeye mecbur oldular. Ve imanın hilafına, hakikatlere adem-i hürmet ve istihfafta bulunarak kıymetli şeylere ihanet ettiler ki, kendilerine atfedilen ithamları defetsinler. İşte, Kuran-ı Kerim buna ﴾ قَالُۤوا اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ ﴿ ile işaret etmiştir. Yani, “Bizim müminlerle olan ihtilatımız, onlarla istihza içindir. Aramızda samimiyet yoktur. Ancak yüzlerine gülüyoruz.”
Sonra, münafıkların şu gidiş ve söyleyişlerini dinleyen samiin müminlerin de mukabelede bulunmalarını intizar etmekte bulunduğu, siyak-ı kelamdan anlaşıldı. Bunun için Kuran-ı Kerim de müminlere bedel ﴾ اَللهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ ﴿ diye mukabelede bulunmuştur. Yani, “Cenab-ı Hak, onların istihzaları üzerine eşedd-i ceza ile dünya ve ahirette tecziye eder ve edecektir.” Cenab-ı Hakkın şu mukabelesi, müminlerin şerefine ve münafıkların yaptıkları istihzanın, Cenab-ı Hakkın tecziyesine karşı adem hükmünde kaldığına ve onların hamakatlerine işarettir.
Sonra Kuran-ı Kerim ﴾ وَيَمُدُّهُمْ فِى طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ ﴿ cümlesiyle cezalarını istihza suretiyle tasvir etmiştir. Yani, “Onlar dalalet ve tuğyanı intaç eden esbaba su-i ihtiyarlarıyla ve arzularıyla tevessül ettikleri için, sanki lisan-ı halleriyle dalaletin talebinde bulunmuşlardır; Cenab-ı Hak da onların talepleri üzerine, istediklerine yardım etmiştir.”
Bu ayetin tazammun ettiği cümlelerin heyetleri arasında intizam ciheti ise:
Dahil olduğu hükmün katiyetini ifade eden ﴾ وَاِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا ﴿ deki اِذَا onların müminlere olan mülakatlarını amden ve kasten cezmettiklerine işarettir.
Alelekser yollarda rast gelmek manasını ifade eden لَقُوا onların, yollarda halk içinde müminlere mülakatlarını taammüd ettiklerine işarettir.
اَلْمُؤْمِنُونَ kelimesine tercihan اَلَّذِينَ اٰمَنُوا kelimesinin zikri, onların müminlerle cihet-i irtibatları, yalnız iman sıfatı hasebiyle olduğuna ve bütün sıfatlar içinde de en mümtaz ve medar-ı nazar yalnız iman sıfatı olduğuna imadır.
﴾ قَالُوا ﴿ Bu ünvan, onların sözleriyle kalbleri bir olmadığına ve söyledikleri sözler mahza riya ve müdahene perdesi altında kendilerine yapılan ithamları def etmek ve müminlerden celb-i menafi ile sırlarına vakıf olmak azminde bulunduklarına işarettir.
﴾ اٰمَنَّا ﴿ Makamın iktizasıyla bu kelimenin tekitlerle müekked olarak zikredilmesi lazım iken, tekitsiz zikri, kalblerinde tahrik edici bir şevkin ve bir aşkın bulunmamasıyla, sözlerini şiddetsiz ve tekitsiz, serseriyane söylemiş olduklarına işarettir. Ve keza onların tekitleri adem hükmünde olup, müminleri inandıramadıklarına işarettir.
Ve keza اٰمَنَّا kelimesi ile nifaklarına örttükleri perde pek zayıf olduğundan tekit ve teşdit edildiği takdirde yırtılması ihtimali olduğuna işarettir. Çünkü tekit ve teşdit şüpheyi daidir. Şüphe ise tahkikate baistir. Tahkikat yapıldığı takdirde boyaları meydana çıkar. اٰمَنَّا nın cümle-yi fiiliye ile zikri ise imanlarının sabit ve devamlı olduğuna müminlere inandırmak imkanını bulamadıklarına ve yalnız menfaatleri celb ve esrara muttali olmak maksadıyla müminlere müdahene ve tasannu yapmakla ihdas-ı iman ettiklerine işarettir.
﴾ وَاِذَا خَلَوْا اِلٰى شَيَاطِينِهِمْ قَالُۤوا اِنَّا مَعَكُمْ ﴿ Evvelki ayetle bu ayetin birbirine olan atıfları, onların mesleksiz ve sebatsız olduklarına işarettir.
اِذَا nın ifade ettiği cezmiyet, itiyad ettikleri fesat ve ifsat iktizasıyla şeytanlarına gitmelerini zaruri bir vazife bildiklerine işarettir.
خَلَوْا tabiri, cinayetlerinden korktuklarından tesettür ve gizlenmek istediklerine işarettir. اِلٰى kelimesinin خَلَوْا kelimesiyle daha uygun olan مَعَ kelimesine tercihan zikredilmesi, iki şey içindir: Birisi, acz ve zaafları yüzünden iltica etmeye mecbur olmalarıdır. İkincisi, fitne ve ifsat iktizasıyla müminlerin sırlarını kafirlere isal etmektir. Bu iki manayı مَعَ ifade edemez.
شَيَاطِينِهِمْ Bu ünvan, reislerinin şeytanlar gibi gizlenip vesveseleri ilka ettiklerine ve şeytanlar kadar muzır olduklarına ve şeytanlar gibi şerden maada birşey tasavvur etmediklerine işarettir.
قَالُۤواِنَّا مَعَكُمْ Yani, “Sizinle beraberiz.” Bu cümle ile nefislerinin tezkiyesine, ahidlerinin tecdidine, mesleklerinde sabit kaldıklarına işaret etmişlerdir. Yalnız bu cümlenin muhataplarında münafıkların münkirleri bulunmadığı halde cümle tekitleştirilmiştir.
وَاِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا قَالُۤوا اٰمَنَّا cümlesinin muhatapları hep münkir oldukları halde, cümle tekitsiz bırakılmıştır. Bunun sebebi, birinci cümleyi şevksiz, aşksız, ikinci cümleyi ise aşk ve şevkle söylediklerine işarettir. Şeytanlarına söyledikleri cümleyi, ismiye şeklinde, müminlere karşı söylediklerini cümle-i fiiliye suretinde zikretmeleri, maksatlarının burada ahidlerine sabit ve devamlı kaldıklarını ispat ettiklerine, orada ise yalnız imana geldiklerini ihdas ettiklerine işarettir.
﴾ اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ ﴿ Yani, “Bizler müminlere karşı, ancak istihza edici insanlarız.” Bu cümlenin evvelki cümleye atfedilmediğinin esbabı:
İki kelime veya iki cümle arasında ya kemal-i ittisal ve ittihad vardır veya kemal-i inkıta ve infisal vardır. Bu iki surette, birbirine atıfları caiz değildir. Ancak aralarında orta derecede bir inkıta ve bir ittisal olan yerlerde atıfları caizdir. Bu cümle ise اِنَّا مَعَكُمْ cümlesine bir cihetten tekittir, bir cihetten de bedeldir. Bu iki surette, her iki cümlenin arasında kemal-i ittisal vardır. Diğer bir cihetten dahi mukadder bir suale cevaptır. Bu surette de aralarında kemal-i inkıta vardır. Çünkü alelekser sual inşa, cevap ihbar olur. İşte bunun için aralarında atıf yapılmamıştır.
Sual: Bu cümlenin اِنَّا مَعَكُمْ cümlesine tekit veya bedel olduğunun tevcihi?
Elcevap: اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ cümlesi gerek hak ve hakikate ve gerek ehl-i hak ve ehl-i hidayete ihanete dairdir. Çünkü bundan dalalet ve ehl-i dalalete tazim çıkıyor. Bu ise اِنَّا مَعَكُمْ cümlesinin mealidir. Demek her iki cümlenin mealleri birdir veya birbirini tekit eder.
Mukadder bir suale cevap olduğunun tevcihi ise, sanki onların şeytanları tarafından şöyle bir sual varit olmuştur ki, “Yahu, eğer siz bizimle beraber ve bizim mesleğimizde olmuş olsaydınız, müminlere muvafakat etmezdiniz. Ya siz onların mezheplerine geçtiniz veyahut sizin için muayyen bir mezhep yoktur.” Bu suale karşı اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ diye, Müslümanlardan olmadıklarını sarahaten söyledikleri gibi, hasrı ifade eden اِنَّمَا ile, muayyen bir mezhebi olmayanlardan olmadıklarına işaret etmişlerdir. Ve keza, devamı ifade eden ism-i fail sigasıyla مُسْتَهْزِؤُنَ demeleri, müminlere karşı yaptıkları istihzanın daimi bir sıfatları olup, bilahare arız olmuş sıfatları olmadığına işarettir.
﴾ اَللهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ ﴿ Yani, “Allah onları istihza ediyor.” Bu cümlenin evvelki cümlelere atfedilmeyerek atıfsız zikredilmesinin esbabı:
Eğer atfedilmiş olsaydı, ya اِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِؤُنَ cümlesine atfolurdu; bu ise bu cümlenin de اِنَّا مَعَكُمْ cümlesine tekit olmasını icap eder. Veya اِنَّا مَعَكُمْ cümlesine atfolurdu; bu dahi bu cümlenin onların sözlerinden biri olduğunu iktiza eder. Veya قَالُوا ya atfolacaktı; o vakit Allahın onlara olan istihzası halvet zamanıyla mukayyet olacaktı. Halbuki Allahın istihzası daimidir. Veyahut
وَاِذَا لَقُوا cümlesine atıf yapılacaktı; bu ise her iki taraftan, yani matuf ve matufun-aleyhten maksadın, bir olduğunu istilzam eder. Halbuki birinci cümle amellerini beyan eder; ikinci cümle cezaları hakkındadır. Demek mahzursuz, münasip bir matufun-aleyh bulunmadığından müstenife olarak, yani makabliyle bağlı olmayarak mukadder bir suale cevap kılınmıştır.
Evet, münafıkların fenalığı ve kötülüğü öyle bir dereceye baliğ olmuştur ki, hallerine vakıf olan her ruh, “Acaba böyle fena olanların cezası nedir ve cezaları verilmeyecek mi?” diye sormaya mecbur olur. İşte, Kuran-ı Kerim
اَللهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ cümlesiyle şu mukadder suale cevap vermiştir. Demek bu cümlenin istinafı, atfından daha mühimdir.
Sonra, makamın iktizasıyla onların istihzalarına karşı müminlerin mukabelede bulunmaları icap ederken Cenab-ı Hakkın mukabelede bulunması, müminlerin teşvikine ve terahhumlarına işaret olduğu gibi, münafıkları da istihza etmekten zecir ve men etmek içindir. Zira, istinatları Allamül-Guyuba olanlar, istihza edilemezler.
Sonra, Cenab-ı Hakkın tenkil ve tazibini istihza ile tabir etmek şen-i uluhiyete yakışmadığından, istihzanın lazımı olan tahkir irade edilmiştir.
Sual: Münafıkların istihzası, devamı ifade eden ism-i fail sigasıyla olduğu halde Cenab-ı Hakkın mukabil istihzası, teceddüdü ifade eden fiil-i muzari sigasıyla yapıldığında hikmet nedir?
Elcevap: Tazip ve tahkirler tebeddül ve teceddüt ettikçe tesirleri çoğalır. Zira bir tarzda devam eden bir elemin tesiri gittikçe azalır; tazelendikçe tesiri çok olur. Bu manayı ifade eden, ancak fiil-i muzaridir. İsm-i fail ise yalnız devamı ifade eder.
﴾ وَيَمُدُّهُمْ فِى طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ ﴿ Yani, “Dalaletin esbabına tevessül etmeleriyle, dalaletin talebinde bulunmuşlardır. Allah da onlara dalalet vermiştir.”
Allah tarafından yardımın yapılmasını ifade eden يَمُدُّ kelimesi, abdin halık-ı efal olduğunu iddia eden İtizal mezhebinin reddine işarettir. Ve onların lisan-ı hal ile istekleri üzerine, Allahın onlara yardım ettiğine delalet eden يَمُدُّ nün tazammun ettiği يَسْتَمِدُّ cümlesi, abdin elinde birşey yok, hep Allahtan olduğunu iddia eden mezheb-i Cebrin reddine işarettir. Zira, onlar su-i ihtiyarlarıyla ve arzularıyla dalaleti istemişlerdir. Allah da onların isteklerini vermiştir.
طُغْيَانٌ kelimesinin هُمْ zamirine izafesi, tuğyan cinayeti, onların ihtiyarlarıyla husule gelip, cebr ile alakadar olmadığından “Bizler Allahın cebriyle bu tuğyanı yapıyoruz” diye mazeretlerinin reddine işarettir.
طُغْيَانٌ ünvanı ise onların zararı, tufan gibi, bütün mehasin ve kemalatı tahrip ettiğine imadır.
يَعْمَهُونَ Yani, “Tuğyan ve dalaletlerinde mütehayyir ve mütereddit şahıslardır. Onların ne meslekleri var ve ne de muayyen bir maksatları vardır.”
﴾ اُولٰۤئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُا الضَّلاَلَةَ بِالْهُدٰى فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ ﴿
Yani: “Onlar, hidayeti verip dalaleti satın alan birtakım kafasızlardır ki, ticaretlerinden bir faide göremedikleri gibi o zarardan kurtulmak için yol da bulamıyorlar.”
Bu ayetin makabliyle cihet-i irtibatına gelince:
Bu ayet geçen tafsillere bir fezleke, bir hülasadır. Ve o tafsilleri yüksek ve müessir bir üslupla tasvir etmiştir. Lakin muhataplarının saff-ı evvelinde ve tabaka-i ulasındakiler kışın Yemen cihetine, yazın da Şam cihetlerine giderek yaptıkları ticaretin kar ve zararını, lezzet ve elemini gördüklerinden, tasvir için ticaret üslubu intihap edilmiştir. Şöyle ki:
Nev-i beşerin dünyaya gönderilmesi, daimi bir tavattun için değildir. Ancak sermayeleri olan istidat ve kabiliyetlerini tenmiye ve inkişaf ettirmek üzere ticaret için gelmişlerdir. Fakat münafıklar bu ticaretlerinde sermayelerini batırıp aleme rezil oldular.
Sonra bu ayetin cümleleri arasında cihet-i nazım ve intizam ise: Bu ayetin cümleleri arasında ticaret üsluplarındaki tertipler gibi gayet fıtri, selis ve muntazam bir tertip vardır. Şöyle ki:
Bir tüccara yüksek bir sermaye verilir. O da o sermaye ile zararlı ve zehirli şeyleri alır, satarsa, o tüccar alışverişinin sonunda ne bir faide görür ve ne de bir kar görür. Bilakis, hasaret içinde boğulmakla beraber, kaçmak için yolu da kaybeder. İşte, münafıkların yaptıkları muamele de aynen buna benziyor.
Sonra, mezkur ayetteki cümlelerin heyetleri ise:
﴾ اُولٰۤئِكَ ﴿ kelimesi, uzaklarda bulunan şeyleri ihzar ederek mahsus ve meşhud olarak göstermek için kullanılan bir işaret aletidir.
Sual: Münafıkların اُولٰۤئِكَ ile ihzarlarında ne faide vardır?
Elcevap: Onların mezkur cinayetlerini işiten samiin kalbinde hasıl olan nefret ve adavet öyle bir dereceye baliğ olmuş ki, onları gözüyle göreceği ve yüzlerine tüküreceği gelir ki, yüzlerine tükürmekle kalbi rahat olsun. İşte bunun için onlar اُولٰۤئِكَ dürbünüyle ihzar edilmiştir ki, sami yüzlerine tükürsün.
Sual: Münafıkların mahsus ve meşhud olmadıkları halde اُولٰۤئِكَ ile mahsus olarak gösterilmeleri ne suretle olur? Ve ne gibi bir faidesi vardır?
Elcevap: Münafıkların mezkur cinayetlerle ve acip sıfatlarla ittisafları, onları öyle tecessüm ettirmiştir ki, hayalce mahsus ve meşhud ve hazır görünmektedirler. Ve şu mahsusiyetlerinden, onlara isnat edilen hükmün illeti de anlaşılır. Evet, hidayeti verip dalaleti almak gibi bir hükme elbette bir illet ve bir sebep lazımdır. O illet ise, onların sebkat eden cinayetleri ve sıfatlarıdır. İşte, Kuran-ı Kerim, onları o sıfatlarla muttasıf olarak اُولٰۤئِكَ ile ihzar etmiştir ki, bu ayette onlara yükletilen hükmün illet ve sebebi samice malum olsun.
Sual: Uzaklık cihetini de ifade eden اُولٰۤئِكَ ile münafıkları uzak göstermekten maksat nedir?
Elcevap: Onların tarik-i haktan uzaklaşmalarına ve bir daha doğru yola rücuları mümkün olmadığına işarettir. Çünkü gitmek onların elinde ise, gelmek onların elinde değildir. Yeni, inikad ve teşekkül etmeye başlayan hakikatler hakkında kullanılan اَلَّذِينَ ünvanı, hidayeti satıp dalaleti almak gibi şu pis muamelenin—bir nevi ticaret olmakla—zamanın insanları için esaslı bir meslek olmaya başlamış olduğuna işarettir.
﴾ اِشْتَرَوْا ﴿ Ünvanı ise, münafıkların “Hidayeti terk edip dalaleti aldığımız, fıtratımızın iktizasıdır, ihtiyarımızla değildir” diye yapacakları mazeretin reddine işarettir. Evet, sanki Kuran-ı Kerim onlara diyor ki: “Cenab-ı Hak resülmal olarak size uzun bir ömür vermiştir. Ve ruhlarınızda da kemalat istidadını bırakmıştır. Ve hidayet-i fıtrıyenin çekirdeğini de vicdanınıza dikmiştir ki, saadeti alasınız. Halbuki sizler saadete bedel, lezaiz-i faniye ve menafi-i dünyeviyeyi alıyorsunuz. Demek, su-i ihtiyarınızla, dalalet mesleğini hidayet mesleğine ihtiyar ve tercih etmekle, hidayet-i fıtriyenizi ifsat, resülmalınızı da zayi ettiniz.”
﴾ اَلضَّلاَلَةَ بِالْهُدٰى ﴿ münafıkların iki hüsrana maruz kaldıklarına işarettir. Birisi, dalalet hüsranıdır. İkincisi, hidayet gibi büyük bir nimeti kaybetmektir.
﴾ فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ ﴿Yani, “Ticaretlerinin karı olmadı.”
Sual: Münafıkların bu ticaretlerinde resülmalları da zayi olduğu halde, yalnız karlarının olmamasından bahsedilmesi neye işarettir?
Elcevap: Akıllı bir tüccarın, karı olmayan bir alışverişe girişmemesi lazım olduğuna ve karı olmamasıyla beraber, resülmalın da zayi olması ihtimali olan ticaretlere girişmemesi elzem ve evla olduğuna işarettir.
Sual: Ribh fiili, hakikaten münafıkların fiili olduğu halde, bu cümlede ticarete isnat edilmiş olduğu neye işarettir?
Elcevap: Onların ne bu ticaretlerinde, ne eczasında, ne ahvalinde ve ne vesaitinde, ne cüzi ve ne de külli bir faide bulunmadığına işarettir. Evet, bazı ticaretlerde matlup kar olmasa da, ahvalinde veya vesaitinde az çok bir faide olabilir. Fakat bu ticaret ise şerr-i mahzdır, faidelerden tamamen mahrum bir zarardır.
﴾ وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ ﴿ Yani, “Resülmallarını zayi etmekle hüsrana maruz kaldıkları gibi, yollarını da kaybetmişlerdir.” Bu cümlede, surenin başındaki هُدًى لِلْمُتَّقِينَ cümlesine gizli bir remiz vardır ki: Kuran-ı Kerim hidayeti vermemiş değildir; hidayeti vermiş de bunlar kabul etmemişlerdir.
﴿ مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا فَلَمَّا اَضَۤاءَ تْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فِى ظُلُمَاتٍ لاَيُبْصِرُونَ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْىٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَآءِ فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فِى اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا اَضَۤاءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَاِذَۤا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا وَلَوْ شَۤاءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ ﴾
Bu uzun ayetle hem makabli arasında, hem cümleleri arasında, hem cümlelerinin keyfiyetlerinde bulunan cihet-i irtibat ve intizam ise:
Kuran-ı Kerim, evvela münafıkların hallerini, saniyen cinayetlerini sarahaten kaydettiği gibi, muamelelerinin kötülüğünü akla kabul ettirdikten sonra, hayale, vehme, hisse de gösterip onlara da kabul ettirilmesini bu temsille temin etmiştir. Evet akli şeylerden fazla, temsillerle hayali şeyleri kabule, hayal daha yakındır. Ve keza, akla muhalif olan ve hem gayr-ı meluf bulunan birşeyin menus bir şekilde gösterilmesiyle hayal çabuk kabul eder. Ve keza, gaip birşeyi hazır göstermekle, akıl ile his arasında mutabakat hasıl olur, his de kabul eder.
Hülasa: Münafıkların kötülüğü şu temsille akla tasdik ettirildiği gibi, hayale, vehme, hisse de kabul ettirilmesi temin edilmiştir. Ve eyzan, münafıkların ayrı ayrı cinayetleri ve muhtelif sıfatları arasında hakiki bir irtibatın bulunması şu temsille gösterilmiştir. Ve eyzan, münafıkların muamelelerini hayalin gözü önüne şu temsille getirmekten maksat, lisanın söyleyemediği ince cihetleri bizzat hayal bakıp, görsün ve alsın ki, bir itiraz kalmasın.
Sonra bu temsilin cümlelerinin meali, heyet-i mecmuasıyla münafıkların hikayelerinin mealine muvafık geldiği gibi, ayrı ayrı da hikayelerinin cümlelerine uygun gelir. Evet, münafıkların hikayesi böyledir: Zahiren imana gelmişlerdir.
Sonra kalben küfür ve inkar etmişlerdir. Sonra hayret ve tereddüt içinde kalmışlardır. Sonra hakkı talep etmemişlerdir. Sonra o dalaletten rücua kàdir olmamışlardır ki, hakkı arasınlar.
Temsilin meali ise: Evvelen ateş yakmışlardır. Sonra o ateşi muhafaza edememişlerdir. Sonra ateşleri sönmüştür. Sonra zulmet içinde kalmışlardır. Sonra herşey onlara görünmez olmuştur. Gece vakti ses sada olmadığından, sanki sağır olmuşlardır. Ateşleri söndüğünden, ama gibi olmuşlardır. Bir muhatap veya bir yardımcıları bulunmadığından, sanki lal olmuşlardır. Ve o zulmetten çıkıp rücua kàdir olmadıklarından, sanki ruhsuz, heykel kesilmişlerdir. İşte temsildeki cümlelerle hikayedeki cümleler arasında muvafakat tamamen tebaruz etmekle, aralarında bir muhalefet kalmadığı tebeyyün etti.
İhtar: Temsildeki zulmet, hayret, ateş, hikayedeki küfür, adem-i sebat ve fitnelerine işarettir.
Sual: Temsilde nurdan bahsedilmiştir. Münafıkların nuru nerede?
Elcevap: Kendisinde nur olmayan bir insan, muhitinde bulunan nurdan istifade eder. Muhitinde bulunmasa kavminde, kavminde bulunmasa nevinde, nevinde bulunmasa fıtratında, fıtratında mümkün olmasa dünya menfaatleri için lisanında vardır. Bu da olmasa, evvelce iman edip sonra irtidat edenlerin evvelki nurlarına işarettir. Bu da olmasa dünyaya ait gördükleri istifadelerine işarettir. Ateşin, fitnelerine işaret olduğu gibi. Bu da olmadığı takdirde daire-i imkanda olan nurları, vücut dairesine indirilmiştir. اِشْتَرَوُا الضَّلاَلَةَ بِالْهُدٰى daki hidayet gibi.
Sonra cümlelerin arasındaki cihet-i irtibata gelince:
﴾ مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا ﴿ Yani, “Onların meseli, ateş yakan adamın meseli gibidir.” Bu cümlenin mevki ve makama olan münasebeti, şöyle tasvir edilebilir ki:
ayette beyan edildiği şekil üzerine, ateş yakan adamın hali, Ceziretül Arapta sakin Kuranın muhataplarından birinci tabakadaki adamların hallerine tetabuk ediyor. Zira o tabakadaki adamlar, bu ateşi yakan adamın halini ya bizzat görmüşler veya işitmişlerdir. Ve o halin ne derece müessir ve feci olduğunu hissetmişlerdir. Zira onlar çok defa güneşin zulmünden gecenin zulmetine kaçarak gecenin serinliğinde yollarına devam ettikleri sırada, şiddetli yağmurlara rast gelerek çok zahmetlere düşmüşlerdir. Ve keza çok defa yollarını kaybederek muzır hayvanlarla dolu mağaralara girmişlerdir. Ve arkadaşlarını görüp onlarla ferahlanmak ve eşyalarını görüp, muhafaza etmek veya muzır hayvanları görüp onlardan tahaffuz etmek için ateş yakmışlardır. Ateşin ziyasından istifade ederlerken, semavi bir afetle ateşleri söner ve reca ve ümitleri tamamen yese ve hüsrana inkılap eder. İşte, Kuran-ı Kerim onların bu durumuna
﴾ فَلَمَّا اَضَۤاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللهُ بِنُورِهِمْ ﴿ cümlesiyle işaret etmiştir. Yani, “Vakta ki o ateş etrafı ışıklandırdı; birden bire Cenab-ı Hak, nurlarını söndürerek ziyalarını zulmete çevirdi.”
فَلَمَّا da ف kelamın siyakı, kelamın şu şekilde olduğunu iktiza ettiğine işarettir ki, ziyasından istifade için ateş yaktılar. Ateş onları ziyalandırdı. Onlar da mutmain ve müferrah oldular. Sonra bir hüsrana uğrayıp yere düştüler.
Sonra bu cümle-i şartiyenin, şart ve ceza denilen her iki cümlesi arasında lüzumun vücudu lazımken, izae ile nurun zehabı arasında hiçbir lüzum görünmüyor. Binaenaleyh, bu gizli lüzumu dışarıya çıkarıp göstermek için bazı mukadder cümlelere ihtiyaç vardır. Şöyle ki:
Vakta ki ateş onları ışıklandırdı. Onlar da ışıklandılar. Fakat ateşe ehemmiyet verip muhafaza etmediler ve o nimetin kadrini bilip devam ettirmediler, o da söndü gitti. Evet, ziyayı muhafaza etmekten gaflet, adem-i devamını istilzam eder. Adem-i devam ise intifasını, yani sönmesini istilzam eder.
Nurların sönmesiyle uğradıkları hüsrandan sonra وَتَرَكَهُمْ فِى ظُلُمَاتٍ cümlesiyle, zulümata düşmek gibi ikinci bir hüsrana maruz kaldıklarına işaret edilmiştir.
﴾ لاَ يُبْصِرُونَ ﴿ cümlesi ise üçüncü bir hüsranlarına işarettir. Çünkü insan zulmete düşmekle yolunu kaybettiği zaman, arkadaşlarını ve eşyasını görmekle bir derece müteselli olur. Fakat bunları da görmediği gibi, onun o karanlıkta durması ve yürümesi bir musibet ve bir vahşettir.
﴾ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْىٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ ﴿ Yani, “Sağır, lal, kör olup dönemezler.”
Bir insan, böyle bir belaya düştüğü zaman, dört cihetle ümitvar ve müteselli olabilir.
Birincisi: Köylü halkından veya geçen yolculardan bir ses gelir de, o ses vasıtasıyla yolunu bulup görmek ümidinde olur. Halbuki gecesi sakit ve sakin, sessiz ve sadasız bir gece olduğundan, o adamla bir sağırın arasında fark kalmaz. Bu cihetten ümidinin kesik olduğuna işaret eden Kuran-ı Kerim صُمٌّ kelimesini demiştir.
İkincisi: Eğer çağırıp yardım isterse, belki bir işiten olur da onun kurtulmasına gelir diye bir ümit besleyebilir. Fakat gecesi sağır olduğu için, dilli, dilsiz birdir. Bu recasını da kesmek için بُكْمٌ denilmiştir.
Üçüncüsü ise: Gideceği cihetin yolunu tahminen tayin etmek ve görmek için bir alamet, bir ateş, bir yıldız arar, müteselli olur. Halbuki gecesi öyle zulmetlidir ki, gözlü gözsüz bir olur. O adamın bu emelini söndürmek için عُمْىٌ denilmiştir.
Dördüncüsü: O beladan kurtulup rücu etmek için var kuvvetiyle çalışmaktan maada bir çare kalmadığını görür görmez, kuvvetine güvenir, ümitvar olur. Halbuki zulmet her taraftan o adamı öyle ihata etmiştir ki, o adam bütün kuvvetiyle çalıştığı halde kurtuluş imkanını bulamaz. Kendi su-i ihtiyarıyla bataklığa giren ve bir daha çıkması mümkün olmayan bir hayvan gibi, o zulmet içinde kalır. Evet, çok şeyler var ki, insan ihtiyarıyla girer, fakat çıkması mümteni olur. İnsan onu bırakır, fakat o insanı bırakmaz.
İşte onların şu vaziyetlerine karşı فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ denilmiştir ki, o musibetten kurtulup rücularına bir çare kalmadığına ve son ümitlerinin de kesildiğine binaen, vahşet, yeis ve korkular içinde kaldıklarına işarettir.
Cümlelerin heyetlerine gelince:
﴾ مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا ﴿ cümlesi, nüktelere bir define hükmündedir. Şöyle ki:
Lisanlarda deveran eden ve beynennas garip ve acip şeylerde kullanılan ve “hikmetül-avam” ve “felsefetül-umum” ile anılan مَثَلُ kelimesi, münafıkların vaziyetleri bir uğrube ve kıssaları bir acube olduğuna işarettir. Bu işaretten, onların sıfatları üstünde nefretin, lisanları üstünde lanetin ilelebed darb-ı mesel gibi deveran etmek şanında olduğuna bir remiz vardır.
Sual: Teşbihi ifade eden her iki mesel arasındaki ك in hazfı belağatçe daha makbul olduğu halde, niçin burada hazfedilmemiştir?
Elcevap: Bu makamda edat-ı teşbihin zikri, hazfından daha beliğdir. Zira sami, teşbih edatını görür görmez, teşbihle alakadar olur. Müşebbehünbihte olan her noktayı, müşebbehteki nazirine tatbik eder. Fakat edat-ı teşbihin mahzufu takdirde, teşbihten gaflet ederek her iki tarafı birbirine tatbik etmek fikrine gelmemesi ihtimali vardır. İkinci mesel kelimesi ise, ateş yakan o adamın vaziyeti, efkar-ı ammece bir darb-ı mesel hükmüne geçmiş olduğuna işarettir.
Sual: Ateşi yakanlar bir cemaat iken müfred işareti olan اَلَّذِى ile işaret edilmesi neye binaendir?
Elcevap: Ferdin yapacağı bir işe cemaatin iştirak etmesiyle ziyadelik veya noksanlık hasıl olmadığı takdirde, fert veya nevi, cüz veya küll bir olur.
Maahaza اَلَّذِى nin müfred işareti olması, onlardan herbir ferdin, dehşeti temessül ve kabahati tasvir etmekte müstakil olduğuna işarettir. اِسْتَوْقَدَ deki س ateş yakmalarının külfetle ve araştırmakla husule geldiğine işarettir. Hem اِسْتَوْقَدَ nin ifrad sigasıyla olması نُورِهِمْ deki cem zamiri, bir cemaat için bir ferdin ateş yakması adet olduğuna işarettir. Hem lamba vesaire gibi alat-ı tenviriye arasında نَارٌ ın intihap edilmesi, teklifin pek şiddetli bir nur olduğuna ve onların izhar ettikleri zahiri nur altında fitne ateşini yaktıklarına işarettir.
İhtar: Nekre olarak نَارٌ kelimesinin zikri, onların şiddet-i lüzumundan dolayı herhangi bir ateş olursa olsun, hemen yakmak ihtiyacında olduklarına işarettir.
﴾ فَلَمَّا اَضَۤاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللهُ بِنُورِهِمْ ﴿ : Takibi ifade eden فَلَمَّا deki ف onların yeisten sonra ümit ve reca zamanlarının geldiğine işarettir.
لَمَّا ise, kıyas-ı istisnai ile anılan, dahil olduğu cümlelerden birinci cümlenin tahakkuk ve vücuda geldiğine delalet etmekle, ikinci cümlenin de vücuda geldiğini intaç ettiğine ve onların teselli ve ümitlerinin tamamıyla kesilmiş olduğuna işarettir.
اَضَۤاءَتْ kelimesi, onların ısınmaya değil, aydınlanmaya ihtiyaçları olduğuna işarettir ki, etrafında bulunan zararlı şeyleri görüp onlardan tahaffuz etsinler.
مَاحَوْلَهُ dehşetin her dört taraftan ihata eylediğine ve ziya ile cihat-ı sitteden hücum eden zararlardan tahaffuz etmek lüzumuna işarettir.
ذَهَبَ Bu kelime ile اَضَۤاءَتْ kelimesi arasındaki lüzum meselesi geçmiştir; oraya bakılsın.
ذَهَبَ اللهُ Zehabın Allaha isnadı, iki cihetten reca ve ümitlerinin kesik olduğuna işarettir. Birincisi: afet, semavi olduğundan, defi mümkün değildir. İkincisi: O afet, kusurlarının cezası olduğundan Cenab-ı Haktan merhamet de reca edilemez. Çünkü iptal-i hak için çalışan adam Haktan yardım ve merhamet talep edemez.
بِنُورِهِمْ deki harf-i cer olan ب nur ve ziyanın bir daha avdet etmemesine işarettir. Çünkü ذَهَبَ اللهُ بِنُورِهِمْ in manası, “Allah onların nurlarını götürmüştür.” Malumdur ki, Allahın aldığı birşeyi kimse reddedemez. نُورٌ ünvanı ise, sırat üstündeki hallerini andırır. İhtisası ve hasrı ifade eden نُورٌ un هُمْ zamirine olan izafesi, onların şiddet-i teessürlerine işarettir. Zira halkın ateşleri yanarken bir insanın ateşi sönse, o insan çok müteessir olur.
﴾ وَتَرَكَهُمْ فِى ظُلُمَاتٍ لاَ يُبْصِرُونَ ﴿ Harf-i atıf olan و onların iki zararı cem etmiş olduklarını ifade ediyor. Birisi, ziyalarının selb edilip söndürülmesidir. İkincisi ise, zulmetin onlara ilbas edilip giydirilmesidir.
تَرَكَ ünvanı ise, onlar ruhsuz bir ceset, içsiz bir kabuk hükmünde olduklarından, bu gibilerin hali, onlardan alakayı kesip bütün bütün terk edilmelerine delalet eder.
فِى edatının ifade ettiği zarfiyetten anlaşılır ki, zulmetin şiddetinden, onların nazarında herşey ademe gitmiş, yalnız zulmet kalmıştır. Onlar da, dehşetlerinden, o zulmeti kendilerine kabir yapmışlar ve içine girip gizlenmişlerdir.
ظُلُمَاتٍ Bu kelimenin cem sigasıyla zikri ise, gecenin karanlığıyla beraber bulutların zulmetinden, onların ruhlarında yeis ve havfın yerlerinde vahşet ve dehşet ve zamanlarında sükun ve sükunetiyle hasıl olan zulmetler gibi, türlü türlü zulmetler vücuda gelmişlerdir. ظُلُمَاتٍ kelimesindeki tenkir ise, o gibi zulmetlerin emsalini görmediklerinden, kendilerince meçhul ve ülfet edilmemiş birtakım zulmetler olduğuna işarettir.
لاَيُبْصِرُونَ cümlesi, musibetlerin en büyüğünü gösterir. Zira gözü görmeyen adam pek çok belalar çeker. Gözlerini kaybedenler, pek gizli musibetlerin elemlerini daima çekiyorlar.
لاَيُبْصِرُونَ nin siga-i muzari ile zikri, onların vaziyetlerini tasvirle hayalin gözü önüne getirip ihzar eder ki, sami hayaliyle dehşetlerini görsün, vicdanıyla ibret alsın.
لاَيُبْصِرُونَ nin mefulsuz bırakılması, tamim içindir. Şöyle ki: Onlar menfaatlerini görmüyorlar ki, celp ve muhafaza etsinler. Tehlikeleri görmüyorlar ki, içtinap etsinler. Arkadaşlarını görmüyorlar ki, bir parça ferahlasınlar. Sanki herbirisi tek başıyla o zulmet içinde kalmışlardır.
﴾ صُمٌّ بُكْمٌ عُمْىٌ فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ ﴿ Yani, “Sağır, lal, kör şahıslar gibi o zulmetten çıkıp kurtulamazlar.” Bu cümlede bulunan sıfat-ı erbaa, münafıklarla ateş yakanlar arasında müşterek olup, her iki taraftan haber verir, vaziyetlerini bildirir, ayine gibi hallerini gösterir.
İşte, ateş yakanlara karşı işaratı şöyledir: Böyle bir zulmete düşen bir adam, evvelen kendisini kurtaracak bir sese kulak verir, etrafı dinler. Lakin gecenin sessiz ve lal olması, o adamın sağırlığını intaç etmiştir. Sonra yardımına gelecek bir adamı çağırmak ister. Lakin gecenin sakit ve sağırlığı, onun lal olmasına sebep olmuştur. Sonra yolunu bulmak ümidiyle bir alamet, bir nişan arar. Fakat gecenin ziyasızlığı ve körlüğü, onun körlüğünü mucip olmuştur. Sonra bu zulmetten kurtulmak için, evvelki yerine avdet etmek ister. Fakat kapılar bağlanmış, rücua imkan kalmamıştır. Bataklığa düşen adam gibi titredikçe batar. Battıkça zulmette kalır.
Münafıklara nazır ciheti ise: Evet, münafıklar küfür ve nifak zulmetine düştükleri zaman, onların dört cihetle kurtulmaları mümkündü:
Zira, o nifaktan başlarını kaldırıp hakkı dinlemek, Kuranın irşadına kulak vermek ile necatları mümkündü. Fakat nefislerinin şeytani olan hevası—Kuranın sadasını kulaklarına işittirecek hevayı karıştırdığı için—Kuranın kendilerini irşad etmesine mani olmuştur. Kuran-ı Kerim, bu cihetten onların ümitleri inkıta etmiş olduğuna işareten صُمٌّ demiştir. Ve bu işaretten, sanki onların kulakları kesilmiş olup, kulakları kesik hayvanların kulaklarını andıran bir remiz vardır.
Saniyen: Başlarını aşağıya indirip vicdanlarıyla müşavere ederek doğru yolu ve hakkı sual etmekle necat cevabını almak imkanı varken, kalblerindeki inat, zebhedilen tavuk gibi, dillerini içeri tarafa çekerek, konuşmalarına ve nedametle tevbe etmelerine mani olmuştur. Kuran-ı Kerim bu kapının da kapalı olduğuna işareten بُكْمٌ demiştir. Ve bu işaretten, dilleri çekilip atılmış bedbaht kimseler olduklarına bir remiz vardır.
Salisen: İbret nazarıyla bakıp, dahili ve harici delilleri görüp hakka rücuları mümkünken, gafletleri gözlerini perdelemiş, körlük de gözlerinin kapaklarını kapatmakla yine necattan mahrum kalmışlardır. Kuran-ı Kerim buna işareten عُمْىٌ demiştir. Yani, şeytanlara bir yuva inşa edilmek üzere gözleri örtülmüş. ateşi mahluklar gibi, şeytanların başlarını andıran bir vaziyeti hayale arz ediyorlar.
Rabian: Pis ve çirkin vaziyetlerine bakıp nadim olarak tevbe etmeleri mümkün olduğu halde, nefislerinin hevasına tabi olarak, hem bozuk fıtratlarının iktizasını destekleyerek, şeytanlarının iğvasıyla yaptıkları o çirkin halleri, gözlerine güzel göründüğünden terk edemediler. İşte Kuran-ı Kerim buna da فَهُمْ لاَ يَرْجِعُونَ demekle, onların son ümitlerinin de suya düştüğüne ve kum deryasına ihtiyarlarıyla giren ve bir daha çıkamayan bedbaht insanlar olduklarına işaret etmiştir.
﴾ اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَۤاءِ فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فِى اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا اَضَۤاءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَاِذَۤا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا وَلَوْ شٰۤاءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ ﴿
“Yahut münafıkların meseli; semadan yağan şiddetli, fırtınalı yağmura tutulan yolcuların meseli gibidir. O yağmurun şiddetini arttıran zulmetler, gürültüler, şimşekler yağmurun içinde vardır. Şimşeklerin çakmasıyla ölmek korkusundan parmaklarını kulaklarına sokarlar. Cenab-ı Hak, kudretiyle kafirleri ihata etmiştir. Kafirlerden küfürlerinin cezasından kurtulan yoktur. Çakan şiddetli şimşekler, hemen hemen gözleri kör edecek şanındandır. Onlar, şimşekler çaktığı ve etraf aydınlandığı zaman yürürler, karanlık çöktüğü vakit dururlar. Eğer Cenab-ı Hak murad etseydi, onların kulaklarının ve gözlerinin nurlarını götürürdü. Cenab-ı Hak herşeye kàdirdir.”
Bu ayette beyan edilecek üç nokta vardır.
Birincisi: Bu ayetin makabliyle veçh-i irtibatı.
İkincisi: Cümleleri arasındaki cihet-i intizam.
Üçüncüsü: Cümlelerin heyetlerinde, eczalarında, kelimelerindeki nizamdır.
Evet, bu ayetin cümleleri arasındaki nizam ve irtibat, aynen saniye, dakika, saatleri sayan miller arasındaki irtibat gibidir.
Evvela, bu ayeti evvelki ayetle rapteden cihet:
Kuran-ı Kerim münafıkların vaziyetlerini tasvir için itnab ve tatvil ile, yani uzun ibareleri havi misal ve temsilleri tekrar etmiştir. Bu da münafıkların vaziyetine terettüp eden dehşet ve hayretin iki kısma ayrıldığından ileri gelmiştir. Zira, birinci temsilin hülasasına göre, münafık olan kimse, kendisini vücut sahrasında arkadaşlarından ayrılmış, tek başına kaldığını ve kainat cemiyetinden tard edilmiş sahipsiz kaldığını bildiği gibi, herşeyi de madum bilir. Ve vahşetle ihata edilmiş, sükun ve sükunet içinde bütün mahlukata ecnebi nazarıyla bakar. Münafıkın şu bakışıyla müminin bakışı arasında dağlar kadar fark vardır. Zira, mümin olan zat, nur-u iman ile bütün mevcudatı kendisine dost ve aşina bilir. Ve kainatla, tevahhuş etmek değil, tam bir ünsiyeti ve muarefesi vardır.
İkinci temsilin hülasasına göre: Münafık olan adam, alemi musibetleriyle öldürücü, belalarıyla boğucu, dehşetli hadisatıyla tehdit edici, şedaidiyle sıkıcı bir şekilde görür. Bütün dünyayı, envaıyla beraber kendisine adavet etmekte ittifak ettiklerini zanneder. İşte o münafıkın bu zannına göre, alemde ona menfaat verecek hiçbir şey yoktur. Bütün eşya ve mevcudat onun aleyhindedirler. Halbuki mümin olan zat nur-u imanın iktizasıyla, kainatın yaptığı tesbihleri ve tebşirleri manen işitir, ferahnak olur.
Ve keza, Kuran-ı Kerimin temsil hususunda yaptığı tekrar, münafıkların iki kısma ayrılmış olduklarına işarettir. Birisi, süfli ve ami olan tabakadır. Bu tabakanın haline uygun birinci temsildir. İkincisi, kibirli, gururlu, güya yüksek tabakadır. Buna münasip ikinci temsildir. Demek temsillerin tekrarı, kısımların taaddüdüne işarettir.
Sual: Şu ikinci temsilin münafıkların nazarına göre, bu makamla münasebeti nedir?
Elcevap: Kuran-ı Kerimin muhataplarından tabaka-i ulada veya saff-ı evvelde olanlar, daima sahralarda gezen çöl adamlarıdır. Bunlar, bilumum bu hadiseyi ya görmüşler veya ebna-yı cinslerinden işitmişlerdir. Hem böyle ateş yakmak meselesi efkar-ı amme ile alakadardır. Ve bu hadise onlara bir darb-ı mesel kadar tesir eder. Sonra ikinci temsilin birinci temsille münasebeti pek aşikardır. Zira, o ona ikmal edici bir tetimmedir. Hatta çok noktalarda da ittihadları vardır.
Sonra, bu ikinci temsilin, münafıkların haline beş cihetten münasebeti vardır.
Birincisi: Her iki taraf da öyle hayrete düşmüşlerdir ki, kendilerine kurtuluş yolları tamamen kapanmış, necat vesileleri kaybolmuştur.
İkincisi: Her iki taraf da korku şiddetinden, bütün mevcudatın kendilerine düşman olduklarını zannederler. Bir dakika bile ölüm tehlikesinden emin olmazlar.
Üçüncüsü: Her iki taraf da dehşetin şiddetinden akıllarını kaybetmiş deliler gibi olurlar. Hatta kılıçların parıltısını görüp gözlerini yummakla veya tüfeklerin seslerini işitip kulaklarını tıkamakla ölümden tahaffuz etmek isteyen veya güneşin gurubunu istemediğinden saatin zembereğini kısaltan ahmaklar gibi bir vaziyet gösterirler. Halbuki kulaklarını tıkamakla veya gözlerini yummakla gök gürültüsünden veya şimşek çakmasından kurtulamazlar.
Dördüncüsü: Güneş, yağmur, su, ziya, çiçeklere isabet ederse hayat verirler. Nebatata olursa terbiye ve tenmiye ettirirler. Pis şeylere isabet ederlerse kabih kokuları ihdas ederler. Emvat ve ölülere bakarlarsa ufunet tevlid ederler. Kezalik, rahmet ve nimet dahi kendilerine layık olan mevkilere isabet etmezler de, onları intizar edip kıymetlerini bilmeyen mevkilere isabet ederlerse zahmetlere ve nikmetlere inkılap ederler.
Beşincisi: İkinci temsilin mealiyle münafıkların kıssasının meali arasında, eczalarına bakılmaksızın münasebet olduğu gibi, her iki tarafın eczaları arasında da münasebetler vardır. Ezcümle, صَيِّبٍ nebatata hayat verdiği gibi, İslamiyet de ervaha hayat veriyor. Şimşek, gök gürültüsü, vad, vaid, yani hayırlı ve zararlı, Allahın emirlerine; zulümat da küfrün şüphelerine, nifakın şeklerine işarettir.
Sonra, bu temsilin cümleleri arasındaki münasebetler:
Kuran-ı Kerim ﴾ اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَۤاءِ ﴿ cümlesiyle, “Münafıklar ıssız, korkunç, vahşetli bir sahrada, karanlıklı bir gecede herbir katresi bir mermi gibi şiddetli bir yağmura tutulan yolcular gibidir” dediği zaman, sami derhal ayıldı, suale geldi ve dedi: Yağmurlar merğup ve matlup bir rahmet iken, niçin onlara korkunç bir musibete dönmüştür?
Kuran-ı Kerim, bu suale karşı o yağmurun dehşetini tasvir etmekle, ﴾ فِيهِ ظُلُمَاتٌ ﴿ demiştir. Ve ظُلُمَاتٌ ın cemiyle, bulutların zulmetine ve yağmurun kesafetinden hasıl olan zulmete ve o zulmet ihatalı ve kesretli olduğundan, sanki gecedeki bulut gibi, bulutun yağdırdığı siyah siyah katrelerin zulmetine zarf olduğunu bildirmiştir.
Sonra, zulmetli, yağmurlu geceler alelekser gürültülü olurlar. Sami yine suale geldi ve dedi: Acaba onların da bu gecelerinde gürültü var mıdır?
Kuran-ı Kerim buna da cevaben ﴾ وَرَعْدٌ ﴿ diye, vaziyetin dehşet ve korkulu olduğuna işaret etmiştir. Sanki mevcudatın bir zahiri padişahı olan sema, onları felaketlere ve helaketlere sevk etmek için, zemini sarsan gürültüsüyle, her tarafı dehşetlere veren şimşeklerinin sesleriyle çağırıp bağırıyor. İşte böyle bir vaziyet karşısında, böyle dehşetli bir musibete uğrayan bir adam, kendi sükutu içinde kainatın her tarafından zararlı hareketlerin, korkunç sayhaların kendisine gelmekte olduğunu tahayyül eder. Maahaza, rad sesini işittiği vakit, onun sayhalarını kendisine karşı pek şiddetli naralar olduğunu zanneder. Zira korkak ve hain bir adam, her sayhayı aleyhine zanneder.
Sonra, rad ve berk arasında bir refakat-i zikriye bulunduğundan, birisinden bahsedildiği zaman, ötekisi de velev tufeyli bir surette olsun, yani davetsiz olarak zihne gelir, ondan da bahsedilir. İşte bu münasebetle, Kuran-ı Kerim رَعْدٌ dan sonra ﴾ وَبَرْقٌ ﴿ demiştir. Ve tenkiriyle, berkin pek garip ve acip olduğuna işaret etmiştir. Evet, berkin çakmasıyla zulümat alemi ölür. Her tarafı dolduran o zulümat birden bire ortadan kaldırılır, adem deryasına atılır. Ve ani olarak berkin ölümüyle de zulümat alemi tekrar dirilir, o vasi meydanı tekrar kaplar. Sanki berk söndüğü zaman, alemi tamamen dumanıyla dolduran hakiki, meçhul bir zulmet ateşi vücuda gelir ki, gören adam sathi bir nazarla değil, nazar-ı iman ile dikkat edip baksın ve kudretin asar-ı azametini görsün.
Sonra sami, “Münafıklar şu musibetin çıkmaz sokağına girdiklerinde ne gibi bir tedbirde bulundular?” diye kendi kendine düşünmeye başlarken, Kuran-ı Kerim düşünmeye ihtiyaç bırakmadan
﴾ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فِۤى اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ ﴿
diye onlara bir melce, bir kurtuluş çaresi kalmadığına işaret etmiştir. Hatta boğulan adam denizin ortasında bir ot parçasına iltica ettiği gibi, bunlar da şaşkınlıklarından parmaklarının ucunu değil, parmaklarının tamamını kulaklarına sokuyorlar. Sanki onların musibetleri dehşet kırbacıyla kendi ellerine vuruyor, onlar da acısından parmaklarını ceplerine değil, şaşkınlıklarından kulaklarına sokuyorlar. Hülasa, saikanın isabetinden kurtulmak zannıyla yaptıkları şu eblehane hareketlerden, onların ne oldukları anlaşılır.
Sonra samiin zihnine gelir ki: Acaba bu musibet umumi midir, yoksa onlara mı mahsustur? Buna karşı Kuran-ı Kerim ﴾ وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ ﴿ demiştir. Yani bu musibet, onların nimetlere karşı yaptıkları küfranın cezasıdır. Allah onları bu musibetle tecziye eder. Çünkü onlar cumhur için vaz edilen kanun-u İlahiden huruç etmişlerdir.
Sonra sami, “Radın şiddetine mukabil berkin onlara bir faidesi olmadı mı?” diye nefsiyle konuşurken Kuran-ı Kerim ﴾ يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ ﴿ cümlesiyle, berkin onlara bir faidesi değil, bilakis ışığıyla onların gözlerini hemen kör edecek kadar bir şiddet göstermektedir, diye samie cevap vermiştir. adeta rad kulaklarına, berk de gözlerine ilan-ı husumet etmişlerdir.
Sami baktı ki, rad ve berk vesaire gibi kainatın eczası müttefikan onların aleyhinde olup onları itlaf etmek için birbirine yardım ediyorlar; bunlara karşı onların ne yapacaklarını düşünmeye başladı. Kuran-ı Kerim,
﴾ كُلَّمَا اَضَۤاءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَاِذَا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا ﴿ cümlesiyle, onların hayret dairesinde tereddüt içinde şaşkın bir vaziyette yollarını görüp, yola devam etmek için cüzi bir fırsat beklemekte olduklarına ve berkin ziyasıyla yol göründüğü zaman devamından ümitsiz, mezbuhane bir harekete geçerek bir iki adım attıklarına, fakat zulmet birden bire istila ettiğinde yerlerinde incimad etmiş gibi bir vaziyette kaldıklarına işaretle cevap vermiştir.
Sami bu vaziyeti görünce, suale geldi ve dedi: “Bu kadar tazipler altında ezilmektense, birden bire ölüp gitmeleri veyahut bütün bütün sağır ve kör olmaları daha iyi değil midir?” diye sordu. Kuran-ı Kerim
﴾ وَلَوْ شَۤاءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ ﴿ cümlesiyle, “Onların ölümle azaptan ve ıztıraptan kurtulmaya istihkakları yoktur, bunun için meşiet-i İlahiye onların ölümüne taalluk etmemiştir. Taalluk etseydi, gözlerini kör, kulaklarını sağır etmeye taalluk ederdi. Buna da taalluk etmiyor. Çünkü kanun-u İlahiden hariç kalan bu gibi bedbahtların gözleri, kulakları daima sağ kalsın ki, azapları işitmekten ve akrepleri görmekten zevk alsınlar, yani titresinler” diye samie cevap vermiştir.
Sonra bu kıssanın ihtiva ettiği azamet ve kudret-i İlahiye ile Cenab-ı Hakkın umum kainatta tasarruf sahibi olduğu (ve bilhassa asar-ı kudretinden rad, berk, sehab mucizelerinin görünmesi ile) samice tahakkuk edince “Kainat, heybetinin bir tecellisi ve bu musibetlerde gazabının bir kahrı olan Zatın kudreti ne kadar büyüktür, Sübhanallah!” diye tesbihata başlamıştır. Kuran-ı Kerim de onu tasdiken ﴾ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ ﴿ demiştir.
Mezkur ayetin ihtiva ettiği cümlelerin heyetlerindeki münasebetlere gelince:
﴾ اَوْ كَصَيِّبٍ ﴿ deki اَوْ süfli ve gayr-ı süfli münafıkların iki kısma münkasım olduklarına işarettir. Ve her iki temsilin birbirine münasip olduğuna ve münafıkların haline uygun bulunduğuna remizdir. Ve aralarında müşabehetin bulunması, malum ve müsellem olduğuna imadır. Ve keza, اَوْ kelimesi huruf-u atıftan terakkiyi ifade eden بَلْ kelimesinin manasını mutazammındır. Çünkü ikinci temsil, birinci temsilden daha şedittir.
كَصَيِّبٍ deki ك münafıkları yağmura teşbih etmek içindir. Halbuki birbirine müşabih değildir. Aralarında mutabakat yoktur. Öyleyse müşebbehün-bih olacak şey, mukadderdir. Zikredilmemesi, lafzın icaz ve ihtisarı içindir. Lafzındaki icaz da mananın itnabı, yani uzatılması içindir. Mananın bu uzatılması da samiin vüsat-i hayaline havale edilir ki, makama münasip cümleleri tayin etsin. Mesela,
اَوْ كَالَّذِينَ سَافَرُوا فِى صَحْرَۤاءَ خَالِيَةٍ وَلَيْلَةٍ مُظْلِمَةٍ فَاَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ يُصِيبُ
gibi, münafıklara müşebbehün-bih olmaya uygun ve uzun bir cümleyi takdir edebilir. Yani, “Münafıklar hali bir sahrada, zulmetli bir gecede sefer ederlerken, yağmur musibetine tutulan yolcular gibidir.”
İhtar: Herkesin bildiği مَطَرٌ kelimesine, meluf olmayan صَيِّبٌ kelimesinin tercihen zikredilmesi; o yağmurun katreleri güya birer musibet olup, onların ruh ve canlarına mermi gibi kasten atıldığına işarettir.
Sonra, yağmur, çıplak olan sema cihetinden yağdığı herkesçe malum olduğu halde ﴾ مِنَ السَّمَۤاءِ ﴿ kaydıyla takyid edilmesi, ıtlak içindir. Yani, sema kaydıyla yapılan tahsis, tamim içindir. Evet semanın kaydından anlaşılır ki, o yağmur bütün semanın ufkunu tutmuş, umumi bir şekilde yağıyor. Hiçbir yer o yağmurdan hali kalmıyor. Evet مَا مِنْ دَۤابَّةٍ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ طَۤائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ cümlelerinde dahi دَۤابَّةٍ nin فِى اْلاَرْضِ ile, طَۤائِرٍ in يَطِيرُ ilaahir ile takyidleri, ıtlak ve tamim içindir.
Müfessir ünvanı taşıyan bazı adamlar, yağmur vesaire gibi yağan şeylerin semanın cirminden yağdığına zahip olmuşlar ve kocaman bir denizin de semada bulunduğunu ilave etmişler. Onları bu zehaba sevk eden, Kuran-ı Kerimin birkaç yerinde مِنَ السَّمَۤاءِ kelimesinin bulunmasıdır. Halbuki, ashab-ı tahkik ve erbab-ı belağatçe en uygun mana مِنْ ile سَمَۤاءِ arasında جِهَةِ lafzının takdiriyle, yağmurların sema cirminden değil, sema cihetinden nazil olduğuna hükmetmektir.
Mahaza, sema kelimesinin yukarıda bulunan herşeye ıtlak edilebildiğine binaen, buluta da sema denilebilir. Ve bulut da sema kelimesinin şumulüne dahildir. Bu makamın tahkiki şöyle izah edilebilir:
Eğer kudret-i İlahiyenin azametine bakılırsa, cihetler hep birdir. Hangi cihetten ve hangi şeyden olursa olsun, yağmurun yağması mümkündür. Eğer hikmet-i İlahiyeye bakılırsa, yağmurun nüzulü, ancak küre-i havaiyede münteşir ve küre-i havaiyenin onda bir cüzünü teşkil eden buhar-ı mainin tekasüfünden husule geliyor. Zira, hikmet-i İlahiye, bütün eşyada en güzel bir nizam teşkil etmiştir. Bu nizam eşyadaki muvazene-i umumiyenin muhafazasına hizmet eder. Bu muvazenenin muhafazası da en yakın ve en kolay ve en kısa yolları tercih etmekle olur.
Yağmur yağması hakkında en kısa yol şöyle tarif edilebilir:
Tabaka-i havaiyede münteşir buhar-ı mainin zerrelerine irade-i İlahiye emrettiği vakit, o zerreler her taraftan “Lebbeyk!” diyerek toplanmaya başlarlar ve bulut şeklini alıp, irade-i İlahiyeye emirber olarak hazır dururlar. Yine irade-i İlahiyenin emriyle bir kısım zerreler şiddet-i tazyik ve tekasüfle beraber tebarüd ederek katrelere inkılap ederler. Sonra kanunların mümessilleri ve nizamatın makesleri denilen melaikelerden, o katrelere münasip yaratılan melaikeler vasıtasıyla o katreler müzahametsiz, müsademesiz nüzul ederler ve yere düşerler. Lakin cevv-i havada muvazenenin muhafazası için, yağan katrelerden boş kalan yerler, denizlerden ve yerlerden kalkan buharlarla doldurulur.
İhtar: Semada büyük bir denizin bulunduğuna edilen zehab, mecazın hakikat zannedildiğinden ileri gelmiştir. Evet, cevv-i hava, denizin rengini andırır ve küre-i havaiyede münteşir bahr-i muhitten fazla su vardır. Binaenaleyh cevv-i havayı denize teşbih etmek baid değildir. Fakat mana-yı hakiki ile bakılırsa hatadır.
Sual: وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ ayet-i kerimesinin zahirine göre yağmurun nüzulü, doludan müteşekkil semada bulunan dağlardandır. Bunun izahı nasıldır?
Elcevap: Bir kelamın belağate uygun, akla muvafık, mantığa mutabık olmadığı halde mana-yı zahirisine yapışıp, zahirinden ayrılmaması, o kelam için bir cümudiyet ve bir sönüklüktür. Zira, Cennetin yemek kaplarının vasıfları hakkında قَوَارِيرَ مِنْ فِضَّةٍ cümlesi, bir istiare-i bediiyeyi tazammun ettiği gibi مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ cümlesi dahi bir istiare-i bediiyeyi ihtiva etmektedir. Şöyle ki: Cennetin kapları ne şişeden ve ne de gümüşten olmadıklarından, bu cümlenin mana-yı zahirisine hamli caiz değildir. Çünkü o kaplara “gümüşten yapılmış şişeler” denilemez. Zira, her iki unsur arasında mutabakat yoktur. Ancak قَوَارِيرَ مِنْ فِضَّةٍ cümlesinden, mana-yı mecazi ile hem şişenin şeffafiyeti, hem gümüşün beyazlığı kastedilmiştir. Yani “O kaplar, şişe gibi şeffaf, gümüş gibi beyazdırlar.”
Kezalik, مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ cümlesi de, iki istiareyi tazammun etmiş. Bu istiareler samiin şairane bir hayaline müessestir; bu hayalde alem-i süfli ile alem-i ulvi arasında bir nevi müşabehet ve mümaseleti mülahaza etmeye mebnidir. Yani, alem-i süfli denilen arz, mevasim-i erbaada, bilhassa bahar mevsiminde nasıl türlü türlü şekillere girer ve envaen ziynetli, nakışlı elbiseleri giyer, ayrı ayrı manzaraları gösterir; alem-i ulvi olan semavat dahi, bilhassa bulutlarıyla pek garip ve acip keyfiyetlere, suretlere, renklere girer çıkar, adeta her iki alem birbirine rekabet ederler. Bu iki alem arasında şöylece bir müşabehet ve mümaseletin düşünülmesi de, aralarında bir müsabaka ve rekabeti tahayyül etmekten neşet eder. Şöyle ki:
Arz ve sema, güzellik müsabakasına girmek için lazım gelen ziynetlerini takınıp hazırlandıkları zaman, arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer, oturur. Bahar mevsimi gelince o beyaz elbiseyi üzerinden çıkarır, zümrüt gibi yeşil halılarını sahralarına serer. Yem yeşil gömleklerini dağlarına giydirir. O dağların şahikalarının başlarına beyaz sarıklarını sarar. Ve bu güzel inkılap ve manzaralarıyla kudret-i İlahiyenin mucizelerini hikmet-i İlahiyenin nazarına arz eder. Buna karşı cevv-i sema dahi azamet-i İlahiyeyi izhar etmek için koca koca dağları, tepeleri, dereleri ve pek çok garip ve acip şeylerin şekillerini ve sanki beyaz, siyah, kırmızı boyalarla boyanmış pamuk yığınlarını andıran bulut kafilelerini ileri sürer, nazar-ı hikmete takdim eder.
İşte bu iki alem arasındaki hayali müşabehetten dolayı, bilhassa yaz mevsimindeki bulutlar, Araplar tarafından dağlara, gemilere, bostanlara, derelere, deve kafilelerine yapılan teşbihler, üsluplar, nazar-ı belağatte pek güzel görünür. Binaenaleyh, alem-i ulvi ile alem-i süfli arasındaki ve dolayısıyla bulutlarla dağlar arasındaki müşabehet ve münasebete binaen وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ ayet-i kerimesinin mana-yı beliğanesi, “Dağların büyüklüğünde, dolunun renginde bulunan semadaki bulutlardan yağmurları inzal ediyoruz” demektir.
Bu güzel ve belağatçe makbul, akıl ve mantığa mutabık mana dururken, ayetin zahirine yapışıp, “beş yüz senelik mesafeden iki dakikalık bir zaman zarfında yağmuru cirm-i semadan yeryüzüne indirmek” gibi sakat bir manaya zahip olmak, kar-ı akıl değildir. Hem hikmet ve iktisat ve adem-i abesiyet, bu yanlış zehabı reddeder.
Yolcuların gecesinin korkunç olduğunu göstermek için zikredilen ﴾ فِيهِ ظُلُمَاتٌ ﴿ deki فِيهِ nin takdimi, o musibetli gecenin şiddet-i zulmetinden dehşet alanlarca, güya çok gecelerin zulmetleri toplanıp, o gecenin zulmetine inzimam etmiş olduklarına işarettir.
Sual: فِيهِ deki zamirin صَيِّبٍ e raci olmasından, yağmurun zarf, zulmetin mazruf olduğu anlaşılır. Halbuki kaziye makusedir; yağmur zulmetin içindedir.
Elcevap: Yağmurun kesretinden dehşet alan yolcuların zannıyla güya şu boşluk yağmurla dolu bir havuzdur. Ve o zulmetin zerreleri de o yağmurun katreleri arasına dağılmıştır. İşte böyle bir zanna binaen, yağmur zarf, zulmet mazruf olabilir.
ظُلُمَاتٌ kelimesinin cem sigasıyla zikri ise, bulutların hem karanlıklarından, hem kesafetlerinden, hem karanlık ve kesafet, amm olduğundan, hem yağmurun katrelerinin kesafetlerinden hasıl olan müteaddit zulmetlere işarettir. Tenkiri ve meçhuliyeti ifade eden ظُلُمَاتٌ deki tenvin, yolcularca hakikatleri meçhul birtakım zulmetler olduğuna işarettir. Demek o tenvin, yolcuların ilmine perde olarak bir zulmeti daha ilave etmiştir. O halde bu tenvin, yolcuların gözlerine perde olan zulümata bir tekittir.
﴾ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ ﴿ Yani, gök gürültüsüyle şimşek, Cenab-ı Hakkın azametine ve kudretine delalet eden pek aşikar iki ayettir ki, alem-i gaybdan, bulutların Yolcuların gecesinin korkunç olduğunu göstermek için zikredilen ﴾ فِيهِ ظُلُمَاتٌ ﴿ deki فِيهِ nin takdimi, o musibetli gecenin şiddet-i zulmetinden dehşet alanlarca, güya çok gecelerin zulmetleri toplanıp, o gecenin zulmetine inzimam etmiş olduklarına işarettir.
Sual: فِيهِ deki zamirin صَيِّبٍ e raci olmasından, yağmurun zarf, zulmetin mazruf olduğu anlaşılır. Halbuki kaziye makusedir; yağmur zulmetin içindedir.
Elcevap: Yağmurun kesretinden dehşet alan yolcuların zannıyla güya şu boşluk yağmurla dolu bir havuzdur. Ve o zulmetin zerreleri de o yağmurun katreleri arasına dağılmıştır. İşte böyle bir zanna binaen, yağmur zarf, zulmet mazruf olabilir.
ظُلُمَاتٌ kelimesinin cem sigasıyla zikri ise, bulutların hem karanlıklarından, hem kesafetlerinden, hem karanlık ve kesafet, amm olduğundan, hem yağmurun katrelerinin kesafetlerinden hasıl olan müteaddit zulmetlere işarettir. Tenkiri ve meçhuliyeti ifade eden ظُلُمَاتٌ deki tenvin, yolcularca hakikatleri meçhul birtakım zulmetler olduğuna işarettir. Demek o tenvin, yolcuların ilmine perde olarak bir zulmeti daha ilave etmiştir. O halde bu tenvin, yolcuların gözlerine perde olan zulümata bir tekittir.
﴾ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ ﴿ Yani, gök gürültüsüyle şimşek, Cenab-ı Hakkın azametine ve kudretine delalet eden pek aşikar iki ayettir ki, alem-i gaybdan, bulutların idare ve tedvirlerine müekkel ve nizam ve intizam kanunlarının mümessilleri ve memurları olan meleklerin yed-i salahiyetlerine verilmiştir.
Sonra müsebbebatın esbapla zahirde bağlı olduğuna binaen, bulutlar, havada münteşir olan buhar-ı maiden izn-i İlahi ile teşekkül ederler. Bu bulutların hikmet-i Rabbaniye ile bir kısmı menfi elektriği hamildir, bir kısmı da müsbet elektriği hamildir. Bu kısımlar birbirine yaklaşıp, aralarında müsademe hasıl olduğunda, irade-i Halık ile berk tevellüd eder. Bulutların bir kısmı hücum, bir kısmı da firar ettikleri zaman, aralarında havasız kalan yerleri doldurmak için emr-i Rabbani ile tabakat-ı havaiye hareket ve heyecana geldiğinde rad sadası, yani gök gürültüsü meydana gelir. Fakat bu hallerin cereyanı bir nizam ve bir kanun altında olur ki, o nizamı ve o kanunu temsil eden, rad ve berk melekleridirler.
Sual: Rad ve berkin zulümat kelimesine atıflarından anlaşılır ki, bunların zarfı yağmurdur. Halbuki zarfları buluttur, yağmur değildir.
Elcevap: Dehşetinden bayılmış olan samice, o yağmurun herşeyi ihata etmiş olduğu zannedildiğine göre, rad ve berk de yağmurun içine aldığı şeylere dahildir.
Sual: Zulümatın aksine, rad ve berkin müfred sigasıyla zikirleri neye işarettir?
Elcevap: Yolcuların en çok nazar-ı hayretlerini celb eden, semavatın bağırmasıyla mevcudatı ani olarak ışıklandırmasıdır. Bunlar ise mana-yı masdaridir. Mana-yı masdari müfred olur, fert ile ifade edilir. Ve keza rad olsun, berk olsun, semavi ayetlerden efradı pekçok birer nevidirler. Burada onlardan maksat nevileridir, efradları değildir. Onun için müfred olarak zikredilmişlerdir.
Sual: Rad ve berkteki tenvin neye işarettir?
Elcevap: Ya mahzuf bir sıfata ıvazdırlar; takdir-i kelam رَعْدٌ قَاصِفٌ pek gürleyen بَرْقٌ خَاطِفٌ göz kamaştıran demektir. Yahut rad ve berkin nekre ve meçhuliyetlerini ifade içindir. Çünkü yolcular gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış olduklarından, rad ve berki olduğu gibi görmüş ve tamamıyla işitmiş değillerdir ki, onları hakkıyla bilsinler.
﴾ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فِۤى اٰذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ ﴿
Bu cümle müstenifedir. Yani makabliyle bağlı değildir. Ancak mukadder bir suale cevaptır. Şöyle ki:
Vakta ki sami şu ikinci kıssa-i temsiliyeyi işitti; şüphesiz, musibetin keyfiyetini anlamak için şiddetli bir meyli uyandı. Vakta ki Kuran-ı Kerimin tasvirinden malumat aldı; musibetzede olan yolcuların da hallerini ve o musibete karşı ne yaptıklarını anlamak istedi. Kuran-ı Kerim ﴾ يَجْعَلُونَ اَصَابِعَهُمْ فِۤى اٰذَانِهِمْ ﴿ demekle, onları kurtaracak bir melce kalmadığına ve (necat bulmak hülyasıyla denizde ellerini otlara uzatan boğulanlar gibi) semavi top ve mancınıklardan kurtulmak için kulaklarını tıkamaktan maada çareleri kalmadığına işaret etmiştir.
Sual: Makamın iktizası hilafına يُدْخِلُونَ nin yerine يَجْعَلُونَ kullanılması neye binaendir?
Elcevap: Yolcular necatlarını intaç edecek hakiki sebepleri arayıp bulmaktan meyus olduktan sonra kulaklarını tıkamak gibi cali ve zanni şeylere müracaat etmek mecburiyetinde kaldıklarına işarettir.
Sual: Geçen vakaları zaman-ı hale ihzar için kullanılan muzari sigasıyla يَجْعَلُونَ nin zikri neye işarettir?
Elcevap: Hayretleri arttıran şu makamın, samie verdiği dehşetten dolayı yolcuların hadisesini—velev hayali olsun—görmek arzusunda bulunan samiin arzusunu tatmin için siga-yı muzari ile geçen o vaka, zaman-ı hale getirilerek samiin hayaline tasvir edilmiştir. Ve keza, muzari sigası, ikide bir kesilip tazelenmekle beraber istimrarı ve devamı iktiza eder. Ve bunun istimrarından bulutun gürültüsünün de devamına ima vardır.
﴾ اَصَابِعَهُمْ ﴿ Kulaklara sokulabilen ancak parmak uçları iken, burada parmak manasında olan اَصَابِعَ in kullanılması, onların hayret ve dehşetlerinden dolayı son derece şaşkınlıklarına işarettir.
﴾ فِۤى اٰذَانِهِمْ ﴿ Bu kelam radın sadasından onların uğradıkları öyle bir şiddet-i havfe işarettir ki, eğer rad onların kulaklarının penceresinden içeri girecek olursa derhal ruhları ağızlarının kapısından dışarı kaçacaktır. Ve keza, bu kayıtta çok güzel ve latif bir ima vardır ki:
Vakta ki onlar kendilerine edilen nasihatleri ve nida-yı hakkı, kulaklarını açıp içerisine almadılar; semavat cihetinden kulaklarının cephesi rad ve berkin top ve mancınıklarına tutuldu. Onlar o zaman hayır için tıkadıkları kulaklarını şimdi de şer ve azap için tıkamaya mecbur oldular.
اَلْجَزَۤاءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ Evet, sirkat elle yapıldığından, el kesilir. Fena sözler ağızla söylendiğinden, ağıza vurulur. Öyleler de nedamet için sağ elini ağzına ve hacalet için sol elini gözlerine korlar.
﴾ مِنَ الصَّوَاعِقِ ﴿ Bu makamda rad ve berkin yolculara zarar vermekte müttehid olduklarına işareten, yalnız berkin sıfatı olan saikanın zikriyle iktifa edilerek radın sıfatı terk edilmiştir. Fakat saika şiddetli bir savtla yakıcı bir ateşten ibaret olduğu cihetle, radın gürültüsünü de tazammun etmiş bulunuyor. Bu itibarla radın sıfatı da zikredilmiş demektir.
﴾ حَذَرَ الْمَوْتِ ﴿ Yani, yolcuların saikalara karşı parmaklarıyla yaptıkları o gülünç müdafaaları mal, evlat, eşya vesaire gibi şeylerin korkusundan değildir. Ancak canlarını Cehenneme teslim edecek olan ölümün korkusundandır. Çünkü musibetin bıçağı kemiğe dayanmıştır. Onlar sevdikleri şeylerden hiçbirisine kederlenmezler, merak etmezler. Ancak ölümü ve hıfz-ı hayatı düşünürler.
﴾ وَاللهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ ﴿ Bu cümlede bulunan kelimelerin birbiriyle münasebetlerine ve ifade ettikleri nüktelere gelince:
و aralarında münasebet bulunan iki şeyi birbirine atfeden bir alettir. Burada ise makabliyle mabadi arasında bir münasebet görünmüyor. Fakat birinci temsille ikinci temsilin arasındaki münasebete bakarak şöyle silsileli birkaç cümleyi ihtar ediyor: Onlar şenlikli olan yerlerden firar ettiler. Şehirlilikten nefret ettiler. Gecenin istirahat zamanı olduğuna dair kanuna muhalefet ettiler. Hem nasihatlere itaat etmeyerek sanki necatları çöllerdeymiş gibi sahralara düştüler. En nihayet haybet ve hüsrana uğrayarak her taraftan Allahın belasına maruz kaldılar.
اَللهُ Bu kelime-i mübareke ise, onların son ümit ve recalarının kesildiğine işarettir. Çünkü musibetzede olan bir adam, evvel ve ahir Allahın merhametine iltica etmekle müteselli olur. Halbuki Allahın kahır ve gadabına müstehak olanın elbette ve elbette necatından ümidi ve recası kesilir.
مُحِيطٌ kelimesi, onları ihata eden musibetlerin, Allahın asar-ı azameti olduğuna işarettir. Yani, gökler, bulutlar, yağmurlar, geceler, onlara cihat-ı sitteden hücum ettikleri gibi, Allahın da gazap ve beliyyatı onları her taraftan ihata etmiştir.
Ve keza, Allahın bütün kainatı ihata eden ilim ve kudreti ve bütün zerrata şamil olan emirleri göz önüne getirilirse مُحِيطٌ kelimesinden şöyle bir ihtar fışkırmaya başlar: Ey kafirler! Semavat ve arzın dışarısına çıkamazsınız. Dahilde ise her nereye kaçacak olursanız olunuz, Allah, ilim ve kudretiyle her yerde hazır ve nazırdır.
بِالْكَافِرِينَ Bu kelimeyi مُحِيطٌ lafzına bağlayan ب harf-i cerri, Allahın gadabından kaçan kafirler, yine Allahın gadabına rast gelip musibet oklarına hedef olduklarına işarettir.
كَافِرِينَ ünvanı ise üç işareti taşıyor.
Birincisi: Temsil içerisinde mümesselleri, yani münafıkları göstermekle, samiin temsil ile meşgul olup mümesselden ve maksattan gafil olmamasını temin etmek içindir.
İkincisi: Temsil ile mümessellerin, yani yolcuların durumuyla münafıkların durumu arasında son sistemde bulunan müşabehetin kuvvetinden dolayı, birbirinin sıfatını ve yekdiğerinin lakabını ve soyadını taşıdıklarına işarettir.
Üçüncüsü: Kafirlerin kalbleri gibi, münafıkların da kalbleri zulmet ve azap içinde bulunduğuna işarettir. Zira yaptıkları cinayet ve kusurlarından dolayı, vicdanları dahi onları tazip etmekten geri kalmıyor. Evet, bizzat yaptığı cinayetin cezasını gören bir adamın vicdanı müsterih olmaz.
﴾ يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ اَبْصَارَهُمْ ﴿ Bu cümledeki kelimelerin işgal ettikleri yerlerle münasebetleri ve herbirinin taşıdığı işaretleri ise, evvela bu cümle müstenifedir. Yani makabliyle bağlı değildir. İstinafı ise mukadder bir suale cevaptır.
Sual: Berk, zulmetleri dağıtan ziyadar bir ateştir. Onlar onun ziyasından istifade etmediler mi?
Elcevap: Bir faide ve bir menfaat görmeleri şöyle dursun, berkin zararından ve belasından korktular diye Kuran-ı Kerim bu cümle ile o mukadder suale cevap vermiştir.
Kurbiyeti ve yakınlığı ifade eden يَكَادُ kelimesinin bu cümlede delalet ettiği mana şöyledir: Gözlerini hatfedecek, yani kaptıracak ve kör edecek esbap mevcut olduğuna rağmen, her nasılsa bir maniden dolayı henüz kör olmamışlardır. Kaptırmak manasını ifade eden يَخْطَفُ kelimesinde pek güzel ve latif bir belagat vardır. Şöyle ki:
Eşyanın suretlerini alıp getirmek için gözün gönderdiği ziya, esna-yı rahta eşyaya yetişmezden evvel, birden bire şimşek çakar; o şimşek kapıcı bir kuş gibi gözdeki o ziyayı alır, götürür. Veya gözün şuaı, eşyanın şekillerini alıp getirirken, gecenin gözü hükmünde olan şimşek kemal-i süratle hücum ederek gözün elinden o şekilleri alır, götürür. Sanki, zulmeti kaldırmakla eşyayı gösteren şimşek, o bedbahtların eşyayı görmelerine razı olmadığından, onların gözlerinin şuaından o şekilleri alıp götürüyor.
عُيُونٌ kelimesine tercihen zikredilen اَبْصَارَهُمْ ünvanı, Kuranın beyan ettiği kati burhanlara karşı körlük gösteren münafıkların basiret ve kalblerindeki kötü niyetlerini ve amellerini yad ettirmekle teşhir etmek içindir. Zira, göz kalbin ayinesidir. Kalbin muzmeratı gözde görünür.
﴾ كُلَّمَۤا اَضَۤاءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَاِذَۤا اَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا ﴿ Bu ayeti teşkil eden kelimelerin işaretleri:
Evvela, bu cümle yine müstenife olup, makabliyle alakadar değildir. Ancak, samiin hatırına gelen şu suali cevaplandırıyor.
Sual: Onların musibeti tebeddül ve taaddüd ettikçe, acaba her iki halette halleri nasıl oluyor?
Elcevap: “Şimşeğin ziyasıyla yolları göründüğü zaman yürürler, zulmet çöktüğü zaman dururlar” diye Kuran-ı Kerim şu cümle ile samiin o şüphesini izale etmiştir.
Sual: كُلَّمَا istiğrak ve istimrarı, yani umumiyet ve devamı ifade eden bir edattır. اِذَا ise ne umumiyeti ve ne devamı ifade etmez. Bu itibarla şimşeğin ziyalandırmasında كُلَّمَا nın, zulmetin çöktüğünde اِذَا nın kullanılması neye binaendir?
Elcevap: Onların ziyaya fazlaca hırs ve ihtiyaçları olduğu için en az bir ziyayı bile fırsat bilip kaçırmak istemediklerine işareten ziya üzerinde كُلَّمَا istimal edilmiştir.
Sebebiyet ve menfaate delalet eden اَضَۤاءَ لَهُمْ deki ل harfinden anlaşılır ki, bayılmak üzere olan bir musibetzede nefsine ait şeylerden maada hiçbir şeyi düşünmez. Hatta kudret-i İlahiyenin binlerle hikmetleri için kainatta neşrettiği ziyanın menfaati, tamamen kendisine ait olduğunu ve kendisi için gönderildiğini zanneder.
Ziyanın adem-i devamı yüzünden süratli bir yürüyüşle yollarına devam etmeleri mukteza-yı hal ve makam iken, süratsiz, adi bir yürüyüş ifade eden مَشَوْا tabiri, musibetin şiddetinden neşet eden zafiyet yüzünden, sürat-i seyre kàdir olamadıklarına işarettir.
Sual: İnsanlar yerde yürüdükleri gibi, onların da yürümeleri yerde olmalıdır. Halbuki فِيهِ deki zamirin ziyaya raci olması cihetiyle, onların yürümeleri ziyada olduğu anlaşılır.
Elcevap: Onların ziya haricinde yürümeleri mümkün olmadığı için, sanki mesafeleri ve medar-ı hareketleri yalnız ziyaya münhasırdır.
وَاِذَا deki و yolcuların evvelce gördükleri zulmet musibetini tazelemek için ikinci bir zulmet daha atıf ve ilave edildiğine işarettir. اِذاَ nın ifade ettiği cüziyet ve kıllet ise, yolcuların zulmete karşı besledikleri nefret ve gösterdikleri körlük şiddetinden, fikren zulmeti düşünmediklerine, ancak aleddevam ziya için bir fırsat beklerlerken, birden bire zulmetin hücumuna maruz kaldıklarına işarettir.
اَظْلَمَ nin berke olan isnadı, berkin ziyasından sonra hücum eden zulmetin, başka zulmetlerden şedit olduğuna işarettir. Ve keza, musibetzede olan yolcuların tahayyüllerine göre, güya berkin ziyasından sonra şu boşluğu dolduran zulmetler hep berk ateşinin sönmesinden meydana gelen dumanlar olduğuna da hayali bir imadır.
Zarar için kullanılan عَلَيْهِمْ deki عَلٰى kelimesi, zulmet musibetinin tesadüfi olmayıp, ancak onların ceza-yı amelleri olduğuna işarettir. Ve musibetzede olan yolcuların, şu boşluğu dolduran zulmetler ve bütün insanlar içerisinden onları kast ve onlara zarar vermek için gönderilmiş olduklarını tahayyül ettiklerine bir remizdir.
Zulmet çöktüğü vakit sükunetle durup depreşmemeleri icap ederken, “ayağa kalktılar” manasını ifade eden قَامُوا tabiri, musibetin şiddetinden ve musibetle çok uğraştıklarından, rüku vaziyetini andıran bellerinde bir tekavvüs peyda olduğuna ve zulmetin ani hücumundan tiksinerek ayağa kalkıp kaçanlar gibi, bellerini doğrulttuklarına işarettir.
﴾ وَلَوْ شَۤاءَ اللهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَاَبْصَارِهِمْ ﴿ Bu cümledeki kelimelerin işaretlerine gelince:
Evvelki cümlelerde gözlerini kör, kulaklarını sağır etmek şanında olan esbap zikredildikten sonra, bu cümlede müsebbebatı, meşiet-i İlahiye ile bağlar.
Sonra, evvelki cümlelere atfeden و harfi, esbabın perdesi altında tasarruf eden ve bütün esbap ve illetler üzerinde murakebe eden bu kudretin, ancak nazar-ı hikmet olduğuna işarettir.
لَوْ Bu kelimenin tazammun ettiği kıyas-ı istisnai şöyle tasvir edilebilir: Meşiet-i İlahiyenin olmaması; zehab-ı sem ve basarın olmamasına illettir. Zehab-ı sem ve basarın olmaması da meşietinin olmadığını bildirmeye bir delil ve bir illettir. Ve keza meşiet-i İlahiyeden maada bütün esbap tekemmül etmiş de olsa, ancak meşiet-i İlahiyenin taallukuyla göz ve kulaklarının işi bitmiş olacağına işarettir.
شَۤاءَ tabiri, müsebbebatı esbapla bağlayan, meşiet ve irade-i İlahiye olduğuna delalet eder. Öyleyse tesir kudretindir. Esbab ise, kudretin, nazar-ı zahiride umur-u hasise ile mübaşereti görünmemesi için vaz edilmiş perdelerdir.
اَللهُ Lafza-i Celalinin sarahatle zikri, halkı fazlaca esbaba ehemmiyet vermekten zecir ve men etmekle, esbabın perdesi altında tasarruf eden yed-i Kudreti görmeye fikirleri davet eder.
شَۤاءَ fiilinin bir meful ile takyid edilmeyerek mutlak bırakılması, meşiet ve irade-i İlahiyenin kainatın ahvalinden müteessir olmadığına ve mevcudatın sıfat-ı İlahiyeye tesirleri bulunmadığına işarettir. Yani, beşerin iradesi ve sair sıfatları, mevcudatın hüsün ve kubuh, büyüklük ve küçüklük gibi ahvalinden müteessir olduğu gibi, sıfat-ı İlahiye müteessir olmaz. Sıfat-ı İlahiyeye göre hepsi müsavidir.
Götürmek manasını ifade eden لَذَهَبَ den anlaşılıyor ki, esbap müsebbebat üzere musallat ve müstevli değildir. Yani, esbabın irtifaı zamanında, esbapla bağlı ve kaim olan müsebbebatın adem deryasına düşmesi ihtimali yoktur. Ancak, esbabın arkasında hazır bulunan yed-i kudret o müsebbebatı hıfz eder. Ve hikmet-i İlahiye muvazene ve nizam kanunu mucibince başka mevkilere gönderir, ihmal etmez. Evet, hararet suyu kaynatmakla suyun bünyesini tahrip ettiği zaman, o tahrip neticesi vücuda gelen buhar ademe gitmez, belki nizamat-ı havaiye mucibince muayyen bir mecraya sevkedilir ve muayyen bir mevkie çıkar, emr-i İlahiyeye intizaren orada durur.
Ve keza, ذَهَبَ tabirinden anlaşılır ki, havass-ı hamse denilen duygular, sağır, kör, camid tabiattan neşet etmiş değildirler. Ancak o duygular, Cenab-ı Haktan ihsan edilen hediyelerdir. Yalnız göz, kulak tabirleri adi birer isimdirler.
Ve keza, ذَهَبَ nin harf-i cer olan ب ile beraber gelmesinden anlaşılıyor ki, müsebbebat esbaptan ayrıldığı zaman başıboş bırakılmaz, yine bir nizam altına alınır. Çünkü ذَهَبَ بِهِ “beraberce götürmek” manasını ifade eder. Beraber götürülen birşey sahipsiz, başıboş bırakılmaz.
İhtar: Semin müfred olarak, basarın cem olarak zikirleri işitilen bir, görünen çok olduğuna işarettir. Evet, söylenilen sözler birer birer kulağa girer, öyle işitilir. Fakat çok şeyler bir defa bakmakla göze görünür.
﴾ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ ﴿ Bu cümledeki nükteler ve işaretler:
Evvela, bu cümle münafıkları ve yolcuları istila eden dehşetin hakikat olduğuna bir fezleke ve bir hülasadır. Ve bu hülasadan anlaşılır ki, yolcuların ahvali, münafıkların ahvalini tamamıyla temsil ettiği ve herbir halleri yolcuların hallerinde göründüğü gibi, herbir zerrede ve herbir halde kudret-i İlahiyenin de tasarrufu görünür.
Tahkiki ifade eden اِنَّ dahil olduğu hükmün sabit ve sarsılmaz hakikatlerden olduğuna delalet ettiği gibi, meselenin azametini ve vüsatini ve dikkatini ve nev-i beşerin bu gibi meselelerde aciz, zayıf ve kàsır olduğunu remzen gösteriyor. Çünkü bu gibi yakini meselelerde tereddüdü intaç eden, ancak vehimlerdir. Vehimleri tevlit eden zafiyet, acz, kusurdur; bunlar ise insanın tıynetiyle yoğrulmuş sıfatlardır.
اَللهُ Lafza-i Celalinin burada sarahaten zikredilmesi, bu cümledeki hükmü ispat eden delile işarettir. Çünkü bütün mevcudat, taht-ı tasarrufunda ve daire-i şumulünde bulunan kudret, sair sıfatlar gibi Uluhiyetin lazimesidir.
عَلٰى kelimesinden anlaşılır ki, ademden eşyayı çıkaran kudret, o eşyayı mühmel ve başıboş bırakmaz. Ancak hikmetin murakabesi ve nezareti altında terbiye eder ve ettirir.
كُلِّ edatından anlaşılır ki, esbabın bütün eserleri ve hasıl-ı bilmasdar denilen efal-i ihtiyariyeye terettüp eden eserler, tamamen kudrete bağlıdır. Mevcuda ve mevcudata, şey ve eşya denilmesi meşiet-i ilahiyenin taallukundan neşet ettiğine nazaran شَىْءٍ tabirinden anlaşılır ki, eşya vücuda geldikten sonra da Saniden alakası kesilmez. Vücudun tekerrüründen ibaret olan bekaları için daima Sanie muhtaçtırlar.
قَادِرٌ kelimesine bedel, sübut ve devamı ifade eden قَدِيرٌ sigasından anlaşılır ki, kudret, makdurat nisbetinde olmayıp, kudretin daire-i tasarrufu pek geniştir. Hem kudret zatiyedir, tagayyürü kabul etmez. Hem aynı zamanda kudret lazimedir, ziyade ve noksan olmaz. Hem kudret, Rezzak, Gaffar, Muhyi, Mümit gibi sıfat-ı fiiliyenin mercii ve mizanıdır.
﴿ يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِى خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَۤاءَ بِنَۤاءً وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ فَلاَ تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَادًا وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ ﴾
Yani, “Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine vasıl olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, arzı size döşek, semayı binanıza dam yapmış ve semadan suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve sair gıdaları çıkartsın. Öyleyse, Allaha misil ve şerik yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allahtan başka mabud ve halıkınız yoktur.”
Mukaddeme
Akaidi ve imani hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allahın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdani ve akli olan imani hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, alem-i İslamın hal-i hazırdaki vaziyeti şahittir.
Ve keza, ibadet, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve maade, yani dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsi ve nevi kemalata vasıtadır ve Halık ile abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır.
İbadetin dünya saadetine vesile olduğunu izah eden cihetler:
Birisi: İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acip ve latif bir mizaç ile yaratılmıştır. O mizaç yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Mesela, insan, en müntehap şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder, insaniyete layık bir mAyşet ve bir şerefle yaşamak ister.
Şu meyillerin iktizası üzerine, yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini istediği gibi, güzel bir şekilde tedarikinde çok sanatlara ihtiyacı vardır. O sanatlara vukufu olmadığından, ebna-yı cinsiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur ki, herbirisi, semere-i sayiyle arkadaşına mübadele suretiyle yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler.
Fakat insandaki kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i akliye Sani tarafından tahdit edilmediğinden ve insanın cüz-ü ihtiyarisiyle terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başıboş bırakıldığından, muamelatta zulüm ve tecavüzler vukua gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat-i insaniye, çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır.
Lakin her ferdin aklı, adaleti idrakten aciz olduğundan, külli bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler, o külli akıldan istifade etsinler. Öyle külli bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun, ancak şeriattır.
Sonra, o şeriatın tesirini, icrasını, tatbikini temin edecek bir merci, bir sahip lazımdır. O merci ve o sahip de ancak peygamberdir.
Peygamber olan zatın da, zahiren ve batınen halka olan hakimiyetini devam ettirmek için, maddi ve manevi bir ulviyete ve bir imtiyaza ihtiyacı olduğu gibi, Halık ile olan derece-i münasebet ve alakasını göstermek için de bir delile ihtiyacı vardır. Böyle bir delil de ancak mucizelerdir.
Sonra, Cenab-ı Hakkın emirlerine ve nehiylerine itaat ve inkıyadı tesis ve temin etmek için, Saniin azametini zihinlerde tesbit etmeye ihtiyaç vardır. Bu tesbit de, ancak akaid ile, yani ahkam-ı imaniyenin tecellisiyle olur. İmani hükümlerin takviye ve inkişaf ettirilmesi, ancak tekrar ile teceddüd eden ibadetle olur.
İkincisi: İbadet, fikirleri Sani-i Hakime çevirttirmek içindir. Abdin Sani-i Hakime olan teveccühü, itaat ve inkıyadını intaç eder. İtaat ve inkıyad ise, abdi intizam-ı ekmel altına idhal eder. Abdin intizam altına girmesiyle ve nizama ittiba etmesiyle, hikmetin sırrı tahakkuk eder. Hikmet ise, kainat sahifelerinde parlayan sanat nakışlarıyla tebarüz eder.
Üçüncüsü: İnsan, santral gibi, bütün hilkatın nizamlarına ve fıtratın kanunlarına ve kainattaki nevamis-i İlahiyenin şualarına bir merkezdir. Binaenaleyh, insanın, o kanunlara intisap ve irtibat etmesi ve o namusların eteklerine yapışıp temessük etmesi lazımdır ki, umumi cereyanı temin etsin. Ve tabakat-ı alemde deveran eden dolapların hareketlerine muhalefetle o dolapların çarkları altında ezilmesin. Bu da, ancak o emir ve nevahiden ibaret olan ibadetle olur.
Dördüncüsü: Emirleri imtisal, nehiylerden içtinap etmek sayesinde, bir fert, heyet-i içtimaiyede çok mertebelerle nisbet peyda eder ve alakadar olur. Bilhassa ahkam-ı diniye ve mesalih-i umumiye hususunda, bir fert, bir nevi hükmüne geçer. Yani, pek çok hukuklar, haysiyetler, irşadlar, talimler, ıslahlar gibi vazifeler, bir şahsa yüklenir. Eğer o emri imtisal, nevahiden içtinap eden o şahıs olmasa, o vazifeler tamamen payimal olur.
Beşincisi: İnsan, İslamiyet sayesinde, ibadet saikasıyla bütün Müslümanlara karşı sabit bir münasebet peyda eder ve kavi bir irtibat ve bağlılık elde eder. Bunlar ise, sarsılmaz bir uhuvvete, hakiki bir muhabbete sebep olur. Zaten heyet-i içtimaiyenin kemaline ve terakkisine ilk ve en birinci basamaklar, uhuvvet ile muhabbettir.
İbadetin şahsi kemalata sebep olduğunun izahı:
İnsan, cismen küçük, zayıf ve aciz olmakla beraber, hayvanattan addedildiği halde, pek yüksek bir ruhu taşıyor. Ve pek büyük bir istidada maliktir. Ve hasredilmeyecek derecede meyilleri vardır. Ve gayr-ı mütenahi emeller sahibidir ve addedilemez fikirleri vardır. Ve gayr-ı mahdud şeheviye ve gadabiye gibi kuvveleri vardır. Ve öyle acaip bir yaratılışı vardır ki, sanki bütün enva ve alemlere fihriste olarak yaratılmıştır.
İşte, böyle bir insanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren, ibadettir. İstidatlarını inkişaf ettiren, ibadettir. Meyillerini temyiz ve tenzih ettiren, ibadettir. Emellerini tahakkuk ettiren, ibadettir. Fikirlerini tevsi ve intizam altına alan, ibadettir. Şeheviye ve gadabiye kuvvelerini had altına alan, ibadettir. Zahiri ve batıni uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale eden, ibadettir. İnsanı, mukadder olan kemalatına yetiştiren, ibadettir. Abd ile Mabud arasında en yüksek ve en latif olan nisbet, ancak ibadettir. Evet kemalat-ı beşeriyenin en yükseği, şu nisbet ve münasebettir.
İhtar: İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet gösterilse, o ibadet batıldır. Faideler, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.
Kuran-ı Kerim vakta ki يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا… ilh. emriyle insanları ibadete davet etti; sanki lisan-ı hal ile “Niçin ibadet yapalım? İlleti nedir?” diye sorulan suali, Kuran-ı Kerim رَبَّكُمُ اَلَّذِى خَلَقَكُمْ cümleleriyle cevaplandırmak üzere Saniin vücud-u vahdetine dair burhanları zikretmeye başladı.
Mukaddeme
Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlale “burhan-ı limmi” denildiği gibi; dumanın ateşe olan delaleti gibi eserden müessire olan istidlale de “burhan-ı inni” denir. Burhan-ı inni, şüphelerden daha salimdir.
Bu ayetin, Saniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de, inayet delilidir. Bu delil, kainatı ve kainatın eczasını ve envaını ihtilalden, ihtilaftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kainata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei, bu nizamdır. Menfaatlerden, maslahatlardan bahseden bütün ayat-ı Kuraniye, bu nizam üzerine yürüyor ve bu nizamın tecellisine mazhardır. Binaenaleyh, bütün mesalihin, fevaidin ve menafiin mercii olan ve kainata hayat veren bir nizam, elbette ve elbette bir Nazımın vücuduna delalet ettiği gibi, o Nazımın kast ve hikmetine de delalet etmekle, kör tesadüfün vehimlerini nefyeder.
Ey insan! Eğer senin fikrin, nazarın,şu yüksek nizamı bulmaktan aciz ise ve istikra-i tam ile, yani umumi bir araştırma ile de o nizamı elde etmeye kàdir değilsen, insanların telahuk-u efkar denilen fikirlerinin birleşmesinden doğan ve nev-i beşerin havassı (duyguları) hükmünde olan fünun ile kainata bak ve sahifelerini oku ki, akılları hayrette bırakan o yüksek nizamı göresin.
Evet, kainatın herbir nevine dair bir fen teşekkül etmiş veya etmektedir. Fen ise kavaid-i külliyeden ibarettir. Kaidenin külliyeti ise, nizamın yüksekliğine ve güzelliğine delalet eder. Zira nizamı olmayanın, külliyeti olamaz.
Mesela, “Her alimin başında beyaz bir amame var.” Külliyetle söylenilen şu hüküm, ulema nevinde intizamın bulunmasına bakar. Öyleyse, umumi bir teftiş neticesinde fünun-u kevniyeden herbirisi, kaidelerinin külliyetiyle kainatta yüksek bir nizamın bulunmasına bir delildir. Ve herbir fen nurlu bir burhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle Saniin kast ve hikmetini ilan ediyorlar. adeta vehim şeytanlarını tard etmek için herbir fen, birer necm-i sakıptır. Yani, batıl vehimleri delip yakan birer yıldızdırlar.
Ey arkadaş! O nizamı bulmak için umum kainatı araştırmaktansa, şu misale dikkat et, matlubun hasıl olur.
Gözle görünmeyen bir mikrop, bir hayvancık, küçüklüğüyle beraber pek ince ve garip bir makine-i İlahiyeyi havidir. O makine mümkinattan olduğundan, vücut ve ademi, mütesavidir. İlletsiz vücuda gelmesi muhaldir. O makinenin bir illetten vücuda geldiği zaruridir. O illet ise, esbab-ı tabiiye değildir. Çünkü o makinedeki ince nizam, bir ilim ve şuurun eseridir. Esbab-ı tabiiye ise, ilimsiz, şuursuz, camid şeylerdir. Akılları hayrette bırakan o ince makinenin esbab-ı tabiiyeden neşet ettiğini iddia eden adam, esbabın herbir zerresine Eflatunun şuurunu, Calinosun hikmetini ita etmekle beraber, o zerrat arasında bir muhaberenin de mevcut olmasını itikad etmelidir. Bu ise, öyle bir safsata ve öyle bir hurafedir ki, meşhur sofestaiyi bile utandırıyor.
Maahaza, esbab-ı maddiyede esas ittihaz edilen kuvve-i cazibeyle kuvve-i dafianın inkısama kabiliyeti olmayan bir cüzde birlikte içtimaları iltizam edilmiştir.
Halbuki bunlar birbirlerine zıt olduklarından, içtimaları caiz değildir. Fakat, cazibe ve dafia kanunlarından maksat, “adetullah” ile tabir edilen kavanin-i İlahiye ise ve tabiatla tesmiye edilen şeriat-ı fıtriye ise, caizdir. Lakin, kanunluktan tabiata, vücud-u zihniden vücud-u hariciye, umur-u itibariyeden umur-u hakikiyeye, alet olmaktan müessir olmaya çıkmamak şartıyla makbuldür. Aksi takdirde caiz değildir.
Ey arkadaş! Misal olarak gösterdiğim o küçük hurdebini hayvancığın, yani mikrobun büyük fabrikasındaki nizam ve intizamı aklın ile gördüğün takdirde başını kaldır, kainata bak. Emin ol ki, kainatın vuzuh ve zuhuru nisbetinde, o yüksek nizamı, kainatın sahifelerinde pek zahir ve okunaklı bir şekilde görüp okuyacaksın.
Ey arkadaş! Kainatın sahifelerinde “delilül-inaye” ile anılan nizama ait ayetleri okuyamadıysan, sıfat-ı kelamdan gelen Kuran-ı Azimüşşanın ayetlerine bak ki, insanları tefekküre davet eden bütün ayetleri, şu delilül-inayeyi tavsiye ediyorlar. Ve nimetleri ve faideleri sayan ayetler dahi, delilül-inaye denilen o yüksek nizamın semerelerinden bahsediyorlar. Ezcümle, bahsinde bulunduğumuz şu ayet
اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَۤاءَ بِنَۤاءً وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ
cümleleriyle, o nizamın faidelerini ve nimetlerini koparıp insanlara veriyorlar.
Delil-i İhtirai: Mezkur ayetin Saniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de اَلَّذِى خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ cümlesiyle işaret ettiği delil-i ihtiraidir. Delil-i ihtirainin hülasası şöyle izah edilebilir:
Cenab-ı Hak, hususi eserlerine menşe ve kendisine layık kemalatına mehaz olmak üzere her ferde ve her neve has ve müstakil bir vücut vermiştir. Ezel cihetine sonsuz olarak uzanıp giden hiçbir nevi yoktur. Çünkü bütün enva, imkandan vücub dairesine çıkmamışlardır. Ve teselsülün de batıl olduğu meydandadır. Ve alemde görünen şu tagayyür ve tebeddül ile bir kısım eşyanın hudusu, yani yeni vücuda geldiği de gözle görünüyor. Bir kısmının da hudusu, zaruret-i akliye ile sabittir. Demek, hiçbir şeyin ezeliyeti cihetine gidilemez.
Ve keza ilmül-hayvanat ve ilmün-nebatatta ispat edildiği gibi, envaın sayısı ikiyüzbine baliğdir. Bu neviler için birer “adem” ve birer evvel-baba lazımdır. Bu evvel-babaların ve ademlerin daire-i vücubda olmayıp ancak mümkinattan olduklarına nazaran, behemehal vasıtasız, kudret-i İlahiyeden vücuda geldikleri zaruridir. Çünkü bu nevilerin teselsülü, yani sonsuz uzanıp gitmeleri batıldır. Ve bazı nevilerin başka nevilerden husule gelmeleri tevehhümü de batıldır. Çünkü, iki neviden doğan nevi, alelekser ya akimdir veya nesli inkıtaa uğrar, tenasül ile bir silsilenin başı olamaz.
Hülasa: Beşeriyet ve sair hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei, en başta bir babada kesildiği gibi, en nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecektir.
Evet, şuursuz, ihtiyarsız, camid, basit olan esbab-ı tabiiyenin bütün akılları hayrette bırakan o enva silsilelerinin icadına kabiliyeti olduğu, daire-i imkandan hariçtir.
Ve keza, kudret mucizelerinden birer nakş-ı garip ve birer sanat-ı acip taşıyan o envaın ihtiva ettikleri efradın da, ihtira ve yaratılışlarını o esbaba isnad etmek, yalnız bir muhalin değil, muhalatın en hurafesidir. Binaenaleyh, o silsileleri teşkil eden enva ile efrad, hudus ve imkan lisanıyla, Halıklarının vücub-u vücuduna kati bir şehadetle şehadet ediyorlar.
S – Bütün silsilelerin Halıkın vücub-u vücuduna kati şehadetleri gözönünde olduğu halde, bazı insanların maddeyle, maddenin hareketinin ezeliyeti cihetine zahip olmakla dalalete düştüklerinin esbabı nedendir?
C – Kasıt ve dikkatle değil, sathi ve dikkatsiz bir nazarla, muhal ve batıla, mümkün nazarıyla bakılabilir. Mesela, bir bayram akşamı, gökte ay ve hilali arayanlar içinde ihtiyar bir zat da bulunur. Bu zat, gökteki hilali görmek için bütün kasıt ve dikkatiyle nazarını göğe tevcih edip hilali araştırmakla meşgul iken, gözünün kirpiklerinden uzanan ve gözünün hadekası üzerine eğilen beyaz bir kıl nasılsa gözüne ilişir. O zat, derhal “Hilali gördüm” der, “İşte bu gördüğüm aydır!” diye hükmeder.
İşte, sathi ve dikkatsiz nazarlar bu gibi hatalara düştükleri gibi, yüksek bir cevhere ve mükerrem bir mahiyete malik olan insan, kastı ve dikkatiyle daima hak ve hakikati ararken, bazan sathi ve dikkatsiz bir nazarla batıla bakar. O batıl da; ihtiyarsız, talepsiz, davetsiz fikrine gelir. Fikri de çar-naçar alır saklar, yavaş yavaş kabul ve tasdikine de mazhar olur. Fakat onun o batılı kabul ve tasdiki, bütün hikmetlerin mercii olan nizam-ı alemden gaflet etmesinden ve madde ile hareketinin ezeliyete zıt olduğuna körlük gösterdiğinden ileri gelmiştir ki, şu garip nakışları ve acip sanat eserlerini esbab-ı camideye isnad etmek mecburiyetiyle o dalaletlere düşmüşlerdir.
Hüseyin-i Cisrinin dediği gibi, asar-ı medeniyetle müzeyyen ve bütün ziynetlere müştemil bir eve giren bir adam, ev sahibini göremediğinden, o ziyneti, o esasatı, tesadüfe ve tabiata isnad etmeye mecbur olmuştur. Kezalik, nizam-ı alemdeki bütün hikmetlerin, faidelerin tam bir ihtiyara ve şamil bir ilme ve kamil bir kudrete yaptıkları şehadetten gaflet eden gafiller, sathi nazarlarınca, tesir-i hakikiyi esbab-ı camideye vermeye mecbur kalmışlardır.
Ey arkadaş! Cenab-ı Hakkın pek ince asar-ı sanatından ve pek yüksek acaib-i kudretinden sarf-ı nazar ederek yalnız tabiat denilen şu asar ve esbabdan en zahir olan inikas ve irtisam keyfiyetine bak. Mesela, bir ayineyi semaya karşı tuttuğun zaman, semayı, irtifaıyla, nakışlarıyla, yıldızlarıyla celb edip ayinede inikas ve irtisam ettiren illet-i müessirenin, ayinenin yüzündeki hasiyet olduğuna kanaat hasıl edebilir misin? Haşa! Veyahut hakikatte bir emr-i vehmiden ibaret olan cazibe-i umumiyenin, arz ile yıldızları şu boşlukta muntazam tahrik ve tedbirine illet-i müessire olarak telakki ve kabul edebilir misin? Haşa! Bunlar ancak şart ve sebep olabilirler, illet-i müessire olamazlar.
Hülasa: İnsan sathi ve gayr-ı kasti bir nazarla batıl ve muhal birşeye baktığı zaman, hakiki illetini bulamadığı takdirde, çar-naçar sıhhatine veya inkarına kail olmakla kabul etmesi ihtimali vardır. Fakat, talip ve müşteri sıfatıyla kasten ve bizzat dikkatle bakacak olursa, onların hikemiyat dedikleri o batıl meselelerden hiçbirisini de kabul etmez. Ancak, bütün siyasilerin hikmetini ve hükemanın akıllarını zerrelerde farz etmekle eblehane kabul eder.
S – Onların daima iftiharla bahsettikleri tabiat, nevamis ve kuva nedir ki, kendilerini onlarla iknaa çalışıyorlar?
C – Tabiat dedikleri şey, bir matbaadır, tabi değildir. Tabi, ancak kudrettir. Kanundur, kuvvet değildir. Kuvvet, ancak kudrettedir. Yahut, nasıl ki bildiğimiz şeriat, insanlardan sudur eden efal-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdit eden kaidelerin hülasasıdır veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır. Kezalik, tabiat denilen şey de, alem-i şehadetin uzuvlarından ve eczalarından sudur eden efal arasında bir nizam ve bir intizamı ika eden İlahi bir şeriat-ı fıtriyedir. Binaenaleyh, şeriat ile devlet nizamı, makul ve itibari emirlerden oldukları gibi, tabiat dahi itibari bir emir olup, hilkatte, yani yaratılışta cari olan adetullahtan ibarettir.
Amma tabiatın bir mevcud-u harici olduğunu tevehhüm etmek, bir fırka askerin, idman ve talim esnasında yaptıkları o muntazam hareketlerini gören bir vahşinin, “Aralarındaki o nizamı idare edip birbiriyle bağlayan ip gibi birşey mevcuttur” diye vahşice ettiği vehme benzer. Binaenaleyh, vicdanı ve aklı vahşi olan bir adam, sathi ve tebei bir nazar ile devam ve istimrarını muhafaza eden tabiatın müessir bir mevcud-u harici olduğuna ihtimal verebilir.
Hülasa: Tabiat, Allahın sanatı ve şeriat-ı fıtriyesidir. Nevamis ise, onun meseleleridir. Kuva dahi, o meselelerin hükümleridir.
Tevhide geçiyoruz:
Kuran-ı Kerim, Saniin vahdetine dair delillerden hiçbir şey terk etmemiştir. Bilhassa, “Arz ve semada Allahtan başka ilahlar olmuş olsa idiler, şu görünen intizam fesada uğrardı” manasında olan لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا ayetinin tazammun ettiği “burhanüt-temanü” Saniin vahid ve müstakil olduğuna kafi bir delildir. Ve istiklaliyet, uluhiyetin zati bir hassası ve zaruri bir lazımı olduğuna nurlu bir burhandır.
Ey arkadaş! Bahsinde bulunduğumuz ayetin evvelinde bulunan اُعْبُدُوا emri, İbn-i Abbasın tefsirine nazaran, insanları tevhide davet eden bir emirdir. Ve aynı zamanda bu ayet, heyet-i mecmuasıyla tevhide işaret eden pek latif ve güzel bir burhanı tazammun etmiştir. Şöyle ki:
Nev-i beşer ile sair hayvanatın medar-ı mAyşetleri olan semeratın tevlidi için, arz ile sema arasındaki muavenet ve münasebetleri ve asar-ı alemin birbirine müşabehetleri ve etraf-ı alemin birbiriyle kucaklaşmaları ve birbirinin elini tutup ihtiyaçlarını temin etmeleri ve yekdiğerinin sualine cevap verip yardımına koşmaları ve tamamıyla bir nokta-i vahideye bakmaları ve bir Nazzam-ı Vahidin mührü üstünde hareket etmeleri gibi halleri havi olan böyle garip bir makine, sahip ve Saniinin bir olduğunu kati bir şehadetle ilan etmekle, “Herbir şeyde, Saniin vahdetine delalet eden bir ayet ve bir alamet vardır” manasında olan şu beyitle tanin-endaz oluyorlar:
وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ
Ey arkadaş! Sani-i Zülcelal, Vahid ve Vacibül-Vücud olduğu gibi, bütün sıfat-ı kemaliye ile de muttasıftır. Zira alemde ve masnuatta bulunan kemalat tamamıyla Saniin kemalinden tecelli eden gölgeden muktebestir. Öyleyse, Sanide bulunan cemal, kemal, hüsün, umum kainatta bulunan umum cemallerden, kemallerden, hüsünlerden gayr-ı mütenahi derecelerle yüksektir. Zira ihsan, inam edenin servetinden doğar ve servetine delildir. İcad, icad edenin vücuduna delalet eder. İcab, mucibin vücuduna burhandır. Verilen hüsün, verenin hüsnüne delildir.
Ve keza, Sani-i Zülcelal, bütün nevakıstan pak ve münezzehtir. Çünkü noksaniyet, maddiyatın mahiyetlerindeki istidadın kılletinden ileri gelir. Halbuki Cenab-ı Hak, maddiyattan değildir.
Ve keza, Sani-i Kadim-i Ezeli, kainatın ihtiva ettiği eşyanın cismiyet, cihetiyet, tagayyür, temekkün gibi istilzam ettikleri levazım ve evsaftan beri ve münezzehtir. Kuran-ı Kerim, şu iki hakikate “Allaha misil yapmayın” manasına olan فَلاَ تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْداَدًا ayetiyle işaret etmiştir.
Delil-i imkani: Bu ayetin, Saniin vücuduna işaret eden delillerden birisi de delil-i imkanidir ki, وَاللهُ الْغَنِّىُ وَاَنْتُمُ الْفُقَرَۤاءُ ayetiyle işaret edilmiştir.
Bu delilin hülasası: Kainatın ihtiva ettiği zerrelerden herbirisinin gerek zatında, gerek sıfatında, gerek ahvalinde ve gerek vücudunda gayr-ı mütenahi imkanlar, ihtimaller, müşkilatlar, yollar, kanunlar varken, birden bire o zerre, gayr-ı mütenahi yollardan muayyen bir yola süluk eder. Ve gayr-ı mahdud hallerden, bir vaziyete girer. Ve gayr-ı madud sıfatlardan bir sıfatla vasıflanır. Ve doğru bir kanun üzerine mukadder bir maksada harekete başlar. Ve vazife olarak uhdesine verilen herhangi bir hikmet ve bir maslahatı derhal intaç eder ki, o hikmet ve o maslahatın husule gelmesi, ancak o zerrenin o çeşit hareketiyle olabilir. Acaba o kadar yollar ve ihtimaller arasında o zerrenin macerası, lisan-ı haliyle, Saniin kast ve hikmetine delalet etmez mi?
İşte herbir zerre, müstakillen, kendi başıyla Saniin vücuduna delalet ettiği gibi, küçük-büyük herhangi bir teşekküle girerse veya hangi bir mürekkebe cüz olursa, girdiği ve cüz olduğu o makamlarda kazandığı nisbete göre Saniine olan delaletini muhafaza eder.
Bu ayetin makabliyle cihet-i irtibatına gelince:
Vakta ki Kuran-ı Kerim, birincisi müttaki müminler, ikincisi inatlı kafirler, üçüncüsü ikiyüzlü münafıklar olmak üzere insanları üç kısma ayırdı ve aralarında taksimat ve teşkilat yaptı ve herbir kısmın sıfatını ve akıbetini beyan etti. Sonra يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا ayetiyle her üç kısma tevcih-i hitap ederek onları ibadete emir ve davet etti. Demek, bu ayetin evvelki ayetlere terettübü ve onları takip etmesi, hane ve binanın, mühendisin krokisine; amelin ilme; kazanın kadere terettübü ve birbirini takip etmeleri gibidir. Evet, evvelki ayetlerde yapılan teşkilat ve taksimat, kroki ve plandan sonra bu ayette ibadet binasının yapılmasına emredilmiştir ve o ayetlerde verilen bilgi ve malumattan sonra, bu ayette, amel ve ibadete emredilmiştir. Ve onlarda yazılan sıfat ve istihkaklara göre, burada, emir ve nehiylerle hükümler verilmiştir. Ve keza, evvelki ayetlerde insanların taksimatı, ahval ve sıfatı zikredildikten sonra, makamın iktizasıyla, bu ayet onları takip etmiştir.
Vakta ki Kuran-ı Kerim, insanların her üç fırkasından bahsetti ve herbir fırkanın sıfatını ve akıbetini söyledi; samiin arzusu ve makamın iktizası üzerine, Kuran-ı Kerim gaybdan hitaba intikal ederek onlara karşı şu hitapta bulundu. Evet, bazı adamlar hakkında gaibane konuşanların bilahare konuşmalarını hitaba çevirmelerinde şöylece bir nükte-i umumiye vardır:
Mesela, bir şahsın iyiliğinden veya fenalığından bahsedilirken, gerek konuşanda, gerek dinleyende, ya tahsin veya telin için bir meyil uyanır. Sonra git gide o meyil öyle kesb-i şiddet eder ki, sahibini o şahısla görüştürüp şifahen konuşmaya kuvvetli bir arzu uyandırır. Burada samilerin o meyillerini tatmin etmekle makamın iktizası üzerine Kuran-ı Kerim, onları samilerin huzuruna götürüp kendilerine hitap ile tevcih-i kelam etmiştir.
Bu ayette, gaybdan, hitaba edilen iltifat ve intikalde hususi bir nükte de vardır ki, ibadetle yapılan tekliften hasıl olan meşakkat, hitab-ı İlahiyeden neşet eden zevk ve lezzetle karşılanır ve insanlara ağır gelmez.
Ve keza hitap suretiyle ibadeti teklif etmek, abd ile Halık arasında vasıta olmadığına işarettir.
Ey arkadaş! Bu ayetin cümlelerini birbiriyle nazmeden münasebetler ise:
﴾ يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا ﴿ cümlesinde emir ve hitap, geçen her üç fırkayı teşkil eden mümin, kafir ve münafıkların mazi, hal ve istikbalde vücuda gelmiş veya gelecek bütün efradını ihtiva eden tabakalara hitaptır. Binaenaleyh اُعْبُدُوا vavının merciinde dahil olan kamil müminlere göre اُعْبُدُوا ibadete devam ve sebat etmeye emirdir. Orta derecedeki müminlere nazaran, ibadetin arttırılmasına emirdir. Kafirlere göre, ibadetin şartı olan iman ve tevhid ile ibadetin yapılmasına emirdir. Münafıklara nazaran, ihlasa emirdir. Binaenaleyh, اُعْبُدُوا nun ifade ettiği ibadet kelimesi mükellefine göre müşterek-i manevi hükmündedir.
﴾ رَبَّكُمْ ﴿ Yani: “Sizi terbiye eden ve büyüten Odur. Ve sizin mürebbiniz Odur. Öyleyse, siz de Ona ibadet etmekle abd olunuz!”
Ey arkadaş! Vakta ki Kuran-ı Kerim ibadeti emretti. İbadet ise üç şeyden sonra olabilir.
Birincisi: Mabudun mevcut olmasıdır.
İkincisi: Mabudun vahid olmasıdır.
Üçüncüsü: Mabudun ibadete istihkakı bulunmasıdır.
Kuran-ı Kerim, o üç mukadder suale işaret etmekle beraber, şartlarının delillerini de zikrederken, Mabudun vücuduna dair olan delilleri iki kısma ayırmıştır.
Birisi: Hariçten alınan delillerdir ki, buna “afaki” denilir.
İkincisi: İnsanların nefislerinden alınan burhanlardır. Buna, “enfüsi” tesmiye edilir. Enfüsi olan kısmını da, biri nefsi, diğeri usuli olmak üzere iki kısma taksim etmiştir.
Demek, Mabudun vücuduna üç türlü delil vardır: afaki, nefsi, usuli.
Evvela, en zahir ve en yakın olan nefsi delile ﴾ اَلَّذِى خَلَقَكُمْ ﴿ cümlesiyle, usuli delile de ﴾ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ ﴿ cümlesiyle işaret etmiştir. Sonra, ibadet insanların hilkat ve yaratılışına talik edilmiştir.
İbadetin hilkat-ı beşere terettübü iki şeyden ileri geliyor: Ya insanlar ilk yaratılışında ibadete istidatlı ve takvaya kabiliyetli olarak yaratılmışlardır. Ve o istidadı ve o kabiliyeti onlarda gören, onların ibadet ve takva vazifelerini göreceklerini kaviyyen ümit eder. Veyahut, insanların hilkatinden ve memur oldukları vazifeden ve teveccüh ettikleri kemalden maksat, ibadetin kemali olan takvadır.
﴾ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ ﴿ Şu cümle, her iki noktaya da tatbik edilebilir. Yani, “İstidad ve kabiliyetinizde ekilen veya vazife ve hilkatinizden kastedilen takvanın kuvveden fiile çıkarılması lazımdır.”
Sonra, Kuran-ı Kerimde Mabudun vücuduna ait afaki delillerin en karibine
﴾ جَعَلَ لَكُمْ اْلاَرْضَ فِراَشًا ﴿ cümlesiyle işaret edilmiştir. Ve bu işaretten arzın bu şekle getirilmesiyle nev-i beşere ve sair hayvanata kabil-i sükna olarak hazır bulundurulması, ancak Allahın caliyle (yapmasıyla) olup tabiatın ve esbabın tesiriyle olmadığına bir remiz vardır. Çünkü tesir-i hakikinin esbaba verilmesi bir nevi şirktir.
﴾ وَالسَّمَۤاءَ بِنَۤاءً ﴿ cümlesiyle, Saniin vücuduna olan afaki delillerden en basit ve en yükseğine işaret edilmiştir.
Sonra, mürekkebat ve mevalidin vücud-u Sanie veçh-i delaletlerine
﴾ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً ﴿ ila ahir cümlesiyle işaret edilmiştir.
Sonra, geçen delillerin herbirisi alelinfirad, yani birer birer Saniin vücuduna delalet ettiği gibi, heyet-i mecmuası da Saniin vahdetine işarettir.
Sonra, nimetlerin menşei ve menbaı olan alemin nizamına işaret eden o cümlelerin suret-i tertibi ﴾ رِزْقًا لَكُمْ ﴿ ün delaletiyle beraber, Mabudun ibadete müstehak olduğuna delalet eder. Çünkü ibadet, şükürdür. Şükür, Münime edilir; yani nimetleri veren Zata şükretmek vaciptir.
Sonra رِزْقًا لَكُمْ cümlesinden, arz ve arzdan çıkan mevalid, yani arzın semereleri insanlara hadim oldukları gibi, insanlar da onların Saniine hadim olmaları lazım olduğuna bir remiz vardır.
﴾ فَلاَ تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْدَادًا ﴿ cümlesi ise, geçen cümlelerin herbirisiyle alakadardır. Yani, Rabbinize ibadet yaptığınızda şerik yapmayınız. Zira Rabbiniz, ancak Allahtır. Sizi, nevinizle beraber halk eden Odur. Ve Arzı size mesken olarak hazırlayan Odur. Semayı sizin binanıza dam olarak yaratan Odur. Ve sizin rızık mAyşetinizi tedarik için suları gönderen Odur. Hülasa, bütün nimetler Onundur; öyle ise bütün şükürler ve ibadetler de ancak Onadır.
Arkadaş! Bu ayetin tazammun ettiği cümlelerin keyfiyet ve nüktelerine gelelim.
Evvela: Kuran-ı Kerimde kesretle zikredilen ﴾ يَۤا اَيُّهَا ﴿ ile edilen hitap ve nida, üç vecihle ve üç edatla tekit edilmiştir. Birisi, ikazı ifade eden ve ikaz için kullanılan يَا harfidir. İkincisi, alametleri aramakla birşeyi bulmak için kullanılan اَىُّ kelimesidir ki, Türkçede “hangi” kelimesiyle tercüme edilir. Üçüncüsü, gafletten ayıltmak için kullanılan هَا harfidir. Bu tekitlerden anlaşılır ki, burada şu tarzla yapılan nida ve hitap, çok faidelere ve nüktelere işarettir. Ezcümle:
Birincisi: İnsanlara ibadetlerin teklifinden hasıl olan meşakkatin, hitab-ı İlahiye mazhariyetten neşet eden zevk ve lezzetle tahfif edilmesidir.
İkincisi: İnsanın gaibane olan aşağı mertebesinden, huzurun yüksek makamına çıkması ancak ibadet vasıtasıyla olduğuna işarettir.
Üçüncüsü: Muhatabın üç cihetten ibadete mükellef olduğuna işarettir. Kalbiyle teslim ve inkıyada, aklıyla iman ve tevhide, kalıbıyla amel ve ibadete mükelleftir.
Dördüncüsü: Muhatabın mümin, kafir, münafık olmak üzere üç kısma ayrılmış olduğuna işarettir.
Beşincisi: İnsanların yüksek, orta, avam tabakalarına hitaben şamil olduğuna işarettir.
Altıncısı: İnsanlar arasında yapılan nida ve hitaplarda adet edinmiş olan şeylere işarettir ki, insan, evvela gördüğü adamı çağırır ve durdurur, sonra kim olduğunu anlamak için alametlerine dikkat eder, sonra maksadını anlatır.
Hülasa: Mezkur hitap, geçen üç cihetten tekit edilmiş şu nüktelere işarettir.
يَا ile nida edilen insanlar gafil, gaip, hazır, cahil, meşgul, dost, düşman gibi çok muhtelif tabakalara şamildir. Bu muhtelif tabakalara göre يَا nın ifadesi değişir.
Mesela, gafile karşı tenbihi ifade eder; gaibe ihzarı, cahile tarifi, dosta teşviki, düşmana tevbih ve takrii gibi her tabakaya münasip bir ifadesi vardır.
Sonra, makam-ı kurbu iktiza ettiği halde, uzaklara mahsus olan يَا edatının kullanılması birkaç nükteye işarettir.
1. Teklif edilen emanet ve ibadetin pek büyük bir yük olduğuna,
2. Derece-i ubudiyetin mertebe-i uluhiyetten pek uzak olduğuna,
3. Mükelleflerin, zaman ve mekanca hitabın vakit ve mahallinden ırak bulunduğuna,
4. İnsanların derece-i gafletlerine işarettir.
Muzafun ileyhsiz zikredildiğinden, umumi bir tevessümü ifade eden اَىُّ kelimesi, hitabın umum kainata şamil olup, yalnız farz-ı kifaye suretiyle haml-i emanete ve ibadete insanların tahsis edilmiş olduklarına işarettir. Öyle ise ibadette insanların kusurları umum kainata tecavüzdür.
Sonra, اَىُّ kelimesinde bir icmal ve bir ipham vardır; çünkü izafesiz zikredilmiştir. Onun o ipham ve icmali, نَاسْ kelimesiyle izale ve tafsil edildiğinden, aralarında bir icmal ve tafsil cezaleti meydana gelmiştir.
هَا: اَىُّ nün muzafun ileyhine ıvaz olmakla beraber, يَا edatiyle çağrılanları tenbih içindir.
﴾ نَاسْ ﴿ aslında nisyandan alınmış bir ism-i faildir; vasfiyet-i asliyesi mülahazasıyla insanlara bir itaba işarettir. Yani, “Ey insanlar! Niçin misak-ı ezeliyi unuttunuz?”
Fakat bir cihetten de insanlara bir mazeret yolunu gösteriyor. Yani, “Sizin o misakı terk etmeniz, amden değil; belki sehiv ve nisyandan ileri gelmiştir.”
﴾ اُعْبُدُوا ﴿ nidaya cevaptır. Mümin, kafir, münafık olan geçen tabakalar nida ile çağırıldıklarından, اُعْبُدُوا emri devam, itaat, ihlas, tevhid gibi, her tabakaya münasip bir manayı ifade eder.
﴾ رَبَّكُمْ ﴿ Rab ünvanı اُعْبُدُوا ile teklif edilen ibadete bir illet ve bir sebebe işarettir. Yani, “Sizin terbiyeniz Rabbinizin elinde olduğundan, daima Ona muhtaçsınız. Ve terbiyenize lazım olan bütün levazımatı veren Odur. Onun, o nimetlerine şükür lazımdır. Şükür ise ancak ibadettir.”
﴾ اَلَّذِى خَلَقَكُمْ ﴿ esma-i müphemeden olduğu için, merci ve medlulü ancak sıla denilen dahil olduğu cümle ile malum olur. Mesela; اَلَّذِى جَۤائَكَ denildiği zaman, gelen adamın yalnız sana gelmekle malumiyeti var, başka cihetten malumiyeti yoktur. Binaenaleyh, burada رَبِّ kelimesinin اَلَّذِى ile vasıflandırılması Cenab-ı Hakkın marifeti, hakikatiyle olmayıp ancak efal ve asarıyla olduğuna işarettir.
İcad, inşa veya başka bir kelimeye tercihan yaratılışın güzel şeklini ifade eden خَلَقَ tabiri, insanlardaki istidadın sedad ve istikametçe ibadete elverişli olduğuna işarettir. Ve keza ibadet, yaratılışın ücreti ve neticesidir. Bu itibarla sevap, ibadetin ücreti olmayıp, ancak Cenab-ı Hakkın kereminden olduğuna işarettir.
﴾ وَاَلَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ ﴿ Merci ve medlulünün adem-i malumiyetine delalet eden اَلَّذِينَ evvelki insanların ölümle mahvolup gittiklerine ve onların ahvalini bildirecek bir bilgi olmadığına ve yalnız sizin gibi bir kısım mahluklar onların yerlerine gelmekle, o mahvolan insanların tarifleri mümkün olduğuna işarettir.
﴾ لَعَلَّ : ﴿ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ kelimesi, ümit ve recayı ifade ediyor. Fakat bu mana, hakikatiyle Cenab-ı Hak hakkında istimal edilemez. Binaenaleyh, ya mecazen istimal edilecektir veya muhataplara veyahut sami ve müşahitlere isnad edilecektir.
Mana-yı mecazıyla Cenab-ı Hak hakkında isnad edilmesi şöyle tasvir edilir:
Nasıl ki bir insan, bir iş için bir adamı teçhiz ettiği zaman, o işin o adamdan yapılmasını ümit eder. Kezalik—bila-teşbih—Cenab-ı Hak, insanlara, kemal için bir istidat, teklif için bir kabiliyet ve bir ihtiyar vermiştir. Bu itibarla, Cenab-ı Hak, insanlardan o işlerin yapılmasını intizar etmektedir denilebilir. Bu teşbih ve istiarede, hilkat-i beşerdeki hikmetin takva olduğuna ve ibadetin de neticesi takva olduğuna ve takvanın da en büyük mertebe olduğuna işaret vardır.
Reca manasının muhataplara atfedilmesi şöyle izah edilir:
Ey muhatap olan insanlar! Havf ve reca ortasında bulunmakla, takvayı reca ederek Rabbinize ibadet ediniz. Bu itibarla insan, ibadetine itimad etmemelidir ve daima ibadetinin artmasına çalışmalıdır.
Reca manası, sami ve müşahitlere göre olursa şöyle tevil edilecektir:
Ey müşahitler! Arslanın pençesini gören adam, o pençenin iktizası olan parçalamayı arslandan ümit ve reca ettiği gibi, siz de, insanları ibadet teçhizatıyla mücehhez olduklarını gördüğünüzden, onlardan takvayı reca ve intizar edebilirsiniz. Ve keza, ibadetin fıtri bir iktiza neticesi olduğuna işarettir.
تَتَّقُونَ Takva, tabakat-ı mezkurenin ibadetlerine terettüp ettiğinden, takvanın bütün kısımlarına, mertebelerine de şamildir. Mesela, şirkten takva; kebairden, masivaullahtan kalbini hıfzetmekle takva; ikabdan içtinap etmekle takva; gazabtan tahaffuz etmekle takva. Demek تَتَّقُونَ kelimesi bu gibi mertebeleri tazammun eder.
Ve keza, ibadetin ancak ihlas ile ibadet olduğuna ve ibadetin mahzan vesile olmayıp maksud-u bizzat olduğuna ve ibadetin sevap ve ikab için yapılmaması lüzumuna işarettir.
﴾ اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَۤاءَ بِنَۤاءً ﴿ Kuran-ı Kerim, bu cümle ile beyan ettiği kudret-i İlahiyenin azametiyle insanları ibadete teşvik edip heyecana getiriyor. Şöyle ki:
Ey insanlar! Arz ve semayı sizlere muti ve hizmetkar yapan Zat, yaptığı şu iyiliğe karşı ibadete müstehaktır; ibadetini ediniz!
Ve keza, insanların faziletine ve yüksek bir kıymete malik olduğuna ve indallah mükerrem bulunduğuna bir imadır. Sanki beşere emrediyor:
Ey beşer! Yüksek ve alçak bütün ecramı sizin istifadenize tahsis etmekle sizlere bu kadar izaz ve ikramlarda bulunan Cenab-ı Hakka ibadet ediniz ve sizlere yaptığı keramete karşı liyakatinizi izhar ediniz!
Ve keza esbap ve tabiata tesirin verilmesini reddediyor. Şöyle ki:
Ey insan! Şu gördüğünüz yerler, gökler, sıfatlarıyla beraber, bir Halıkın halkıyla, kastıyla, tahsisiyle ve bir Nazımın nazmıyla husule gelip bu intizamı bulmuşlardır. Kör tabiatın bu kadar büyük şeylerde yeri olmadığı gibi en küçük şeylerde de yeri yoktur.
Ve keza, sıfatlar da mümkinattan oldukları cihetle, Sanie delalet ettiklerine işarettir. Zira cisimleri teşkil eden zerreler, büyüklük-küçüklük, çirkinlik-güzellik gibi gayr-ı mütenahi ahval ve keyfiyetleri kabul etmekte müsavidirler. Yani bir zerrenin, bin keyfiyeti kabul etmeye kabiliyeti vardır ve bir halet, binlerce zerrelere hal olabilir. Binaenaleyh, güzellik gibi bir sıfat, binlerce zerrelere ve dolayısıyla cisimlere sıfat olabildiği halde, o kadar imkanat ve ihtimaller içinde muayyen bir cisme tayin edildiği zaman, herhalde bir kast ile, bir hikmet altında, bir zatın irade ve tahsisiyle, binlerce cisimler arasında o cisim, o sıfata mevsuf kılınmıştır.
لَكُمْ Bu ل ihtisas için değildir, ancak sebebiyeti ifade ediyor. Yani arzın tefrişine sebep, yani vesile, insandır. Bu misafirhanedeki ziyafet onun namına verildi. Fakat istifade, insanlara mahsus ve münhasır değildir. Öyleyse insanların ihtiyacından, istifadesinden fazla kalana abes denilemez.
فِرَاشًا Bu tabir, garip bir nükte-i belagate işarettir. Çünkü, arzın sıkletinden dolayı suya batıp kaybolması tabiatının icabatından olduğu halde, Cenab-ı Hak, merhametiyle bir kısmını dışarıda bırakarak, insanlar için bir mesken ve nimetlerine bir maide, yani bir sofra olmak üzere tefriş etmiştir.
Ve keza فِرَاشًا tabirinden anlaşılıyor ki, arz, bir hanenin tabanı gibi insan ve hayvanlara ferş ve bast edilmiştir. Öyleyse arzdaki nebatat ve hayvanat, hanedeki efrad-ı aile ile erzak vesaire gibi levazım-ı beytiye hükmündedir.
Ve keza فِرَاشًا tabirinden anlaşılıyor ki, arz, taş gibi katı ve sert değildir ki kabil-i sükna olmasın; ve su gibi mayi de değildir ki, ziraat ve istifadeye kàbil olmasın. Belki orta bir vaziyette yapılmıştır ki, hem mesken, hem mezraa olsun. Bu iki faidenin taht-ı temine alınması, elbette ve elbette bir maksat, bir hikmet ve bir nizam ile olabilir.
وَالسَّمَۤاءَ بِنَاءً Semanın, insanlara bir sakf, bir dam gibi yapılması, yıldızların o damda asılı kandiller gibi olmalarını istilzam eder ki, teşbih tamam olsun. Öyleyse gayr-ı mütenahi şu boşlukta dağınık bir şekilde yıldızların bulunması, akılları hayrette bırakan nizam ve intizamlı vaziyetleri kör tesadüfe isnad edilemez.
S – İnsan, arza nisbeten bir zerredir. Arz da kainata nazaran bir zerredir. Ve keza, insanın bir ferdi, nevine nisbeten bir zerredir; nevi de, sair ortakları bulunan enva içinde bir zerre gibidir. Ve keza, aklın düşünebildiği gayeler, faideler hikmet-i ezeliye ve ilm-i İlahideki faidelere nisbeten bir zerreden daha aşağıdır. Binaenaleyh, böyle bir alemin insanın istifadesi için yaratılmış olduğu akla giremez.
C – Evet, zahire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat insanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidatlara nazaran bu alem-i şehadet dardır, istiab edemez. Ancak o ruhun arzularını ve o aklın fikirlerini ve o istidatların meyillerini tatmin ve temin edecek alem-i ahirettir.
Ve keza, istifade hususunda müzahame, mümanaa ve tecezzi yoktur; bir küll ile cüziyatı gibidir. Nasıl ki bir külli, bütün cüziyatında mevcut olduğu halde, ne o küllide tecezzi ve inkısam olur ve ne de cüziyatında müzahame ve müdafaa olur. Küre-i arzdan da binlerce müstefid olsa, ne aralarında bir müzahame olur ve ne küre-i arzda bir noksaniyet peyda olur. Yalnız insanın indallah kerameti olduğu için, alem-i şehadetin yaratılışında insan, ille-i gaiye menzilesinde gösterilmiştir. Ve insanın hatırı için, bütün envaa bir umumi ziyafet verilmiştir. Bu ise, bütün alemin faideleri insana münhasır olup başkalara hiçbir faidesi yoktur demek değildir.
﴾ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ ﴿ İnzalin Cenab-ı Hakka olan isnadından anlaşılıyor ki, yağmurun katreleri başıboş değildir; ancak bir hikmet altında ve bir mizan-ı kasti ile inerler. Çünkü, o mesafe-i baideden gelmekle beraber, rüzgar ve hava da müsademelerine yardımcı olduğu halde, katrelerin aralarında müsademe olmuyor. Öyleyse o katreler başıboş olmayıp, gemleri, onları temsil eden meleklerin elindedir.
مِنَ السَّمَۤاءِ Sema kelimesinin zikri geçtiğine nazaran, makam, zamirin yeri olduğu halde ism-i zahir ile zikredilmesi, yağmurların sema cirminden değil. Sema cihetinden geldiğine işarettir. Çünkü, sebkat eden sema kelimesinden maksat, cirm değil, cihettir.
مَۤاءً Semadan gelen karlar, dolular, sular olduğu halde yalnız suların zikredilmesi, en büyük istifadeyi temin eden, su olduğuna işarettir. مَاءً kelimesinde tenkiri ifade eden tenvin ise, yağmur suyunun acip bir su olup, nizamı garip, imtizacat-ı kimyeviyesi size meçhul olduğuna işarettir.
فَاَخْرَجَ deki ف müddet ve mühlet olmaksızın takibini ifade eder. Buna binaen, semeratın ihracı, yağmurun inzali akabinde bir müddet ara vermeden husule gelmesi lazımdır. Halbuki ihraç ile inzal arasında hayli bir zaman vardır.
Öyleyse اَنْزَلَ ,اَخْرَجَye atıf değildir. Ancak, inzali takip eden fiillerin silsilesi ortadan kaldırılarak o fiillerin neticesi hükmünde olan اَخْرَجَ, اَنْزَلَ ye atfedilmiştir. Takdir-i kelam şöyle olsa gerekir:
وَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَاهْتَزَّتِ اْلاَرْضُ وَرَبَتْ وَاَخْضَرَتْ وَ اَنْبَتَتْ فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ
Bu itibarla, inzali takip eden اِهْتَزَّتْ fiilidir. ف nin de asıl mevkii, اِهْتَزَّتْ dir.
بِهِ deki ب harfi, sebebiyetle karışık ilsak manasınadır. Yani, su, semeratın husulüne sebep olduğu gibi, semerata mülsak, karışık, yapışık olduğundan da, semeratın taravet ve tazeliğini muhafazaya vesiledir.
مِنَ الثَّمَرَاتِ deki مِنْ beyan ile karışık ibtidayı ifade eder. Bu itibarla اَخْرَجَ ye meful olamaz, ancak samiin fehmine göre tayin edilen meful-ü mukadderdir. مِنَ الثَّمَرَاتِ ise, o mefule beyandır.
Takdir-i kelam فَاَخْرَجَ بِهِ ﴿ اَنْوَاعًا ﴾ مِنَ الثَّمَرَاتِ şeklindedir.
Nekre olarak رِزْقًا nın zikredilmesi, bu rızkın nereden ve neyle husule geldiği size meçhul olduğuna işarettir.
لَكُمْ deki ل ecliyet ve sebebiyet içindir. Yani, “Siz, rızkın gelmesine sebepsiniz, amma istifadesi size mahsus ve münhasır değildir ve başkalar da tebean istifadeye şeriktirler.”
Ve keza, Cenab-ı Hak, sizlere nimetlerini tahsis ettiği gibi, sizin de şükrünüzü Ona tahsis etmeniz lazım geldiğine işarettir.
﴾ فَلاَ تَجْعَلُوا لِلّٰهِ اَنْداَدًا ﴿ Başta bulunan ف geçen dört fıkraya bakıyor. Yani: “Odur Mabud, şerik yapmayınız. Odur Kadir-i Mutlak, şerikini itikad etmeyiniz. Odur Münim, şükründe şerik yapmayınız. Odur Halık, başka bir halık tahayyül etmeyiniz.”
تَجْعَلُوا Bu tabirin, تَعْتَقِدُوا tabirine tercihi, onların, Allaha isnad ettikleri şeriklerin ve misillerin aslı ve hakikati olmadığı için o uydurma şeriklerin itikad edilecek şeyler olmadığına, ancak uydurma, cali şeyler olduklarına işarettir.
لِلّٰهِ Lafza-i Celalin اَنْدَادًا üzerine takdimi, Allahın daima hazır olduğunu düşünmek lüzumuna ve nehyin menşei, şerikin Allah için yapılışı olduğuna işarettir.
اَنْدَادًا Endad, نِدٌّ ün cemidir. نِدٌّ ise, “misil” manasınadır. Halbuki, Cenab-ı Hakka yapılan misil, onun zıddı olur. Birşey, hem zıt, hem misil olamaz; ve birşeyin zıddı, ona misil olamaz. Öyleyse mislin bulunması, mislin muhaliyetini istilzam eder.
اَنْدَادًا in siga-i cem ile zikri, müşriklerin cehaletine işarettir. Yani: “Hiçbir cihetten bir benzeri olmayan Cenab-ı Hakka nasıl bir sürü misil ve zıt yapıyorsunuz?”
Ve keza, bütün enva-ı şirkin reddine işarettir. Yani, “Ne zatında ve ne sıfatında ve ne efalinde şeriki, şebihi yoktur.”
Ve keza, veseni, sabii, ehl-i teslis, ehl-i tabiat gibi firak-ı dallenin tevehhüm ettikleri şeriklerin tabakalarına işarettir.
İhtar: Veseni mezhebinin menşei, yıldızları ilah itikad etmek, hululü tahayyül etmek, cismiyeti tevehhüm etmek gibi gülünç şeylerdir.
﴾ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ ﴿ Bu cümle ile ayetlerin sonunda zikredilen emsali cümleler, İslamiyetin menşei ilim, esası, akıl olduğuna işaret eder. Binaenaleyh, İslamiyetin, hakikati kabul ve safsatalı evhamı reddetmek, şanındandır.
تَعْلَمُونَ ye bir mefulün terki, çok mefullerin takdirine sebep olmuştur. Demek, icaz ve ihtisarı yapmakla itnab ve uzatmaktan kaçarken, daha ziyade itnaba, tatvile sebep olmuştur. Yani, Allahtan başka mabudunuz olmadığını, halıkınızın bulunmadığını başka bir kadir-i mutlak olmadığını ve müniminizin bulunmadığını bilirsiniz. Keza bilirsiniz ki, onların uydurdukları alihe ve esnam, bir şeye kàdir olmayıp, onlar da mahluk ve mecul şeylerdir.
Nübüvvet hakkında
﴿ وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَۤاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ ﴾
Mukaddeme
Gayet kısa bir meali: Yani, “Abdimiz üzerine inzal ettiğimiz Kuranda bir şüpheniz varsa, Kuranın mislinden bir sure yapınız. Hem de, Allahtan başka, işlerinizde kendilerine müracaat ettiğiniz şüheda ve muinlerinizi de çağırınız, yardım etsinler. Eğer sözünüzde sadık iseniz hepiniz beraber çalışınız, Kuranın mislinden bir sure getiriniz. Eğer bir misil getiremediğiniz takdirde—zaten getiremezsiniz ya—öyle bir ateşten sakınınız ki, odunu, insanlar ile taşlardır.”
Kitabın evvelinde beyan edildiği gibi Kuran-ı Kerimin takip ettiği esas maksat dörttür. Birinci maksadı olan “tevhid”, evvelki ayetle beyan edilmiştir. Bu ayetle de, ikinci maksat olan “nübüvvet” beyan ve izah edilmiştir. Yalnız birşey var ki, bu ayet, nübüvvet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ispatı hakkındadır; nübüvvet-i mutlaka hakkında değildir. Halbuki maksat, mutlak nübüvvettir. Fakat külli, cüzide dahildir. Cüzinin ispatıyla külli de ispat edilmiş olur. Bu ayet, Muhammed aleyhissalatü vesselamın nübüvvetini, en büyük mucizesi olan icaz-ı Kurandan bahisle ispat ediyor.
O Zatın (a.s.m.) nübüvvetine dair delail başka risalelerimizde beyan edilmiştir. Burada, yalnız bir kısmını hülasaten “altı mesele” zımnında beyan edeceğiz.
BİRİNCİ MESELE
Enbiya-i salifinde nübüvvete medar ve esas tutulan noktalar ve onların ümmetleriyle olan muameleleri hakkında—yalnız zaman ve mekanın tesiriyle bazı hususat müstesna olmak şartıyla—yapılacak tam bir teftiş ve kontrol neticesinde, Muhammed aleyhissalatü vesselamda daha ekmel, daha yükseği bulunmakta olduğu tahakkuk eder. Binaenaleyh, nübüvvet mertebesine nail olanların heyet-i mecmuası, mucizeleriyle ve sair ahvalleriyle, lisan-ı hal ve kal ile, nev-i beşerin sinni, kemale geldiğinde “Üstadül-Beşer” ünvanını taşıyan Muhammed aleyhissalatü vesselamın sıdk-ı nübüvvetine ilan-ı şehadet etmişlerdir. O Hazret de (a.s.m.), bütün mucizeleriyle Saniin vücut ve vahdetini, nurlu bir burhan olarak aleme ilan etmiştir.
İKİNCİ MESELE
O zatın (a.s.m.) evvel ve ahir bütün ahval ve harekatı nazar-ı dikkatten geçirilirse, herbir hareketi, herbir hali harikulade değilse de onun sıdkına delalet eder. Ezcümle: “Ğar” meselesinde, Ebu Bekris-Sıddık ile beraber halas ve kurtuluş ümidi tamamıyla kesildiği bir anda لاَ تَخَفْ اِنَّ اللهَ مَعَنَا “Korkma, Allah bizimle beraberdir” diye Ebu Bekris-Sıddıka verdiği teselli ve tavk-ı beşerin fevkinde bir ciddiyetle, bir metanetle, bir şecaatle, havfsız, tereddütsüz gösterdiği vaziyet, elbette sıdkına ve nokta-i istinadı olan Halıkına itimad ettiğine güneş gibi bir burhandır.
Kezalik, saadet-i dareyn için tesis ettiği esaslarda isabet etmiş olduğu ve izhar ettiği kavaidin, hakikatle muttasıl ve hakkaniyetle yapışık olduğu, bütün alemce mazhar-ı kabul ve tasdik olmuş ve olmaktadır.
İhtar: O zatın (a.s.m.) ahval ve harekatı birer birer, yani tek tek onun sıdk ve hakkaniyetini gösterirse, heyet-i mecmuası onun sıdk-ı nübüvvetine öyle bir delil olur ki, şeytanları bile tasdike mecbur eder.
ÜÇÜNCÜ MESELE
O zatın (a.s.m.) sıdk-ı nübüvvetini yazıp tasdik eden birkaç sahife vardır. Şimdi o sahifeleri okuyacağız.
Birinci sahife: O Hazretin zatıdır. Fakat bu sahifeyi mütalaadan evvel, dört nükteye dikkat lazımdır.
Birinci nükte: لَيْسَ الْكُحْلُ كَالتَّكَحُّلِ Yani, fıtri karagözlülük, suni (yapma) karagözlülük gibi değildir. Yani, yapma ve suni olan birşey ne kadar güzel ve ne kadar kamil olursa olsun, fıtri ve tabii olan şeylerin mertebesine yetişemez ve onun yerine kaim olamaz. Herhalde suniliğin yanlışlıkları, onun ahvalinden, etvarından belli olacaktır.
İkinci nükte: Ahlak-ı aliyeyi ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlakı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgarlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.
Üçüncü nükte: Mütenasip olan eşya arasında meyil ve cezbe vardır. Yani, birbirine temayül ederler ve yekdiğerini celb ederler, aralarında ittihad olur. Fakat birbirine zıt olan eşyanın aralarında nefret vardır, çekememezlik olur.
Dördüncü nükte: Cemaatte olan kuvvet fertte yoktur. Mesela, çok iplerin heyet-i mecmuasının teşkil ettiği urgandaki kuvvet, ipler birbirinden ayrı olduğu zaman bulunmaz.
Bu nükteler göz önüne getirilmekle o Hazretin sahifesi okunmalıdır. Evet, o Zatın bütün asarı, siretleri, tarihçe-i hayatı ve sair ahvali, onun pek büyük, azim ve ahlak sahibi olduğuna şehadet ediyorlar. Hatta düşmanları bile onun ahlakça pek yüksekliğinden dolayı kendisini “Muhammedül-Emin” ile lakaplandırmışlardır.
Malumdur ki, bir zatta içtima eden ahlak-ı aliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi, hasis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet, melaike, ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler.
Kezalik, bir zatta içtima eden ahlak-ı aliye kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnız şecaatle iştihar eden bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlak-ı aliyeyi cem eden bir zat, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkanı var mıdır?
Hülasa: Muhammed aleyhissalatü vesselam kendi kendine güneş gibi bir burhandır.
Ve keza, o Zatın (a.s.m.) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o Zatın yaratılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı, behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir.
Ve keza, yaş kırka baliğ olduğunda, iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlak olursa olsun, rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu Zatın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılab-ı azimi aleme kabul ve tasdik ettiren ve alemi celp ve cezb ettiren, o Zatın (a.s.m.) evvel ve ahir herkesçe malum olan sıdk ve emaneti idi. Demek o Zatın (a.s.m.) sıdk ve emaneti, dava-yı nübüvvetine en büyük bir burhan olmuştur.
DÖRDÜNCÜ MESELE
İkinci sahifeyi okuyacağız. Bu sahife, mazi, yani Zaman-ı Saadetten evvelki zamandır. Şu sahifenin havi olduğu enbiya-i salifinin ahval ve kıssaları, o Zatın sıdk-ı nübüvvetine birer burhandır. Yalnız dört nükteye dikkat lazımdır.
Birinci nükte: İnsan, bir fennin esaslarını ve o fennin hayatına taalluk eden noktaları bilmekle, yerli yerince kullanmasına vakıf olduktan sonra davasını o esaslara bina etmesi, o fende mahir ve mütehassıs olduğuna delildir.
İkinci nükte: Fıtrat-ı beşeriyenin iktizasındandır ki, adi bir insan da olsa, hatta çocuk da olsa, hatta küçük bir kavim içinde de bulunsa, pek kıymetsiz bir dava hususunda cumhura muhalefet edip yalan söylemeye cesaret edemez. Acaba, pek büyük bir haysiyet sahibi, alem-şümul bir davada, pek inatlı ve kesretli bir kavim içinde, ümmi, yani okur-yazar sınıfından olmadığı halde, aklın tek başına idrakten aciz olduğu bazı şeylerden bahsedip kemal-i ciddiyetle aleme neşir ve ilan etmesi onun sıdkına delil olduğu gibi, o meselenin Allahtan olduğuna da bir burhan olmaz mı?
Üçüncü nükte: Malumdur ki, medeni insanlarca malum ve meluf pek çok ilimler, sıfatlar, fiiller vardır ki, bedevilerce meçhul olur ve o gibi şeylerden haberleri yoktur. Binaenaleyh, bilhassa geçmiş zamanlardaki bedevilerin ahvalinden bahsetmek isteyen bir adam, hayalen o zamanlara, o çöllere gidip onlarla görüşmelidir. Zira onların ahvalini ezberden, onları görmeden muhakeme etmekle istediği malumatı elde edemez.
Dördüncü nükte: Ümmi bir adam, bir fennin ulemasıyla münakaşaya girişerek, beynel-ulema ittifaklı olan meseleleri tasdik ve ihtilaflı olanları da tashih ederse, o adamın bu harika olan hali, onun pek yüksekliğine ve onun ilminin de vehbi olduğuna delalet etmez mi?
Bu dört nükteyi göz önüne getir, Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselama bak ki, o zat, herkesçe müsellem ümmiliğiyle beraber, geçmiş enbiya ile kavimlerinin ahvallerini görmüş ve müşahede etmiş gibi, Kuranın lisanıyla söylemiştir. Ve onların ahvalini, sırlarını beyan ederek aleme neşir ve ilan etmiştir. Bilhassa naklettiği onların kıssaları, bütün zekilerin nazar-ı dikkatini celb eden dava-yı nübüvvetini ispat içindir. Ve naklettiği esasları, beynel-enbiya ittifaklı olan kısmı tasdik, ihtilaflı olanı da tashih edip davasına mukaddeme yapmıştır. Sanki o Zat, vahy-i İlahinin makesi olan masum ruhuyla zaman ve mekanı tayyederek o zamanın en derin derelerine girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir. Binaenaleyh, o Zatın bu hali, onun bir mucizesi olup nübüvvetine delil olduğu gibi, evvelki enbiyanın da nübüvvet delilleri manevi bir delil hükmünde olup, o Zatın nübüvvetini ispat eder.
BEŞİNCİ MESELE
Asr-ı Saadete ve bilhassa Ceziretül-Arab meselesine dairdir. Bunda da dört nükte vardır.
Birinci nükte: alemce malumdur ki, az bir kavmin adetlerinden, hakir, ehemmiyetsiz bir adeti kaldırmak veya zelil, miskin bir taifenin cüzi zayıf huylarını ref etmek, büyük bir hükümdara, uzun bir zamanda bile çok zahmetlere bağlıdır. Acaba, hakim olmamakla beraber, az bir zamanda, nihayet derecede adetlerine mutaassıp, inatçı ve kesretli bir kavimde rüsuh ve kuvvet peyda etmiş olan adetleri ref ve kalblerde istikrar peyda eden ve zamanlarca devam ve istimrar eden ahlaklarını terk ettiren, hem yerlerine gayet yüksek adetleri, güzel ahlakları tesis eden bir zat harikulade olmaz mı?
İkinci nükte: Yine alemce malumdur ki, devlet bir şahs-ı manevidir. Çocuk gibi, teşekkülü, büyümesi tedricidir.
Ve keza, yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi, yine tedricidir, zamana mütevakkıftır. Acaba, Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselamın bütün esasat-ı aliyeyi havi olan ve maddi-manevi bütün terakkiyat ve medeniyet-i İslamiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda defaten teşkil ettiği bir devletle dünyanın bütün devletlerine galebe edip maddi-manevi hakimiyetini muhafaza ve ibka ettiren, harikuladeliği değil midir?
Üçüncü nükte: Evet, kahır ve cebirle zahiri bir hakimiyet, sathi bir tahakküm, kısa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icra-yı tesir ederek, zahiren ve batınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hakimiyetini muhafaza ve ibka etmek, en büyük harika olmakla, ancak nübüvvetin hassalarından olabilir.
Dördüncü nükte: Evet, tehditlerle, korkularla, hilelerle efkar-ı ammeyi başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüzidir, sathidir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir.
Amma irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidatların inkişafına yol açmak, ahlak-ı aliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikati teşhir etmek, hürriyet-i kelama serbesti vermek, ancak şua-ı hakikatten muktebes harikulade bir mucizedir.
Evet, Asr-ı Saadetten evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu ki, kocaya vermekten ar ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi! Asr-ı Saadette İslamiyetin doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslamiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular. Acaba böyle ruhi, kalbi, vicdani bir inkılap hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi? Bu nükteleri ceyb-i kalbine soktuktan sonra, bu noktalara da dikkat et:
1. Tarih-i alemin şehadetiyle sabittir ki, parmakla gösterilen en büyük bir dahi, ancak umumi bir istidadı ihya ve umumi bir hasleti ikaz ve umumi bir hissi inkişaf ettirebilir. Eğer böyle bir hissi de ikaz edememiş ise sayi hep heba olur.
2. Tarih bize gösteriyor ki, en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanların cehalet, şekavet, zulüm zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı aliyeyi, Ceziretül-Arab memleketinde, bedevi ve dağınık bir kavim içinde inkişaf ettirmek harikulade değil midir? Evet, şems-i hakikatin ziyasındandır.
Bu noktaları aklına sokamayanın, Ceziretül-Arabı biz gözüne sokarız. Ey muannid! Ceziretül-Araba git, en büyük feylesoflardan yüz taneyi de intihap et, beraber götür. Onlar da orada ahlakın ve maneviyatın inkişafı hususunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabinin (a.s.m.) o vahşetler zamanında o vahşi bedevilere verdiği cilayı, senin o feylesofların, şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o Zatın yaptığı o cila İlahi, sabit, layetegayyer bir ciladır ve onun büyük mucizelerinden biridir.
Ve keza, bir işte muvaffakiyet isteyen adam, Allahın adetlerine karşı safvet ve muvafakatini muhafaza etsin ve fıtratın kanunlarına kesb-i muarefe etsin ve heyet-i içtimaiye rabıtalarına münasebet peyda etsin. Aksi takdirde, fıtrat, adem-i muvafakatla cevap verecektir.
Ve keza, heyet-i içtimaiyede, umumi cereyana muhalefet etmemek lazımdır. Muhalefet edildiği takdirde, dolabın üstünden düşer, altında kalır. Binaenaleyh, o cereyanlarda, tevfik-i İlahinin müsaadesine mazhariyeti dolayısıyla, o dolabın üstünde, Muhammed-i Arabi aleyhissalatü vesselamın hak ile mütemessik olduğu sabit olur.
Evet, Muhammed aleyhissalatü vesselamın getirdiği şeriatın hakaiki, fıtratın kanunlarındaki muvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lazım gelen münasebetleri ihlal etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal peyda olmuştur.
Bundan anlaşılır ki, İslamiyet, nev-i beşer için fıtri bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden vikaye eden yegane bir amildir.
Bu nükteler ile şu noktaları nazara al, Muhammed-i Haşimi aleyhissalatü vesselama bak. O Zat, ümmiliğiyle beraber, bir kuvvete malik değildi. Ne onun ve ne de ecdadının bir hakimiyetleri sebkat etmemişti; bir hakimiyete, bir saltanata meyilleri yoktu. Böyle bir vaziyette iken, mühim bir makamda, tehlikeli bir mevkide, kemal-i vüsuk ve itminan ile büyük bir işe teşebbüs etti, bütün efkar-ı ammeye galebe çaldı, bütün ruhlara kendisini sevdirdi, bütün tabiatların üstüne çıktı, kalblerden bütün vahşet adetlerini, çirkin ahlakları kaldırarak pek yüksek adat ve güzel ahlakı tesis etti, vahşetin çöllerinde sönmüş olan kalblerdeki kasaveti ince hissiyatla tebdil ettirdi ve cevher-i insaniyeti izhar etti. Onları, o vahşet köşelerinden çıkararak, evc-i medeniyete yükseltti ve onları, o zamana, o aleme muallim yaptı. Ve onlara öyle bir devlet teşkil etti ki, sahirlerin sihirlerini yutan asa-yı Musa gibi, başka zalim devletleri yuttu ve nev-i beşeri istila eden zulüm, fesat, ihtilal, şekavet rabıtalarını yaktı, yıktı ve az bir zamanda, devlet-i İslamiyeyi şarktan garba kadar tevsi ettirdi. Acaba o zatın şu macerası, onun mesleği hak ve hakikat olduğuna delalet etmez mi?
ALTINCI MESELE
Bu mesele, istikbal sahifesine bakar. Bu sahifede dahi dört nükte vardır.
Birinci nükte: Bir insan, ne kadar yüksek olursa olsun, ancak dört beş fende mütehassıs ve meleke sahibi olabilir.
İkinci nükte: Bazan olur ki, iki adamın söyledikleri bir söz, bir kelam, mütefavit olur; birisinin cehline, sathiliğine; ötekisinin ilmine, maharetine delalet eder. Şöyle ki:
Bir adam, düşünmeden, gayr-ı muntazam bir surette söyler; ötekisi, o sözün evvel ve ahirine bakar, siyak ve sibakını düşünür ve o sözün başka sözlerle münasebetlerini tasavvur eder ve münasip bir mevkide, münbit bir yerde zer eder. İşte bu adamın şu tarz-ı hareketinden, derece-i ilim ve marifeti anlaşılır. Kuran-ı Kerimin fenlerden bahsederken aldığı fezlekeler, bu kabil kelamlardandır.
Üçüncü nükte: Bu zamanda vesait, alat ve edevat, sanayiin tekemmülüyle çocukların oyuncakları gibi adileşmiş olan çok şeyler vardır ki, eğer onlar bundan iki üç asır evvel vücuda gelmiş olsaydılar, harikalardan addedilecekti. Kezalik, kelamlarda, sözlerde de zamanın tesiri vardır. Mesela bir zamanda kıymetli bir sözün, başka bir zamanda kıymeti kalmaz. Binaenaleyh, şu kadar uzun zamanlar, asırlar boyunca gençliğini, güzelliğini, tatlılığını, garabetini muhafaza eden Kuran, elbette ve elbette harikadır.
Dördüncü nükte: İrşadın tam ve nafi olmasının birinci şartı, cemaatin istidadına göre olması lazımdır. Cemaat, avamdır. Avam ise, hakaikı çıplak olarak göremez, ancak onlarca malum ve meluf üslup ve elbise altında görebilirler. Bunun içindir ki, Kuran-ı Kerim, yüksek hakaikı, müteşabihat denilen teşbihler, misaller, istiarelerle tasvir edip, cumhura, yani avam-ı nasın fehimlerine yakınlaştırmıştır.
Ve keza, tekemmül etmeyen avam-ı nasın tehlikeli galatlara düşmemesi için, hiss-i zahiri ile gördükleri ve itikad ettikleri güneş, arz gibi meselelerde icmal ve ipham etmişse de, yine hakikatlere işareten bazı emareler, karineler vaz etmiştir.
Bu nükteleri aklına koyduktan sonra, şu gelen fezlekeye dikkat et.
Şeriat-ı İslamiye, akli burhanlar üzerine müessestir. Bu şeriat, ulum-u esasiyenin hayati noktalarını tamamıyla tazammun etmiş olan ulum ve fünundan mülahhasdır. Evet, tehzibür-ruh, riyazetül-kalb, terbiyetül-vicdan, tedbirül-cesed, tedvirül-menzil, siyasetül-medeniye, nizamatül-alem, hukuk, muamelat, adab-ı içtimaiye, vesaire vesaire gibi ulum ve fünunun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi, şeriat-ı İslamiyedir.
Ve aynı zamanda, lüzum görülen meselelerde, ihtiyaca göre izahatta bulunmuştur. Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin istidadı olmayan meselelerde veyahut zamanın kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke ile icmal etmiştir. Yani, esasları vaz etmiş, fakat o esaslardan alınacak hükümleri veya esasata bina edilecek füruatı akıllara havale etmiştir. Böyle bir şeriatın ihtiva ettiği fenlerin üçte biri bile, şu zaman-ı terakkide, en medeni yerlerde, en zeki bir insanda bulunamaz. Binaenaleyh, vicdanı insaf ile müzeyyen olan zat, bu şeriatın hakikatinin bütün zamanlarda, bilhassa eski zamanda, takat-i beşeriyeden hariç bir hakikat olduğunu tasdik eder.
Evet, zahiren İslamiyet dairesine girmeyen düşman feylesofları bile, bu hakikati tasdik etmişlerdir. Ezcümle, Amerikalı feylesof Carlyle, Alman edib-i şehiri Goetheden naklen, Kuranın hakaikine dikkat ettikten sonra, “Acaba İslamiyet içinde alem-i medeniyetin tekemmülü mümkün müdür?” diye sormuştur. Yine bu suale cevaben demiştir ki:
“Evet. Muhakkikler, şimdi o daireden istifade ediyorlar.”
Yine Carlyle demiştir ki: “Hakaik-ı Kuraniye tulu ettiği zaman, ateş gibi bütün dinleri yuttu. Zaten bu onun hakkı idi. Çünkü, Nasara ve Yahudilerin hurafelerinden birşey çıkmadı.” İşte bu feylesof,
فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ…فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ
ila ahir olan ayet-i kerimenin mealini tasdik etmiştir.
S – Gerek Kuran-ı Kerim olsun, gerek tefsiri olan hadis-i şerif olsun, her fenden, her ilimden birer fezleke almışlardır. Bir kitap veya bir şahsın yalnız fezlekeleri ihata etmekle harika olması lazım gelmez. Bir şahıs, pek çok fezlekeleri ihata edebilir.
C – Bahsettiğimiz fezleke, sellemehüsselam fezlekeler değildir. Ancak, hüsn-ü isabetle, münasip bir mevkide ve münbit bir yerde, işitilmemiş çok işaretleri tazammun etmekle istimal ve zer edilen fezlekelerdir. Kuran veya hadisin aldıkları fezlekeler, bu kabil fezlekelerdir. Bu kabil fezlekeler, tam bir meleke ve ıttıladan sonra hasıl olabilir ki, herbir fezleke, mehazı olan fen veya ilmin hükmünde olur. Bu ise, bir şahısta olamaz.
Aziz arkadaş! Bu meselelerde yazılan muhakemelerin neticesi olarak şu gelen kaideleri de koynuna koy, sana lazım olur.
1. Bir şahıs, çok fenlerde ihtisas sahibi olamaz.
2. İki şahıstan sudur eden bir söz, istidatlarına göre tefavüt eder. Yani birisine göre altın, ötekisine nazaran kömür kıymetinde olur.
3. Fünun, fikirlerin birleşmesinden hasıl olup, zamanın geçmesiyle tekamül eder.
4. Eski zamanda nazari olup, bu zamanda bedihi olmuş olan çok meseleler vardır.
5. Zaman-ı mazi, bu zamana kıyas edilemez; aralarında çok fark vardır.
6. Sahra ve çöl adamları, basit ve saf insanlar olduğundan, medenilerin medeniyet perdesi altında gizleyebildikleri hile ve desiseleri bilmezler ve gizleyemezler; her işleri merdanedir, kalbleri ve lisanları birdir.
7. Çok ilim ve fenler vardır ki, adetlerin telkiniyle, vukuatın talimiyle ve zamanla, muhitin yardımıyla husule gelirler.
8. Beşerin nazarı istikbale nüfuz edemez, hususi keyfiyat ve ahvali göremez.
9. Beşer için bir ömr-ü tabii olduğu gibi, yaptığı kanunlar için de bir ömr-ü tabii vardır; onun nihayeti olduğu gibi, bunun da nihayeti vardır.
10. İnsanların sıfatlarında, tabiatlarında, ahvalinde zaman ve mekanın çok tesiri vardır.
11. Eski zamanlarda harika addedilen çok şeyler vardır ki, mebadi ve vesaitin tekamülüyle adi şeyler hükmüne geçmişlerdir.
12. Defaten bir fennin icadına ve ikmal edilmesine, bir zeka-i harika olsa bile, muktedir olamaz. O fen, ancak çocuk gibi tedricen kemale erer.
Aziz kardeşim! Bu kaideleri birer birer sayıp kafana koyduktan sonra, zamanın hayal ve hülyalarından, muhitin evham ve hurafelerinden tecerrüd et, çıplak ol, bu asrın sahilinden dal, Ceziretül-Arab yarımadasına çık. O yarımadanın mahsulatından olan insanların kılık ve kıyafetlerine gir, fikirlerini başına tak, pek geniş olan o sahraya bak. Göreceksin ki:
Bir insan, tek başına, ne muini var ve ne yardım edeni; ne saltanatı var ve ne definesi… Meydana çıkmış, bütün dünyaya karşı mübareze ediyor. Ve umum insanlara hücum etmeye hazırlanmıştır. Ve omuzlarına küre-i arzdan daha büyük bir hakikat almıştır. Elinde de, insanların saadetini temin eden bir şeriat tutmuştur ki, libasa benzemiyor; cilt ve deri gibi yapışık olup, istidad-ı beşerin inkişafı nisbetinde tevessü ve inkişaf etmekle saadet-i dareyni intaç ve nev-i beşerin ahvalini tanzim eder.
“O şeriatın kanunları, kaideleri nereden gelmiş ve nereye kadar devam eder gider?” diye sorulduğu zaman, yine o şeriat, lisan-ı icazıyla cevaben diyecektir ki: Biz, Kelam-ı Ezeliden ayrıldık, nev-i beşerin fikriyle beraber ebede kadar devam edip gideceğiz. Fakat nev-i beşer dünyadan kat-ı alaka ettikten sonra, biz de sureten, teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız. Fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız.
Ey arkadaş! Bu gördüğün garip, acip sahifenin baştan nihayete kadar ihtiva ettiği haller, inkılaplar, vaziyetler, فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ deki emr-i taciziyi, nev-i beşere tekrar tekrar ilan ediyorlar.
Aziz kardeşim! Bir kapı daha açıldı, oraya bakalım.
وَاِنْ كنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا ila ahir, olan ayet-i kerimenin işaret ettiği gibi, cemaatin istidadına göre irşadın yapılması lüzumundan ve Şariin, cumhuru irşad etmekte takip ettiği maksattan gafletleri ve cehilleri dolayısıyla bazı insanlar, Kuran hakkında çok şek ve şüphelere maruz kalmışlardır. O şek ve şüphelerin menşei üç emirdir.
1. Diyorlar ki: Kuranda “müteşabihat ve müşkilat” denilen, hakiki manaları anlaşılmayan bazı şeylerin bulunması, icazına münafidir. Zira Kuranın icazı, belagat üzerine müessestir; belagat da, ancak ifadenin zuhur ve vuzuhuna mebnidir.
2. Diyorlar ki: Yaratılışa ait meseleler, müphem ve mutlak bırakılmıştır. Ve keza, kainata dair fünundan pek az bahsedilmiştir. Bu ise, talim ve irşad mesleğine münafidir.
3. Diyorlar ki: Kuranın bazı ayetleri zahiren akli delillere muhaliftir. Bundan, o ayetlerin hilaf-ı vaki oldukları zihne geliyor. Bu ise, Kuranın sıdkına muhaliftir.
O heriflerin zuumlarınca, Kurana bir nakise ve şek ve şüphelere sebep addettikleri şu üç emir, Kuran-ı Kerime bir nakise teşkil etmez. Ancak, Kuranın icazını bir kat daha ispat etmeye ve irşad hususunda Kuranın en beliğ bir ifade ile en yüksek bir üslubu ihtiyar etmesine sadık-ı şahid ve kati delildir. Demek kabahat, onların fehimlerindedir—haşa!—Kuran-ı Kerimde değildir.
Evet, وَكَمْ مِنْ عَائِبٍ قَوْلاً صَحِيحًا وَاٰفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقِيمِ Şairin dediği gibi, fehimleri hasta olduğundan, sağlam sözleri tayip ediyorlar veya, ayı gibi, elleri üzüm salkımına yetişemediğinden, ekşidir diyorlar. Bunların da fehimleri Kuranın o yüksek icazına yetişemediğinden, tayip ediyorlar.
“Kuran-ı Kerimde müteşabihat vardır” dedikleri birinci şüphelerine cevap:
Evet, Kuran-ı Kerim, umumi bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i dersinde oturan, nev-i beşerdir. Nev-i beşerin ekserisi avamdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tabidir. Yani, umumi irşadını ekallin hatırı için tahsis edemez. Maahaza, avama yapılan konuşmalardan havas hisselerini alırlar. Aksi halde, avam, yüksek konuşmaları anlayamadığından, mahrum kalır.
Ve keza, avam-ı nas, ülfet ettikleri üsluplardan ve ifadelerin çeşitlerinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maani ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakikatleri ve akliyatı fehmedemezler. Ancak, o yüksek hakaikin, onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lazımdır. Fakat Kuranın böyle ifadelerinin hakikat olduğuna itikad etmemelidirler ki, cismiyet ve cihetiyet gibi muhal şeylere zahip olmasınlar. Ancak o gibi ifadelere, hakaike geçmek için bir vesile nazarıyla bakılmalıdır.
Mesela, Cenab-ı Hakkın kainatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki, اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى ayetinde kinaye tariki ihtiyar edilmiştir. Hissiyatı bu merkezde olan avam-ı nasa yapılan irşadlarda, belagat ve irşadın iktizasınca, avamın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lazımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avam-ı nasın fehimlerine göre ifade edilen Kuran-ı Kerimin ince hakikatleri, اَلتَّنَزُّلاَتُ اْلاِلهِيَّةُ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ ile anılmaktadır. Yani, insanların fehimlerine göre Cenab-ı Hakkın hitabatında yaptığı bu tenezzülat-ı İlahiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlahi bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kuran-ı Kerimin üslupları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avam-ı nasın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür.
Bu sırra binaendir ki, büleğa, büyük bir ölçüde ince hakikatleri tasavvur ve dağınık manaları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar.
Müteşabihat dahi ince ve müşkil istiarelerin bir kısmıdır. Zira müteşabihat, ince hakikatlere suretlerdir.
“Kuranda müşkilat vardır” dedikleri birinci şüphenin ikinci kısmına cevap:
İşkal dedikleri şey ya üslubun pek yüksek ve muhtasar olmasıyla mananın çok derin ve inceliğinden ileri gelir; Kuranın müşkilatı bu kabildendir. Veya ibarede karışık ve düğümlü noktaların bulunmasından neşet eder; Kuran-ı Kerim, bu kısım müşkilattan müberra ve münezzehtir. Acaba cumhurun zihninden uzak ve pek derin hakikatleri kolay ve kısa bir suretle avam-ı nasın fehimlerine yakınlaştırmak ayn-ı belagat değil midir? Belagat, mukteza-yı hali müraattan ibaret değil midir? Hey gözlerin kör olsun herif!
“Yaratılışa ve maddiyata dair meselelerde Kuran müphem geçmiştir” dedikleri ikinci şüphelerine cevap, şöyle ki:
Şecere-i alemde, meylül-istikmal vardır. Yani, kainatın, bir ağaç gibi, bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemale doğru yürümektedirler. O umumi meylül-istikmalden ayrı olarak, insanda da meylüt-terakki vardır. Bu meylüt-terakki çekirdek gibidir; neşvüneması pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimaıyla teşekkül ve tevessü etmekle fünunu intaç eder. Bu fünun da, mürettebedir. Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir. Birincisi olmasa, o olamaz. Birincisinin ona mukaddeme ve ulum-u mütearife hükmünde olması şarttır.
Buna binaen, bundan on asır evvel gelen insanlara fünun-u hazırayı ders vermek veya garip meselelerden bahsetmek, onların zihinlerini şaşırtmaktan ve o insanları safsatalara atmaktan gayrı bir faide vermezdi. Mesela, Kuran-ı Kerim, “Ey insanlar! Şemsin sükununa, arzın hareketine ve bir katre su içinde binlerce hayvanatın bulunduğuna dikkat ediniz ki azamet-i İlahiyeyi anlayasınız” demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını tekzibe sevk etmiş olurdu. Çünkü hiss-i zahiriye muhaliftir. Maahaza, on asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanları memnun etmek, makam-ı irşada muhalif olduğu gibi, ruh-u belagatle de kabil-i telif değildir.
S – “Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hazıra eski insanlara meçhul ve gayr-ı meluf olduğundan, onları onlara ders vermek hatadır” diyorsun. Bilhassa ahirete ait ahval gibi müstakbeldeki nazariyat da böyle değil midir? Onlar da bize meçhul ve gayr-ı melufturlar. Onlardan bahsetmek niçin hata olmuyor?
C – Müstakbeldeki nazariyat, bilhassa ahirete ait ahvale hiçbir cihetle hiss-i zahiri taalluk etmemiştir ki, o hissin hilafını söylemek şaşırtma olsun. Binaenaleyh, o gibi şeyler, daire-i imkandadırlar. Öyleyse, onlara itikad ve onlarla itminan peyda etmek mümkündür. Öyleyse, o gibi şeylerin hakk-ı sarihi, onları tasrih etmektir. Lakin keşfiyat-ı fenniye, eski insanlara göre, imkan ve ihtimal dairesinden çıkıp, muhal ve imtina derecesine girmişlerdir. Çünkü gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilafı onlarca muhaldir. Öyleyse, onların hissiyatına hürmeten, o gibi meselelerde belagatın iktizası, ipham ve ıtlaktır ki, onlara bir şaşırtma olmasın.
Fakat Kuran-ı Kerim, irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emarelerin vazıyla, hakikatlere işaretler yapmıştır.
Ey insafsız! Seni insafa davet ediyorum. Bir kere كَلِّمِ النَّاسَ عَلٰى قَدَرِ عُقُولِهِمْ olan meşhur düsturu nazara almakla, zamanlarıyla muhitlerinin müsaadesizliğini düşünerek, telahuk eden binlerce efkarın neticelerinden doğan şu keşfiyat-ı fenniyeyi o zamanlardaki insanların kafa mideleri alıp hazmedemediklerine dikkat edersen anlayacaksın ki Kuran-ı Kerimin o gibi meselelerde ihtiyar ettiği ipham ve ıtlak yolu, ayn-ı belagat olduğu gibi, yüksek icazını da ispata aşikar bir delil olduğunu, gözün kör değilse göreceksin!
“Kuranda, delail-i akliyeye ve fennin keşfiyatına muhalif bazı ayetler vardır” dedikleri üçüncü şüphelerine cevap:
Kuran-ı Kerimde takip edilen maksad-ı asli, ispat-ı Sani, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet esaslarına cumhur-u nası irşad ve isal etmektir. Binaenaleyh, Kuran-ı Kerimin kainattan yaptığı bahis tebeidir, kasti değildir. Yani ligayrihidir, lizatihi değildir.
Yani, Kuran-ı Kerim, Cenab-ı Hakkın vücut, vahdet ve azametine istidlal suretiyle kainattan bahsetmiştir. Yoksa, kainatın bizzat keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünkü Kuran-ı Kerim, coğrafya, kozmoğrafya gibi kasten kainatın keyfiyetinden mana-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitap değildir. Ancak, kainat sahifesinde yazılan sanat-ı İlahiyenin nakışları ve yaratılan kudretin mucizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mana-yı harfiyle Sani ve nizam-ı hakikiye istidlal keyfiyetini öğretmek için nazil olan bir kitaptır. Binaenaleyh, sanat, kasd, nizam, kainatın her zerresinde bulunur, matlup hasıl olur; teşekkülü nasıl olursa olsun bizim matlubumuza taalluku yoktur.
Febinaen ala zalik, madem ki Kuranın kainattan bahsi istidlal içindir ve delilin de müddeadan evvel malum olması şarttır ve delilin muhataplarca vuzuhu müstahsendir; bazı ayetlerin onların hissiyatına ve edebi malumatlarına imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-yı belagat ve irşad olmaz mı? Fakat bu ayetlerin, hissiyatlarına imale etmesi meselesi o hissiyata kasten delalet etmek için değildir. Ancak, kinaye kabilinden o hissiyatı okşamak içindir. Maahaza, hakikate ehl-i tahkiki isal için, karine ve emareler vaz edilmiştir. Mesela, eğer Kuran-ı Kerim, makam-ı istidlalde şöylece demiş olsaydı ki: “Ey insanlar! Güneşin zahiri hareketiyle hakiki sükununa ve arzın zahiri sükunuyla hakiki hareketine ve yıldızlar arasında cazibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acibelerine ve yetmiş unsur arasında hasıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki, bu gibi harika şeylerden Cenab-ı Hakkın herşeye kàdir olduğunu anlayasınız” deseydi, delil, müddeadan binlerce derece daha hafi, daha müşkül olurdu. Halbuki, delilin müddeadan daha hafi olması, makam-ı istidlale uymaz. Maahaza, onların hissiyatına imale edilen ayetler kinaye kabilinden olup, ifade ettikleri zahiri manaları sıdk veya kizbe medar olamaz.
Evet, görmüyor musun, قَالَ deki ا hiffeti ifade ediyor? Aslı و olsun ى olsun, ne olursa olsun, bize taalluk etmez.
Hülasa: Madem ki Kuran, bütün zamanlardaki bütün insanlara nazil olmuştur; şu şüphe addettikleri umur-u selase, Kurana nakise değil, Kuranın yüksek icazına delillerdir.
Evet, Kuran-ı Mucizül-Beyanı talim eden Cenab-ı Hakka kasem ederim ki, o Beşir ve Nezirin (a.s.m.) basar ve basireti, hakikatı hayalden tefrik edememekten münezzehtir, celildir, celidir; veya insanları kandırarak mağlatalara düşürtmekten, meslek-i alileri ganidir, alidir, temizdir, tahirdir!
YEDİNCİ MESELE
Hazret-i Muhammed aleyhissalatü vesselamın izhar ettiği mahsus ve zahiri ve insanlarca meşhur ve malum olan harika ve mucizelerinin ekserisi, tarih ve siyer kitaplarında mezkurdur ve aynı zamanda, muhakkikin-i ulema tarafından izah ve beyan edilmişlerdir. Binaenaleyh, tafsilatını o kitaplara havale ile yalnız o harikaların nevilerini icmalen izah edeceğiz.
Evet, Peygamber ın zahiri harikalarının herbirisi ahadi olup mütevatir değilse de, o ahadilerin heyet-i mecmuası ve çok nevileri, mütevatir-i bilmanadır. Yani, lafız ve ibareleri mütevatir değilse de, manaları çok insanlar tarafından nakledilmiştir. O harikaların nevileri üçtür.
Birincisi: “İrhasat” ile anılmaktadır ki, Muhammed aleyhissalatü vesselamın nübüvvetinden evvel zuhur eden harikalardır. Mecusi milletinin taptığı ateşin sönmesi, Sava denizinin sularının çekilmesi, Kisra sarayının yıkılması ve gaipten yapılan tebşirler gibi şeylerdir. Sanki o Hazretin (a.s.m.) zaman-ı veladeti, hassas ve keramet sahibi imiş gibi, o zatın kudüm ve gelmesini şu gibi hadiselerle tebşiratta bulunmuştur.
İkinci nevi ihbarat-ı gaybiyedir ki, bilahare vukua gelecek pek çok garip şeylerden bahsetmiştir. Ezcümle, Kisra ve Kayserin definelerinin İslam eline geçmesi, Rumların mağlup edilmesi, Mekkenin fethi, Kostantiniyenin alınması gibi hadisattan haber vermiştir. Sanki o zatın cesedinden tecerrüd eden ruhu, zaman ve mekanın kayıtlarını kırarak istikbalin her tarafına uçup gezmiş ve gördüğü vukuatı söylemiştir ve söylediği gibi de vukua gelmiştir.
Diyarbakırda Van Valisi Cevdet Beyin evinde 19 Şubat 1330 tarihinde Cuma gecesi bu tefsirin ilk Arabi nüshasını tebyiz ederken, şu şekl-i garib, tevafukan vaki olmuştur. Ve o gece vukua gelen Bitlisin sukutuyla müellif Bediüzzamanın esaretine rastgelir. Sanki şu şekl-i garibin, şu mucizeler ve harikalar bahsinde o gece husule gelmesi, müellifin Ruslara esir düştüğüne ve beraberinde bulunan bazı talebelerinin şehid olarak kanlarının dökülmesine harika bir işarettir.
Saidin Küçük Kardeşi, Yirmi Senelik Talebesi
Abdülmecid
Ve keza bu nakış, başı kesilmiş bir yılanın, kuyruğunu müellif Bediüzzamana sarmış olduğuna ve müellifin yaralı olarak otuz saat ölüme muntazıran su arkının içinde kaldığı yere benziyor ve o vaziyeti andırıyor
Eski Saidin Ehemmiyetli Talebesi
Hamza
Üçüncü nevi hissi harikalardır ki, muaraza zamanlarında kendisinden talep edilen mucizelerdir. Taşın konuşması, ağacın yürümesi, ayın iki parçaya bölünmesi, parmaklarından su akması gibi. Tefsir-i Keşşafın müellifi Zemahşerinin dediğine göre, o Hazretin bu nevi harikaları bine baliğ olmuştur. Ve bir kısmı da mütevatir-i bilmanadır. Hatta Kuranı inkar edenlerden bir kısmı, inşikak-ı kamer manasında tasarruf etmemişlerdir.
S – İnşikak-ı kamer bütün insanlarca kesb-i şöhret etmesi lazım bir mucize iken alemce o kadar şöhret bulmamıştır. Esbabı nedir?
C – Matlaların ihtilafı ve havanın bulutlu olmasının ihtimali ve o zamanda rasathanelerin bulunmaması ve vaktin uyku gibi gaflet zamanı olması ve inşikakın ani olması gibi esbabdan dolayı, herkesçe o vakanın görünmesi ve malum olması lazım gelmez. Maahaza, Hicaz matlaıyla matlaları bir olan yerlerde, o gece yollarda bulunan kervan ve kafilelerden naklen, inşikakın vukua geldiği hakkında çok rivayetler vardır.
Üçüncü nevi mucizelerin reisi ve en büyüğü Kuran-ı Azimüşşandır ki, yedi vecihle mucize olduğuna mezkur ayetle işaret edilmiştir.
Arkadaş! Şu meseleleri az çok fehmettin.Şimdi, bu ayetin makabliyle olan cihet-i irtibatına bakalım.
Evet, İbn-i Abbasın يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا ayetindeki “ibadet”i, tevhidle tefsir ettiğine nazaran, evvelki ayet ispat-ı tevhid hakkındadır, bu ayet de ispat-ı nübüvvet hakkındadır. Nübüvvet-i Muhammediye (a.s.m.) ise, tevhidin en büyük bir delilidir. Demek ki bu iki ayet arasında cihet-i irtibat, aralarındaki dalliyet ve medluliyyet alakasıdır. Yani biri delil, diğeri medluldur.
Nübüvvetin ispatı, ancak mucizelerle olur. En büyük mucizesi ise, Kuran-ı Kerimdir. Evet, Kuranın mucize olduğu, alem-i İslamca kabul ve tasdik edilmiş bir hakikattır.
Amma muhakkikin-i ulema tarafından, Kuranın vücuh-u icazı hakkında ihtilaf vaki olmuştur. Yani, icazını intaç eden cihetler çoktur. Herbir muhakkik, bir ciheti tercih ve ihtiyar etmiştir; aralarında muhalefet, musademe yoktur.
İcazın vecihleri:
1. Gaipten, istikbalden haber vermesi.
2. ayetlerinde tenakuz, tehalüf, hata bulunmaması.
3. Nazım ile nesir arasında, ediplerce gayr-ı malum bir üslubu ihtiyar etmesi.
4. Okur-yazar olmayan bir zattan sudur etmesi.
5. Takat-i beşeriye fevkinde ulum ve hakaiki ihata etmesi gibi pek çok şeylerdir.
Lakin icazının en yüksek veçhi, nazmındaki belagatten doğmuştur. Evet, Kuranın bu nevi icazı, beşerin takatinden hariç bir derecededir. Bu hakikati tafsilen anlayıp kanaat hasıl etmek isteyen, bu tefsiri ve emsali eserleri ve Yirmi Beşinci Sözü zeyilleriyle beraber mütalaa etsin.
Fakat icmali bir malumatı elde etmek isteyenler de, belagatin imamları bulunan Abdülkahir-i Cürcani, Zemahşeri, Sekkaki, Cahızın bu kısım icaz hakkında üç tarikle beyan ettikleri malumattan, miktar-ı kafi malumat elde edebilir.
Birinci tarik: Arap kavmi maarifsiz, bedevi bir millet idi. Muhitleri de, onlar gibi bedevi bir muhit idi. Divanları, şiir idi. Yani, medar-ı iftihar olan hallerini, şiirle kayt ve muhafaza ederlerdi. İlimleri, belagat idi. Medar-ı iftiharları, fesahat idi. Sair kavimlerden fazla bir zekaya malik idiler. Başka insanlara nisbeten cevval fikirleri vardı.
İşte Arap kavmi böyle bir vaziyette iken ve zihinleri de bahar çiçekleri gibi yeni yeni açılmaya başlarken, birden bire Kuran-ı Azimüşşan, yüksek belagatiyle, harika fesahatiyle mele-i aladan yeryüzüne indi. Arapların medar-ı iftiharları ve timsal-i belagatleri olan ve bilhassa Kabe duvarında teşhir edilmek üzere altın suyu ile yazılmış “Muallakat-ı Seba” ünvanıyla anılan en meşhur ediplerin en beliğ ve en fasih eserlerini iftihar listesinden sildirtti. Maahaza, Muhammed (a.s.m.) Kuranla muarazaya ve Kurana bir nazire yapılmasına onları şiddetle davet etmekten geri durmuyordu, damarlarına dokunduruyordu, techil ve terzil ediyordu. O Hazretin yaptığı böyle şiddetli hücumlara karşı, o umera-i belagat ve hükkam-ı fesahat ünvanıyla anılan Arap edipleri, bir kelime ile dahi mukabelede bulunamadılar. Halbuki kibir ve azametleri, enaniyetleri ve göklere kadar çıkan gururları iktizasınca, gece gündüz çalışıp Kurana bir nazire yapmalıydılar ki, aleme karşı rezil ve rüsvay olmasınlar.
Demek bu meselenin uhdesinden gelemediklerinden, yani Kuranın bir benzerini yapmaktan aciz kaldıklarından sükuta mecbur olmuşlardır. İşte onların bu ıztırari sükutları aczlerini meydana çıkardı. Ve bunların aczlerinden de, icaz-ı Kuranın güneşi tulu etmiştir.
İkinci tarik: Kelamların hasiyetlerini, kıymetlerini, meziyetlerini bilip altınlarını bakırından tefrik eden bütün ehl-i tahkikten, tetkikten, tenkitten, dost ve düşmanlar tarafından Kuran-ı Kerim sure sure, ayet ayet, kelime kelime mihenk taşına vurularak, altından maada bir bakır eseri görülmemiştir. Bu ağır imtihandan sonra, Kuran-ı Azimüşşanın ihtiva ettiği mezaya, letaif, hakaikin hiçbir beşer kelamında bulunmadığına şehadet etmişlerdir.
Onların sıdk-ı şehadetleri şöylece ispat edilebilir: Kuranın insan aleminde yaptığı büyük inkılap ve tebeddül ve şark ve garbı içine alan tesis ettiği din, diyanet ve zamanın geçmesiyle gençlik ve şebabiyetini ve tekerrür ettikçe halavetini muhafaza etmesi gibi harika halleri, اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى ayetini okuyup ilan ediyorlar.
Üçüncü tarik: Belagat imamlarından meşhur Cahızın tahkikatına göre, Arap edip ve beliğlerinin Muhammed aleyhissalatü vesselamın davasını kalemle iptal etmeye tarife gelmez derecede ihtiyaçları vardı. Ve o Hazrete karşı olan kin, adavet ve inatlarıyla beraber, en kolay, en yakın, en selim olan kalem ve yazı ile muarazayı terk ve en uzun, en müşkül, en tehlikeli ve şüpheli seyf ve harp ile mukabeleye mecburen iltica ettiler. Suret-i katiyede bundan anlaşıldı ki, Kuranın benzerini yapmaktan aciz kalmışlardır. Zira, her iki yolun arasındaki farkı bilmeyenlerden değildiler.
Binaenaleyh, birinci yol iptal-i dava için daha müsait iken onu terkedip, hem malları, hem canları tehlikeye atan başka bir yola süluk eden, ya sefihtir—halbuki Müslüman olduktan sonra siyaset-i alemi eline alanlara sefih denilemez—veya birinci yola süluktan kendilerini aciz görmüşlerdir. Onun için kalem yerine seyfe müracaat etmişlerdir.
S – Kurana bir nazire yapmak mümkinattan imiş, fakat nasılsa yapılmamıştır?
C – Mümkinattan olmuş olsaydı, damarlarına dokundurulanlar, behemahal muarazayı arzu ederlerdi. Ve muaraza arzusunda bulunmuş olsaydılar, muaraza yapacaklardı. Çünkü, iptal-i dava için muarazaya ihtiyaçları pek şedit idi. Muaraza etmiş olsaydılar, gizli kalmazdı, tezahür ederdi. Çünkü tezahürüne rağbet çok olduğu gibi, esbab dahi çok idi. Tezahür etseydi, alemde şöhret bulurdu. Şöhret bulmuş olsaydı, Müseylimenin hezeyanları gibi behemahal tarihte bulunacaktı. Madem ki tarihte bulunmamıştır, demek yapılmamıştır. Madem yapılmamıştır, demek Kuran mucizedir.
S – Müseylime, füseha-i Arabdan olduğu halde sözleri niçin aleme maskara olmuştur?
C – Çünkü onun sözleri, bin derece fevkinde bulunan sözlere karşı mukabeleye çıktığından çirkin ve gülünç olmuştur. Evet, güzel bir adam, Yusuf (a.s.) ile beraber güzellik imtihanına girerse, elbette çirkin ve gülünç olur.
S – Kuran-ı Kerim hakkında şek ve şüpheleri olanlar, Kuranın bazı terkip ve kelimeleri güya nahiv ilminin kaidelerine muhalefet etmiş gibi şüphe ika etmişlerdir?
C – Bu gibi heriflerin, ilm-i nahvin kaidelerinden haberleri yoktur. Sekkakinin dediği gibi, efsah-ı füseha olan Muhammed aleyhissalatü vesselam, Kuran-ı Kerimi uzun uzun zamanlarda tekrar tekrar okuduğu halde o hataların farkında olmamış da bu cahil herifler mi farkında olmuşlardır? Bu, hangi akla girer ve hangi kafaya sığar? Sekkaki, Miftahının sonunda, bu gibi cahilleri iyi taşlamıştır.
Evet, bir şairin dediği gibi,
لَوْ كُلُّ كَلْبٍ عَوٰى اَلْقَمْتَهُ حَجَرًا لَمْ يَبْقَ فِى هٰذِهِ الْكُرَّةِ اَحْجَارُ
“Her üren kelbin ağzına bir taş atacak olsan dünyada taş kalmaz.”
Bu ayeti makabliyle rapteden ikinci vecih ise:
Evvelki ayet vakta ki ibadeti emretti, sanki “İbadetin keyfiyeti nasıldır?” diye samiin zihnine bir sual geldi; “Kuranın talim ettiği gibi” diye cevap verildi.
Tekrar, “Kuranın Allahın kelamı olduğunu nasıl bileceğiz?” diye ikinci bir suale daha kapı açıldı.
Bu suale cevaben وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا ila ahir, ayetiyle cevap verildi. Demek her iki ayetin arasındaki cihet-i irtibat, bir sual-cevap ve bir alış-veriştir.
Arkadaş! Bu ayetin ihtiva ettiği cümlelerin arasına girelim, bakalım aralarında ne gibi münasebetler vardır?
Evet, ﴾ وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا ﴿ cümlesi, mukadder bir suale cevaptır. Çünkü, Kuran, evvelki ayette ibadeti emrettiği vakit, “Acaba ibadete olan bu emrin Allahın emri olup olmadığını nasıl anlayacağız ki imtisal edelim?” diye bir sual samiin hatırına geldi. Bu suale cevaben denildi ki: “Eğer Kuranın ve dolayısıyla bu emrin Allahın emri olduğunda şüpheniz varsa, kendinizi tecrübe ediniz ve şüphenizi izale ediniz.”
Ve eyzan, vakta ki Kuran, surenin evvelinde لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ cümlesiyle kendisini sena etti, sonra müminlerin medhine, sonra kafir ve münafıkların zemmine intikal etti, sonra ibadet ve tevhidi emrettikten sonra surenin başına dönerek لاَ رَيْبَ فِيهِ cümlesini tekiden وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ ila ahir, cümlesini zikretti. Yani; “Kuran, şek ve şüphelere mahal değildir. Sizin şüpheleriniz, ancak kalblerinizin hastalığından ve tabiatınızın sekametinden neşet ediyor.” Evet, gözleri hasta olan, güneşin ziyasını inkar eder; ağzı acı olan, tatlı suya acı der.
﴾ فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ ﴿ Yani: “Kuranın mislinden bir sure getiriniz.”
Arkadaş! Bu cümleyi وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ cümlesiyle bağlayan اِنْ edat-ı şarttır. Şart edatları, daima—hararetle ateş gibi—biri sebep, diğeri müsebbep iki cümleye dahil olurlar. İlm-i nahivce, birisine filüş-şart, ikincisine cezaüş-şart denir. Bu iki cümle arasında, hararetle ateş arasında olduğu gibi “lüzum” lazımdır. Halbuki bu iki cümle arasında lüzum görünmüyor. Binaenaleyh, ayetin ihtisarı dolayısıyla, ortadan kaldırılan cümlelere müracaat lazımdır. Mukadder cümleler ise, تَشَبَّثُوا وَجَبَ التَّشَبُّثُ تَعَلَّمُوا وَجَرِّبُوا emirleridir. Bunlar, sırayla, ikincisi birincisine lazımdır. Yani ityan (delil getirmek), tecrübeye lazımdır; tecrübe taallüme, taallüm vücub-u teşebbüse, vücub-u teşebbüs de teşebbüse, teşebbüs de raybe lazımdır. Demek bu kadar lüzumların takdiri lazımdır ki, “Kuranın bir mislini getiriniz” ile “Kuranda şüpheniz varsa” arasında lüzum tezahür edebilsin.
﴾ وَادْعُوا شُهَدَۤاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ ﴿ Bu cümlenin, üç vecihle makabliyle irtibatı vardır.
Birinci vecih: “Kurana muaraza etmekten zahir olan aczimiz, bütün insanların aczini istilzam etmez. Biz yapamadık, ama başkaları yapabilirler” diye zihinlerine gelen vesveseyi def etmek için, Kuran-ı Kerim, bu ayetin lisanıyla, “Büyüklerinizi, reislerinizi de çağırınız, size yardım etsinler” diye onları ilzam etmiştir.
İkinci vecih: “Eğer biz muaraza teşebbüsünde bulunsak, bizi destekleyen, müdafaa eden yoktur” diye ileri sürdükleri zuumlarını da reddetmiştir ki, “Herhangi bir meslek olursa olsun, mutaassıpları çoktur. Muaraza ettiğiniz takdirde, sizi müdafaa eden çok olur” diye onları iskat etmiştir.
Üçüncü vecih: Kuran-ı Kerim, sanki onlara istihzaen diyor ki: “Muhammed aleyhissalatü vesselam, bütün insanlara nübüvvetini tasdik ettirmek için Allahından yardım istedi. Allahı da, Kuranına sikke-i icazı basarak pek çok insanlara tasdik ettirdi. Sizin alihelerinizden bir faideniz varsa, siz de onları çağırınız, size yardım etsinler.”
﴾ فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا ﴿ Yani, “Tecrübeden sonra bakınız; muarazaya kadir olmadığınız takdirde, acziniz zahir olur ve muarazayı da yapmış olmazsınız.”
﴾ وَلَنْ تَفْعَلُوا ﴿ Yani, “Mazide yapamadığınız gibi, bundan sonra da katiyetle yapamayacaksınız.” Binaenaleyh, “Bizim mazide yapamamamız, istikbalde beşerin yapamamasını istilzam etmez” diye izhar ettikleri o bahaneyi de, لَنْ تَفْعَلُوا ile def etmiştir. Ve aynı zamanda üç vecihle icaza işaret yapmıştır.
Birinci vecih: Gaipten haber vermiştir ve ihbar ettiği gibi de muaraza vaki olmamıştır. Bakınız, milyonlarca Arabi kitap vardır ve bütün müellifler, dost olsun, düşman olsun, Kuranın üslubunu taklit etmeye fevkalade müştak oldukları halde, hiçbir müellif, hiçbir kitabında Kuran-ı Kerimin üslubunu taklit etmeye muvaffak olamamıştır. Sanki Kuran-ı Mucizül-Beyan,
نَوْعٌ مُنْحَصِرٌ فِى الشَّخْصِ yani, bir şahısta inhisar etmiş bir nevidir. Binaenaleyh, Kuran-ı Kerim, ya bütün kitapların altındadır—bu, gülünç bir sözdür—veya bütün kitapların fevkinde, fevkalküll bir nadiredir.
İkinci vecih: Böyle büyük bir davada ve müşkül bir makamda, onların asablarını tahrik, izzet-i nefislerini kırmak suretiyle “Yapamayacaksınız” diye katiyetle verdiği hüküm, onun emin, mutmain, itimadlı olduğuna bir delildir.
Üçüncü vecih: Sanki Kuran-ı Kerim diyor ki: “Sizler, fesahatin ümerası ve herkesten ziyade fesahate muhtaç olduğunuz halde, muarazaya kàdir olamadınız. Beşer de Kuranın muarazasına kàdir olamaz.”
Ve keza, Kuranın neticesi olan İslamiyete bir nazirenin yapılmasına zaman-ı mazi kàdir olmadığı gibi, istikbal zamanı da onun mislinden aciz kalacağına bir işarettir.
﴾ فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ ﴿
Yani, “Kafirlere hazırlanan bir ateşten sakınınız ki, odunu, insanlar ile taşlardır.” فَاتَّقُوا cümlesi اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا cümlesine cezaüş-şart olduğu cihetle, aralarında lüzumun bulunması lazımdır. Halbuki muarazanın yapılmaması, ateşten sakınmayı istilzam etmez. Binaenaleyh, ihtisar için ortadan kaldırılan cümlelere müracaat etmekle, bu lüzumu arayıp bulacağız. Şöyle ki:
1. Muarazanın yapılmamasından, Kuranın icazı lazımgelir.
2. Kuranın icazından, Allahın kelamı olduğu lazım gelir.
3. Allahın kelamı olduğundan, emirlerine imtisal lazım gelir.
4. Emirlerine imtisalden, ibadetin yapılması lazım gelir.
5. İbadetin yapılması, ateşe girmemeye vesiledir.
İşte bu cümlelerin arasında bulunan lüzumların silsilesinden, فَاتَّقُوا ile اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا arasındaki o gizli lüzum tezahür eder. Ve bu yapılan icaz ve ihtisardan, icazın bir şuaı meydana gelir.
اَلَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ Kuran-ı Kerim, onları فَاتَّقُوا النَّارَ cümlesi ile tehdit ettikten sonra, نَارَ kelimesinin bu cümle ile vasıflandırılmasıyla da o tehdidi tekit ve teşdit etmiştir. Zira, odunu insanlar ile taşlar olan bir ateşin heybeti, dehşeti ve havfı daha şedittir.
Ve keza, bu cümle ile, sanemlere ibadet yapanları zecir ve men etmeye işaret yapılmıştır. Şöyle ki: “Ey insanlar! Allahın emirlerine imtisal etmeyip, bilhassa taşlara ve camid şeylere ibadet yaparsanız, muhakkak biliniz ki, tapanlar ile taptıkları şeyleri yiyip yutacak bir ateşe gireceksiniz!”
اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ bu cümle, فَاتَّقُوا ile اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا cümleleri arasındaki lüzumu izah eder ve kararlaştırır. Yani, şu ateş azabı, Kurana imtisal etmeyen kafirlere hazırlanmıştır. Hem bu ateş, tufan ve sair musibetler gibi iyi-kötü bütün insanlara şamil musibetlerden değildir. Ancak bu musibeti celb eden, küfürdür. Bu beladan kurtuluş çaresi, ancak Kuran-ı Kerime imtisaldir.
Mazi sigasıyla zikredilen اُعِدَّتْ kelimesi, Cehennemin elan mahluk ve mevcut olup, Ehl-i İtizalin bilahare vücuda geleceğine zehapları gibi olmadığına işarettir.
Ey arkadaş! Ateş unsuru, kainatın bütün kısımlarını istila etmiş pek büyük bir unsurdur. Bir damar gibi kainatın yaratılışından başlayarak her tarafa dal budak salıp gelen şu şecere-i nariyeye nazar-ı hikmetle dikkat edilirse, bu şecerenin başında, yani sonunda büyük bir meyvenin bulunduğu anlaşılır. Evet, toprağın içinde büyük ve uzun bir damarı gören adam, o damarın başında kavun gibi bir meyvenin bulunduğunu zannetmesi gibi, alemin her tarafında damarları bulunan şu şecere-i nariyenin de Cehennem gibi bir meyvesinin bulunduğuna bilhads, yani sürat-i intikal ile hükmedebilir.
S – Cehennem şimdi mevcut olduğu takdirde, yeri nerededir?
C – Biz Ehl-i Sünnet vel-Cemaat, elan Cehennemin vücuduna itikad ediyoruz, ama yerini tayin edemiyoruz.
S – Bazı hadislerin zahirine göre, Cehennem tahtel-arzdır; yani yerin altındadır. Ve keza, bir hadise nazaran, Cehennem ateşinin dünya ateşinden iki yüz derece fazla harareti vardır. Bu noktaların izahı?
C – Kürenin tahtı, merkezinden ibarettir. Buna binaen, arzın tahtı, merkezidir.
Nazariyat-ı hikemiyece sabit olduğu vecihle, arzın merkezinde, harareti iki yüz bin dereceye baliğ bir ateş vardır. Çünkü, her otuz üç zıra derinliğinde, tahminen bir derece hararet artar. Buna binaen, merkeze kadar iki yüz bin dereceli bir hararet meydana gelir. İşte bu nazariyeye, mezkur hadisin meali mutabık gelir. Buna binaen, küre-i arzın merkezinde bulunan iki yüz bin derece hararetli bir ateş, Cehenneme bir çekirdek hükmünde olup, kıyamette, kabuğu hükmünde bulunan tabaka-i türabiyeyi çatlatıp, bütün dehşetiyle çıkar, tevessü etmeye başlar ve tam teçhizatıyla Cehennem meydana gelir, denilebilir.
Ve keza, bir hadise nazaran, “Zemherir”namında, burudet ile yakan bir ateş vardır. Bu hadis de, o nazariyeye mutabıktır. Zira, merkez-i arzdan sathına kadar derece derece artan veya tenakus eden ateş, Zemherir de dahil olmak üzere, ateşin bütün mertebelerine şamildir. Hikmet-i tabiiyede takarrur ettiği gibi, ateş, bazen öyle bir dereceye gelir ki, yakınında bulunan şeylerden hararetleri tamamen celp ve cezb etmekle, onları bürudet ile yakar ve suyu incimad ettirir.
S – Mezkur hadise göre, Cehennem, arzın merkezindedir. Halbuki arz, Cehenneme nisbeten bir yumurta kadardır. O kocaman Cehennem, arzın karnında nasıl yerleşir?
C – Evet, alem-i mülk, yani alem-i şehadet, yani bu görmekte olduğumuz aleme göre, Cehennem, arzın içindedir diye, Cehennemi küçük gösteriyoruz. Amma alem-i ahirete nazaran, Cehennem öyle azamet peyda eder ki, binlerce arzları içine alır, doymaz. Bu alem-i şehadet, bir perde gibi, onun tevessüüne mani olmuştur. Binaenaleyh, arzın içindeki Cehennemden maksat, Cehennemin kalbi ve Cehennemin çekirdeğidir.
Ve keza Cehennemin arzın altında bulunması, arzın karnında veya arz ile muttasıl, yapışık olmasını istilzam etmez. Zira şems, kamer, yıldız, arz gibi küreler, hep şecere-i hilkatin meyveleridir. Malumdur ki, meyvenin altı, bütün dalların aralarına şumulü vardır. Binaenaleyh, Allahın mülkü pek geniştir. Şecere-i hilkatin dalları da her tarafa uzanıp gitmiştir; Cehennem nereye giderse, yeri vardır.
Ve keza, bir hadise göre, Cehennem matvidir, yani bükülmüştür, yani tam açık değildir. Demek Cehennemin, bir yumurta gibi, arzın merkezinde mevcut ve bilahere tezahür edeceği, mümkinattandır.
İhtar: Cehennemin şimdi mevcut olmadığına Mutezileleri sevk eden, bu hadis olsa gerektir.
Arkadaş! Bu ayetin cümlelerini yoklayalım, bakalım, o zarflar nasıl sadeflerdir, içlerinde ne gibi cevherler vardır?
Evet, ﴾ وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا ﴿ cümlesinin başındaki و harf-i atıftır. Malum ya, birşeyin diğer birşeye atfı, aralarında bir münasebetin bulunmasına mütevakkıftır. Halbuki اِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ ile يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا cümleleri arasında münasebet görünmüyor. Bunların aralarındaki münasebet, ancak iki sual ve cevabın takdiriyle tezahür eder. Şöyle ki:
Evvelki ayette ibadete emredildiğinde, “İbadet nasıldır?” diye varit olan suale cevaben, “Kuranın talim ettiği gibi” denildi. “Kuran Allahın kelamı mıdır?” diye edilen ikinci suale cevaben وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ ila ahir denildi. İşte, her iki cümle arasında bir suretle münasebet tezahür eder ve harf-i atfın da muktezası yerine gelir.
S – اِنْ şek ve tereddüdü ifade eder. اِذَا ise, cezm ve katiyete delalet eder.
Onların şek ve raybları, Kuran hakkında katidir. Binaenaleyh, makamın iktizası hilafına اِنْ kelimesinin اِذَا kelimesine tercihan zikrinde ne gibi bir işaret vardır?
C – Evet, onların şek ve rayblarını izale edecek esbabın zuhurundan dolayı, o gibi şüphelerin vücuduna katiyetle hükmedilemeyeceğine, ancak o şeklerin vücuduna yine şek ve şüphe ile hükmedilebileceğine işarettir.
İhtar: اِنْ kelimesinin ifade ettiği şek ve tereddüd, üslubun iktizasına göredir, haşa, Mütekellime ait değildir.
وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ ile اِنِ ارْتَبْتُمْ cümleleri bir manayı ifade ettikleri ve ikinci cümle, birinci cümleden kısa olması üsluba daha uygun olduğu halde, birinci cümlenin ikinci cümleye tercihan zikri, onların rayblarının menşei, hasta tabiatlarıyla kötü vücutları olduğuna işarettir.
S – Onlar rayblara zarf ve mahal oldukları halde, onları mazruf, raybı onlara zarf göstermek neye binaendir?
C – Evet, kalblerindeki raybın zulmeti bütün bedenlerine, kalıplarına intişar ve istila etmiş olduğundan, kendilerinin rayb içinde bulundukları sanılmakta olduğuna işarettir.
Nekre olarak رَيْبٍ kelimesinin zikri, tamim içindir. Yani, hangi raybınız varsa, cevap birdir; herbir raybınıza karşı mahsus bir cevap lazım değildir. Hangi çareye başvurursanız, alacağınız cevap, Kuranın icazıdır. Evet, bir çeşme başında su içip tatlılığını anlayan bir adam, bütün o çeşmeden teşaub eden arkları tecrübe etmeye hakkı yoktur; zira menbaı birdir. Kezalik, bir surenin muarazasından aciz kalan adamın, bütün Kuranı tecrübeye hakkı yoktur. Çünkü Katip birdir.
مِمَّا daki مِنْ beyanı ifade ettiğinden, فِى شَىْءٍ kelimesinin takdirini ister. Takdir-i kelam, وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ فِى شَىْءٍ مِمَّا نَزَّلْنَا olsa gerektir.
نَزَّلْنَا tabirinden anlaşılır ki, onların şüphelerinin menşei nüzul sıfatı olup, kati cevapları da, ispat-ı nüzuldür.
Tedricen, yani ayet ayet, sure sure, hadiselere göre nüzulü ifade eden tefil babından نَزَّلْنَا kelimesinin, defaten nüzule delalet eden ifal babından اَنْزَلْنَا kelimesine tercihan zikredilmesi, onların, davalarında “Niçin Kuran defaten nazil olmamıştır?” diye delil getirdiklerine işarettir.
عَبْدِنَا Abd lafzının nebi veya Muhammed (a.s.m.) lafızlarına cihet-i tercihi; abd tabiri, Peygamber aleyhissalatü vesselamın azametine ve ibadetin ulüvv-ü derecesine işaret olduğu gibi, اُعْبُدُوا emrini tekittir ve Resulallah hakkında varit olan vehimleri def etmektir ki, o zat bütün insanlardan ziyade ibadet yapmış ve Kuranı okumuştur.
﴾ فَاْتُوا ﴿ Bu emir, taciz içindir. Yani emirden maksat, muhataptan birşey talep değildir. Ancak, başlarına vurmakla muarazaya, tecrübeye davet etmektir ki, aczleri meydana çıksın.
﴾ بِسُورَةٍ ﴿ ila ahir… Bu tabirden anlaşılır ki, onların ilzamları, aczleri son hadde baliğ olmuştur. Zira, dokuz dereceye baliğ olan tahaddinin, yani muarazaya davet etmenin tabirleri, tabakaları vardır.
1. Yüksek nazmıyla, ihbarat-ı gaybiyesiyle, ihtiva ettiği ulumu ve ali hakaikiyle beraber tam bir Kuranın mislini, ümmi bir şahıstan getiriniz.
2. Eğer böylece mislini getirmek takatinizin fevkinde ise, beliğ bir nazımla uydurma şeylerden olsun, getiriniz.
3. Eğer buna da kudretiniz olmazsa, on sure kadar bir mislini yapınız.
4. Bu da mümkün olmadıysa, uzun bir surenin mislini yapınız.
5. Eğer bu da size kolay değilse, kısa bir surenin misli olsun.
6. Eğer ümmi bir şahıstan imkan bulamadıysanız, alim ve katip bir adamdan olsun.
7. Bu da olmadığı takdirde, biribirinize yardım etmek suretiyle yapınız.
8. Buna da imkan bulunamadığı takdirde, bütün ins ve cinlerden yardım isteyiniz ve bütün efkarın neticelerinden istimdad ediniz. Neticeleri, tamamen yanınızda bulunan kütüb-ü Arabiyede mevcuttur. Bütün kütüb-ü Arabiye ile Kuran arasında bir mukayese yapılırsa, Kuran, mukayeseye gelmez. Çünkü hiçbirine benzemiyor. Öyleyse Kuran, ya hepsinden aşağıdır veya hepsinden yukarıdır. Birinci ihtimal, batıl ve muhaldir. Öyleyse hepsinden yukarı, fevkal-küll bir kitaptır. On üç asırdan beri misli vücuda gelmemiştir, bundan sonra da vücuda gelemeyecektir, vesselam.
9. “Bizim şahitlerimiz yoktur. Eğer muarazaya girişsek, bizi destekleyecek kimse yoktur” diye gösterdikleri o bahaneyi de def etmek için, “Şühedanıza da müsaade edilmiştir. Onları da çağırın, size yardım etsinler.”
İşte bu tabakalara dikkat edilirse, muarazanın şu mertebelerine işareten, Kuran-ı Kerimin yaptığı icaz ile gösterdiği icaza bir şua görünür.
Arkadaş! Kuran-ı Kerimden en kısa bir sureye muaraza etmekten beşerin aczi, mezkur izahat ile sabit oldu. Amma icazın limmiyet ciheti kaldı. Yani, beşerin aczini intaç eden illet ve sebep nedir?
Evet, Kuran ile muaraza ve mübarezeye çıkan insanların kuvveti Cenab-ı Hak tarafından körleştirilerek, muarazayı yapabilecek kabiliyetten sukut ettirilmiştir. Fakat Abdülkahir-i Cürcani, Zemahşeri, Sekkaki gibi belagat imamlarınca, beşerin kuvveti Kuranın yüksek üslup ve nazmına yetişemediğinden, aczi tezahür etmiştir. Bir de, Sekkaki demiştir ki: “İcaz, zevkidir; tarif ve tabir edilemez.” مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَدْرِ Yani, fikriyle icazı zevketmeyen, tarifle vakıf olamaz; bal gibidir.
Lakin Abdülkahirin iltizam ettiği veçhe göre, icazı tarif ve tabir etmek mümkündür. Biz de bu veçhi kabul ediyoruz.
S – Taife, necm, nevbet kelimeleri, sure kelimesinin vazifesini ifa edebilirler. Sure kelimesinin onlara tercihan zikrinde ne vardır?
C – Onları, şüphelerinin menşei ile ilzam ve boğmaktır. Şöyle ki:
Onları şüpheye düşürten, güya Kuranın defaten nazil olmamasıdır. Demek Kuran defaten nazil olmuş olsaydı, Allahın kelamı olduğundan şüpheleri olmazdı. Lakin parça parça nazil olduğundan, şüphelerine bais olmuştur ki, “Bu, beşerin kelamıdır, parça parça yapılışı kolaydır, biz de yapabiliriz” diye şüpheye düştüler. Kuran-ı Kerim de, onların kolay zannettikleri yolu, بِسُورَةٍ tabiriyle ihtar ve “Haydi, mislini getiriniz de, sizin kolay zannettiğiniz parça parça şeklinde olsun” diye, onları kolay addettikleri yolda boğmuştur.
Ve keza, Zemahşerinin beyanı vechiyle, Kuran-ı Kerimin surelere taksim edilmiş bir şekilde nazil olmasında çok faideler vardır. Evet, çok garip letaifi havi olduğu için, şu üslub-u garip ihtiyar edilmiştir.
﴾ مِنْ مِثْلِهِ ﴿ deki zamir, ya Kurana racidir, yani, “Kuranın mislini getiriniz.” Veya Muhammede (a.s.m.) aittir. Yani, “Bir sureyi o zatın (a.s.m.) misli olan ümmi bir şahıstan getiriniz.” Lakin birinci ihtimale göre ibarenin hakkı مِثْلِ سُورَةٍ مِنْهُ iken, iktizanın hilafına بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ denilmiştir.
Bunun esbabı: Çünkü birinci ihtimalde, ikinci ihtimalin de mülahazası ve riayeti lazımdır. Zira, yalnız Kuranın mislini getirmekle mesele bitmiş olmuyor. Ancak ümmi bir şahıstan getirilmesi lazımdır ve muarazanın tamamiyetine şarttır. İşte, bunun için, hem مِنْ مِثْلِهِ deki zamirin Kurana raci olması lazımdır. Hem ibarenin tebdili lazımdır ki, her iki ihtimal meri olsun.
Ve keza, muarazanın tamamiyeti, yalnız bir surenin mislini getirmekle olmuyor. Ancak Kuranın tamamına misil olacak bir mecmudan, bir kitaptan alınan bir surenin mislini getirmek şart olduğuna işarettir.
Ve keza, nüzulde Kuranın emsali olan kütüb-ü semaviyeye zihinleri çevirir ki, aralarında yapılacak muvazene ile Kuranın ulviyeti anlaşılsın.
﴾ وَادْعُوا ﴿ Bu tabirin istiane veya istimdat kelimelerine cihet-i tercihi, davet kelimesinin kullanış yerlerinden anlaşıldığı vecihle, onları belalardan, zahmetlerden kurtarıp yardım edenler hazır bulunup, yalnız çağırmaları lazımdır, fazla bir zahmete ihtiyaç olmadığına işarettir. İstiane ve istimdat kelimeleri ise yardımcıların hazır bulunduklarına delalet etmezler.
﴾ شُهَدَۤاءَ ﴿ Bu tabir, üç manaya tatbik edilebilir.
Birincisi: Büyük ediplerdir. Bu manaya göre, onların muaraza manasında “Bizim kuvvetimiz muarazaya kafi değilse de, büyük edip ve hocalarımızın muarazaya kudretleri vardır” diye söyledikleri yalanı da, Kuran-ı Kerim, وَادْعُوا emriyle kesip atmıştır.
İkincisi: Muarazayı destekleyip şehadet edenlerdir. Bu ihtimale nazaran, onların, “Biz muarazaya girişsek bizi destekleyen, şehadet eden yoktur” diye gösterdikleri bahaneyi de Kuran-ı Kerim, müsaade vermek suretiyle “Haydi, şahitlerinizi de çağırınız, sizi takviye etsinler” diye, o bahaneyi de yalana çıkartmıştır.
Üçüncüsü: alihe manasınadır. Bu manaya nazaran, sanki Kuran-ı Kerim onlara karşı, “Yahu, bu kadar taptığınız ilahlarınız varken, böyle dar ve sıkıntılı bir vaktinizde niçin onlardan yardım istemiyorsunuz? Onları çağırınız ki, bu muaraza belasından sizi kurtarsınlar!” diye bu cümle ile onlara tehekküm etmiş, yüzlerine gülmüştür.
﴾ شُهَدَۤاءَكُمْ ﴿ İhtisası ifade eden şu izafe, شُهَدَۤاءَ kelimesinin her üç manasına da bakar. Şöyle ki:
1. Madem ki büyük edip ve hocalarınız vardır, tabii aranızda irtibat, hürmet ve muhabbet vardır. Ve yanınızda hazır olup, gaip de değillerdir. Eğer onların bu dehşetli muarazaya kudretleri olsaydı, herhalde yardım edeceklerdi. Demek, onlar da sizler gibi acizdirler, kusurlarına bakmayınız!
2. Muarazada sizleri destekleyecek, şehadet edecek her kim olursa olsun kabul ederiz, çağırınız. Amma onlar, böyle bedihül-butlan bir davada yalan şehadete cesaret edemezler.
3. Mabud ittihaz ettiğiniz aliheleriniz nasıl size yardım etmiyorlar? Onları da çağırınız, bakalım. Fakat onlarda can yok, şuurları da olmadığı gibi, hiçbir şeye de kàdir değillerdir. Onları da mazur görünüz!
﴾ مِنْ دُونِ اللهِ ﴿ Yani, “Allahtan maada.” Bu kayıt, şühedanın birinci manasına göre tamimi ifade eder. Yani, “Allahtan maada, dünyada ne kadar erbab-ı fesahat varsa çağırınız.” Şühedanın ikinci manasına nazaran, aczlerine işarettir. Çünkü bir meselede aciz ve mağlup olan, yemin eder, şahitleri gösterir. Bu, acizler için bir usuldür. Şühedanın üçüncü manasına göre, onların Resulallah ile muarazaları, adeta, şirk ile tevhid veya cemadat ile Halık-ı Arz ve Semavat arasında bir muaraza olduğuna işarettir.
﴾ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ ﴿ Bu cümle, “Biz istersek, Kuranın mislini yaparız” diye evvelce sarf ettikleri sözlerine işarettir.
Ve keza, onların yalancı olduklarına bir tarizdir. Yani, “Sıdk erbabı değilsiniz, ancak safsatacı adamlarsınız. Evet, siz hakkı talep ederken rayb, şüphe kuyusuna düşmediniz. Ancak rayb, şek ve şüphelere koşarken içine düşmüş kafasız adamlarsınız.”
İhtar: اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ cümlesinin cezaüş-şartı, makablinin hülasasıdır. Takdir-i kelam:
اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ Yani: “Sözünüzde sadık olsaydınız, yapacaktınız.”
﴾ فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ ﴿
Arkadaş! اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ cümlesi, onların aleyhine bir kıyas-ı istisnaiyi tazammun etmiştir. O kıyasın suret-i teşekkülü: “Eğer sadık olsaydınız, yapacaktınız. Lakin yapamadınız; öyleyse sadık değilsiniz.” Fakat Kuran-ı Kerim, mukaddeme-i istisnaiye yerinde, yani “Lakin yapamadınız”a bedel, فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا ila ahir cümlesini, şekki ifade eden اِنْ ile söylemiştir. Bunun esbabı ise, onların, “Yapacağız” diye ettikleri zannı bir derece okşamak içindir.
Ve keza, o kıyasın neticesi olan “Sadık değilsiniz” yerine de, o neticenin üçüncü derecede lazımının illeti olan فَاتَّقُوا النَّارَ söylemiştir. Takdir-i kelam: “Eğer sadık olsaydınız, yapacaktınız. Lakin yapamadınız. Öyleyse sadık değilsiniz. Öyleyse hasmınız olan Resulallah sadıktır. Öyleyse Kuran, mucizdir.
Öyleyse iman ve tasdikiniz lazımdır ki, ateşe düşmeyesiniz.” فَاتَّقُوا النَّارَ … Bu emr-i ilahi, onlara yapılan tehditleri dehşetlendiriyor.
﴾ اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا ﴿ cümlesindeki تَفْعَلُوا kelimesi, fil-i muzaridir. Bu fiil, zaman-ı hal ile istikbal arasında müşterektir. Huruf-u şartiyeden olan اِنْ zaman-ı halden istikbal dağlarına atıyor. Huruf-u cazimeden olan لَمْ istikbalden mazi derelerine fırlatıyor. Zavallı تَفْعَلُوا her iki edatın ellerinde top gibi oyuncak olmuştur. Bu edatların bu vaziyetleri zihinleri hem maziye, hem istikbale gönderiyor ki, maziyi süslendiren beliğ hitabeleri, altınla yazılan muallakatları, Kuranın yakınına bile gelemediklerini görsünler. O sahifeyi gördükten sonra, istikbal sahifesini de ona kıyas etsinler.
تَفْعَلُوا nun فَأْتُوا kelimesine tercihinde, iki nükte vardır.
Birisi: Kuranın icazı, onların aczindendir. Aczleri ise, eserden olmayıp fiilden olduğuna işarettir. Yani aczlerinin menşei, Kuranın misli değildir, o misli yapmaktandır.
İkincisi ise: İlm-i sarfta ل , ع , ف bütün fiillerin terazisi olduğu gibi, üsluplarda da uzun hikayeleri, işleri, vakıaları, kıssaları bir lafızla ifade eden bir fezlekedir. Sanki kinaye kabilinden cümleleri tabir eden bir zamirdir.
﴾ وَلَنْ تَفْعَلُوا ﴿ daki لَنْ huruf-u nasıbeden olup, dahil olduğu fiili istikbale nakleder, müekked veya müebbed olarak istikbalde nefyeder. Demek bu cümlenin kaili, pek büyük bir itminan ve ciddiyetle, şek ve şüphe etmeyerek bu hükmü vermiştir. Bundan anlaşılır ki, o zatın işlerinde hile yoktur.
S – ﴾ فَاتَّقُوا ﴿ ittika ile tecennüb, ikisi de bir manayı ifade ederler. İttikanın tecennübe cihet-i tercihi nedir?
C – Evet ittika, imana tabidir. Yani ittika, iman olduktan sonra husule gelir. Tecennübde bu tebaiyet yoktur. Binaenaleyh, ittika kelimesi imanı andırır ve ittika lafzıyla, imana ima ve işaret edilebilir. Fakat tecennüb kelimesi bu işi göremez. Bunun içindir ki, اِنْ لَمْ تَفْعَلُوا nun hakiki cezası olan اٰمِنُوا nun yerinde تَجَنَّبُوا ya tercihan فَاتَّقُوا ihtiyar ve ikame edilmiştir.
﴾ اَلنَّارَ ﴿ Narın اَلْ ile tarifi, narın mahudiyet ve malumiyetine işarettir. Çünkü, enbiya-i izamdan işitilmek suretiyle, zihinlerde malumiyeti takarrur etmiştir.
S – ﴾ اَلَّتِى ﴿ esma-i mevsuledendir. Sıla, dahil olduğu cümlenin evvelce malum olduğunu iktiza eder. Halbuki sılası olan وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ evvelce muhataplara malum değilmiş.
C – نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ ayeti bu ayetten evvel nazil olduğuna nazaran, muhataplar ondan kesb-i malumat ettiklerine binaen, burada اَلنَّارُ ile اَلَّتِى arasında tavsif muamelesi yapılmıştır.
﴾ وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ ﴿ Bu kayıtlardan maksat, tehdittir. Tehdidlerin tekit ve teşdit edildiğine binaen, burada اَلنَّاسْ kelimesiyle tekit edilmiştir, حِجَارَة lafzıyla de teşdit ve tevbih edilmiştir. Şöyle ki:
“Menfaat, necat ümidiyle taştan mamul mabud ittihaz ettiğiniz sanemler, size tazip aleti, yani sizi yandırıp yakan ateşe odun olmuşlardır. Zavallılar! Niçin bunu düşünmüyorsunuz?”
S – ﴾ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ ﴿ cümlesinde, makamın iktizası hilafına لَكُمْ yerine لِلْكَافِرِينَ denilmesi neye binaendir?
C – Evet, Kuran-ı Kerimin takip ettiği usul, alel-ekser ayetlerin sonunda külli kaideleri, fezlekeleri söylediğine göre, Kuran-ı Kerim, onların Cehennemlik olduklarını ispat eden delilin ikinci mukaddemesine işaret etmek üzere, ism-i zahiri, zamir yerine, yani لِلْكَافِرِينَ cümlesini, لَكُمْ yerine ikame ile tamim yapmıştır.
Takdir-i kelam:
اُعِدَّتْ لَكُمْ ِلاَنَّكُمْ مِنَ الْكَافِرِينَ وَالنَّارُ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ
Yani: “Siz Cehennemliksiniz. Zira kafirlerdensiniz. Cehennem de kafirler içindir.”
﴾ وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلانْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَۤا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ ﴿
Yani, “İman eden ve iyi işler işleyen müminlere beşaret ver ki, altında nehirler akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden bir meyve yedikleri zaman, Bu, bundan evvel yediğimiz meyvedir derler. Biribirine benzer bir surette rızıkları getirilip verilir. Ve o Cennetlerde, onlar için temiz kadınlar vardır. Ve onlar, o Cennetlerde de daimi bir şekilde kalacaklardır.”
Arkadaş! Bu ayetin, evvela makabliyle olan irtibatından bahsedeceğiz. Şöyle ki:
Bu ayetin geçen ayetlerle mütefavit çok irtibatları vardır. Yani, mezkur cümlelere doğru bu ayetten uzanıp giden muhtelif hatlar vardır. Bakınız, Kuran-ı Kerimin bu ayetle işaret ettiği netice, imanla amel-i salihin semeresi, surenin başında müminlere yaptığı medh ü senaya bakıyor.
Ve yine surenin başında, kafir ve münafıklara yaptığı zem ve tahkirlerden sonra tuttukları yolun onları ebedi bir şekavete sevk edeceğini beyan etmiştir. Bu ayetle, tasrih ettiği saadet-i ebediyenin nurunu göstererek, onların bu büyük nimetleri kaybettiklerinden çektikleri hasretleri tezyid ve arttırmıştır.
Ve yine يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا ile emrettiği, bir kısım dünya lezzetlerinin terkine bais olan ibadetten neşet eden zahmet ve meşakkatlere karşı, bu ayetle Cennetin kapısını açarak, Cennetin lezaizini göstermekle müminlerin kalblerini tatmin ve temin etmiştir.
Ve yine, teklifin esası ve imanın birinci rüknü olan tevhidi, evvelce ispat etmiştir. Bu ayette dahi tevhidin semeresini ve rahmetin ünvanını Cennet ve saadet-i ebediye ile göstermiştir.
Ve yine, yukarıda nübüvvet-i Muhammediye (a.s.m.) اِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ ila ahir, ayetiyle işaret edilen icaz ile ispat edilmiştir. Burada da, tebşir ve inzar gibi nübüvvet vazifelerine lisan-ı Kuran ile işaret edilmiştir.
Ve yine, yukarıda iad ve inzar, yani tahvif ve tehditler yapılmıştır. Burada da vaadler, rağbetler, beşaretler yapılmıştır. Bunların arasındaki münasebet, tezadi bir münasebettir.
Ve yine, nefsin, vicdanın ve aklın hükümlerine itaatlerini devam ettiren tergib ve terhib, yani ümit ve korku hisleri lazımdır. Bu hislerin vücut bulup devam etmeleri ancak, tergib ve terhib, yani ümitlendirmek ve korkutmakla olur. Tergib ve terhibin devamı, ancak vicdanda mevcut tahrik edici bir emrin vücuduyla olur. İşte bu ayetle, tergib hissi uyandırılmıştır. Evvelki ayetlerle de, terhib hissi tahrik edilmiştir. Bu itibarla, aralarında tezadi bir münasebet vardır.
Ve yine, geçen ayetlerde ahiretin bir şıkkına, yani Cehenneme işaret yapılmıştır. Bu ayette, ikinci şıkkı olan Cennetten haber verilmiştir. Bu itibarla, ahiretin her iki şıkkı da zikredilmiş bulunuyor.
Arkadaş! Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebede doğru uzanıp giden iki daldan tezahür eden iki semeredir. Ve kainatın teselsülen gelmekte olan silsilelerinin iki neticesidir. Ve ebede doğru akıp giden kainat seylinin iki mahzeni ve iki havuzudur.
Evet, Cenab-ı Hak, gayr-ı mütenahi hikmetler için bu alemi, imtihana sahne yaptı. Yine sonsuz hikmetler için tagayyürata, tahavvülata, inkılaplara mahal olmasını irade etti. Ve yine, sonsuz gayeler için hayır ile şerri, nef ile zararı, hüsün ile kubhu, hülasa iyilikle kötülüğü karışık bir şekilde Cennet ve Cehenneme tohum olmak üzere kainatın şu mezraasına serpti.
Evet, madem ki bu alem, nev-i beşerin imtihan meydanıdır ve müsabaka yeridir.
İyilikle kötülüğün birbirinden tefrik edilemeyecek derecede muhtelit ve karışık olmaları lazımdır ki, insanların dereceleri tezahür etsin. İmtihan ve tecrübe zamanları bittikten sonra, kötü insanlar;
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ “Ey mücrimler, bir tarafa çekiliniz!” diye olan tüy ürpertici, saika-vari, şiddetli emr-i İlahiye maruz kalacakları gibi, iyi insanlar da
فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ “Daimi kalmak üzere Cennete giriniz” diye olan Cenab-ı Hakkın münimane, şefikane, lütufkarane emirlerine mazhar olacaklardır.
İnsanlar bu iki kısma ayrıldıktan sonra, kainat da tasfiye ameliyatına uğrayacak; kötülüğü, şerri, zararı tevlid eden maddelerin bir tarafa çekilmesiyle Cehennemin; iyiliği, hayrı, nefi doğuran maddelerin de diğer tarafa çekilmesiyle Cennetin teçhizatları ikmal edilecektir.
Mukaddeme
Bu ayet, makabliyle beraber kıyamete, haşre işaret eder. Binaenaleyh, bu meselede nazara alınacak dört nokta vardır.
Birincisi: alemin imkan-ı harabiyetiyle ölümüdür.
İkincisi: Harabiyetin vukua gelmesidir.
Üçüncüsü: Tamir ve ihyasıdır.
Dördüncüsü: Tamirinin imkanı ve vukuudur.
Evvela: Harabiyet-i alem imkan dairesinde olup olmadığından bahsedeceğiz.
Evet, alemde tekamül kanunu vardır. Bu kanuna tabi olan, neşvünema kanununa dahildir. Bu kanuna dahil olanın bir ömr-ü tabiisi vardır. Ömr-ü tabiisi olanın, ecel-i fıtrisi vardır; ecelin pençesinden kurtulamaz.
Evet, kainatın ihtiva ettiği envaın ve bu envaın ihata ettiği efradın kısm-ı ekserisi bu kanunlara tabidirler. Binaenaleyh, alem-i sağir denilen insan, ölümden ve harabiyetten kurtulamadığı gibi, insan-ı kebir denilen alemin de ölümden necatı yoktur. Ve keza, kainatın bir ağacı ölümden, dağılmaktan halas olmadığı gibi, şecere-i hilkatten olan kainat silsilesinin de harabiyetten kurtuluşu yoktur. Evet, eğer kainat ömr-ü fıtrisinden evvel harici bir tahribata veya Sanii tarafından bir hedm ve kıyamete maruz kalmasa bile, fenni bir hesapla, kainatın öyle bir günü gelecektir ki, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ve اِذَا السَّمَۤاءُ انْشَقَّتْ gibi ayetlere masadak olacaktır ve insan-ı kebir denilen koca kainat, şu boşluğu sekeratının bağırtılarıyla dolduracaktır.
İkinci nokta: Harabiyet-i alemin vukua geleceğidir. Evet, bütün semavi dinler, alemin harap olacağında müttefiktirler. Hem herbir fıtrat-ı selime, alemin öleceğine şehadet eder. Ve kainatta gözle görünen şu kadar nevi, ferdi, yevmi, şehri, senevi tagayyürat, tahavvülat, inkılapların yalnız işaretleriyle değil, sarahatleriyle, kıyametin geleceği sabittir. Eğer bu icmal ile kanaat hasıl edemediysen, bir parça izahat verelim.
Arkadaş! Kainat dediğimiz şu apartman-ı İlahi öyle ulvi, yüksek, derin, ince nizamlara tabi ve öyle acip, garip rabıtalara bağlıdır ki, eğer bir duvarı veya bir taşı “Yerinden çık!” emrine hedef olsa, derhal alem, ölüm hastalığına düşer, sekerata başlar; yıldızlar arasında müsademeler, ecram arasında muharebeler vukua gelir. Şu gayr-ı mütenahi boşluk, pek şiddetli sayhalar, pek dehşetli saikalar, pek korkunç sesler, sadalar, gürültüler ve gümbürtülerle dolar.
Evet, insan-ı kebirin ölümü, küçük bir ölüm değildir. Sekerata başladığı zaman, milyarlarca kürelerin çarpışmasından husule gelen fırtınanın, ne tasavvuru ve ne tarifi ve ne de görülmesi imkan dairesinde değildir.
İşte bu şiddetli ölümle hilkat bayılır, kainat yayılır, hilkatin yağı ayranı biribirinden ayrılır; Cehennem, maddesiyle, aşiretiyle bir tarafa çekilir; Cennet de letafetiyle, lezaiziyle ve bütün güzel unsurlarıyla tecelli ve incila eder.
S – Kainat, ilk yaratılışında ebede elverişli olarak sabit bir şekilde yaratılsaydı; böyle tagayyüratlı, inkılaplı, mail-i inhidam bir surette yaratılıp, bilahare tahripten sonra ebediyete kàbil, metin bir şekilde yapılmasından daha iyi ve daha kısa olmaz mıydı?
C – Vakta ki Cenab-ı Hak, hikmet-i ezeliye ile inayet-i ezeliyenin iktizasınca, insanların kabiliyetlerinin tezahürünü ve istidatlarının neşvünemasını irade etmekle, nev-i beşeri imtihan ve tecrübeye tabi tuttu, zararları menfaatlere kattı, şerleri hayırların içine attı, güzellikleri çirkinliklerle cem etti. Hepsini birbirine karıştırarak kainatın hamuruyla beraber yaratılış teknesinde yoğurduktan sonra, kainatı tagayyür, tebeddül, tekamül kanunlarına tabi tuttu.
Vakta ki imtihan perdesi kapanır ve tecrübe zamanı nihayet bulur ve kainat tarlasının vakt-i hasadı hulul eder. Sani-i Hakim, inayetiyle, birbiriyle karışık yoğurduğu zıtları tasfiye eder, içlerinden tagayyürü doğuran esbabı ayırır ve ihtilaf maddelerini tefrik eder. Sonra Cehennem, ebede elverişli olarak metin ve kavi bir cisimle teşekkül ederek, وَامْتَازُوا hitabına hedef olur. Cennet ise, esasatıyla beraber ebedi ve muhkem bir şekilde tecelli eder ve münceli olur.
Evet, gerek Cehennemi, gerek Cenneti teşkil eden ecza ve maddeler arasında münasebet vardır, zıddiyet yoktur. Münasebet, intizamın şartıdır; nizam da, devama sebeptir. Ve keza, bu iki menzilin halkı da ebedi oldukları için, vücutlarını teşkil eden ecza, tagayyüre maruz değildir. Çünkü, dünyadaki cisimlerinin terkip ve tahlilleri arasında muvazene yoktur. Yani cisim bünyelerine girenlerin, çıkanların arasında nisbet yoktur. Onun için inhilale yüz tutarlar. Fakat ahiretteki cisimlerin yapılışı öyle değildir. Eczaları arasında tam manasıyla muvazene vardır ki, inhilale mahal kalmaz.
Üçüncü ve dördüncü noktalar: Yani dünyanın ikinci tamiriyle haşrin vukuudur.
Evet, tevhid ve nübüvvetin ispatları, yalnız delil-i nakli ile sahih değildir. Çünkü devir lazım gelir.
Evet, Kuran ve Hadisten ibaret olan nakli delillerin sıhhati, nübüvvetin sıhhat ve sıdkına bağlıdır. Eğer nübüvvet de delil-i nakli ile ispat edilirse, muhal lazım gelir. Bunun için, Kuran-ı Kerim, tevhid ile nübüvveti delail-i akliye ile ispat etmiştir. Amma haşir meselesinin hem akli, hem nakli delillerle ispatı sahihtir.
Delil-i akli ile ispatı, وَبِاْلاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ ayet-i kerimesinin bahsinde beyan edilmiştir. Hülasası: Vücutlarında şek ve şüphe olmayan nizam, rahmet ve nimet, ancak ve ancak haşrin gelmesiyle ve ikinci bir hayatın tahakkuku ile nizam, rahmet, nimet olabilirler. Eğer haşir gelmezse ve ikinci bir hayat tahakkuk etmezse, bunları esmaül-ezdaddan addetmek lazım gelir.
Delil-i nakli ise: Kuran-ı Mucizül-Beyan ile bütün enbiya, haşrin geleceğine ittifak etmişlerdir.
Akli ve nakli deliller ise: Fahreddinür-Razinin tefsirinde, bu kabil delilleri bildiren ayetler beyan edilmiştir. Hülasa, bilhassa hayvanat ve nebatatta daima vukua gelen haşirlere dikkat edip teemmül eden adam, elde edeceği müteferrik emarelerle haşrin vukuuna, hads ile, yani bir sürat-i intikal ile hükmedecektir.
Şimdi bu ayetin cümlelerini biribirine bağlayan münasebetlere gelelim.
Evet, bu ayetin cevherlerini nazmeden ve cümlelerinin silsilesine medar-ı bahis olan nokta, “saadet”tir. Şöyle ki:
Saadet-i ebediye, iki kısımdır.
Birinci ve en birinci kısmı: Allahın rızasına, lütfuna, tecellisine, kurbiyetine mazhar olmaktır.
İkinci kısmı ise, saadet-i cismaniyedir. Bunun esasları mesken, ekl, nikah olmak üzere üçtür. Ve bu üç esasın derecelerine göre, saadet-i cismaniye tebeddül eder. Ve bu kısım saadeti ikmal ve itmam eden, hulud ve devamdır. Çünkü saadet devam etmezse, zıddına inkılap eder.
Birinci kısım saadetin aksamı, tafsilden müstağnidir veya gayr-ı kabildir.
İkinci kısım saadetin aksamı ise: Evet, meskenin en latifi, en cazibedar şekli, etraf-ı erbaası türlü türlü gül ve çiçeklerle müzeyyen, bağ ve bahçelerle muhat, altında sular, nehirler akan kasır ve köşklerdir. Evet, camid kalbleri aşk ve şevkle ihya eden, sönmüş olan ruhları şen ve şad eden, şairlere sermaye olarak şairane teşbihleri, temsilleri, üslupları ilham eden, sular ile hazravat ve nebatattır.
Saadetin ikinci esası olan ekl ise: Mekulat (yiyecek) kuvvet verdiği cihetle, en iyisi, en lezizi, meluf olan kısımdır. Yani, insana garip, vahşi olmayan şeylerdir. Çünkü ülfetle, o nimetin derece-i kıymeti bilinir. Lezzet verdiği cihetle de lezzetin en büyük lezzeti, teceddüd ve tebeddülündedir. Ve keza, ekl lezzetini ikmal eden esbabdan biri de, o rızkın, kendi amelinin ücreti olduğunu bilmektir. İkinci bir sebep de, o rızkın menbaının daima göz önünde hazır bulunmasıdır ki, kalbi mutmain olsun, rızık için telaş etmesin.
Saadetin esaslarından nikah ise: Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar.
Evet, bir işte mütehayyir kalan veya birşeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalblerin en latifi, en şefiki, “kısm-ı sani” ile tabir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhi imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbi ünsiyet ve ülfeti itmam eden, suri ve zahiri olan arkadaşlığı samimileştiren, kadının iffetiyle, ahlak-ı seyyieden temiz ve pak bulunması ve çirkin arızalardan hali olmasıdır.
S – Yiyecek, içecek, şahsi vücudu ibka etmek içindir. Çünkü vücuddan eriyip ayrılan şeylerin yerini doldurup tamir etmek yemek ve gıda ile olur. Nikah da, nevin bekası içindir. Halbuki ahirette eşhas ebedi olduğundan, vücutlarında eriyip ayrılan birşey yoktur ki gıdaya ihtiyaç olsun. Ve ahirette tenasül yoktur ki nikaha lüzum olsun.
C – Yemek, içmek ve nikahın faideleri, yalnız bekaya ve tenasüle münhasır değildir. Evet, şu elemli, kederli alemde onlarda pek büyük lezzet ve faideler olsun da, lezzetler yeri olan alem-i saadette niçin daha nezih lezzet ve faideleri olmasın?
S – Bu alemde lezzet, elemin definden hasıl olur. Halbuki ahirette elem yoktur?
C – Elemin defi, lezzetin sebeplerinden biridir. Yoksa lezzet, ona münhasır değildir.
Ve keza, alem-i ebedinin bu aleme benzetilmesi, kıyas-ı maalfarıktır. Yani, aralarında çok farklar bulunduğundan, birbirine benzemez. Cennet ile Horhor bahçesinin arasında ne nisbet varsa, Cennetin lezzetleriyle dünyanın lezzetleri arasında da aynı o nisbet vardır. Cennetin, Horhor bahçesinden dereceleri ne kadar çok yüksek ise, uhrevi lezzetler de dünya lezzetlerine göre öyledir. Her iki alem arasında bu büyük tefavüte, İbn-i Abbas, لَيْسَ فِى الْجَنَّةِ اِلاَّۤ اَسْمَۤائُهَا cümlesiyle işaret etmiştir. Yani: “Cennette, dünya meyvelerinin yalnız isimleri vardır.”Yani isimleri birdir, fakat lezzetleri ayrıdır.
Cennette lezzetin devamı meselesi ise: Evet, lezzetin hakiki lezzet olması, zeval görmeyip devam etmesindendir. Zira elemin zevali lezzet olduğu gibi, lezzetin zevali de elemdir, hatta zevalinin tasavvuru bile elemdir. Evet bütün mecazi aşıkların eninleri, bağırıp çağırmaları, bu kısım elemdendir ve bütün divanlarıyla yaptıkları ağlamalar, vaveylalar, hep mahbupların firak ve zevallerinin tasavvurundan neşet eden elemdendir.
Evet, pek çok muvakkat lezzetler var ki, zevalleri daimi elemleri intaç ettiği gibi; çok elemlerin zevali de, leziz lezzetlere bais olur. Lezzet ve nimet ise, devam etmek şartıyla lezzet ve nimet sayılabilir.
Hülasa: İnsan, ebed için yaratılmıştır. Onun hakiki lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umur-u ebediyededir.
Bu ayetin cümleleri arasındaki rabıtaları gördük. Şimdi, cümlelerinin işgal ettikleri yerler ile münasebetlerine bakacağız.
Evet, ﴾ وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ﴿ Bu cümlenin, bu mevki ile münasebeti:
Evet, Cenab-ı Hak, ibadeti teklif etti ve nübüvveti ispat etti ve Peygamberimizi (a.s.m.) tebliğ-i umura memur yaptı. Ve dünyevi bazı lezzetlere cevaz vermeyen ve meşakkatleri tazammun eden ibadete müminlerin imtisallerini temin etmek için, müminlere vaad buyrulan tebşirleri tebliğ etmeyi Resulallaha (a.s.m.) emretti. Çünkü o Hazret (a.s.m.) inzar ve tahvife (korkutma) memur olduğu gibi, Allahın rızasını, lütfunu, kurbiyetini ve saadet-i ebediye gibi tebşiratını da tebliğe memurdur.
﴾ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى ﴿ İnsanın ihtiyacat-ı zaruriyesi içinde en evvel lazım olan, mekan ve meskendir.
Mekanın en güzeli, nebatat ve eşcara müştemil olan yerlerdir. Ve en latifi, nebatları arasında suların mecrası olan bahçelerdir. Ve en kamil kısmı, ağaçlarının arasından akan nehirlerinin çoklukla bulunmasıdır. Kuran-ı Kerim, bu kısma ﴾ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلانْهَارُ ﴿ cümlesiyle işaret etmiştir.
Meskenden sonra insanın en fazla muhtaç olduğu, cismani lezzetlerden yiyecek, içecektir. Bu kısma da جَنَّةٌ , نَهْرٌ kelimeleriyle işaret edilmiştir.
Sonra rızkın en ekmeli, meluf olan kısımdır ki, derece-i kıymeti bilinsin. Meyvelerin lezzeti, teceddüd ve tebeddülündedir; lezzetin en safisi, hazır ve yakın olanıdır; ve en lezizi, amelinin ücreti olduğunu bilmektir. Kuran-ı Kerim, bu kısma da
﴾ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ ﴿
cümlesiyle işaret etmiştir.
مِنْ قَبْلُ Yani, “Bundan önce yediğimiz meyvelerdir veya dünyada yediğimiz meyvelerdir.” Çünkü Cennetin meyveleri, birbirine benzediği gibi, dünya meyvelerine de zahiren benzerler.
وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا Yani, “Rızıkları birbirine müteşabih olarak getirilir.” Hadiste de varid olduğuna göre, Cennetin meyveleri suretçe birdir, ama tatları, taamları bir değildir. Bu cümlede meçhul sigasıyla zikredilen اُتُوا kelimesinden anlaşıldığı gibi, rızkın insana götürülmesi, büyük bir şeref ve keramete delalet ettiğinden, büyük bir lezzeti intac ediyor.
﴾ وَلَهُمْ فِيهَۤا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ ﴿ Mesken ve mekelden sonra insanın en ziyade muhtaç olduğu, eşidir. Bu ihtiyacının Cennette temin edilmiş olduğuna, bu cümle ile işaret edilmiştir. Evet insan, bir refikaya veya bir refike muhtaçtır ki, tarafeyn, aralarında, hayatlarına lazım olan şeyleri muavenet suretiyle yapabilsinler. Ve rahmetten neşet eden muhabbet iktizasıyla, yekdiğerinin zahmetlerini tahfif etsinler. Ve gamlı, kederli zamanlarını, ferah ve sürura tebdil edebilsinler. Zaten dünyada insanların tam ünsiyeti, ancak refikasıyla olur.
﴾ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ ﴿ İnsan bir nimete veya bir lezzete mazhar olduğu zaman, en evvel fikrini bozan, vesvese veren, o nimetin veya o lezzetin devam edip etmeyeceği düşüncesidir. Bu vesveseli düşünceye mahal kalmamak üzere, Kuran-ı Kerim, bu cümle ile onların ezvacıyla, lezaiziyle beraber Cennette aleddevam kalacaklarını tebşir etmekle, o kederli düşünceden kurtarmıştır.
Bu ayetteki cümlelerin sadeflerinde bulunan cevherleri göstereceğiz.
﴾ وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ﴿ cümlesinin başında bulunan وَ harf-i atıftır. Atfın her iki tarafı arasında münasebet lazımdır. Halbuki burada tebşir ile makabli arasında münasebet görünmüyor. Ancak makablinde inzar vardır. Öyleyse bu tebşir, o makablinden tereşşuh eden inzara atıftır.
بَشِّرْ Beşaret tabiri, Cennetin, Cenab-ı Hakkın fazl-ı kereminden bir hediye-i İlahiye olup, amelin ücreti mukabilinde vacip bir hak olmadığına işarettir. Çünkü hak ve ücretin verilmesi, beşaretle tabir edilemez. Buna binaen, yapılan ibadet, Cennet için olmamalıdır.
Tebşirin siga-i emir kıyafetiyle zikri, tebliğin takdirine işarettir. Çünkü Resulallah (a.s.m.) tebliğe memurdur, tebşire mükellef değildir. Takdir-i kelam, “Müjdeleyerek tebliğ et” demektir.
S – اَلَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا Bu sıla ve mevsule tabiri, ism-i fail sigası olan اَلْمُؤْمِنِينَ den daha uzun olduğu halde neye işarettir?
C – Surenin başında tafsilen zikredilen اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ ilaahir, olan sıla ve mevsule işarettir ki, orada yapılan tafsil, burada yapılan icmale beyan olsun.
S – Surenin başında اَلَّذِينَ nin sıla denilen dahil olduğu cümle, muzari sigasıyla zikredildiği halde, burada mazi sigasıyla zikredilmiştir. Esbabı nedir?
C – Orada makam, iman ve amele teşvik ve medih makamıdır. Buna münasip, muzari sigasıdır. Burada makam, mükafat ve ücreti vermek makamıdır. Buna da münasip, mazi sigasıdır. Çünkü ücret, hizmetten sonra verilir.
وَعَمِلُوا Bu وَ harf-i atıftır. Atfın tarafeyni arasında münasebet lazım olduğu gibi, mugayeret de lazımdır. Burada aralarında bulunan mugayeret, mezheb-i İtizalin hilafına, amelin imana dahil olmadığına ve amelsiz imanın da kafi gelmediğine delalet ettiği gibi; عَمَلْ tabiri de, tebşir edilenin ücret gibi olduğuna işarettir.
اَلصَّالِحَاتِ Bu kelime, birşey ile takyid ve tahsis edilmeyerek, mutlak ve müphem bırakılmıştır. Mısır Müftüsü Şeyh Muhammed Abduhun telakkisine göre: “İyi şeyler manasında olan صَالِحَاتِ kelimesi, beynennas meşhur ve malum olduğundan, mutlak bırakılmıştır.”
Ben de diyorum ki: surenin başına itimaden burada müphem bırakılmıştır. Çünkü, sure başında zikredilen وَيُقِيمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ ayeti buradaki صَالِحَاتِ yi beyandır.
﴾ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلانْهَارُ ﴿ Bu ayetten maksat, mükafattan neşet eden neşeli lezzet ve sürurdur. Bu maksadın takviyesine işaret eden kayıtlar:
1. اَنَّ nin tekidi.
2. ل nin ihtisası.
3. لَهُمْ ün takdimi.
4. Cennetin cemiyle tenkiri.
5. Cereyanın zikri.
6. تَحْتَ ile beraber مِنْ in zikri.
7. Nehir tabiriyle tarifidir.
Bu kayıtların, o maksadın tahakkukuna çalıştıklarına bir parça izahat vereceğiz. Şöyle ki:
Pek büyük birşey tebşir edildiği zaman, akıl tereddüt eder, inanamaz, inandırmak için tekide ihtiyaç olur. Ve keza, neşe ve sürur makamları, evhamdan hali olmalıdır. Çünkü edna bir vehimle, sürur zail olur. Buna binaen, burada o büyük tebşirat, اَنَّ ile tekit edilmiştir ki, hem akıl inansın, hem o süruru izale edecek hiçbir evham kalmasın. Ve keza, bu tebşiratın yalnız bir vaadden ibaret olmayıp, bir hakikat olduğuna işarettir.
İhtisası ifade eden لَهُمْ deki ل tebşir edilen şeyin onlara mahsus ve onların mülkü ve onların fazlı, istihkakları olduğuna delalet eder ki, lezzetleri tamam, sürurları müzdad olsun. Ve illa, bir padişah, bir fakiri misafir ederse, madem o misafirlik ve o sohbet ebedi değildir, kıymeti yoktur.
لَهُمْ ün takdimi hasrı ifade ettiğinden, beynennas, Cennetin onlara tahsis kılındığına ve dolayısıyla ehl-i narın da perişan hallerini onların gözleri önüne götürmeye sebep olduğuna delalet eder. Ve bu itibarla Cennetin lezzeti artar ve kıymeti tezahür eder.
Cennetin cemi, Cennetlerin taaddüdüne ve amellere göre Cennetin mertebelerine işarettir.
Ve keza, Cennetin her bir cüzü, Cennet gibi bir Cennet olduğuna ve herbir mümine düşen kısım, büyüklüğüne nazaran tam bir Cennet gibi göründüğüne işarettir.
Cennetin tenkiri ise, güzelliğinin kabil-i tarif ve tavsif olmadığına veya samilerin iştiha ve istihsanlarının fevkaladeliğine işarettir.
تَجْرِى Bahçelerin en güzeli, içinde suyu bulunanlardır. Bunların da en güzeli, içlerinden suları akanlardır. Bunların da en iyisi, akıntısı devamlı olanlardır. İşte cereyanın siga-i muzari kıyafetinde zikredilmesi, o cereyanları tasvir etmekle, devamlı olduğuna işarettir.
مِنْ تَحْتِهَا Hadravat (yeşillik) ve nebatat içinde cereyan eden suların en iyisi, nebaan suretiyle bahçenin içinden çıkmakla yüksek köşklerin altından kendine mahsus terennümatıyla geçen, eşcar ve nebatata dağılan sulardır. مِنْ تَحْتِهَا kelimesi, bu kısım sulara işarettir.
اَلْاَنْهَارُ Suların çokluğu, bahçelere daha ziyade menfaat, revnak ve güzellik verir.
Kezalik, küçük küçük arklardan tecemmu eden nehirler, daha güzel manzaraları teşkil eder. Bilhassa suları berrak, zülal, tatlı, soğuk olursa, fevkalade bir kıymet, bir lezzet veriyor. İşte اَلْاَنْهَارُ kelimesi, cemiyle, tarifiyle, maddesiyle bu çeşit sulara işaret eder.
﴾ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هٰذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ ﴿
Bu büyük cümle, çok küçük küçük cümleleri tazammun etmiştir. Evet, bu cümle, makabliyle bağlı değildir; müstenifedir, vazifesi mukadder bir suali cevaplandırmaktır. Mukadder sual ise, sekiz sualin memzuç ve macunudur. Şöyle ki:
Vakta ki iman edenler ve amel-i salih işleyenler, Cennet gibi yüksek bir meskenle tebşir edildiler, birdenbire samiin zihnine geldi:
“Acaba o meskende rızık olacak birşey var mıdır?
Varsa, o rızık nereden hasıl olur ve nereden gelir?
O rızıklar o Cennetten hasıl olduğu takdirde, nesinden neşet ediyor?
Semeratından meydana gelirlerse, dünya semeratına benzerler mi?
Benzediği takdirde, birbirine de benzerler mi?
Birbirine müşabih olurlarsa, tatları bir midir, yoksa ayrı ayrı mıdır?
Tatları muhtelif olduğu takdirde, koparıldıkları zaman yerleri boş mu kalır, yoksa derhal dolar mı?
Tebeddül ettikleri takdirde, devamlı mıdırlar? Devamlı iseler, onları yiyenler sevinirler mi? Sevindikleri zaman ne derler?
Arkadaş! Bu sualleri avucuna koy. Ben de bu cümleleri açar, içlerine bakarım. Sen de dikkat et, bakalım mutabık olacak mıdır?
كُلَّمَا kelimesi, devam ve tahkike delalet eder.
رُزِقُوا siga-i mazisiyle, vukuunun tahakkukuna delalet ettiği gibi, maddesiyle de dünyadaki rızıklarını ihtar eder. Ve bina-i meçhul sigasıyla zikri, o rızkda meşakkatin bulunmamasına ve onların (ağalar ve beyler gibi) rızıkları ayaklarına geldiğine delalet eder.
مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ denilmektense مِنْ ثَمَرَاتِهَا denilmiş olsaydı, daha muhtasar ve daha güzel olurdu. Fakat mezkur suallerden iki suale cevap olduğundan, مِنْهَا ayrı, مِنْ ثَمَرَةٍ ayrı söylemek icap etmiştir.
مِنْ ثَمَرَةٍ deki tenkir, tamimi ifade ettiği cihetle, Cennetin bütün semereleri rızık olmaya şayan olduğuna işarettir.
رِزْقًا kelimesinin tenkiri ise, açlığı gidermek için yediğiniz, gördüğünüz rızık olmadığına işarettir.
قَالُوا tefaul babının manası olan şirketi andırıyor. Yani, “O rızkın acip keyfiyetinden ettikleri taaccüp ve istiğrabı birbirine söylemeye başladılar.”
هٰذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ Bu cümlede mübhem bırakılıp beyan edilmeyen rızık kelimesinin dört manaya ihtimali vardır.
Birincisi: Rızıktan maksat, amel-i salihtir. Yani, “Bu dar-ı dünyada rızık olarak bize nasip kılınan, amel-i salih, yani, şimdi yediğimiz rızıklar dünyada yaptığımız amel-i salihin neticesidir.” Yani amel ile ceza arasında o kadar ittisal (bağlılık) vardır ki, sanki dünyadaki amel, ahirette tecessüm edip sevap kesilmiştir. Onların sevinçleri, bu noktadan hasıl olmuştur.
İkincisi: Rızıktan maksat, dünyanın taam ve yemekleridir. Yani, “Dünyada rızık olarak bize verilen taamlar, bunlardır. Amma zevkleri, tatları arasında dağlar kadar fark vardır.” İşte onların istiğrapları bu noktadandır.
Üçüncüsü: Bu semereler, biraz evvel yediğimiz semereler gibidir, ama suretleri bir, manaları, tatları ayrıdır. Demek sureten, şeklen bir olduklarından ülfet lezzetini veriyor, tatlarının ayrı olmasıyla de teceddüd lezzeti hasıl oluyor. İşte sevinçleri bu noktadandır.
Dördüncüsü: Hemen şimdi yediğimiz meyveler, bu dallardaki meyvelerdir. Demek bir meyve koparıldığı zaman, yeri boş kalmıyor, derhal yerine bir meyve peyda oluyor. İşte bundandır ki, Cennetin meyvelerinde noksaniyet olmuyor.
﴾ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا ﴿ Bu cümle, itiraziyedir. Yani, yeni bir hükmü ifade etmek için zikrine lüzum olmadığı halde, هٰذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ cümlesindeki hükmü tasdik ve illetini beyan etmek üzere, evvelki cümleye bir zeyil ve bir fezleke olarak zikredilmiştir.
Bina-i meçhul sigasıyla اُتُوا nün zikredilmesi, ehl-i Cennetin işleri, hademeleri tarafından görülmekte olduğuna işarettir.
مُتَشَابِهًا Yani zahiren ve şeklen bir olduğundan, ülfet lezzetini veriyor; batınen ve taamen de ayrı olduğu cihetle, teceddüd lezzetini veriyor. Bu itibarla مُتَشَابِهًا kelimesi, her iki lezzeti ima ediyor.
﴾ وَلَهُمْ فِيهَۤا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ ﴿ Bu cümle اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى …الخ cümlesine atıftır. Atfın tarafeyni arasında lazım olan münasebetin iktizasınca, takdir-i kelam şöyle olsa gerektir: “Onlar, kendi cisimleri için bir meskene muhtaç oldukları gibi, kadınları için de bir meskene muhtaçtırlar.”
لَهُمْ kelimesi ihtisası ifade ettiği cihetle, o ezvacın, onların mülkü ve onlara mahsus olduklarına delalet ettiği gibi, dünya kadınlarından başka حُورٌ عِينٌ ile tabir edilen bir kısım kadınlar da onlar için yaratılmış olduğunu imaen gösteriyor.
فِيهَا Cennet, o kadınlara zarf ve mesken olduğundan anlaşılır ki, o kadınlar, o yüksek Cennete layıktırlar ve aynı zamanda Cennet derecelerinin yüksekliği nisbetinde onların hüsünleri de yükseliyor.
Ve keza, Cennetin de onlarla müzeyyen olduğuna gizli bir ima vardır.
مُطَهَّرَةٌ tefil babından ism-i meful olduğundan, her halde tathir edici bir fail vardır. O fail de, ancak yed-i kudrettir. Binaenaleyh, yed-i kudretin tathir ve tenzih ettiği kadınların tavsifleri kabil değildir.
Ve keza, مُطَهَّرَةٌ kelimesi müteaddi olduğuna nazaran, o kadınların taharetleri kendilerinden olmayıp, başkasından onlara sirayet etmiş olduğu anlaşılır. Binaenaleyh, dünya kadınları da Cennete girdikten sonra, bir tetahhur ve tasfiye ve tasaykul ameliyatıyla, güzellikte hurilerin derecelerine çıkacaklarına delalet eder.
﴾ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ ﴿ Yani, “Onlar da, ezvacları da, Cennet de, Cennetin lezaizi de hep ebedidirler.”
﴾ اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِۤى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَاَمَّا الَّذِينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَاَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَۤا اَرَادَ اللهُ بِهٰذَا مَثَلاً يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَيَهْدِى بِهِ كَثِيرًا وَمَا يُضِلُّ بِهِۤ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَۤا اَمَرَ اللهُ بِهِۤ اَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ اُولٰۤئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ ﴿
Gayet kısacık bir meali: Yani, “Cenab-ı Hak, kullarını irşad ve ikaz etmek üzere, sivrisinek gibi hakir, kıymetsiz bir hayvanla veya bir mahlukla misal getirmeyi, kafirlerin keyfi için terk etmez. İmanı olanlar, onun, Rablerinden hak olduğunu bilirler. Amma kafirler, Allah bu gibi hakir misallerden neyi irade etmiştir? diyorlar. Allah, onunla çoklarını dalalete atar ve çoklarını da hidayete götürür. Fakat fasıklardan maada dalalete attığı yoktur. Fasıklar da ol adamlardır ki, Allahın taatinden huruçla, misak-ı ezeliden sonra ahidlerini bozarlar ve Allahın akrabalar arasında veya müminler beyninde emrettiği hatt-ı muvasalayı keserler; yeryüzünde işleri ifsattır. Dünya ve ahirette zarar ve hüsrana maruz kalan ancak onlardır.”
Bu ayetin de sair arkadaşları gibi mevzu-u bahis olacak vücuh-u irtibatı ve cihat-ı nazmiyesi üçtür.
Maahaza, bu ayetin meali, hem makabline, hem mabadine, hem Kuranın tamamına bakıyor.
Mabadine olan vech-i irtibatı:
Evet, vakta ki Kuran-ı Azimüşşan sinekten, ankebuttan misal getirdi, karınca ile bal arısından bahsetti. Müşrikler, münafıklar, Yahudiler itiraz için fırsat bularak ahmakane dediler ki: “Allah, azametiyle beraber, böyle hasis, hakir şeylerden bahsetmeye tenezzül eder mi? Halbuki ashab-ı kemal, bu gibi kıymetsiz şeylerden bahsetmeye tenezzül etmezler, haya ederler.” Kuran-ı Kerim, bu ayetle ağızlarına vurarak kapattı.
Makabline cihet-i nazm ve irtibatı:
Evet, Kuranın ihtiva ettiği sıfat ve mezayanın hiçbir kelamda, hiçbir kitapta, hiçbir şahısta bulunmadığı, sure başında ispat edildiği gibi, Muhammed aleyhissalatü vesselamın nübüvveti de Kuranın icazıyla ispat edildi. Kuranın icazı dahi tahaddi ile, yani muhalifleri muaraza, mübareze meydanına davet etmekle ispat edildi. Çünkü muarazaya yapılan davet, sükut ile cevaplandırıldı. Böyle cihanşümul bir inkılabı söndürmek için yapılan davet üzerine mübareze meydanına gitmeyip sükut etmek, elbette eser-i aczdir. Kuran-ı Kerimin bu ispatlarına karşı kafirler habt olup ağızlarını açamadıkları gibi, nabızları bile felce uğradı. Yalnız, Kuran, her hususta hadd-i kemale baliğ olduğundan, uzaktan uzağa bazı ufak itiraz taşlarını atmışlardır.
Ezcümle: كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا ve اَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَۤاءِ gibi adi, kıymetsiz misallerden Kuranın getirdiği temsiller, yüksek kelamların kemaline yakışmaz. Bu gibi temsiller, beynennas yapılan mükalemelere, konuşmalara benziyorlar” diye muğalata ile halt etmişlerdir. Kuran-ı Kerim, onların o haltlarını bu ayetle başlarına vurmuştur.
Arkadaş! Acele etme, burada bir parça durmak icap eder. Onların pek vahi ve zayıf şüpheleri vardır. Bu şüpheler, müteselsil bazı vehimlerden neşet etmiştir. O vehimler de, bazı muğalatalardan husule gelmişlerdir.
Onların, Kuranın kemalini tenzil etmek için, Kuranın temsillerini insanların temsillerine kıyas etmeleri, kıyas-ı maalfarıktır; aralarında dünyalar kadar fark vardır. Onları muğalata ile bu kıyasa sevk eden noktalar:
1. Onlar, herşeye, meluflarına baktıkları nazarla bakıyorlar.
2. Onlar, insanın zihninin, fikrinin, lisanının, seminin cüzi olduklarını ve cüzi olduklarından, kasten ve bizzat iki şeye beraber taalluk edemediklerini nazara almışlardır.
3. Himmetin yüksek ve alçak kısımlarını tefrik eden mikyasın, iştigal ve ihtimamdan ibaret olduğunu düşünmüşlerdir. Yani, yüksek şeylere ihtimam edenin himmeti yüksektir, alçak işlerde iştiğal edenin himmeti alçaktır.
4. Kıymet ve azametin, himmet nisbetinde olduğunu zannetmişlerdir. Hatta küçük veya alçak birşeyi, yüksek ve büyük şahıslara isnad etmezler. Güya azim insanlar, kıymeti olmayan şeylere tenezzül etmezler ve zayıf, küçük birşey, o büyük himmet ve azameti tahammül edemez.
İşte o boş kafalılar, bu noktalara istinaden, Cenab-ı Hakkı da insanlara kıyas ederek diyorlar ki: “Allah, celal ve azametiyle, insanların konuştukları gibi nasıl insanlar ile tekellüm etmeye tenezzül eder? Ve bu cüzi ve hakir şeylerden nasıl bahseder? Azametine yakışır mı?”
Acaba o süfeha takımı, Allahın iradesi, ilmi, kudreti gibi sair sıfatlarının da külli, umumi, şamil, muhit olduklarını bilmezler mi? Ve yine bilmezler mi ki, Cenab-ı Hakkın azametine mikyas, ancak mecmu asarıdır; yalnız bir eser mikyas olamaz? Ve yine bilmezler mi ki, Cenab-ı Hakkın tecellisine mizan olacak, kaffe-i kelimatıdır ki, eşcar kalem, denizler mürekkep olsa, o kelimatı yazıp bitiremezler?
Mesela, şems akıl, ihtiyar ve irade sahibi farz edilse, ziyasını bütün aleme neşrettiği bir sırada, pis, mülevves bir zerre de onun ziyasından istifade ettiği vakit, şemse karşı “Niçin bu pis, bu mülevves zerreyle meşgul oldu ve niçin ona ziyasını verdi?” diye itiraz edilebilir mi? Haşa! Şemsin azametine bir nakise gelir mi? Yok.
Binaenaleyh, Allah, gayet büyük olan bu alemi, büyük bir sanatla ve büyük bir ihtimamla halk ettiği gibi, cevher-i fert ile tabir edilen zerre de Onun destgah-ı kudretinden çıkan bir eser-i sanatıdır. Çünkü o büyük kudretin nazarında, cevahir-i fert, yani zerrelerle nücum-u seyyare, yani gezici yıldızlar müsavidirler. Zira o büyük Allahın kudreti, ilmi, iradesi, kelamı, zati sıfatlarıdır, Zat-ı Akdese lazımdırlar. Onlarda teceddüd yok, ziyade ve noksan olmaya kabiliyet yok, tagayyürleri yok ki mertebeleri olsun. Maahaza, acz bu sıfatların zıddı olduğundan, onların içine girip oturamaz. Binaenaleyh, kudret-i İlahiyede zerre ile şems arasında fark yoktur.
Mesela, terazinin her iki gözünde iki güneş veya iki zerre bulunduğu farz edilse, aralarında müsavat ve muvazene bulunduğundan, hariçten bir kuvvet bir gözüne basarsa, öteki göz havaya kalkar. İster o gözde zerre olsun, ister güneş olsun, o kuvvete göre farkları yoktur, ikisi de birdir.
Kezalik, mümkün olan bir şeyin tarafeyni, yani vücut ve ademi arasında, terazinin gözleri gibi müsavat olduğundan, kudret-i ezeliye hangi tarafa basarsa, öteki taraf heba gibi havaya kalkar. Güneş, sinek, zerre, bu hususta hepsi de birdir.
Hülasa: Zerre gibi küçük şeyler veya adi fiiller, Halıkın halkıyla vücuda geldikleri için, onun daire-i ilminde dahil oldukları bedihidir. Bu itibarla, onlardan bahsetmekte, bilbedahe, müşahhat (münakaşa etmek) yoktur. Kuran-ı Kerim,
اَلاَ يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ ayetiyle bu sırra işaret etmiştir. Yani, halkeden Halık, mahlukunu bilmez mi? Ve bilmemesinin imkanı var mı? Öyleyse mahlukundan niçin bahsetmesin, niçin mahlukuyla konuşmasın?
İkinci mugalata: Onlar, “Kuranın üslupları ve şivesi altında bir insanın timsali görünür” diyorlar. Çünkü Kuranda bahsedilen adi işler ve hakir şeyler, insanların arasında yapılan muhavere ve konuşmalar gibidir. Bu cahil herifler bilmezler mi ki, söylenilen bir kelam, bir cihetten mütekellimine bakarsa birkaç cihetten de muhatabına bakar? Çünkü muhatabın ahvalini nazara almak lazımdır ki, söylenilen söz o ahvalin iktizası üzerine söylensin. Binaenaleyh, Kuranın muhatabı beşerdir. Kuranın maksadı da tefhimdir. Yani, beşerin bilmediği şeyleri bildirmektir. Buna binaendir ki, belagatın iktizası üzerine, Kuran, beşerin hissiyatıyla memzuc olan üsluplarını giyer ve şivesiyle söyler ki, beşerin fehmi söylenilen sözden tevahhuş edip ürkmesin.
Evet, yüksek bir insan, bir çocukla konuştuğu zaman çocukların şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. Çocuğun fehmi, onun çat pat söylediği sözlerle ünsiyet peyda eder; söylediklerini dinler ve anlar. Aksi halde, o insanla o çocuk arasında bir malumat alışverişi olamaz. Allah ile beşer arasındaki ahz ve italar da böyledir. Eğer Cenab-ı Hak beşere ita edeceği malumatı beşerin terazisiyle tartıp vermezse, beşer, katiyen ne bakar ve ne de alır. Çünkü beşer, ancak alışmış olduğu terazisinin dilinden anlar, bu fenni terazilerin dilinden anlamaz.
S – Hakikaten, eşyanın hakareti, hisseti, kudretin azametine, kelamın nezahet ve nezaketine münafidir.
C – Bazı şeylerde veya işlerde görünen hakaret, çirkinlik, eşyanın mülk cihetine aittir. Yani dış yüzüne nazırdır ve bizim nazarımızda öyle görünür. Ve bunun için, eşya ile yed-i kudret arasına perde olarak esbab-ı zahiriye vaz edilmiştir ki, sathi nazarımızda yed-i kudretin o gibi eşya ile mübaşereti görünmesin. Fakat melekut ciheti, yani içyüzü ise şeffaf ve yüksektir. Kudretin taalluk ettiği bu cihette, hiç bir şey kudretin taallukundan hariç değildir.
Evet, azamet-i İlahiye esbab-ı zahiriyenin vazını iktiza ettiği gibi, vahdet ve izzet-i İlahiye de kudretin bütün eşyaya şumulünü ve kelamın herşeye ihatasını iktiza ederler. Maahaza, bir zerre üstünde zerrelerle yazılan bir Kuran, sahife-i semada yıldızlarla yazılacak Kurandan hüsünde (güzellik) aşağı değildir.
Ve keza bir sivrisineğin yaratılışı, sanatça filin hilkatinden dun değildir.
Kelam sıfatı da aynen kudret sıfatı gibidir. Bir çocukla konuşup söz anlatmak, bir feylesofla konuşmaktan aşağı değildir.
S – Şu temsillerde görünen hakaret-i zahiriye neye aittir?
C – O gibi haller temsil getirene ait değildir, ancak mümessel-i lehe aittir. Yani, kime ve ne şeye temsil getirilmişse ona aittir. Zaten kelamın güzelliği, belagati, mümessel-i lehe mutabakatı nisbetindedir. Evet, bir padişah bir çobana, çobanlara mahsus bir aba, bir palto ve kelbine de bir kemik verirse, “Padişah iyi yapmadı” diye kimse itiraz edemez. Çünkü herşeyi layıkına vermiştir. Binaenaleyh, mümessel-i leh ne kadar hakir olursa, temsili de o kadar hakir olur; ve ne kadar büyük olursa, temsili de o kadar büyük olur.
Evet, sanemler pek adi, hakir olduklarından Cenab-ı Hak, sineği onlara musallat kılmıştır. Ve ibadetleri de o kadar çirkindir ki, نَسْجُ الْعَنْكَبُوتِ ile, yani örümceğin ağıyla tabir edilmiştir.
Üçüncü muğalata: Onlar diyorlar ki: “Hakikati izhar etmekte, aczi ima eden bu gibi temsilata ne ihtiyaç vardır?”
Elcevap: Kuranı inzal etmekten maksat, cumhur-u nası irşad etmektir. Cumhur ise avamdır. Avam-ı nas, çıplak olan hakaikı göremez; ülfet peyda etmedikleri akliyat-ı mahzayı ve mücerredatı fehimleri alamaz. Bunun için Cenab-ı Hak, lütuf ve ihsanıyla, hakikatleri onların ülfet ettikleri bir libasla, bir şiveyle göstermiştir ki, tevahhuş edip ürkmesinler. Bu bahis, müteşabihat bahsinde geçmiştir.
Bu ayetin cümleleri arasındaki irtibata gelelim:
Evet, ﴾ اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِۤى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا ﴿ cümlesi onların irad ettikleri aşağıdaki müteselsil itirazları reddediyor.
1. Allahın beşer ile konuşmasında ve onlara kahır ve itab etmekte ve onlardan şikayet etmekte ne hikmet vardır? Halbuki bu gibi şeylerden anlaşılır ki, alemde insanın da başka bir tasarrufu, bir tesiri vardır.
2. İnsanlar arasında cereyan eden konuşmalar gibi temsillerinin getirilmesi… Zira bu, Kuranın beşer kelamı olduğuna alamettir.
3. Kelamın arkasında, üslubların arasında insanın timsali görünür.
4. Hakaik, temsilatla tasvir ediliyor. Bu ise, hakikatı izhar etmekten aciz olduğuna delalet eder.
5. Getirilen temsiller, adi temsillerdir. Bu ise, mütekellimin zihni, inhisar altında olduğuna emaredir.
6. Hakir ve kıymetsiz şeylerden temsiller getiriliyor. Bu da mütekellimin zayıf olduğuna delildir.
7. Getirilen temsillere mecburiyet olmadığından, terki zikrinden evladır.
8. Bilhassa, ehl-i izzetin haya ederek tenezzül etmedikleri şeylerden temsil getirilmiştir.
Kuran-ı Kerim, bu itiraz silsilesini, اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِۤى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا … الخ cümlesiyle bir darbede kırmış ve yıkmıştır:
1. Eşyanın içyüzleri yüksek ve şeffaf olduğundan, bu yüzlerden bahsetmek azamet ve celale münafi olmadığı gibi; uluhiyetin iktizası üzerine dış yüzleri çirkin görünenlerin bahsedilmekten, zikredilmekten hariç tutulmaları, uluhiyet kanununa muhaliftir. Çünkü bir hakim, tebasından çingeneleri hukuk-u medeniyeden ihraç etmez.
2. Belagat ve hikmetin iktizası üzerine, hakir manaları ifade için hakir temsillerin zikrinde bir muhalefet yoktur.
3. adi temsillerde bir beis yoktur; terbiye ve irşad öyle ister.
4. İnayet-i İlahiyenin iktizası üzerine, hakaik, temsilatla tasvir edilir.
5. Rububiyet ve terbiyenin iktizasına binaen, insanları, kendi aralarında cereyan eden muhavereleri, üslupları, şiveleriyle irşad etmek lazımdır.
6. Hikmet ve nizamın iktizası üzerine, Cenab-ı Hakkın insanlarla konuşması zaruridir.
Hülasa: Cenab-ı Hak, insanlara cüz-ü ihtiyari vermekle, onları alem-i efale masdar yaptı. O alem-i efali bir nizam altında almak üzere kelamını, yani Kuranını da resul olarak o alem-i efale gönderdi. Binaenaleyh, tanzif ve tanzim için yapılan İlahi bir program, itirazlara mahal olamaz.
﴾ فَاَمَّا الَّذِينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ ﴿
Bu cümleyi evvelki cümle ile bağlayan alakaya gelince:
Evvelki cümledeki hükmü ispat için, bu cümle, bir delilin yolunu gösteriyor ve zihne gelen vehimleri de def ediyor. Şöyle ki:
Her kim inayet-i ezeliye ile rububiyet-i İlahiyeyi göz önüne getirip Allah canibinden kudretin azameti altında bakarsa, بَعُوضَةً ve emsaliyle getirilen temsillerin belagat kanunlarına muvafık ve Cenab-ı Haktan hak olduğunu tasdik eder. Fakat her kim nefsinin emri altında mümkinatı nazara alarak bakarsa, şüphesiz vehimler onu havalandırır, dalaletin bataklığına atar.
Bu iki taife insanların misli, şöyle iki şahsın misline benzer ki: Onlardan birisi yukarıya, diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse, tatlı ve temiz olduğunda tereddüt etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise, arklara bakar, suyun menbaını göremediğinden, her rastgeldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Edna bir vehim, o kafasızı yoldan çıkarır.
Yahut o iki taifenin misali, ellerinde bir ayine bulunan iki şahsın misaline benzer ki, birisi ayinenin şeffaf yüzüne bakar, içinde kendisini gördüğü gibi çok şeyleri de görebilir. Öteki adam ise, ayinenin renkli yüzüne bakar, birşey anlayamaz.
Hülasa: Allahın sununa, efaline, kelamına, temsilatına, üsluplarına, inayet ve rububiyetini mülahaza etmekle beraber, Allahın canibinden bakmak lazımdır. Bu bakış da, ancak nur-u imanla olur. Bu itibarla, vehimler olsa bile, ancak örümcek ağının kıymet ve kuvvetinde olur. Eğer mümkinat cihetinden cüzi fikriyle müşteri nazarıyla bakarsa, zayıf bir vehim bile onun nazarında bir dağ gibi olur. Cudi Dağını gözün rüyetinden men eden sineğin kanadı gibi, zayıf, küçük bir vehim de hakikati onun gözünün görmesinden setreder.
﴾ وَاَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا ﴿ ila ahir.
Bu cümlenin evvelki cümle ile cihet-i irtibatı:
Evet, temsilat-ı Kuraniyedeki hikmeti fehmetmek için Allah canibinden nur-u imanla bakmak lazım olduğuna evvelki cümle ile işaret edilmiştir. Bu cümlede ise, mezkur temsilattaki hikmetin adem-i fehmini intac eden ve aynı zamanda evham ve bahaneler yuvasına giden yol gösterilmiştir. Şöyle ki:
Alçak nefis tarafından herşeyi karanlıklı gösteren küfür zulmetiyle temsilat-ı Kuraniyeye bakan olursa, tabii o temsilatın hikmetini anlayamaz, evhama kapılır. Kalbindeki marazın yardımıyla, her vehim onun nazarında bir dev kesilir; tarik-i hakkı kaybeder, tereddütlere maruz kalır. Sonra istifhama, yani sorup sual etmeye başlar, içinden çıkamaz; en nihayet iş inkara dayanır, inkarın içinde kalır. Kuran-ı Kerim, ihtisar ve kinaye tarikiyle onların inkarı tazammun eden istifhamlarına, مَاذَۤا اَرَادَ اللهُ بِهٰذَا مَثَلاً cümlesiyle işaret etmiştir. Ve bu işaret içindir ki, evvelki cümlede mezkur olan يَعْلَمُونَ ye mutabakat için, burada لاَ يَعْلَمُونَ nin zikri lazım iken مَاذَۤا اَرَادَ اللهُ بِهٰذَا مَثَلاً ila ahir, denilmiştir.
يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَيَهْدِى بِهِ كَثِيرًا Bu cümle, onların temsilatının sebebini, ille-i gaiyesini anlamak üzere مَاذَا ile yaptıkları istifhama cevaptır. Fakat Kuran-ı Kerim, usul ittihaz ettiği icaz ve ihtisara binaen, temsilatın akıbetini, yani temsilata terettüp eden dalalet ve hidayeti, ille-i gaiye menzilesinde göstermiştir. Evet dalalet ve hidayet, temsilata illet olamaz. Eğer illet olsa, cebir olur. Ancak, temsilatın sebep ve ille-i gaiyesi, cumhur-u avamı ikaz ve irşaddır. Sanki onlar, “Ne için böyle oldu? Ne için icaz bedihi olmadı? Ne için Allahın kelamı olduğu zaruri olmadı? Ne için bu temsilat yüzünden vehimlere meydan verildi?” diye bir çok sualleri ortaya çıkardılar. Kuranı Kerim
يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَيَهْدِى بِهِ كَثِيرًا cümlesiyle, o sual kümesini dağıttı. Şöyle ki:
O temsilatı nur-u iman ile tefekkür edenin nur-u imanı inkişaf eder, kuvvet bulur. Küfür zulmetiyle ve tenkit hırsıyla bakanın da, zulmeti ziyadeleşir ve gözü kör olur. Çünkü nazaridir, bedihi değildir.
Evet, bu temsilat, temiz ve yüksek ruhları, mülevves ve alçak ruhlardan tefrik içindir. Bu da, yüksek istidatları neşvünemalandırmakla pis istidatlardan temyiz içindir. Bu dahi, sağlam fıtratları, mücahede ile, bozuk ve hasta fıtratlardan ayırmak içindir. Bunu da, imtihan-ı beşer istilzam ediyor. Bunu dahi, sırr-ı teklif iktiza etmiştir. Teklif ise saadet-i beşer içindir. Saadet ise tekemmülden sonradır.
S – Diyorsun ki: “Teklif saadet içindir. Halbuki ekser-i nasın şekavetine sebep, tekliftir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefavüt-ü şekavet de olmazdı?”
C – Cenab-ı Hak, verdiği cüz-ü ihtiyari ile efal-i ihtiyariye alemini kesbiyle teşkil etmeye insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-ı mütenahi tohumları sulamak ve neşvünemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşvünema bulamazdı.
Evet, nev-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki, ruhun manen terakkisini, vicdanın tekamülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden, yani aşılayan, şeriatlardır; vücut veren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemalat-ı vicdaniye ve ahlak-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi, nevin saadetine de sebep olmuştur.
Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarıyla küfrü kabul ve tekalif-i İlahiyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevi, ahlaki vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kafirin her sıfatı ve her hali kafir değildir.
S – İnsanlardan büyük bir kısmın şekaveti meydanda iken, yalnız küçük bir kısmın saadeti nasıl nevin saadetine sebep olur ki, “Şeriat rahmettir” diyorsunuz. Halbuki nevin saadeti, ya bütün efradın veya kısm-ı ekserisinin saadetiyle olabilir?
C – Altına yüz yumurta bırakılan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çıkarıp seksenini ifsad etse, bu tavuk, yumurta nevine hizmet etmiş olur. Çünkü bir civciv, bin yumurtanın annesi olabilir.
Veya yüz tane çekirdek toprağa ekilse ve su ile sulanıp bilahare yirmisi neşvünema bulup hurma ağacı olsa ve sekseni çürüyüp mahvolsa, yirmi çekirdeğin sümbüllenip ağaç olmasına sebep olan su, elbette çekirdek nevine hizmet etmiş olur.
Veyahut bir maden ateşte eritilse, beşte biri altın, mütebakisi toprak çıksa; elbette ateş, o madenin kemaline, saadetine sebep olur.
Binaenaleyh, teklif de insanların beşte birini kurtarsa, o beşte birin saadet-i neviyeye sebep ve amil olduğuna katiyetle hükmedilebilir. Maahaza, yüksek hissiyat ile güzel ahlakın neşvüneması, ancak mücahede ve içtihadla olur. Evet, sağ el, daima çalıştığı için, sol elden daha kuvvetlidir. Ve bir hükumet, mücahede ettikçe cesareti artar, terk ettiği zaman cesareti azalır ve binnetice cesaret de, hükümet de söner, mahvolur.
Ve keza, herşeyin ve her işin tekamülü, zıtlarının mukabele ve rekabet etmeleriyle olur. Mesela hidayetin tekamülüne dalalet yardım ettiği gibi, imanın tekamülüne de küfür yardım eder. Çünkü küfür ve dalaletin ne derece pis ve zararlı olduklarını gören bir müminin imanı ve hidayeti, birden bine çıkar. Bu iki cihet, teklifin eser ve semeresidir. Ve bu iki cihet itibarıyla teklif, saadet-i neviyenin yegane amilidir.
﴾ وَمَا يُضِلُّ بِهۤ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ ﴿ Bu cümlenin makabliyle münasebeti:
Evet, Kuran-ı Kerim يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا cümlesinde dalalete atılanlar kimler olduğunu beyan etmeyip müphem bıraktığından, sami korktu. “Acaba o dalalete atılanlar kimlerdir? Sebep nedir? Kuranın nurundan zulmet nasıl geliyor?” diye sorduğu bu üç sual, şu cümleyle cevaplandırılmıştır ki: “Onlar, fasıklardır. Dalalete atılmaları, fısklarının cezasıdır. Fısk sebebiyle, fasıklar hakkında nur nara, ziya zulmete inkılap eder.” Evet, şemsin ziyasıyla, pis maddeler taaffün eder, kokar, berbat olur.
﴾ اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَۤا اَمَرَ اللهُ بِهۤ اَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ ﴿
Bu cümlenin evvelki cümle ile veçh-i nazmı:
Evet, bu cümle ile fısk, şerh ve beyan edilmiştir. Şöyle ki:
Fısk, hakdan udul, ayrılmak, hadden tecavüz, hayat-ı ebediyeden çıkıp terk etmektir. Fıskın menşei, kuvve-i akliye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i şeheviye denilen üç kuvvetin ifrat ve tefritinden neşet eder.
Evet, ifrat veya tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani, sahife-i alemde yaratılan delail, uhud-u İlahiye hükmündedir. O delaile muhalefet eden, Cenab-ı Hakla fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur.
Ve keza ifrat ve tefrit, hayat-ı nefsiye ve ruhiyenin maraz ve hastalığını intaç eden esbabdandır. Buna, fıskın birinci sıfatı olan يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللهِ cümlesiyle işaret edilmiştir.
Ve keza, ifrat ve tefrit, hayat-ı içtimaiyeye karşı isyan ateşini yakan iki amildir. Evet, bu amiller hayat-ı içtimaiyeyi nizam ve intizam altına alan rabıtaları, kanunları keser, atar. Evet, şehvet veya gazap, haddini aşarsa, ırz ve namuslar payimal olur, masumlar mahvolur. Buna da, fıskın ikinci sıfatı olan وَيَقْطَعُونَ مَۤا اَمَرَ اللهُ بِهِۤ اَنْ يُوصَلَ cümlesiyle işaret edilmiştir.
Ve keza, dünya nizamının bozulmasını intaç edip fesat ve ihtilale sebebiyet veren iki ihtilalcidirler. Buna dahi, fıskın üçüncü sıfatı olan وَيُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ cümlesiyle işaret edilmiştir.
Evet, fasık olan kimsenin kuvve-i akliye ve fikriyesi itidali kaybedip safsatalara düşerse, itikadata ait rabıtaları kesmekle, hayat-ı ebediyesini yırtar, atar.
Ve keza, kuvve-i gazabiyesi hadd-i vasatı tecavüz ederse, hayat-ı içtimaiyenin hem yüzünü, hem astarını yırtar, altüst eder.
Ve keza, kuvve-i şeheviyesi haddi aşarsa, heva-i nefse tabi olur, kalbinden şefkat-i cinsiye zail olur. Kendisi berbat olacağı gibi başkalarını da berbat edecektir. Bu itibarla, fasıklar hem nevinin zararına, hem arzın fesadına çalışmış olur.
اُولٰۤئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ Bu cümle, evvelki cümlenin neticesi ve aynı zamanda tekididir. Şöyle ki:
Evvelki cümlede ahdi bozmak, sıla-i rahmi kesmek, arzda fesat yapmak gibi fasıkın cinayetlerini korkunç bir şekilde söyledikten sonra, bu cümlede evvelki tehdit ve korkuyu tekit için, fasıkın cinayetlerinin netice ve cezasını şöyle beyan etmiştir: “O fasıklar, ahiretlerini verip dünyayı aldıkları gibi, hidayeti dalaletle tebdil eden kafasız adamlardır.”
Şimdi üçüncü vazifeye geldik. Yani bu ayetin ihtiva ettiği cümlelerin heyetlerinden bahsedeceğiz.
Evvela bunu bilmek lazımdır ki, Kuran-ı Kerimin ayetleri ve ayetlerin cümleleri ve cümlelerin heyetleri, saniye, dakika, saatleri sayan saatin milleri gibidirler. Millerin her ikincisi birincisine yardım ettiği gibi, bir ayet bir maksadı takip ettiği zaman, cümleleri de o maksadın etrafında dolaşırlar; cümlelerin heyetleri dahi, cümlelerin izini takip ediyorlar. Vaziyetleri öyle bir noktaya gelir ki; halleri, lisan-ı hal ile şu beyti okuyor:
عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ اِلٰى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ
Yani, “Söylediğimiz sözler ayrı ayrı ise de, senin hüsnün birdir. Bütün sözlerimiz, o hüsn-ü cemale işaret ediyorlar.” Bunun içindir ki, Kuran-ı Kerimin selaseti ve yüksek belagati ve nakşındaki inceliği tabaka-i icaza vasıl olmuştur.
﴾ اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِىۤ اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا ﴿
Bu cümledeki kelimelerin nüktelerinden bahsedeceğiz:
﴾ اِنَّ ﴿ kelimesi, hem hükmün hakikate bağlı olduğuna, hem hükümde vaki olan tereddüd ve inkarların define delalet eder. Öyleyse bu اِنَّ ayetin başında zikredilen müteselsil tereddüdlere işarettir.
﴾ اَللهَ ﴿ kelimesi, bundan önce zikredilen Cenab-ı Hak ile mümkinat arasında yaptıkları kıyastaki hatayı, zihnin gözüne sokuyor. Yani, “Nasıl Allah diyorsunuz ve nasıl Allahı mümkinata kıyas ediyorsunuz? Allah ünvanını taşıyan Zat, mümkinata kıyas edilebilir mi?”
S – ﴾ لاَ يَسْتَحْيِى ﴿ Haya, nefsin sıkılmasıyla yüzde peyda olan kızartıdan ibaret olduğundan, Cenab-ı Hak hakkında bu kelimenin kullanılması muhaldir; muhali nefyetmekte faide yoktur. Binaenaleyh لاَ يَسْتَحْيِى yerinde لاَ يَتْرُكُ denilmiş olsaydı, muhaliyete mahal kalmazdı?
C – بَعُوضَةً ile yapılan temsili iktiza eden ve hüsnünü takdir eden hikmet, belagat vesaire gibi esbaba karşı temsili terk etmek isteyen, hayadan maada tek bir esbab yoktur. Haya da Cenab-ı Hak hakkında muhaldir. Öyleyse, o temsili terk etmeye asla sebep bulunmadığına işareten, لاَ يَسْتَحْيِى kelimesi, لاَ يَتْرُكُ kelimesine tercih edilmiştir. Çünkü لاَ يَتْرُكُ kelimesi, bu manayı ifade edemez. Yahut يَسْتَحْيِى nin zikri, onların ahmakçasına söyledikleri
اَمَّا يَسْتَحْيِى رَبُّ مُحَمَّدٍ اَنْ يُمَثِّلَ بِهٰذِهِ الْمُحَقَّرَاتِ
Yani, “Muhammedin Rabbi bu hakir şeylerden temsil getirmeye haya etmez mi?” diye söyledikleri sözlerindeki يَسْتَحْيِى kelimesine müşakelet ve müşabehet içindir. Kuran-ı Kerim, belagatçe kıymetli olan مُشَاكَلَةً فِى الصُّحْبَةِ üslubuna binaen, onların kullandıkları يَسْتَحْيِى kelimesini aynen kullanmıştır. Onların bu sözlerine müşakelet ve müşabehet nokta-i nazarından اَنْ يَضْرِبَ yerinde مِنَ الْمَثَلِ الْحَقِيرِ denilmesi, müşabeheti saklamak için daha münasip olurdu. Fakat bu münasebetin nazara alınmaması, latif bir üsluba işarettir ki, temsiller, mühür veya imzalar gibi tasdik ve ispat içindir. Nasıl ki yazılan birşey mühürlenmekle tasdik edilmiş olur; aynen bunun gibi, söylenilen bir söz de, bir misal ile tasdik ve ispat edilmiş olur.
Yahut ﴾ اَنْ يَضْرِبَ ﴿ ile paranın darbına ima edilmiştir. Yani, temsillerin darbı ve darb-ı meseller, sikkenin darbı kadar kelama kıymet veriyor. Yani, nasıl ki sikke, gümüş ve altına kıymet veriyor; darb-ı meseller de kelamlara o nisbette kıymet ve itibar veriyor. Ve bu işaretle, vehimleri def etmek için temsillerin güzel bir vasıta olduklarına ve temsillerin bida olmayıp belagat sahasında işlek ve güzel bir cadde olduğuna ima edilmiştir. Evet, durub-u emsal, malum kaidelerdendir.
Daha kısa ve muhtasar olan masdar-ı ضَرْبَ üzerine اَنْ يَضْرِبَ nin fiil sigasıyla tercihan zikredilmesi, itirazlarının menşei bizzat temsil olmayıp, بَعُوضَةً nin hakareti olduğuna işarettir. Çünkü temsiller haddizatında kıymetli olup, itirazlara mahal değildirler. Zira اَنْ يَضْرِبَ fiildir. Fiil, müstakil ve sabit olmadığından, sanki latiftir. Mütekellimin kastı onda durmuyor, mefule geçiyor. Masdar olan ضَرْبَ ise, isimdir. İsim, müstakil ve sabit olduğu için, sanki kesiftir. Mütekellimin kastını cezb edip, mefule vermemesi ihtimali vardır. Binaenaleyh, اِنَّ اللهَ لاَ يَسْتَحْيِۤى اَنْ يَضْرِبَ مَثَلاً denilmemiş olsaydı, اِسْتِحْيَا mahalli ضَرْبَ olurdu. Halbuki istihyanın mahalli, بَعُوضَةً dir.
﴾ مَثَلاً ﴿ Bundan murad, temsilin hasiyeti olan akli birşeyi hissi birşeyle ve aslı olmayan mevhum birşeyi muhakkak ve mevcut olan birşeyle ve gaip olan bir şeyi, hazır birşeyle tasvir etmektir.
مَثَلاً deki tenkirden anlaşılır ki, burada medar-ı nazar, bizzat meselin zatıdır, sıfatları değildir. Sıfatları ise makamın iktizasına veya mümessel-i lehin haline havale edilmiştir.
﴾ مَا ﴿ tamimi ifade ettiğinden, kaidenin umumi olduğuna işarettir ki, cevap yalnız onların itiraz ettikleri şeye münhasır kalmasın.
﴾ بَعُوضَةً ﴿ Pek çok küçük ve hakir şeyler ve hayvanlar bulunduğu halde بَعُوضَةً nin tahsisi, indel-büleğa temsil için istimali çok olduğuna binaendir.
﴾ فَمَا فَوْقَهَا ﴿ Yani, kıymet ve belagatçe bauzenin (sivrisinek) mafevki veya küçüklükte bauzenin madunu veyahut hem kıymette, hem küçüklükte bauzenin madunu olan şeyler. Fakat مَا فَوْقَهَا tabiri, küçük şeyin belagatçe daha garip, hilkatçe daha acip olduğuna işarettir.
﴾ فَاَمَّا الَّذِينَ اٰمَنُوا فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَ اَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَۤا اَرَادَ اللهُ بِهٰذَا مَثَلاً ﴿
Bu cümlenin evvelki cümleden teferru ve teşaub ettiğini ifade eden ف bu cümleyi her iki şıkkıyla intaç eden zımni ve gizli bir delile işarettir. Tasviri şöyle olsa gerektir:
Cenab-ı Hak, temsili terk etmez. Zira belagatin iktiza ettiği bir temsildir; belagatin iktiza ettiği şey terk edilmez. Öyleyse Cenab-ı Hak bu temsili terk etmez. Binaenaleyh, insafı olan, o temsilin beliğ, hak ve Allahtan olduğunu bilir. İnatla bakan adam ise hikmetini bilmez, tereddüde düşer, sorar, sual eder, en nihayet istihkar ile inkara girer.
Hülasa: Mümin, insaflı olduğu için Allahtan olduğunu tasdik eder. Kafir olan adam inatçı olduğundan, “Bunda ne faide var?” der.
أَمَّا : Bu أَمَّا şart edatıdır. Dahil olduğu her iki cümleyi birincisi melzum, ikincisi lazım veya evvelkisi şart, ötekisi meşrut olmak üzere, ikincisini birinci ile bağlar.
Evet bu أَمَّا iki cümle arasında lüzumu tesis etmek için vaz edilmiştir. Binaenaleyh, burada فَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ cümlesinin اَلَّذِينَ اٰمَنُوا cümlesine lazım ve zaruri olduğuna delalet eder. Yani imanı olanın şeni, onun hak olduğunu bilmektir.
Kendisinden daha kısa olan اَلْمُؤْمِنُونَ kelimesine bedel اَلَّذِينَ اٰمَنُوا denilmesi, onun hak olduğunu bilmek iman sebebiyle olduğuna ve keza onun hak olduğunu bilmek iman olduğuna işarettir.
Belagat nokta-i nazarından makama daha münasip olan اَنَّهُ الْبَلِيغُ cümlesine tercihan اَنَّهُ الْحَقُّ denilmesi onların itirazlarından kastettikleri son neticeye işarettir. Çünkü onlarla maksatları, Allahtan olduğunu nefyetmektir.
اَنَّهُ الْحَقُّ Hakkaniyetin o temsile hasredilmesinden anlaşılır ki, takbih edilmeyip istihsan edilen yalnız بَعُوضَةً temsilidir. بَعُوضَةً nin gayrısı ve بَعُوضَةً den daha iyisi, ayıplardan hali olsa bile, belagatçe بَعُوضَةً nin yerini tutamaz. Çünkü yalnız ayıplardan selamet, kemale delil olamaz.
مِنْ رَبِّهِمْ O temsilin, Rablerinden nazil olduğunu ifade eden bu kayıt, onlar itirazlarına hedef ittihaz ettikleri, o temsilin nüzulü olduğuna işarettir.
وَاَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا Bu اَمَّا evvelki اَمَّا gibi makabllerindeki icmali tafsil etmekle, tahkik ve tekidi ifade ediyor.
اَلَّذِينَ كَفَرُوا nun اَلْكَافِرُونَ kelimesine tercihan zikredilmesi, onların bu inkarı, kalblerinde rüsuh peyda eden küfürden neşet ettiğine ve onun için onları yine küfre götürdüğüne işarettir.
Evvelki cümledeki يَعْلَمُونَ nin mutabakatı için burada فَلاَ يَعْلَمُونَ denmesi münasip iken, onun yerine zikredilen فَيَقُولُونَ icaz ve ihtisar için mukadder olan hallerden kinayedir.
Takdir-i kelam: “Küfrü olan adam, hakikati bilmez, tereddüde düşer, inkara girer, istifham şeklinde istihkar eder, hakir görür.”
Ve keza, kendileri dalalette oldukları gibi, ağızlarıyla halkı da dalalete sürüklediklerine işarettir.
يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَيَهْدِى بِهِ كَثِيرًا Bu cümleden evvelki cümlede اَلَّذِينَ اٰمَنُوا mukaddem olduğuna nazaran, burada ona münasip olan يَهْدِى بِهِ nin takdimi lazımken, يُضِلُّ بِهِ takdim edilmiştir. Çünkü bu kelamdan maksat, inkar edenlerin itirazlarını reddetmektir. Buna binaen, يُضِلُّ بِهِ kesb-i ehemmiyet ettiğinden, takdim hakkını kazanmıştır.
S – Dalalet yerine يُضِلُّ hidayet yerine يَهْدِى yani masdardan fiile olan udulden maksat nedir?
C – Fiil-i muzari, teceddüd ve istimrara delalet ettiğinden, yirmi üç sene devam eden nüzul-ü Kuranın parça parça teceddüdü nisbetinde, onların zulmet-i küfriyelerine kat kat zulmetlerin ilavesine sebebiyet verdiğine, müminlerin de nüzulün teceddüdü nisbetinde nur-u imanlarının derece derece yükselmesine bais olduğuna işarettir.
Ve keza, bu cümle مَاذَا اَرَادَ اللهُ ila ahir, cümlesiyle işaret edilen istifhama cevap olduğu için, her iki fırkanın vaziyetlerini beyan etmek icap etmiştir. Ve bu icaba binaen, masdara tercihan fiil zikredilmiştir. Yani bir fırkanın vaziyeti dalalet, ötekisinin de hidayettir.
كَثِيرًا Evvelki كَثِيرًا dan kemiyet ve adetçe çokluk irade edilmiştir.
İkinci كَثِيرًا dan keyfiyet ve kıymetçe çokluk kastedilmiştir. Ve aynı zamanda, Kuranın nev-i beşere rahmet olduğunun sırrına işarettir.
Evet, insanların az bir kısmının fazilet ve hidayetlerini çok görmek ve göstermek, Kuranın beşere karşı merhametli ve lütufkar olduğunu gösterir.
Ve keza, bir fazilet sahibi, bin faziletsize mukabildir. Bu itibarla, fazileti taşıyan, az olsa da çok görünür.
وَمَا يُضِلُّ بِهِۤ اِلاَّ الْفَاسِقِينَ Evvelki cümlede mutlak ve müphem olarak zikredilen كَثِيرًا den hasıl olan vesveseleri, korkuları, tereddütleri bu cümle ile şöyle def etmiştir ki: “Dalalete gidenler, fasıklardır. Dalaletlerinin menşei de fısktır. Fıskın sebebi ise kisbleridir. Suç onlarda olup, Kuranda değildir. Dalaleti halk etmek, yaptıklarının cezası içindir.”
Yine bilinmesi lazımdır ki, bu cümlelerin herbirisi makablini şerh ve beyan eder, mabadi de onu tefsir eder. Demek her cümle, makabline delil, mabadine neticedir. İki silsile ile bunu izah edeceğiz.
1. Allah, o temsilden haya etmez. Çünkü O, temsili terk etmez. Hem o temsil beliğdir. Hem o temsil haktır. Hem o temsil, Allahın kelamıdır. Bunu da mümin olan kimseler bilir.
2. Allah, münkirlerin dedikleri gibi, o temsilden haya etmez. O münkirler, “O temsilin terki lazımdır” diyorlar. Zira o temsilin hikmetini bilmezler. Hem “Bunda ne faide var?” derler. Hem inkar ediyorlar; zira hakir görüyorlar. Hem, işitmeleriyle dalalete girdiler; zira Kuran onları dalalete attı. Hem onlar fıskla kabuklarından çıktılar, hem Allaha olan ahidlerini bozdular, hem sıla-i rahmi kestiler, hem arzda Allahın nizam ve intizamını ifsad ettiler. Binaenaleyh, hasir ve zararlı onlardır. Dünyada vicdan, kalb ve ruhun azabı ile, ahirette de Allahın gazabıyla ebedi bir azap içinde kalan onlardır.
﴾ اَلَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَۤا اَمَرَ اللهُ بِهِۤ اَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ ﴿
Evvela bilinmesi lazımdır ki, Kuran-ı Kerimin icaz ve nazmında şek ve şüpheleri ika eden fasıkların, bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkur sıfatlarla tavsifleri, pek yüksek ve latif bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kuran-ı Kerim diyor ki: “Kuran-ı ekber denilen kainatın nizamında kudret-i ezeliyenin icazını göremeyen veya görmek istemeyen o fasıkların, Kuran-ı Kerimin de nazm ve icazında tereddütleri ve kör gözleriyle icazını göremeyip inkar etmeleri, baid ve garip değildir. Zira onlar, kainattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve tahavvülat-ı garibeyi ve inkılabat-ı acibeyi, abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kuranın muciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akim, semerelerini acı gördüler.”
﴾ يَنْقُضُونَ ﴿ “Örülmüş kalın bir şeridi açıp dağıtmak” manasını ifade eden نَقَضَ tabiri, yüksek bir üsluba işarettir. Sanki Cenab-ı Hakkın ahdi meşiet, hikmet, inayetin ipleriyle örülmüş nurani bir şerittir ki; ezelden ebede kadar uzanmıştır. Bu nurani şerit, kainatta nizam-ı umumi şeklinde tecelli ederek, silsilelerini kainatın envaına dağıtırken, en acip silsilesini nev-i beşere uzatmıştır ve ruh-u beşerde pek çok istidat ve kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir. Fakat o istidatların terbiyesini ve neticesini, cüz-ü ihtiyarinin eline vermiştir. O cüz-ü ihtiyarinin yuları da, şeriatın, yani delail-i nakliyenin eline verilmiştir. Binaenaleyh, Cenab-ı Hakkın ahdini bozmamak ve ifa etmek, ancak o istidatları layık ve münasip yerlerine sarf etmekle olur.
Ahdin nakzı ise, bozmak ve parçalamaktan ibarettir. Mesela, bazı enbiyayı iman ve tasdik, bazılarını inkar ve tekzip; bazı hükümleri kabul, bazılarını red; bazı ayetleri tahsin, bazılarını kabih ve çirkin görmek gibi. Zira böylece yapılan nakz-ı ahd nazmı, nizamı, intizamı ihlal eder, bozar.
﴾ وَيَقْطَعُونَ مَۤا اَمَرَ اللهُ بِهِۤ اَنْ يُوصَلَ ﴿ Bu cümledeki emir, iki kısımdır.
Birisi, teşriidir ki, sıla-i rahim ile tabir edilen akraba ve müminler arasında şeran emredilen muvasala hattıdır.
Diğeri, emr-i tekvinidir ki, fıtri kanunlarla adetullahın tazammun ettiği emirlerdir. Mesela, ilmin itası, manen ameli emrediyor; zekanın itası, ilmi emrediyor; istidadın bulunması, zekayı; aklın verilmesi, marifetullahı; kudretin verilmesi, çalışmayı; cesaretin verilmesi, cihadı manen ve tekvinen emrediyor.
İşte o fasıklar, bu gibi şeylerin arasında şeran ve tekvinen tesis edilen muvasala hattını kesiyorlar. Mesela akılları marifetullaha, zekaları ilme küs olduğu gibi, akrabalara ve müminlere dahi dargın olup, gidip gelmiyorlar.
﴾ وَيُفْسِدُونَ فِى اْلاَرْضِ ﴿ Evet, fıskla bozulan bir adam, bataklığa düşüp çıkamayan bir şahıs gibi, çokların da o bataklığa düşmelerini istiyor ki, maruz kaldığı o dehşetli halet, bir parça hafif olsun. Çünkü musibet umumi olursa hafif olur.
Ve keza, bir şahsın kalbinde bir ihtilal, bir fenalık hissi uyanırsa, yüksek hissiyatı, kemalatı sukut etmeye başlar; kalbinde tahribata, fenalığa bir meyil, bir zevk peyda olur. Yavaş yavaş o meyil kalbinde büyür; sonra o şahıs, bütün lezzetini, zevkini tahribatta, fenalıkta bulur. İşte o vakit, o şahıs, tam manasıyla arzda yırtıcı bir hayvan, ihtilali çıkarıp büyüten bir bela, fesadı durmayıp karıştıran bir afet kesilir.
S – Bir fasıkın fıskıyla arzın müteessir olması akıldan uzaktır.
C – Madem ki arzda nizam var; muvazene de olmalıdır. Hatta nizam, muvazeneye tabidir. Binaenaleyh, bir makinenin dişleri arasına küçük birşey düşerse, makine müteessir olur, belki faaliyeti de durur. Veya faraza iki dağ bir teraziyle tartılırken, terazi muvazi olduğu vakit bir gözüne bir ceviz ilave edilirse, müvazenesi bozulur. Dünyanın da manevi nizam makinesi böyledir. Mütemerrid bir fasıkın fıskı, arzın muvazene-i maneviyesinin bozulmasına vesile olabilir.
﴾ اُولٰۤئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ ﴿
اُولٰۤئِكَ üç şeyi ifade ediyor:
Birisi ihzar, ikincisi mahsusiyet, üçüncüsü uzaklıktır.
Demek bu اُولٰۤئِكَ gaip olan o fasıkları ihzar eder, mahsus bir şekilde gösterir.
S – Onların ihzarını icap eden sebep nedir?
C – Samiin talep ve isteğidir. Evet, onların pis ahvalini işiten sami, onlara karşı hissettiği hiddet ve nefretini izale için, hüsran ile tecziye ve tavsiflerinde, sanki onları karşısında hazır olarak görmek istiyor, ta “Oh, oh!” demekle kalbi rahat olsun.
Müşahedeleri mümkün olmadığı halde اُولٰۤئِكَ ile mahsus gösterilmeleri, güya pis ahvalleri, habis sıfatları ve şöhret ve kesretleri öyle bir hadde baliğdir ki, herkesin nazar-ı nefreti önünde onların o hallerini tecessüm ettirerek mahsus bir şekilde gösterir. Ve bu işaretten, hasarete mahkum olduklarının sebebi de anlaşılmış olur.
O fasıklara raci olan اُولٰۤئِكَ nin ifade ettiği uzaklık ise, onların tarik-ı haktan uzaklıkları öyle bir dereceye baliğdir ki, bir daha tarik-ı hakka rücuları mümkün olmayıp, bu yüzden zemme, tahkire müstahak olduklarına işarettir.
Hasrı ifade eden هُمْ hasaretin onlara münhasır olduğuna delalet eder. Hatta müminlerin bazı dünya lezzetlerinde hasaretleri, hasaret sayılmaz. Ve yine müminlerden ehl-i ticaretin ticaretlerinde vaki olan zararları hasaret değildir.
اَلْخَاسِرُونَ deki harf-i tarif, cinsi ve hakikati ifade eder. Yani, “Hüsran görenlerin hakikatini, cinslerini görmek isteyen varsa, onlara baksın.”
Ve keza, onların meslekleri mahz-ı hasarettir, başka hasaretlere benzemiyor.
اَلْخَاسِرُونَ Hasaretin mutlak bırakılması, yani birşeyle takyid edilmemesi, hasaretin bütün envaına şamil olduğuna işarettir. Mesela, vefa-i ahidde nakz ile hasaret ettiler sıla-i rahimde kat ile, ıslahda ifsad ile, imanda küfür ile, saadet-i ebediyede şekavetle yaptıkları hasaretler gibi.
﴾ كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللهِ وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا فَاَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ﴿
Yani, “Ne suretle Allahı inkar ediyorsunuz? Halbuki sizin hayatınız yoktu, O size hayatı verdi. Sonra sizi öldürecektir, sonra yine hayat verecektir, sonra ona rücu edip gideceksiniz.”
ayetlerin nazmına ait üç vecih, bu ayette de caridir.
Bu ayetin makabliyle irtibatı:
Evet, Kuran-ı Kerim, vakta ki insanları ibadete ve Allaha iman etmeye davet etti. Ve imanın itikad edilecek esaslarıyla yapılacak hükümlerini icmalen, delillerine işareten zikretti. Evvelce mücmelen işaret edilen delilleri tazammun eden nimetlerin tadadiyle, bu ayette de zikretmeye avdet etti.
Evet, bu ayetle, en büyük nimet olan hayata işaret edilmiştir. İkinci ayetle, beka nimetine işaret edilmiştir. Evet, semavat ve arzın tanzimatı, hayatın kemal ve saadetini temin eder.
Üçüncü ayetle, beşerin kainat üzerine tafdil ve tekrimine işarettir.
Dördüncü ayetle, beşere talim-i ilim nimetine işaret yapılmıştır. Bu nimetlerin suretine, yani nimet oldukları cihete bakılırsa, inayet-i İlahiyeye delil oldukları gibi, ibadete de delildirler. Çünkü nimetleri verene şükür vaciptir; küfran-ı nimet, aklen de haramdır. Eğer o nimetlerin hakikatlerine bakılırsa, mebde ve meadı ispat eden delillerdir.
Ve keza, bu ayet, geçen kafir ve münafıkların bahsine de nazırdır. Onun için, taaccübü ifade etmekle inkarı tazammun eden كَيْفَ ile yapılan istifham, onların tehditlerine işarettir.
Şimdi, bu cümlelerin aralarındaki irtibat ve münasebetlerden bahsedeceğiz.
Evet, Kuran-ı Kerim, evvelce gaibane yaptığı hikayeden sonra, burada hitaba başladı. Bu da, belagatçe malum bir nükte içindir. Şöyle ki:
İnsan, bir adamın fenalığından, ayıplarından bahsederken, hiddeti, gazabı o kadar galebe eder ki, hayalen, hayali bir ihzar ile hitap suretiyle kendisine tevcih-i kelam etmeye başlar. Veya iyiliklerinden bahsederken şevki ve aşkı galeyana gelir; hemen hayalinin karşısına getirir, kendisine hitap ile konuşmaya başlar. Bu “iltifat” ile tesmiye edilen bir kaidedir. Bu kaidenin, lisan-ı Arapta büyük bir mevkii vardır. İşte Kuran-ı Kerim, bu kaideyi takiben كَيْفَ تَكْفُرُونَ diyerek, siga-i hitap ile onlara tevcih-i kelam etmiştir.
Sonra, vakta ki bu makamda takip edilen maksat, iman, ibadet etmek ve küfran-ı nimet etmemek, küfrü reddetmek gibi geçen usul ve esasları ispat için lazım olan delilleri zikretmektir ve delillerin en vazıhı, ahval-i beşer silsilesinden istifade edilen delillerdir ve nimetlerin en büyüğü, o silsilenin ukde ve düğümlerindendir. Kuran-ı Kerim,
وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا فَاَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ olan ayet-i kerime ile, beş düğümlü, mürettep o silsile-i acibeye işaret etmiştir. Biz de o beş düğümü, beş meselede hal ve beyan edeceğiz.
Birinci mesele: كُنْتُمْ اَمْوَاتًا cümlesi ukdeyi, yani birinci düğümü açıyor. Şöyle ki:
İnsanın cesedini teşkil eden zerreler, alemin zerratı içinde camid, dağınık bir şekilde iken, bakarsın ki, mahsus bir kanunla, muayyen bir nizamla intizam altına alınarak alem-i anasıra gönderilir. alem-i anasırda sakit, sakin, gizli bir vaziyette iken, birden bire kafile kafile, muayyen bir düsturla, yevmi bir intizamla, bir kast ve hikmet altında alem-i mevalide intikal eder. alem-i mevalidde de, sükut içinde iken, birdenbire acip, garip bir tarz ile nutfeye inkılap eder. Sonra müteselsil inkılaplar ile “alaka” olur, sonra mudga olur, sonra et, kemik olur. Bu inkılapların herbirisi, evvelkisine nisbeten daha mükemmel ise de, layıkına göre mevattır, yani hayatsızdır.
S – Mevt, hayatın zevalidir. Halbuki o zerrelerde hayat yoktur ki, zevali, mevt olsun.
C – Mevtin o zerrelere ıtlak edilmesi, mecazdır. Sebebi ise, üçüncü, dördüncü düğümleri zihne kabul ettirmek üzere, zihin için bir hazırlamadır.
İkinci mesele: فَاَحْيَاكُمْ düğümünü açıyor.
Evet, hayat, kudret-i ezeliyenin en büyük ve en ince ve en acip bir mucizesidir ve bütün nimetlerden üstündür ve mebde ve meadın burhanlarından en zahir burhandır.
Evet, hayat nevilerinin en ednası nebat hayatıdır. Hayat-ı nebatiyenin başlangıcı, çekirdekte veya habbede hayat düğümünün uyanıp açılmasıdır. Bunun keyfiyeti o kadar zahir, o kadar umumi, o kadar meluf iken, zaman-ı ademden şimdiye kadar hikmet-i beşerden ve felsefesinden gizli kalmıştır. İşte hayatın ne derece ince olduğu anlaşıldı.
Ve keza, hayatı olmayan bir cisim, en büyük bir dağ da olsa tektir, yetimdir, mekanından başka birşeyle münasebeti yoktur. Lakin balarısı gibi küçük bir cisim, hayata mazhar olduğu zaman, bütün kainatla münasebettar olur ve herşeyle alışveriş yapar. Hatta diyebilir ki, kainat benim mülkümdür, benim yerimdir. Kainatın her tarafına gider, havassıyla tasarruf eder, bütün eşya ile kesb-i muarefe eder. Bilhassa hayat-ı insaniye tabakasına çıkan hayat, aklın nuruyla alemleri gezmiş olur. alem-i cismanide tasarruf ettiği gibi, alem-i ruhanide gezer, alem-i misale seyahat eder. Kendisi o alemleri ziyarete gittiği gibi, o alemler de, onun ruhunun ayinesinde temessül etmekle iade-i ziyaret etmiş gibi olurlar. Hatta insan, “alem, Allahın fazlıyla benim için halk olunmuştur” diyebilir.
Hayat-ı insaniye, herbirisi çok tabakalara şamil olarak, hayat-ı maddiye, hayat-ı ruhaniye, hayat-ı maneviye, hayat-ı cismaniye gibi nevilere ayrılır, inbisat eder. Demek ziya, renk ve cisimlerin görünmesine sebep olduğu gibi, hayat da, mevcudatın kaşifi ve sebeb-i zuhurudur.
Evet hayat, bir zerreyi bir küre gibi yapar; ashab-ı hayatın herbirisi, “alem benimdir” diyebilir. Aralarında müzahame ve münakaşa da olmaz. Müzahame ve münakaşa, yalnız nev-i beşerde olur. İşte, hayatın ne büyük bir nimet olduğu anlaşıldı.
Ve keza camid, dağınık bazı zerrelerin birden bire bir vaziyetten çıkıp, makul bir sebep olmadığı halde diğer bir vaziyete girmesi, Saniin vücuduna zahir bir delildir. Hatta hayat, hakikatlerin en eşrefi, en temizidir; hiçbir cihetle hısseti yoktur, çirkin bir lekesi yok. Hayatın dışı da, içi de, her iki yüzü de latiftir. Hatta en küçük ve hasis bir hayvanın hayatı bile yüksektir. Bunun içindir ki, hayat ile kudret arasında zahiri bir sebep tavassut etmiyor. Hayata bizzat kudretin mübaşereti, izzete münafi değildir. Halbuki umur-u hasiseye kudretin zahiren mübaşereti görünmemek için esbab-ı zahire vaz edilmiştir. Demek, hayatta hısset yoktur. İşte bundan anlaşıldı ki, hayat, Saniin vücuduna en zahir bir delildir.
Ve keza, en basit bir cismin geçirmiş olduğu inkılabat ve tahavvülata dikkatle bakılırsa görülür ki, alem-i zerrattaki zerreler, alem-i anasıra intikal edince başka suretlere girerler, alem-i mevalidde, başka suretlere dönerler, nutfede başka vaziyet alırlar, sonra “alaka” olur, sonra mudga olur, sonra bir insan suretini giyer, ortaya çıkarlar. Bu kadar inkılabat-ı acibe esnasında, zerreler öyle muntazam harekat ve muayyen düsturlar üzerine cereyan ederler ki, sanki bir zerre, mesela alem-i zerratta iken vazifelendirilmiş ve Abdülmecidin gözünde yer alıp vazife görmek üzere yola çıkarılmıştır. Bu hali, bu vaziyeti, bu intizamı gören bir zihin, bila-tereddüt hükmeder ki, o zerreler, bir kasıtla ve bir hikmet altında gönderilir. İşte zerratın hayata mazhariyeti için geçirdiği bu kadar acip ve garip tavırlar, insana, ikinci bir hayatın bu hayattan daha kolay ve daha sehil olduğuna da bir kanaat getirir.
İşte, hayatın mebde ve meade delil olduğu bu hakikatlerden anlaşıldı. فَاَحْيَاكُمْ cümlesi, ثُمَّ يُحْيِيكُمْ cümlesine bir delil gibidir; hepsi de birlikte, كَيْفَ den istifade edilen inkara delildir.
Üçüncü mesele: ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ukdesini açar. Evet, mevtin de hayat gibi mahluk olduğuna, mevtin idam ve adem-i mahz olmadığına delalet eder. Mevt, ancak, ruhun ceset kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekan etmesinden ibarettir.
Ve keza, nev-i beşerde mevcut emarat ve işarat-ı kesireden katiyetle anlaşılır ki, insan öldükten sonra birşeyi baki kalır; o şeyi de, ancak ruhtur. Demek, ruhun bekası, hasse-i zatiyedir. Bu hasse-i zatiyenin bir fertte mevcut olması nevin tamamında mevcut olmasını istilzam etmekle, mucibe-i cüziyenin mucibe-i külliye hükmünde olduğuna bir misal teşkil ediyor. Binaenaleyh, mevt, hayat gibi bir mucize-i kudrettir. Yoksa, hayat şartları bulunmadığından ademin dairesine girmiş değildir.
S – Ölüm nasıl nimet olur ve ne suretle nimetlerin sırasına dahil edilmiştir?
C – Evvela: Ölüm, saadet-i ebediyeye mukaddemedir; bu itibarla nimet sayılabilir. Çünkü nimetin mukaddemesi de nimettir. Nitekim vacibin mukaddemesi vacip, haramın mukaddemesi haramdır.
Saniyen: Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Binaenaleyh, ruh, ceset kafesinden çıkarsa necat bulur.
Salisen: Ölüm olmasaydı, küre-i arz nev-i beşeri istiab edemezdi ve nev-i beşer müthiş perişaniyetlere maruz kalırdı.
Rabian: İhtiyarlık yüzünden öyle bir dereceye gelenler var ki, tekalif-i hayatiyeye kàdir olamaz, daima ölümünü isterler.
İşte bunun için, ölüm nimettir.
Dördüncü mesele: ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ukdesinin beyanındadır.
Evet bu hayat, ikinci hayattır ki, ölümden sonra, haşirden evvel vukua gelir. Demek, hayat-ı uhreviye bu ikinci hayatla başlar. Binaenaleyh, bu يُحْيِيكُمْ deki hitap, yalnız insanlara ait değildir, bilcümle kainata racidir. Çünkü bu hayat-ı uhreviye, bütün kainatın neticesidir. Eğer bu hayat olmasa, kainatta hakikat denilen herşey, zıddına inkılap eder. Mesela nimet nıkmet olur, akıl bela olur, şefkat yılan olur.
Beşinci mesele: ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ un ukdesi hakkındadır.
Evet, Cenab-ı Hak, alem-i kevn ve fesad denilen şu alemde hüsün, kubuh, nef, zarar gibi zıtları, çok hikmetlere binaen karışık bir tarzda yaratmıştır. Hem de izhar-ı izzet için vesait ve esbabı vaz etmiştir. Haşir ve kıyamette kainat tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıtlar biribirinden ayrılır ve esbab ile vesait de ortadan kalkar. Ortadaki perde ve hicap kalktıktan sonra, herkes Saniini görür ve hakiki Malikini bilir.
Tetimme
Mezkur ayetteki cümlelerin arasındaki irtibatın hülasasına bir zeyildir.
Cenab-ı Hak, vakta ki onların küfrünü, istifham ifade eden كَيْفَ ile reddetti ve halkı da taaccübe davet ettive ondan sonra gelen dört büyük inkılabı gösteren dört cümle ile burhan getirerek ispat etti.O inkılapların herbirisi, çok tavırlara, vaziyetlere ve mertebelere şamil olduğu gibi, kendinden sonra gelen inkılapları hazırlayıcı birer mukaddeme oldu.
Birinci inkılaba, وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا cümlesiyle işaret edilmiştir. Yani, bir insanın cesedini teşkil eden zerrelerin alem-i zerratta geçirmiş olduğu vaziyetlerden son vaziyetine işarettir ki, فَاَحْيَاكُمْ cümlesiyle işaret edilen ikinci inkılaba mukaddeme olur. Hakaik-i kevniyenin en acibi olan şu ikinci inkılap da çok mertebelere, çok tavırlara şamildir ki, son tavrı, vaziyeti ثُمَّ يُمِيتُكُمْ cümlesiyle işaret edilen üçüncü inkılaba mukaddeme olur. Bu inkılap dahi pek çok berzahi tavırlara şamil olup, son vaziyeti ثُمَّ يُحْيِيكُمْ cümlesiyle işaret edilen dördüncü inkılapta tamamlanır. Bu dördüncü inkılap dahi, birçok kabri ve haşri vaziyetlere şamil olup, en son vaziyeti ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ cümlesiyle hitam bulur.
Demek bir zihayatın cesedi, birinci inkılabın birinci vaziyetinden başlamak üzere daima teceddüd eder, tazelenir. Yani, bir libastan, bir kıyafetten çıkar, daha güzel bir libasa, bir kıyafete girer. Ve hakeza, böylece saadet-i ebediyeye mazhar oluncaya kadar devam eder. Binaenalahaza, bir zihayatın şu müteselsil vaziyetlerine bakan bir adam, nasıl inkara cesaret edebilir?
Şimdi mezkur ayetteki cümlelerin heyetlerinden bahsedeceğiz.
Birinci cümle: ﴾ كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللهِ ﴿ Bu cümle ile yapılan istifham, o kafirlerin zihinlerini, gözlerini, yaptıkları kötülüğe, fenalığa çevirtir. Ta ki, bizzat şekavetlerini görsünler; belki insafa gelip ikrar ederler.
﴾ تَكْفُرُونَ ﴿ deki hitap, Cenab-ı Hakkın şiddet-i gazabına işarettir. Çünkü gaipten hitaba yapılan iltifat, ya şiddet-i hiddete veya kesret-i muhabbete işarettir.
تَكْفُرُونَ ye bedel لاَ تُؤْمِنُونَ nin zikredilmemesi, onların şiddet-i inatlarına işarettir. Çünkü onlar, hakkaniyeti delail ile sabit olan imanı terk ve butlanı, burhanlar ile sabit olan küfrü kabul ettiler.
﴾ وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا ﴿ Bu cümledeki و vav-ı haliyedir; yani mabadinin makabline hal olduğuna delalet eder. Demek وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا , تَكْفُرُونَ nin failine haldir. Halin, zevilhalin amili ile beraber olması şarttır. Halbuki burada dört cümle vardır. Bunlardan ikisi mazi, ikisi müstakbel olduklarından, zevilhalin amili olan تَكْفُرُونَ ile zamanca mukarin değildirler. Binaenaleyh و ın haliyeti, bir mukaddere işarettir.
Takdir-i kelam: وَتَعْلَمُونَ اَنَّكُمْ كُنْتُمْ اَمْوَاتًا Bu itibarla, تَكْفُرُونَ nin failine تَعْلَمُونَ cümlesi hal olur. Öteki cümleler اَنَّ ye haber olurlar.
S – Onlar, birinci ölüm ile bir hayatı bilirlerse de, Allahtan olduğunu bilmezler, inkar ederler. İkinci hayat ile Allaha rücuu zaten inkar ederler.
C – Cehli izale edecek deliller zahir iken o veçhile cehil denilmemesi, belagatin kaidelerinden biridir. Buna binaen, birinci mevt ile birinci hayatın etvar ve ahvaline yapılan dikkat, Sanii ikrar ve tasdik etmeye icbar eder. Ve aynı zamanda evvelki hayat ve mematın Allahtan olduğunu bilmek, ikinci bir hayatın olacağına da zihni ikna ve icbar eder. Hal böyle iken, cahil telakki ettiğin o kafirler, alimler sırasına dahildirler.
كُنْتُمْ deki hitaptan, onların alem-i zerratta dahi bir nevi vücut ve taayyünleri olduğu anlaşılıyor. Yoksa o zerrat, tesadüfle rastgele muayyen cisimleri teşkil edemez.
اَمْوَاتًا tabiri, لَمْ يَكُنْ شَيْئًا مَذْكُورًا in mealine imadır.
﴾ فَاَحْيَاكُمْ ﴿ Bu ف takip ve ittisali ifade eder. Yani, makabliyle mabadinin arasında mesafe olmayacaktır. Halbuki burada, mevt ile hayat arasında uzun bir mesafe vardır. Evet, fakat bu ف Sanii ispat eden delillerin menşeine işarettir ki, o zerratın hiç bir vasıta ve esbab olmaksızın cemadiyetten hayvaniyete defaten intikal etmesi, zihni, Sanii ikrar etmeye mecbur eder.
Ve keza, o zerrat, mevat halinde iken vaziyetleri sabit olmadığından, şenleri ve iktizaları, fasılasız takiptir.
S – اَحْيَاكُمْ ün yerine niçin صِرْتُمْ اَحْيَۤاءً denilmemiştir?
C – اَحْيَاكُمْ hayatın Cenab-ı Hak tarafından ita edildiğine sarahaten delalet eder. صِرْتُمْ اَحْيَۤاءً de o delalet yoktur. Yalnız “Hayat sahibi oldunuz” manasına delalet eder.
ثُمَّ يُمِيتُكُمْ Bunun yerine تَمُوتُونَ zikredilmemesi, mevtin, kaderin takdiriyle, kudretin büyük bir tasarrufu olduğuna işarettir. Evet, ömr-ü tabiisini bitirip sonra ölenler pek azdır. Kısm-ı azamı, ömr-ü tabiisi esnasında ölürler. Demek mevt, tabii bir netice değildir, ancak cesedin inhilaliyle dağılmasından ibarettir. Yoksa ruhun fenasıyla değildir. Mevt ile ceset dağılır, ruh baki kalır.
﴾ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ﴿ makabliyle mabadi arasında bud-u mesafeyi ifade eden ثُمَّ imate ile ikinci ihya arasında kocaman alem-i berzahın fasıla olduğuna işarettir.
﴾ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ﴿ Bu ثُمَّ ise, ikinci ihya ile rücu arasında mevcut büyük bir perde ve hicabın bulunduğuna işarettir.
تُرْجَعُونَ Yani, “Esbab perdesinin keşfiyle, vesaitin tardıyla Allaha rücu edeceksiniz.”
S – Allaha rücu etmek, Allahtan gelmeyi iktiza eder. Bunun için bir kısım insanlar, Allah ile insan arasında ittisali tevehhüm etmişlerdir ve bazı sofiler de şüpheye düşmüşlerdir.
C – Dünyada insanın vücut ve bekası olduğu gibi, ahirette de vücut ve bekası vardır. Dünyadaki vücut, vasıtasız dest-i kudretten çıkar. Dünyada terkip, tahlil, tasarruf, tahavvül ile karışık bekà meselesi, sabıkan zikredilen hikmet üzerine esbab, vesait, ilel, meseleye müdahale edip araya girerler. ahirette ise, vücut ve beka, her ikisi de levazımatıyla, terkibatıyla bizzat dest-i kudretten çıkarlar ve herkes hakiki Malikini bilir. İşte bunu anlayan, rücuun ne demek olduğunu anlar.
﴾ هُوَ الَّذِى خَلَقَ لَكُمْ مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ اسْتَوٰۤى اِلَى السَّمَۤاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ ﴿
Bu ayetin sabık ayetle cihet-i irtibatı:
Evvelki ayette küfür ile küfran, delail-i enfüsiye ile inkar edilmiştir. Bu ayette, delail-i afakiyeye işaret edilmiştir. Ve keza, evvelki ayette vücut ve hayat nimetlerine işaret edilmiş, bu ayette beka nimetine işaret edilmiştir. Ve keza, evvelki ayette, Saniin vücuduna delil olmakla haşre bir mukaddeme olduğuna işaret edilmiş; bu ayette ise, ahiretin tahkikiyle şüphelerin izalesine işaret edilmiştir.
Evet, sanki onlar diyorlar ki: “İnsana bu kadar kıymet ve ehemmiyet verilmesi nereden ve neye binaendir? Ve Allahın yanında mevkii nedir ki onun için kıyameti koparıyor?”
Onlara cevaben Kuran-ı Kerim, bu ayetin işaretiyle diyor ki:
“İnsanın pek yüksek bir kıymeti olmasaydı, semavat ve arz onun istifadesine muti ve musahhar olmazdı. Ve keza, insan ehemmiyetsiz olsaydı, mahlukat onun için halk edilmezdi. Eğer insan ehemmiyetsiz ve kıymetsiz olsaydı, o vakit insan, mahlukat için halk olunacaktı.
Ve keza, insanın Halıkı yanında mevkii pek büyük olduğu içindir ki, alem-i dünyayı kendisi için değil, beşer için, beşeri de ibadeti için halk etmiştir.”
Hülasa: İnsan mümtaz ve müstesnadır; hayvanlar gibi değildir. Onun için insan ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ cevherine bir sadef olmuştur.
Bu ayetteki cümlelerin nüktelerine geçiyoruz.
Ey arkadaş! Birinci cümlede جَمِيعًا, ikinci cümlede ثُمَّ, üçüncü cümlede سَبْعَ kelimeleri için bir tahkikat lazımdır.
C – O tahkikatı, altı nokta da izah edeceğiz.
Birinci nokta: Aşağıda beyan edildiği gibi, hayatın öyle bir hasiyeti vardır ki, hayat, cüzü küll, cüziyi külli, ferdi nev, mukayyedi mutlak, bir şahsı bir alem gibi kılar. Binaenaleyh, tek bir insan, “Dünya benim evimdir. Dünyadaki enva benim kavmimdir ve benim aşiretimdir ve bütün eşya ile muarefem ve münasebetim vardır” diyebilir.
İkinci nokta: Bilirsin ki, alemde sabit bir nizam vardır, muhkem bir irtibat vardır ve daimi düsturlar, esaslı kanunlar vardır. Bu itibarla, alem, bir saat veya muntazam bir makine gibidir. Herbir çarkın, herbir vidanın, herbir çivinin, makinenin nizam ve intizamında bir hissesi ve makinenin netice ve faidelerinde bir tesiri olduğu gibi, ehl-i hayat için ve bilhassa beşer için de bir faidesi var.
Üçüncü nokta: Aşağıda işiteceğin gibi, istifadede müzahemet ve münakaşa yoktur. Nasıl ki Zeyd diyebilir ki, “Şems benim lambamdır, dünya benim evimdir.” Ömer de öyle diyebilir ve aralarında münakaşa da olmaz. Evet, Zeyd, mesela dünyada tek farz edilirse, istifadesi nasılsa, bütün insanlar içinde iken istifadesi yine öyledir-ne fazla olur ne noksan. Yalnız “gareyn”e ait olan kısım müstesnadır. Zira yiyecek, içecek ve saire şeylerde münakaşa olur.
Dördüncü nokta: alem için tek bir yüz, bir cihet değil, pek çok umumi ve muhtelif vecihler vardır. Ve faideleri temin eden kesretle umumi ve mütedahil, yani birbiri içinde cihetler vardır. Ve istifade yollarının da envaen türlü türlü tarikleri vardır. Mesela senin güzel bir bahçen vardır. O bahçe, bir cihetten senin istifadene tahsis edildiği gibi, diğer bir cihetten de halkı faidelendirir. Mesela o bahçenin hüsnüne, güzelliğine her bakan bir zevk alır, bir inşirah peyda eder; bunda bir mani yoktur.
Kezalik, insanın beş zahiri, beş batıni olmak üzere on tane hassası ve duygusu vardır. İnsan, bu duygularıyla ve keza cismiyle, ruhuyla, kalbiyle dünyanın her bir cüzünden istifade edebilir; mani yoktur.
Beşinci nokta: Bu ayetle diğer bazı ayetlerden anlaşılıyor ki, bu büyük dünya insan için yaratılmıştır. Ve yaratılışında, insanın istifadesi ille-i gaiye olarak nazara alınmıştır. Halbuki arzdan pek büyük olan Zühalin, mesela beşeri faidelendiren, yalnız ziyneti ve zayıf bir ziyasıdır. Bu cüzi faide için ne suretle beşer ona ille-i gaiye olur?
Elcevap: Bir faideyi takip eden adam, bütün fikrini, hayalini o faideye hasreder ve ondan maada birşeye bakmaz. Ve herşeye kendi hesabına bakar, kimseyi nazara almaz. Hatta kendisini ille-i gaiye zanneder. Binaenaleyh, bu gibi adama karşı makam-ı imtinanda söylenilen o gibi kelamlarda mübalağa yoktur. Evet, binlerce hikmetler için yaratılan Zühalin herbir hikmetinde binlerce cihetler ve herbir cihetinde binlerce istifade edenler bulunduğu halde, “Hilkatinde o adamın istifadesi, ille-i gaiyeden bir cüz olarak düşünülmüştür” denilirse ne manii var? Çünkü ille-i gaiye, daima basit birşeyden ibaret değildir.
Altıncı nokta: İmam-ı Alinin وَتَزْعُمُ اَنَّكَ جِرْمٌ صَغِيرٌ وَفِيكَ اِنْطَوَى الْعَالَمُ اْلاَكْبَرُ emrettiği gibi, insan küçük bir cisim ise de, büyük alemi içine alacak kadar büyüktür. Öyleyse cüzi istifadesi külli olur; öyleyse abesiyet yoktur.
İKİNCİ MESELE: ثُمَّ hakkındadır.
Ey arkadaş! Bu ayet, arzın semadan evvel yaratılmış olduğuna delalet eder ve وَاْلاَرْضُ بَعْدَ ذٰلِكَ دَحٰيهَا ayeti de semavatın arzdan evvel halk edildiğine daldir. Ve كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا ayeti ise ikisinin bir maddeden beraber halk edilmiş ve sonra birbirinden ayırd edilmiş olduklarını gösteriyor.
Şeriatın nakliyatına nazaran, Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır, sonra o maddeye tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mayi kılmıştır. Sonra mayi kısmı da, tecellisiyle tekasüf edip zebed (köpük) kesilmiştir. Sonra arz veya yedi küre-i arziyeyi o köpükten halk etmiştir. Bu itibarla, herbir arz için hava-i nesimiden bir sema hasıl olmuştur. Sonra o madde-i buhariyeyi bast etmekle yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zeretmiştir ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan semavat, inikad etmiş, vücuda gelmiştir.
Hikmet-i cedidenin nazariyatı ise şu merkezdedir ki: Görmekte olduğumuz manzume-i şemsiye ile tabir edilen güneşle ona bağlı yıldızlar cemaati, basit bir cevhere imiş. Sonra bir nevi buhara inkılap etmiştir. Sonra o buhardan, mayi-i nari hasıl olmuştur. Sonra o mayi-i nari, burudetle tasallub etmiş, yani katılaşmış; sonra şiddet-i hareketiyle bazı büyük parçaları fırlatmıştır. O parçalar tekasüf ederek seyyarat olmuşlardır; şu arz da onlardan biridir. Bu izahata tevfikan, şu iki meslek arasında mutabakat hasıl olabilir. Şöyle ki:
“İkisi de birbirine bitişikti, sonra ayrı ettik” manasında olan كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَاnın ifadesine nazaran, manzume-i şemsiye ile arz, dest-i kudretin madde-i esiriyeden yoğurmuş olduğu bir hamur şeklinde imiş. Madde-i esiriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir. وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَۤاءِ ayeti, şu madde-i esiriyeye işarettir ki, Cenab-ı Hakkın arşı, su hükmünde olan şu esir maddesi üzerinde imiş. Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Saniin ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esiri halk ettikten sonra, cevahir-i ferde kalb etmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmışır ve bu kesif kısımdan, meskun olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır.
İşte arzın, hepsinden evvel tekasüf ve tasallub etmekle acele kabuk bağlayarak uzun zamanlardan beri menşe-i hayat olması itibarıyla, hilkat-i teşekkülü, semavattan evveldir. Fakat arzın bast edilmesiyle nev-i beşerin taayyüşüne elverişli bir vaziyete geldiği, semavatın tesviye ve tanziminden sonra olduğu cihetle, hilkati, semavattan sonra başlarsa da, bidayette, mebdede ikisi beraber imişler. Binaenalahaza, o üç ayetin aralarında bulunan zahiri muhalefet, bu üç cihetle mutabakata inkılap eder.
İkinci bir cevap: Ey arkadaş! Kuran-ı Kerim tarih, coğrafya muallimi değildir. Ancak, alemin nizam ve intizamından bahisle Saniin marifet ve azametini cumhur-u nasa ders veren mürşid bir kitaptır. Binaenaleyh, bunda iki makam vardır:
Birinci makam nimetleri, ihsanları, merhametleri göstermekle delail-i zahiriyeyi beyan etmekten ibarettir. Bu itibarla arz, semavattan evveldir.
İkinci makam azamet, izzet, kudret delillerini gösterir bir makamdır. Bu cihetle semavat, arzdan evveldir. ثُمَّ mabadinin, makablinden bir zaman sonra vücuda geldiğine delalet eder ki, buna “terahi” denilir. Demek burada arz ile semavat arasında bir uzaklık vardır. Bu uzaklık, arzın semavattan evvel halk edildiğine göre zatidir, aksi halde rütebi ve tefekküridir. Yani semavatın hilkati birinci ise de, tefekkürce rütbesi ikincidir; arzın hilkati ikinci ise de, tefekkürü birincidir. Yani, evvela arzın tefekkürü, sonra semavatın tefekkürü lazımdır. Buna göre ثُمَّ ile اِسْتَوٰى arasında اِعْلَمُوا وَتَفَكَّرُوا mukadderdir. Takdir-i kelam ثُمَّ اعْلَمُوا وَتَفَكَّرُوا اَنَّهُ اِسْتَوٰى ila ahir, dir.
ÜÇÜNCÜ MESELE: سَبْعَ kelimesi hakkındadır.
Ey arkadaş! Semavatın dokuz tabakadan ibaret olduğu, eski hikmetin hurafelerinden biridir. Onların o hurafe-vari fikirleri, efkar-ı ammeyi istila etmişti. Hatta bazı müfessirler, bazı ayetlerin zahirini onların mezheplerine meylettirmişlerdir.
Hikmet-i cedide ise, feza denilen şu boşlukta yalnız yıldızların muallak bir vaziyette durmakta olduklarına kaildir. Bunların mezhebinden semavatın inkarı çıkıyor. Ve bu iki hikmetin birisi ifrata varmışsa da ötekisi tefritte kalmıştır.
Şeriat ise, Cenab-ı Hakkın yedi tabakadan ibaret semavatı halk etmiş olduğuna hakimdir ve yıldızların da balık gibi o semalar denizlerinde yüzmekte olduklarına kaildir.
Hadis ise, semanın مَوْجٌ مَكْفُوفٌden ibaret bulunduğunu emrediyor. Şu hak olan mezhebin, altı mukaddeme ile tahkikatını yapacağız.
Birinci mukaddeme: Şu geniş boşluğun esir ile dolu olduğu, fennen ve hikmeten sabittir.
İkinci mukaddeme: Ecram-ı ulviyenin kanunlarını rapt eden ve ziya ve hararetin emsalini neşir ve nakleden fezayı doldurmuş bir madde mevcuttur.
Üçüncü mukaddeme: Madde-i esiriyenin, yine esir olarak kalmak şartıyla, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülatı ve ayrı ayrı nevileri vardır. Buhar ile su ve buzun teşekkülatları gibi.
Dördüncü mukaddeme: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilirse, tabakaları arasında muhalefet görünür. Evet, yeni teşekküle ve inikada başlamış milyarlarca yıldızlardan ibaret Kehkeşan ile anılan tabaka-i esiriye, sabit yıldızların tabakasına muhalifdir. Bu da manzume-i şemsiyenin tabakasına ve hakeza; yedi tabakaya kadar birbirine muhalif tabakalar vardır.
Beşinci mukaddeme: Araştırmalar neticesinde sabit olmuştur ki, bir maddede teşkil, tanzim, tesviyeler vaki olursa, biribirine muhalif tabakalar husule gelir. Bir madenden kül, kömür, elmas meydana gelir; ateşten alev, duman husule gelir. Müvellidülma ile müvellidülhumuzanın imtizacından su, buz, buhar tevellüd eder.
Altıncı mukaddeme: Şu müteaddit emarelerden anlaşıldı ki, semavat, müteaddittir. Şeriat Sahibi de yedidir demiştir; öyle ise yedidir. Maahaza yedi, yetmiş, yedi yüz sayıları Arap üsluplarında kesret için kullanılır.
Arkadaş! Pek geniş bulunan Kuran-ı Kerimin hitaplarına, manalarına, işaretlerine dikkat edilmekle, bir amiden tut, bir veliye kadar bütün tabakat-ı nasa ve umum efkar-ı ammeye olan müraatları, okşamaları fevkalade hayrete, taaccübe muciptir.
Mesela سَبْعَ سَمٰوَاتٍ kelimesinden bazı insanlar hava-i nesimiyenin tabakalarını fehmetmiştir. Öbür bazı da, arzımız ile arkadaşları olan hayattar küreleri ihata eden nesimi küreleri fehmetmiştir. Bir kısım da, seyyarat-ı sebayı fehmetmiştir. Bir kısmı da, manzume-i şemsiye içinde esirin yedi tabakasını fehmetmiştir. Bir kısım da, şu bildiğimiz manzume-i şemsiye ile beraber altı tane daha manzume-i şemsiyeyi fehmetmiştir. Bir kısım da esirin teşekkülatı yedi tabakaya inkısam ettiğini fehmetmiştir.
Hülasa: Herbir kısım insanlar, istidatlarına göre feyz-i Kurandan hisselerini almışlardır. Evet, Kuran-ı Kerim, bütün şu mefhumlara şamildir diyebiliriz.
Birinci cümle: ﴾ هُوَ الَّذِى خَلَقَ لَكُمْ مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا ﴿ Bu cümlenin beş vecihle makabliyle irtibatı vardır:
Birinci vecih: Evvelki ayet, vücut ve hayat nimetlerine işarettir. Bu ayet, beka ve bekanın esbab ve levazımatına işarettir.
İkinci vecih: Kuran-ı Kerim, vakta ki evvelki ayetle beşer için mertebelerin en yükseği olan rücuu ispat etti, samiin zihnine şöyle bir sual geldi: “Şu zelil insanların bu yüksek mertebeye liyakatleri nereden gelmiştir?” Kuran-ı Kerim, bu cümle ile o suali şöylece cevaplandırmıştır: “Bütün dünya dest-i itaat ve teshirine verilen insanın, elbette Halıkının yanında büyük bir mevkii vardır.”
Üçüncü vecih: Evvelki ayet beşer için haşir ve kıyametin vücuduna işaret etmesi, samice güya “Beşerin ne kıymeti vardır ki onun saadeti için kıyamet kopacak?” diye varit olan sual, bu ayetle, “Arz bütün müştemilatiyle istifadesi için yaratılan ve bütün enva, itaat ve emrine verilen insan, netice-i hilkattir. Elbette ve elbette onun saadeti için kıyamet kopacaktır” diye cevaplandırılmıştır.
Dördüncü vecih: Evvelki ayet, kıyamette esbab ve vesaitin ortadan kalkmasıyla, insanın mercii yalnız Cenab-ı Hakka münhasır kalacağına işaret etmiştir. Bu ayet ise, dünyada da insanın merci-i hakikisi Cenab-ı Hakka münhasır olduğunu söylüyor. Zira esbab ve vesaitin arkasında, kudretin şuaı görünür; tesir Onundur, esbab ise perdedir.
Beşinci vecih: Evvelki ayet, saadet-i ebediyeye işarettir. Bu ayet de, saadet-i ebediyenin insana verilmesini iktiza eden ve sebep olan Cenab-ı Haktan sebkat etmiş fazl ve inama işarettir ki, kendisine arzın müştemilatı ihsan edilmiş insanın, elbette saadet-i ebediyeye liyakatı vardır.
﴾ ثُمَّ اسْتَوٰى اِلَى السَّمَۤاءِ ﴿ Bunun makabliyle cihet-i irtibatı dörttür:
Birinci cihet: Arz ve sema, tevem, yani ikizdirler; birbirinden ayrılmazlar. Zikirde, fikirde daima beraber dolaşıyorlar. Bu cümleden evvelki cümlede arz zikredildiği gibi, bu cümlede de sema zikredilmiştir.
İkinci cihet: Beşerin arzdan istifadesini ikmal ve itmam eden, ancak semavatın tanzimidir.
Üçüncü cihet: Evvelki ayet, ihsan ve fazl delillerine işaret etmiştir. Bu ayet de, kudret ve azamete işaret ediyor.
Dördüncü cihet: Bu cümle, beşerin istifadesi yalnız arza münhasır olmadığına, sema dahi onun istifadesine teshir edildiğine işarettir.
﴾ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ ﴿ Bu cümlenin makabliyle irtibatı, üç çeşittir:
1. كُنْ ile فَيَكُونُ arasındaki irtibat gibidir. Nasıl ki memurun husulü كُنْ emrine bağlıdır; semavatın tesviyesi de, اِسْتَوٰى ya bağlıdır.
2. Kudretin taallukuyla iradenin taalluku arasındaki irtibat gibidir. Yani; اِسْتَوٰى iradenin taallukuna, tesviye de kudretin taallukuna benzer bir irtibattır.
3. Netice ile mukaddeme arasında bulunan irtibat gibidir. Çünkü semavatın tesviyesi, mukaddemesi olan اِسْتَوٰى ya terettüp eder.
﴾ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ ﴿ Bu cümle makabliyle iki vecihle merbuttur:
Birinci vecih: Bu cümledeki ilm-i külli, semavatın tanzim ve tesviyesine delil olduğu gibi, tanzim ve tesviyenin vücudu da ilm-i küllinin vücuduna delildir.
İkinci vecih ise: Evvelki cümle kudret-i kamileye, bu cümle ise, külli ve şumullü ilme delalet eder.
Cümlelerin nüktelerini beyan edeceğiz.
﴾ هُوَ الَّذِى ﴿ ila ahir. Bu cümle, makabliyle bağlı değildir. Ancak, müstenife olup, beş sual ile cevaplarına işarettir ki, bundan önce beyan edildiğinden tekrarına lüzum yoktur.
هُوَ الَّذِى deki هُوَ müptedadır. اَلَّذِى sılasıyla beraber haberdir. Bu cümlede mübteda ile haberin tarifleri tevhide işaret olduğu gibi, hasra da delalet eder. Yani müştemilat-ı arziyenin halkı Cenab-ı Hakka münhasır olduğu gibi, Halıkı da yalnız Cenab-ı Haktır. Bu hasr, ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ cümlesinde اِلَيْهِ nin takdimiyle hasıl olan hasra delildir. Yani müştemilat-ı arziyenin halkı Cenab-ı Hakka münhasır olduğu için, kıyamette merciiyet de Cenab-ı Hakka münhasırdır.
اَلَّذِى sılasıyla beraber haberdir. Haberin aslı ve müstehakkı, nekre olmaktır. Burada marife olarak gelmesi, hükmün zahir ve malum olduğuna işarettir. Yani, “Cenab-ı Hakkın müştemilat-ı arziyenin Halıkı olduğu malum ve zahirdir.”
﴾ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ ﴿ Bu cümle makabliyle iki vecihle merbuttur:
Birinci vecih: Bu cümledeki ilm-i külli, semavatın tanzim ve tesviyesine delil olduğu gibi, tanzim ve tesviyenin vücudu da ilm-i küllinin vücuduna delildir.
İkinci vecih ise: Evvelki cümle kudret-i kamileye, bu cümle ise, külli ve şumullü ilme delalet eder.
Cümlelerin nüktelerini beyan edeceğiz.
﴾ هُوَ الَّذِى ﴿ ila ahir. Bu cümle, makabliyle bağlı değildir. Ancak, müstenife olup, beş sual ile cevaplarına işarettir ki, bundan önce beyan edildiğinden tekrarına lüzum yoktur.
هُوَ الَّذِى deki هُوَ müptedadır. اَلَّذِى sılasıyla beraber haberdir. Bu cümlede mübteda ile haberin tarifleri tevhide işaret olduğu gibi, hasra da delalet eder. Yani müştemilat-ı arziyenin halkı Cenab-ı Hakka münhasır olduğu gibi, Halıkı da yalnız Cenab-ı Haktır. Bu hasr, ثُمَّ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ cümlesinde اِلَيْهِ nin takdimiyle hasıl olan hasra delildir. Yani müştemilat-ı arziyenin halkı Cenab-ı Hakka münhasır olduğu için, kıyamette merciiyet de Cenab-ı Hakka münhasırdır.
اَلَّذِى sılasıyla beraber haberdir. Haberin aslı ve müstehakkı, nekre olmaktır. Burada marife olarak gelmesi, hükmün zahir ve malum olduğuna işarettir. Yani, “Cenab-ı Hakkın müştemilat-ı arziyenin Halıkı olduğu malum ve zahirdir.”
Menfaat için kullanılan لَكُمْ deki ل eşyanın hilkaten mübah, helal, menfaatli olarak yaratılıp, bazı arızalardan dolayı haram olmuş olduklarına işarettir. Mesela ağyarın malı, ismet-i şeriye için haram olmuştur. İnsanın eti hürmet ve keramet için, zehir zarar için, laşe eti necaset için haram olmuşlardır.
Ve keza, herbir şeyde bir faide, bir menfaat olduğuna remizdir.
Ve keza beşer için herşeyde bir menfaati bulunduğuna remizdir. Evet, hangi şey olursa olsun, beşere bir cihetten bir istifadeyi temin eder, velev ibret almak için olsun.
Ve keza, arzın karnında istikbal insanlarını intizar eden pek çok rahmetin hazine ve definelerinin bulunduğuna remizdir.
لَكُمْ car ve mecrurunun مَافِى اْلاَرْضِ üzerine takdimi, beşere ait istifadelerin her gayeden evvel ve evla olduğuna işarettir.
Umumu ifade eden مَا herşeyde menfaatleri aramaya insanları tergib ve teşvik içindir. فِى اْلاَرْضِ deki فِى nin عَلٰى ya tercihi, en çok menfaatlerin arzın karnında olduğuna ve arzın karnındaki eşyanın taharrisine insanları teşci ettiğine işarettir.
Ve keza, arzın içindeki maden ve maddelerin istifade-i beşer için yaratılışı, arzın içinde henüz keşfedilemeyen anasır ve maddelerden, tekalif-i hayatın zahmetlerinden müstakbelin insanlarını kurtaracak bazı gıdai vesaire maddelerin vücudu mümkün olduğuna delalet eder.
جَمِيعًا arzdaki bazı eşyanın abes ve faidesiz olduklarına ait evhamı def etmek içindir.
﴾ ثُمَّ اسْتَوٰى ﴿ daki ثُمَّ arzın hilkatiyle semavatın tesviyesi arasındaki Cenab-ı Hakkın efal ve şuunatının silsilesine işarettir. Ve keza, beşere menfaat hususunda, semavatın tesviyesi arzın hilkatinden rütbece uzak olduğuna delalet eder.
İcaz ve ihtisar için, اَرَادَ اَنْ يُسَوِّىَ yerinde اِسْتَوٰى denilmiştir. اِسْتَوٰى kelimesinin istimali, burada mecazdır. Yani, hedefe kastını hasredip sağa sola bakmayanlar gibi, semavatın tesviyesini irade etmiştir.
﴾ اِلَى السَّمَۤاءِ ﴿ Bu semadan maksat, semavatın maddesi olan buhardır.
﴾ فَسَوّٰيهُنَّ ﴿ deki ف tefrii ifade ettiğine nazaran, tesviyenin istivaya bağlanması, فَيَكُونُ nün كُنْ emrine veya kudretin taalluku iradenin taallukuna veya kazanın kadere olan terettüplerine benziyor. Ve takibi ifade ettiğine göre, mukadder bazı fiilere imadır.
Takdir-i kelam, نَوَّعَهَا وَنَظَّمَهَا وَدَبَّرَ اْلاَمْرَ بَيْنَهَا فَسَوّٰيهُنَّ ila ahir, den ibarettir.
Yani, “Nevilere ayırdı, tanzim etti, aralarında lazım gelen emirleri, tedbirleri yaptı, sonra yedi tabakaya tesviye etti.”
سَوّٰى Yani, “Muntazam, müstevi; envaı, eczaları mütesavi olarak yarattı.”
هُنَّ Bu zamirin cemi, semavat olacak maddenin nevilere münkasım olduğuna işarettir.
﴾ سَبْعَ ﴿ tabiri, semavat tabakalarının kesretine işarettir ve bu tabakaların teşekkülat-ı arziyenin edvar-ı sebasıyla sıfat-ı sebaya münasebettar olduğuna imadır.
﴾ سَمٰوَاتٍ ﴿ Bu semaların bir kısmı, seyyarat balıklarına denizdir; bir kısmı da sabit yıldızlara mezraadır; bir kısmı da sema çiçekleri hükmünde olan derari yıldızlara bahçe ve bostandır.
﴾ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ ﴿ Bu و atıf içindir. Halbuki burada atfın tarafeyni arasında münasebet yoktur. Öyleyse, bu münasebeti bulmak için takdire ihtiyaç vardır. Şöyle ki: وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ “Öyleyse, bu büyük ecramın Halıkı Odur.” وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ “Öyle ise o ecramdaki sanatı tanzim, tahkim eden Odur.”
İlsakı ifade eden بِكُلِّ kelimesindeki ب ilmin, malumdan infikak ve infisalinin mümkün olmadığına işarettir.
كُلِّ tamimi ifade eden bir edattır. Burada ifade ettiği tamimden hiçbir şeyin, hiçbir ferdin tahsisi ve daire-i şümulünden ihracı yoktur. Bu itibarla
مَا مِنْ عَامٍّ اِلاَّ وَقَدْ خُصَّ مِنْهُ الْبَعْضُ olan kaide-i külliyeyi tahsis ediyor. Çünkü kendisi bu kaidenin şümulünden hariç kalmıştır.
شَىْءٍ Bu kelime vacip, mümkin, mümtenie şamildir.
عَلِيمٌ Yani, zatı ile ilim arasında zaruri, lüzumi sübut vardır.
﴾ وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰۤئِكَةِ اِنِّى جَاعِلٌ فِى اْلاَرْضِ خَلِيفَةً قَالُۤوا اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَۤاءَ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ اِنِّىۤ اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ ﴿
Yani, “Düşün o zamanı ki, Rabbin melaikeye hitaben Ben yerde bir halifeyi yaratacağım dedi. Melaike de Yerde fesat yapacak, kan dökecek kimseleri mi yaratacaksın? Halbuki biz, hamdinle Seni tesbih ve takdis ediyoruz dediler. Rabbin de Sizin bilmediğinizi Ben biliyorum diye onlara cevap verdi.”
Arkadaş! Melaikenin vücudunu tasdik ve kabul etmek, imanın rükünlerinden biridir. Birkaç makamda bu rüknü ispat ve izah edeceğiz.
Birinci makam: Arzın, ecram-ı ulviyeye nisbeten pek küçük ve süfli olduğu halde canlı mahlukatla dolu olduğunu görüp alemin de nizam ve intizamına dikkat eden insan, ecram-ı ulviyenin de o yüksek burçlarında, hayatlı sakinleri olduğuna kati bir şekilde hükmeder.
Evet, o burçlarda melaikenin vücudunu kabul etmeyen adamın meseli şöyle bir adamın meseline benzer: O adam, büyük bir şehre giderken, şehrin bir kenarında pek küçük bir binaya tesadüf eder. Bakar ki insanlarla doludur. Ve arsalarına bakar ki, canlı mahlukatla dolu. Ve gıdalarına bakar ki, nebatat, balık vesaire gibi hayat şartları yerindedir. Sonra bakar ki, pek uzakta milyonlarca apartmanlar, köşkler var. Aralarında, uzun uzun meydanlar, tenezzühgahlar bulunur. Fakat, o küçük binadaki insanların hayat şartları, o büyük binalarda bulunmadığından, o yüksek, müzeyyen sarayları, sakinlerden boş, hali olduğunu itikad eder.
Melaikenin vücudunu tasdik eden adamın meseli ise şöyle bir şahsın meseli gibidir: O adam, o küçük hanenin insanlar ile dolu olduğunu görür görmez, bila-tereddüt, o yüksek kasırların da hayat yeri ve onlarda da onlara münasip sakinler bulunduğuna hükmeder. Ve o yüksek kasırlara mahsus ve münasip hayat şartları vardır. Fakat oraların sakinleri pek uzak olduklarından, görünmemeleri, yok olduklarına delalet etmez.
Binaenaleyh, arzın zevilhayatla dolu olmasından katiyetle anlaşılıyor ki, bu geniş boşlukta durmakta olan semalarda, yıldızlarda, burçlarda ve çok kısımlara münkasım ve müştemil semavatta, şeriatın “melaike” ile tesmiye ettiği zihayatlar mevcuttur.
İkinci makam: Bundan evvel ispat ve izah edildiği gibi, hayat, mevcudatın keşşafıdır, belki mevcudatın neticesidir. Binaenaleyh, bu geniş fezanın sakinlerden ve şu yüksek semavatın şenliklerden hali olduklarının imkanı var mıdır? Evet, bütün ukala, akıl ve nakil ve manevi bir icma ve ittifakla melaikenin mana ve hakikatlerine hükmetmişlerdir; fakat tabirleri çeşit çeşittir. Mesela, Meşşaiyyun, enva-ı mevcudatı idare eden ruhani mahiyet-i mücerrede ile, İşrakiyyun ise ukul ve erbabül-enva ile, dinler dahi melekül-cibal, melekül-bihar, melekül-emtar gibi tabirlerle tabir etmişlerdir. Hatta, akılları kör gözlerinde bulunan maddiyyun taifesi de, melaikenin manasını inkar etmeye mecal bulamadıklarından, fıtratın namuslarına nüfuz eden kuva-yı sariye ile tabir etmişlerdir.
S – Kainatın irtibatını, hayatını temin için, hilkatte cereyan eden namuslar, kanunlar kafi gelmez mi?
C – Senin dediğin o sari kanunlar, namuslar, itibari ve vehmi emirlerdir. Muayyen vücutları, müşahhas hüviyetleri ancak onları temsil eden ve onların makesi bulunan ve onların yularlarını ele alan melaike ile sabit olur.
Ve keza, teşekkül-ü ervaha münasebeti olmayan şu camid alem-i şehadete vücudun münhasır olmadığına, akıl ve nakil müttefikan hükmetmişlerdir. Binaenaleyh ervaha münasip ve muvafık çok alemlere müştemil olan alem-i gayb, melaike ile dolu ve alem-i şehadetin hayatına mazhardır.
Hülasa: Melaikenin mana-yı hakikati, bu izah edilen emirlerden tebarüz etti. Binaenaleyh, melaikenin suretleri, eşkalleri arasında, ukul-u selimenin kabul ettiği vecihle, şeriatın izah ve beyan ettiği şekildir ki, melekler mükerrem abddirler; emirlere muhalefetleri yoktur ve muhtelif kısımlara münkasım ve latif ve nurani cisimlerdir.
Üçüncü makam: Arkadaş! Melaike meselesi öyle meselelerdendir ki, bir cüzün sübutuyla küll sabit olur; bir ferdin vücuduyla, nevi tahakkuk eder. Zira inkar eden küllünü inkar eder. Binaenaleyh, zaman-ı ademden şimdiye kadar bütün din adamları her asırda icma ve ittifakla melaikenin vücuduna ve aralarında muhaverenin sübutuna ve müşahedelerinin tahakkukuna ve onlardan edilen rivayetlerin nakline hükmettikleri halde, melaikenin hiçbirisinin insanlara görünmediği veya vücutları hissedilmediği elbette muhaldir.
Kezalik, beşerin akaidine karışıp hiçbir zamanda, hiçbir inkılapta itirazlara maruz kalmayarak devam eden melaike itikadının bir hakikate, bir asla dayanmaması ve mebadi-i zaruriyeden tevellüd etmemesi muhaldir. Herhalde beşerin bu umumi itikadı, mebadi-i zaruriyeden neşet eden ve müşahedat-ı vakıadan hasıl olan ve muhtelif emarelerden tevellüd eden hadsi bir hükmün neticesidir. Evet, bu itikad-ı umuminin sebebi, kati bir surette manevi bir tevatür kuvvetini veren, pek çok defalar vukua gelen melaikenin müşahedelerinden hasıl olan zaruri ve kati delil ve emarelerdir. Çünkü melaike meselesi, beşerin malumat-ı yakiniyesindendir. Eğer bunda şüphe olursa, beşerin yakiniyatında emniyet kalmaz.
Hülasa: Ruhanilerden bir ferdin bir zamanda vücudu tahakkuk etse, bu nevin vücudu tahakkuk eder. Nevin vücudu tahakkuk etse, herhalde Şeriatın beyan ettiği gibi olacaktır.
Bu ayetin, sabık ayetle dört vecihle irtibatı vardır.
Birinci vecih: Bu ayetler, beşere verilen büyük nimetleri tadad ediyor. Birinci ayetle en büyük nimete işaret edilmiştir ki; beşer, hilkatın neticesidir ve arzın müştemilatı ona teshir edilmiştir, istediği gibi tasarruf eder. Bu ayet ile de, beşerin arza hakim ve halife kılınmış olduğuna işaret edilmiştir.
İkinci vecih:
Üçüncü vecih: Evvelki ayetle, canlı mahlukatın meskenleri olan arz ve semavata işaret edilmiştir. Bu ayetle de, o meskenlerin sakinleri olan beşer ve melaikeye işaret edilmiştir. Ve keza o ayet hilkatin silsilesine, bu ayet ise zevil-ervahın silsilesine işaret etmişlerdir.
Dördüncü vecih: Evvelki ayette hilkatten maksat beşer olduğu ve Halıkın yanında beşerin bir mevki sahibi bulunduğu tasrih edildiğinde samiin zihnine geldi ki: “Bu kadar fesat, şürur ve kötülüğü yapan beşere bu kadar kıymet neden verildi? Cenab-ı Hakka ibadet ve takdis için şu fesatçı beşerin vücuduna hikmetin iktizası ve rızası var mıdır?” Samiin bu vesvesesini def için şöyle bir işarette bulundu ki; Beşerin o şürur ve fesatları, onda vedia bırakılan sırra mukabele edemez, affolur. Ve Cenab-ı Hak onun ibadetine muhtaç değildir. Ancak, Allamül-Guyubun ilmindeki bir hikmet içindir.
Cümlelerin arasındaki irtibata geldik.
﴾ وَاِذْ ﴿ Bu kelime, وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ cümlesine atıftır. Halbuki aralarında münasebet olmadığı gibi اِذْ diğer bir اِذْ i iktiza eder. Binaenaleyh, böyle bir takdire lüzum vardır:
اِنِّى جَاعِلٌ فِى اْلاَرْضِ خَلِيفَةً ila ahir. Bu takdirde, ikinci اِذْ birincisine atıf olur ve her iki cümle arasında da münasebet bulunur.
﴾ اِنِّى جَاعِلٌ فِى اْلاَرْضِ خَلِيفَةً ﴿ Cenab-ı Hak, müşavere yolunu öğretmekle beşerin hilafetindeki hikmetin sırrını melaikeye istifsar ettirmek üzere bu cümleyi söyledi. Samiin zihni, üç noktayı nazara alarak harekete geçti:
1. Melaike ne dediler?
2. Taaccüple hikmeti sordular.
3. Cinlere halife olmakla beraber, beşerde kuvve-i gadabiye ve şeheviye dahi ilaveten halk edilmiştir. Bunlar, cinlerden daha ziyade fesat yapacaklardır.
İşte Kuran-ı Kerim ﴾ قَالُۤوا اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَۤاءَ ﴿ cümlesiyle o üç noktaya işaret etmiştir. Melaikenin sual-i taaccüp ve istifsarları bittikten sonra, sami, Cenab-ı Haktan verilecek cevabı beklerken, Kuran-ı Kerim, ﴾ قَالَ اِنِّىۤ اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ ﴿ cümlesiyle cevap vermiştir. Yani, “Eşya ve ahkam, sizin malumatınıza münhasır değildir. Adem-i ilminiz, onların vücuda gelmeyeceklerine sebep olamaz. Benim, beşerin hilkati hakkında bir hikmetim vardır; o hikmetin hatırası için, fesatlarını nazara almam.” ferman etmiştir.
Cümlelerin heyet ve nüktelerine geldik:
﴾ وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ ﴿ ila ahir. Atfı ifade eden bu وَ münasebet-i atfiyenin iktizasına binaen وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ cümlesine matufun-aleyh olmak üzere اِذْ خَلَقَ مَا خَلَقَ مُنْتَظَمًا cümlesinin takdirine işarettir.
Ve keza اِذْ zaman-ı maziyi ifade ettiği cihetle, sanki zihinleri, geçmiş zamanların silsilesine götürür veya o silsileyi bu zamana getirir, ihzar eder ki, zihinler, o zamanlarda vukua gelmiş olan hadiseleri görsünler.
رَبُّكَ Bu tabir, melaikenin aleyhine bir hüccet ve bir delildir. Yani, “Allah seni terbiye etmiştir, hadd-i kemale eriştirmiştir ve seni beşere mürşid kılmıştır ki, fesatlarını izale edesin. Demek, nev-i beşerin en büyük hasenesi sensin ki, onların mefsedetlerini setrediyorsun.”
لِلْمَلٰۤئِكَةِ Cenab-ı Hakkın müşavere şeklinde melaike ile yaptığı muhavere, melaikenin beşer ile fazla bir irtibat ve alaka ve münasebetleri olduğuna işarettir.
Çünkü melaikenin bir kısmı insanları hıfzediyor, bir kısmı kitabet işlerini görüyor. Demek insanlarla alakaları ziyade olduğundan, insanların ahvaline ehemmiyet veriyorlar.
اِنِّى melaikenin, اَتَجْعَلُ ile yaptıkları istifhamdan anlaşılan tereddütlerini reddetmekle, meselenin azamet ve ehemmiyetine işarettir.
اِنِّى Burada ى mütekellim-i vahde ile, وَاِذْ قُلْنَا da mütekellim-i maalgayr zamirinin zikirlerinden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Cenab-ı Hakkın halk ve icad fiilinde vasıtanın bulunmadığına, kelam ve hitabında vasıtaların bulunduğuna işarettir. Bu nükteye delalet eden başka ayetler de vardır. Ezcümle,
اِنَّۤا اَنْزَلْنَۤا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَۤا اَرٰيكَ اللهُ
ayet-i kerimesinde azamete delalet eden نَا zamir-i cemi, vahiyde vasıtanın bulunduğuna işaret olduğu gibi, بِمَۤا اَرٰيكَ اللهُ de müfred hükmünde olan Lafza-i Celal, manaları ilham etmekte vasıtanın bulunmadığına işarettir.
جَاعِلٌ kelimesinin خَالِقٌ kelimesine tercihen zikri: Melaikenin medar-ı şüphe ve mucib-i istifsarları, halk ve icad fiili değildir. Zira vücut, hayr-ı mahzdır. Halk, Allahın fiilidir; Allahın fiili, layüseldir. Ancak melaikeyi şüpheye davet eden ve istifsarlarına mucip olan, جَعْل dir. Yani, Cenab-ı Hakkın, beşeri, arzın tamirine tahsis etmesidir.
فِى اْلاَرْضِ deki فِى nin عَلٰى ya tercihi; beşerin yer üstünde olduğu, عَلٰى kelimesinin manasına muvafık ve münasip iken, tercihan فِى nin zikredilmesi, beşerin bir ruh gibi arzın cesedine nefh ve nüfuz ettiğine ve beşerin ölüp inkıraz etmesiyle arzın yıkılmasına işarettir.
خَلِيفَةً Bu tabir, arzın, insanların hayatına elverişli şeraiti haiz olmazdan evvel arzda idrakli bir mahlukun bulunmuş olduğuna ve o mahlukun hayatına, o zamandaki arzın evvelki vaziyetleri muvafık ve müsait bulunduğuna işarettir. خَلِيفَةً tabirinin bu manaya delaleti, mukteza-yı hikmettir. Amma meşhur olan manaya nazaran, o idrakli mahluk, cinlerden bir nevi imiş; yaptıkları fesattan dolayı insanlarla mübadele edilmişlerdir.
﴾ قَالُۤوا اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَۤاءَ ﴿ Bu cümle, müstenifedir. Bu istinaftan anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hakkın melaike ile olan hitabı, samii şöyle bir suale mecbur etmiştir ki: “Acaba, melaikeler komşuluklarına gelecek insanları nasıl karşılayacaklardır? Hem onlarla beraber olmaya ve komşu olmaya rızaları var mıdır? Hem fikirleri nedir?”
Kuran-ı Kerim, اَتَجْعَلُ cümlesiyle o suali cevaplandırmıştır.
S – قَالُۤوا اَتَجْعَلُ ila ahir… cümlesi, اِذْ قَالَ cümlesine ceza olduğuna nazaran, aralarında lüzum lazımdır. Halbuki lüzum görünmüyor?
C – Melaike arzın müekkelleri bulundukları cihetle, arz, onların idaresinde olur. Bu itibarla, insanların arza halife kılınması hakkında melaikenin fikirlerini izhar etmek lüzumu vardır. قَالَ – قَالُوا tabirleri, mukavele ve muhavere şeklinde müşavere üslubunu insanlara öğretmek içindir. Yoksa Cenab-ı Hak, müşavereden münezzehtir.
Melaikenin اَتَجْعَلُ ile yaptıkları istifhamdan maksat, جَعْل e itiraz, جَعْل i inkar etmek değildir. Çünkü Cenab-ı Hakkın fiillerine itiraz etmeye ismetleri manidir. Ancak جَعْل in sebebi mahfi olduğundan, taaccüple sebep ve hikmetini sormuşlardır. جَعْل tabirinden anlaşılıyor ki, insanın ahvali, vaziyetleri ne tabiatın iktizasıdır ve ne de fıtratın icabıdır; ancak bir cailin cali iledir.
S – فِيهَا Mesafe pek kısa olduğu halde, ikinci فِيهَا nin zikrine ne ihtiyaç vardır?
C – Birinci فِيهَا ile beşerin bir ruh gibi arza nüfuz etmesiyle arzı ihya etmesine; ikinci فِيهَا ise, beşerin fesadı dahi Azrail gibi arzın kalbine kadar pençesini sokup arzı imatesine işarettir. Demek beşer, bir taraftan arzın şifası için bir ilaç iken, diğer taraftan ölümünü intaç eden bir zehirdir.
مَنْ Beşerden kinayedir. Kinayenin tasrihe sebeb-i tercihi: Melaikenin maksadı, beşerin şahsiyeti olmayıp, ancak kendilerine sakil, ağır gelen bir mahlukun Allaha isyan etmesine işarettir.
يُفْسِدُ Fesadın “isyan”a bedel zikri, isyanlarının nizam-ı alemin fesadına sebep olacağına işarettir. Devam ile teceddüdü ifade eden muzari sigasıyla fesadın zikredilmesi, melaikenin asıl istemedikleri ve inkar ettikleri, ancak isyanlarının devam ve istimrar ile vukua geleceğine ait olduğuna işarettir. Melaike, beşerin isyanlarının devam ve istimrarını, ya Cenab-ı Hakkın ilamıyla bilmişlerdir veya Levh-i Mahfuza bakıp ondan almışlardır veyahut insanlardaki kuvve-i gazabiye ve şeheviyeden anlamışlardır.
فِيهَا Kuvve-i şeheviye ile arzda fesat hasıl olur; kuvve-i gazabiyenin tecavüzüyle katl ve kıtale mahal olur. Halbuki arz, takva üzerine tesis edilmiş bir mescid hükmündedir.
وَ ise, fesat ile sefk gibi iki rezileyi birbirlerine atf ve cem eder. Çünkü fesat, sefk-i dimaya sebeptir.
يَسْفِكُونَ nin يَقْتُلُونَ ye tercihen zikrinden anlaşılıyor ki, sefk, zulmen yapılan katldir. Bu ise, fesada daha münasiptir. Çünkü katlin ifade ettiği mana, katlin mübah kısmına da şamildir: Cihadda veya bir cemaati kurtarmak için yapılan katller gibi ki, bu katl, fesada münasip olmaz.
اَلدِّمَۤاءَ Sefk kelimesinin delalet ettiği ıraka-i demdeki demi tekittir.
﴾ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ ﴿ Beşerin calindeki hikmeti soran melaikeye, sanki şöyle bir itiraz varit olmuştur: “Beşerin Allaha yapacağı ibadet ve takdis, onun caline sebeb-i kafi gelmez mi ki, calinin hikmetini soruyorsunuz?”
İşte vav-ı haliye ile zikredilen وَنَحْنُ نُسَبِّحُ cümlesi, güya o itirazı ref etmeye işarettir.
نَحْنُ Maasiden masum melaikenin cemaatlerinden kinayedir.
Cümlenin cümle-i ismiye şeklinde zikredilmesi, tesbihin melaikeye bir seciye olduğuna ve melaikenin tesbihata mülazım ve müdavim olduklarına işarettir.
نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ “Bizler, bütün ibadetlerin Sana mahsus olduğunu kainata ilan ve Cenab-ı Uluhiyetine layık olmayan şeylerden münezzeh olduğuna iman ve bütün evsaf-ı azamet ve celal ile muttasıf olduğuna itikad ediyoruz.”
وَنُقَدِّسُ لَكَ Bu ل , ya sıladır, bir manayı ifade etmez veya talil ve sebebiyet içindir.
Birinci ihtimale göre نُقَدِّسُكَ takdirinde olur. Yani, “Seni takdis ve tathir ediyoruz” demektir.
İkinci ihtimale nazaran, نُقَدِّسُ ِلاَجْلِكَ takdirinde olur. Yani, “Biz, nefislerimizi, fiillerimizi günahlardan temizlemekle beraber, kalblerimizi masivandan çeviriyoruz” demektir.
Bu وَ ise, iki rezileyi cem ve birbirine atfeden يُفْسِدُ deki و ın aksine ve inadına olarak, biri takdis, diğeri tesbih, iki fazileti cem ve birbirine atfediyor.
﴾ قَالَ اِنِّىۤ اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ﴿ Bu cümle, melaikenin istifsarından sonra, “Acaba Cenab-ı Hak, istifsarlarına nasıl cevap verdi ve taaccüplerini ne ile izale etti? Ve beşerin onlara tercihindeki hikmet nedir?” diye samiin kalbine gelen suale icmali bir cevaptır; tafsili sonra gelecektir.
اِنِّىۤ اَعْلَمُ deki اِنَّ tahkiki ifade etmekle tereddüt ve şüpheyi def etmek içindir. Bu ise, müsellem olmayan nazari hükümlerde olur. Halbuki burada Allahın, halkın bilmediklerini bilmesi müsellem ve bedihi bir hükümdür; haşa, melaikenin bu hükümde tereddütleri yoktur. Binaenaleyh, burada bu اِنَّ Kuran-ı Kerimin icaz için ihtisaren icmal ettiği birkaç cümleye işarettir.
1. Beşerdeki maslahatlar ve beşerin hayr-ı kesire nisbeten mefsedetleri, şerr-i kalildir; şerr-i kalil için hayr-ı kesiri terk etmek, hikmete muhalifdir.
2. Beşerin hilafete olan sırr-ı liyakati, melaikece meçhul, Halıkça malumdur.
3. Beşerin onlara tercih hakkını veren hikmet, melaikece meçhuldür.
4. اِنَّ nin ifade ettiği tahkik, bazen sarih hükme değil, cümlenin bir kaydından istifade edilen zımni bir hükme raci olur. Burada اِنَّ nin tahkiki, لاَ تَعْلَمُونَ kaydından istifade edilen hükm-ü zımniye racidir. Yani, “Sizler, muhakkak bilmiyorsunuz.” Ve keza Allahın ilmi lazım, beşerin vücudu melzumdur.
Bu cümlede ilm-i İlahinin vücuduna delalet eden اَعْلَمُ den, beşerin vücuda geleceği tebarüz eder. Çünkü اَعْلَمُ nün delaletine göre, ilm-i İlahi taalluk ve tahakkuk etmiştir. Öyleyse beşerin vücudu herhalde olacaktır.
Melaikeye verilen o icmali cevabın tahkiki hakkında اِنَّ اللهَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ ayetinden şöyle bir izahat alınabilir ki: Cenab-ı Hakkın efali, hikmetlerden, maslahatlardan hali değildir. Öyleyse mevcudat, halkın malumatında münhasır değildir. Öyleyse melaikenin adem-i ilimleri, beşerin adem-i vücuduna delil olamaz.
Ve keza, Cenab-ı Hak, hayr-ı mahz olarak melaikeyi yaratmıştır, şerr-i mahz olarak da şeytanı yaratmıştır, hayır ve şerden mahrum olarak behaim ve hayvanatı halk etmiştir. Hikmetin iktizasına göre, hayır ve şerre kadir ve cami olarak dördüncü kısmı teşkil eden beşerin yaratılması da lazımdır ki, beşerin şeheviye ve gadabiye kuvvetleri kuvve-i akliyesine münkad ve mağlup olursa, beşer, mücahedesinden dolayı melaikeye tefevvuk eder. Aksi halde, hayvanattan daha aşağı olur; çünkü özrü yoktur.
﴿ وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هَۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ قَالُوا سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ قَالَ يَۤا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ فَلَمَّۤا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ ﴾
Cenab-ı Hak, bütün eşyanın isimlerini ademe (a.s.) öğretti. Sonra o eşyayı melaikeye göstererek dedi ki: “Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.” Melaike, dediler ki: “Seni her nekaisden tenzih ve bütün sıfat-ı kemaliye ile muttasıf olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir ilmimiz yoktur; herşeyi bilici ve her kimseye liyakatine göre ilim ve irfan ihsan edici Sensin.” Cenab-ı Hak dedi ki: “Ya adem! Bunların isimlerini onlara söyle.” Vakta ki adem, isimlerini onlara söyledi, Cenab-ı Hak dedi ki: “Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin adem hakkında lisan ile izhar ettiğinizi ve kalben gizlediğinizi bilirim.”
Mukaddeme
Bu talim-i esma meselesi, ya adem ın melaikenin inkarlarına karşı mucizesi olup, melaikeyi inkardan ikrara icbar etmiştir; yahut melaikenin, hilafetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilafete liyakatini melaikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mucizedir.
Ey arkadaş! Herşeyin Kitab-ı Mübinde mevcut olduğunu tasrih eden وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ ayet-i kerimesinin hükmüne göre;
Kuran-ı Kerim, zahiren ve batınen, nassen ve delaleten, remzen ve işareten, her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor. Buna binaen, gerek enbiyanın kıssa ve hikayeleri, gerek mucizeleri hakkında Kuran-ı Kerimin işaratından fehmettiğime göre, mucizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takip edilmiştir.
Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir.
İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lazım olan örnekleri nev-i beşere göstererek, o mucizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev-i beşeri teşvik ve teşci etmektir. Sanki Kuran-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikayeleriyle terakkiyatın esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek, “Ey beşer! Şu gördüğün mucizeler, birtakım örnek ve nümunelerdir. Telahuk-u efkarınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız” diye ihtar etmiştir.
Evet, mazi, istikbalin ayinesidir; istikbalde vücuda gelecek icatlar, mazide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Evet, şu terakkiyat-ı hazıra, tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir. Evet:
1. İlk saat ve sefine, mucize eliyle beşere verilmiştir.
2. Kainatın ihtiva ettiği bütün nevilerin isimlerini, sıfatlarını, hassalarını beyan zımnında beşerin telahuk-u efkarıyla meydana gelen binlerce fünun sayesinde, وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا ayetiyle işaret edilen ademin mucizesine mazhar olmuştur.
3. Bütün sanatların medarı olan demirin yumuşatılıp kullanılması sayesinde icad edilen bu kadar terakkiyatla nev-i insan, وَ أَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ ayetiyle işaret edilen Davudun mucizesine mazhardır.
4. Yine telahuk-u efkar ile, tayyare gibi, icad edilen terakkiyat-ı havaiye sayesinde nev-i beşer غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ ayetiyle sürati beyan edilen Süleymanın mucizesine yaklaşıyor.
5. Kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan santrifüj aleti, اِضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ ayetiyle işaret edilen Musanın (a.s.) asasından ders almıştır.
6. Tecrübeler sayesinde ve telahuk-u efkar ile husule gelen terakkiyat-ı tıbbiye, İsanın (a.s.) mucizesinin ilhamatındandır.
Hakikaten şu mucizelerle bu terakkiyat arasında pek büyük münasebet ve muvafakat vardır. Evet, dikkat eden adam, bila-tereddüt, o mucizeler bu terakkiyata birer mikyas ve nümunelerdir diye hükmeder.
Ve keza, يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَسَلاَمًا ayet-i kerimesinin delaletine göre, İbrahim ateşe atıldığı zaman, ateşin harareti burudete inkılap etmesi, beşerin keşfettiği yakıcı olmayan mertebe-i nariyeye örnek ve mehazdır.
7. لَوْلاَ اَنْ رَاٰ بُرْهَانَ رَبِّهِ ayet-i kerimesinin—bir kavle göre—işaret ettiği gibi, Yusufun (a.s.), Kenanda bulunan babasının timsalini görür görmez Züleyhadan geri çekilmesi ve kervanları Mısırdan avdet ettiğinde Yakubun اِنِّى لاََجِدُ رِيحَ يُوسُفَ yani, “Ben Yusufun kokusunu alıyorum” demesi ve bir ifritin Süleymana “Gözünü açıp yummazdan evvel Belkısın tahtını getiririm” demesine işaret eden أَنَا اٰتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ ayet-i kerimesi, pek uzak mesafelerden celb-i savt, suret vesaire gibi beşerin keşfettiği veya edeceği icadata nümune ve mehazdırlar.
8. “Hazret-i Süleymana kuş dilini öğrettik” manasında عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ olan ayet-i kerime, beşerin keşfiyatından radyo, papağan, güvercin gibi alat ve hayvanların konuşmalarına ve mühim işlerde kullanılmasına mehazdır.
Ve hakeza, beşerin henüz keşfedemediği çok mucizeler vardır; istikbalde yavaş yavaş keşfine muvaffak olur.Bu ayetin nazmında dahi emsali gibi üç vecih vardır.
· Birinci vecih: Evvelki ayetle irtibatıdır. Şöyle ki:
1. İnsanın hilkati hakkında melaikenin itirazlarına, evvelki ayette umumi, fehmi kolay, ikna edici bir cevap verilmiştir. Bu ayetle, avam ve havassı ikna eden tafsilatlı bir cevap verilmiştir.
2. Evvelki ayette, beşerin hilafet meselesi tasrih edilmiştir. Bu ayette ise, nev-i beşerin melaikeye karşı gösterdiği mucize ile, dava-yı hilafeti ispat edilmiştir.
3. Evvelki ayette, beşerin melaikeye tereccuh etmesine işaret edilmiştir. Bu ayette, tereccuhunun illetine işaret edilmiştir.
4. Beşerin arzda hilafet-i kübraya mazhar olmasına evvelki ayetle delalet edilmiştir. Burada ise, bütün tecelliyata mazhar bir nüsha-i camia olarak gösterilmiştir. Bu da, ayrı ayrı istidatlara malik ve ilim ve istifadelerinin yolları çok olduğundandır. Evet, beşer, zahir ve batın havas ve duygularıyla, bilhassa derinliğine nihayet olmayan vicdanıyla kainatı ihata etmiş bir kabiliyettedir.
· İkinci vecih: Cümlelerin birbiriyle irtibatlarıdır. Şöyle ki:
وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا cümlesi, اِنِّىۤ اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ cümlesinin mazmununu tahkik ve icmalini tafsil ve ibhamını tefsirdir.
Ve keza, Cenab-ı Hakkın arzında beşerin halife olması, Allahın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise, tam bir ilme mütevakkıftır.
Ve keza, birinci ayette, kelamın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir olacaktır: ademi halk etti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmayı talim etti ve hilafete namzet kıldı. Sonra vakta ki ademi melaikeye tercih etmekle rüçhan meselesinde ve hilafet istihkakında ilm-i esma ile mümtaz kıldı; makamın iktizası üzerine, eşyayı melaikeye arz ve onlardan muarazayı talep etti; sonra melaike aczlerini hissetmekle Cenab-ı Hakkın hikmetini ikrar ettiler. Kuran-ı Kerim, buna işareten,
ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هٰۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
dedikten sonra, قَالُوا evvelce İblisin enaniyet ve kibrine kanarak yaptıkları istifsardan pişman olarak سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ dediler.
Sonra vakta ki istidatlarının adem-i camiiyetinden dolayı, melaikenin aczi zahir oldu; makamın iktizası üzerine, ademin iktidarının beyanı icap etti ki, muaraza tamam olsun. Bunun için, قَالَ يَۤا اٰدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَۤائِهِمْ hitabıyla ademe ferman etti.
Sonra, vakta ki mesele tebeyyün etti ve hikmetin sırrı zahir oldu, geçen cevab-ı icmalinin bu tafsilata netice kılınması makamın iktizasından olduğuna binaen,
قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّىۤ اَعْلَمُ غَيْبَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ
Yani, “Sizin ketmettiğiniz şeyi bilirim.”
Şu mukavele ve mükalemeden anlaşılıyor ki, İblisin enaniyeti, kibri, melaikeye sirayet etmiştir ve yaptıkları istifsara, bir taifenin itirazı da karışmıştır.
· Üçüncü vecih: Cümlelerin heyet ve nükteleri:
﴾ وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا﴿ Yani, Cenab-ı Hak, ademi (a.s.) bütün kemalatın mebadisini tazammun eden ali bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maalinin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidatla halk etmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvi bir vicdan ve ihatalı on duyguyla teçhiz etmiştir ve bu üç meziyet sayesinde, bütün hakaik-i eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmayı kendisine öğretmiştir. Demek bu cümlenin evvelindeki وَ şu mukadder olan üç cümleye işarettir.
عَلَّمَ Bu kelimenin ihtiyar edilmesi, ilmin ulüvv-ü kadrine ve kadrinin yüksek derecesine ve hilafete mihver olduğuna işarettir.
Ve keza, esmanın tevkifine, yani Şari tarafından bildirilmiş olduğuna remzdir. Zaten esma ile müsemmeyat arasında takip edilen münasebat-ı vaziye, bunu teyid ediyor.
Ve keza, mucizenin vasıtasız Allahın fiili olduğuna imadır. Fakat felasifeye göre harikalar, ervah-ı harikanın fiilidir.
اٰدَمُ hilafeti irade edilen ve adem ismiyle tesmiye edilen küre-i arzın sahibi şahs-ı mahuttur. İsminin tasrihi, teşrif ve teşhiri içindir.
اَلْاَسْمَۤاءَ isim ve sıfat ve hasiyet gibi eşyayı birbirinden ayırıp temyiz ve tayin eden alamet ve nişanlardır; yahut insanlar arasında münkasım olan lügatlardır.
عَرَضَهُمْ Arz edilen eşya olduğu halde, zamirin esmaya rücuundan, ismin ayn-ı müsemma olduğuna kail olan Ehl-i Sünnetin mezhebine işarettir.
كُلَّهَا ademin melaikeden cihet-i imtiyazı ve melaikenin muarazadan sebep ve medar-ı aczi, esmanın heyet-i mecmuası olduğuna işarettir. Yoksa esmanın bir kısmını, belki kısm-ı azamını melekler de bilirler.
﴾ ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِأَسْمَۤاءِ هٰۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ ﴿
ثُمَّ terahi ve bud-u mesafeyi ifade ettiği cihetle, şöyle bir takdire işarettir. هُوَ اَكْرَمُ مِنْكُمْ وَاَحَقُّ بِالْخِلاَفَةِ Yani, “adem sizden daha kerim ve hilafete daha müstahak ve layıktır.”
عَرَضَهُمْ Müşterilere gösterilmek üzere kumaş toplarının açılıp arz edildiği gibi, eşyanın envaı da bast edilerek enzar-ı melaikeye gösterilmiştir. Bu tabirden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Mevcudat, müdrik ve alimin malıdır. İlimle alır, isimle ahzeder, suretlerinin temessülüyle temellük eder.
هُمْ müzekker ve akıllar cemaatinden kinayedir. Burada müzekkerin müennese ve akılın gayr-ı akıla tağlib ve teşmiliyle, mecazen enva-ı eşyaya irca edilmiştir. Bu itibarla, هُمْ kelimesinde bir mecaz, iki tağlib vardır. Bu mecaz ile o tağlibleri icbar eden esbab, عَرَضَ kelimesinin işaret ettiği üsluptur. Çünkü melaikeye enva-ı eşyanın arzı, manevi bir resm-i geçit manzarasını andırıyor.
Malum ya, resm-i geçitleri yapan, müzekker ve akil insanlardır. Bunun için, burada iki tağlibe ve dolayısıyla bir mecaza mecburiyet hasıl olmuştur.
عَلٰى arz edilenin levh-i alada nakşedilen suretler olduğuna işarettir.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Allahın avn ü inayetiyle; ümidimin, iktidarımın fevkinde şu tercümeyi iyi-kötü yaptım. Noksanları çoktur, Müellifçe ıslahları lazımdır. Zaten onun himmetiyle bu kadarını ancak yapabildim. Yoksa, nazm-ı Kurandaki icazlı olan icazı, kısa ve veciz olarak beyan eden bu tefsiri sönük, kör bir fikirle tercüme etmek, Abdülmecidin işi değildir. Yine onun fart-ı şefkatinden himmeti yetişti, ikmaline muvaffak oldum.
Müellifin küçük kardeşi ve Nur talebesi
Abdülmecid