مِنْ نُورِ مَعْرِفَةِ اللهِ جَلَّ جَلاَلُهُ
Kırk beş sene evvel telif edilmiş bir risalenin bir kısmıdır
İfade-i meram
Bir bahçeye girsem iyisini intihab ederim. Koparmasından zahmet çeksem hoşlanırım. Çürüğünü, yetişmemişini görsem “Huz ma safa” derim. Muhataplarımı da öyle arzu ederim. Derler:
“Sözlerin iyi anlaşılmıyor?”
Bilirim ki, kah minare başında, kah kuyu dibinde konuşuyorum. Neyleyeyim, zuhurat öyle. Şuaat ve şu kitapta mütekellim, aciz kalbimdir. Muhatap, asi nefsimdir. Müstemi, müteharri-i hakikat bir Japondur. Temaşa eden bunu düşünmeli. Gayetül-gayat olan marifetullahın bir burhanı olan marifetün-Nebiyi Şuaatta bir nebze beyan ettik. Şu risalede maksud-u bizzat olan tevhidin layühad berahininden yalnız dört muazzam burhanına işaret edeceğiz. Hem nazar-ı akliyi hads-i kalbiyle birleştirmek için, melaike ve haşrin bir kısım delailine ima ederek, imanın altı rüknünden dördünün birer lemasını, fehm-i kàsırımla göstermek isterim.
اٰمَنْتُ بِاللهِ وَمَلٰۤئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالٰى وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ
Said Nursi
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى مُحَمَّدٍ خَاتَمِ النَّبِيِّينَ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ اَللهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ maksudumuzdur, matlubumuzdur. Gayr-ı mütenahi berahininden dört burhan-ı külliyi irad ediyoruz.
Birinci burhan: Muhammed aleyhissalatü vesselamdır. Şu burhan-ı neyyirimiz Şuaatda tenevvür ettiğinden, tenvir-i müddeamızda münevver bir mirattır.
İkinci burhan: Kitab-ı kebir ve insan-ı ekber olan kainattır.
Üçüncü burhan: Kitab-ı mucizül-beyan, Kelam-ı Akdestir.
Dördüncü burhan: alem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki alemden birbirine gelen seyyaratın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zişuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuaını neşrederler.
BİRİNCİ BURHAN: Risalet ve İslamiyetle mücehhez olan hakikat-ı Muhammediyedir ki, risalet noktasında en muazzam icma ve en vasi tevatür sırrını ihtiva eden mecmu-u enbiyanın şehadetini tazammun eder. Ve İslamiyet cihetiyle vahye istinad eden bütün edyan-ı semaviyenin ruhunu ve tasdiklerini taşıyor. İşte, bütün enbiyanın şehadetiyle ve bütün edyanın tasdikiyle ve bütün mucizatının teyidiyle musaddak olan bütün akvaliyle, vücud ve vahdet-i Sanii beşere gösteriyor. Demek şu davada ittihad etmiş bütün efazıl-ı beşer namına o nuru gösteriyor. Acaba bu kadar tasdiklere mazhar, büyük, derin, durbin, safi, keskin, hakaik-aşina bir gözün gördüğü hakikat, hakikat olmamak hiç ihtimali var mı?
İKİNCİ BURHAN: Kainat kitabıdır. Evet, şu kitabın bütün hurufu ve bütün noktaları, efraden ve terekküben Zat-ı Zülcelalin vücud ve vahdetini, elsine-i mahsusaları kıraatla وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ yi tilavet ediyorlar. Cemi zerrat-ı kainat, birer birer, zat ve sıfat ve saire vücuh ile hadsiz imkanat mabeyninde mütereddit iken, birden bire bir ciheti takip, muayyen bir sıfatla ittisaf, mahsus bir keyfiyetle tekeyyüf ederek hayret-bahşa hikemi intaç ettiğinden, Saniin vücub-u vücuduna şehadetle, avalim-i gaybiyenin enmuzeci olan latife-i Rabbaniye içinde ilan-ı Sani eden misbah-ı imanı ışıklandırıyorlar. Evet, bir nefer, nefsinde ve takımda ve bölükte, taburda ve orduda gibi; herbir zerre de, kendi başıyla zat, sıfat, keyfiyetindeki imkanat cihetiyle Sanii ilan ettiği gibi, tesavir-i mütedahileye benzeyen mürekkebat-ı müteşabike-i mütesaide-i kainatın herbir makamında ve herbir nisbetinde ve herbir dairesinde, herbir zerre, muvazene-i cereyan-ı umumiyi muhafaza; ve her nisbetinde ve her takımında ayrı ayrı vazifeyi ifa ve hikmeti intaç ettiklerinden, Saniin kast ve hikmetini izhar ve vücut ve vahdetinin ayatını kıraat ettikleri için, Sani-i Zülcelalin berahini, zerrattan kat kat ziyade olur. Demek اَلطُّرُقُ اِلَى اللهِ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ الْخَلاَئِقِ hakikattir, mübalağa değil; belki nakıstır.
S: Neden aklıyla herkes göremiyor?
C: Kemal-i zuhurundan ve zıddın ademinden.
تَأَمَّلْ سُطُورَ الْكَائِنَاتِ فَإِنَّهَا مِنَ الْمَلاَِ اْلاَعْلٰۤى اِلَيْكَ رَسَۤائِلُ
Yani, “Sahife-i alemin ebad-ı vasiasında Nakkaş-ı Ezelinin yazdığı silsile-i hadisatın satırlarına hikmet nazarıyla bak ve fikr-i hakikatle sarıl. Ta ki mele-i aladan uzanan şu selasil-i resail, seni ala-yı illiyyin-i tevhide çıkarsın.”
Şu kitabın heyet-i mecmuasında öyle parlak bir nizam var ki, nazzamı güneş gibi içinde tecelli ediyor. Her kelimesi, her harfi birer mucize-i kudret olan bu kitab-ı kainatın telifinde öyle bir icaz var ki, bütün esbab-ı tabiiye, farz-ı muhal olarak muktedir birer fail-i muhtar olsalar, yine kemal-i acz ile o icaza karşı secde ederek سُبْحَانَكَ لاَ قُدْرَةَ لَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ diyeceklerdir. Herbir kelimesi bütün kelimatıyla münasebettardır. Ve her harfi, bahusus zihayat bir harfi, bütün cümlelere karşı müteveccih birer yüzü, nazır birer gözü var olan bu kitabın öyle bir muzaaf iştibak-ı tesanüd-ü nazmı vardır ki, bir noktayı yerinde icad etmek için, bütün kainatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahi lazımdır. Demek sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir. Pirenin midesini tanzim eden, manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir.
Sünuhatın dokuzuncu sahifesinde مَاخَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ ayetinin sırrına müracaat et. Yalnız şu kitabın küçük bir kelimesi olan balarısını gör: Nasıl şehd ü şehadet o mucize-i kudretin lisanından akıyor! Veyahut şu kitabın bir noktası olan hurdebini bir huveynat ki, çok defa büyülttükten sonra görünür. Dikkat et: Nasıl muciznüma, hayret-feza bir misal-i musağğar-ı kainattır! Sure-i Yasin, suret-i lafz-ı “Yasin” de yazıldığı gibi, cezaletli, muciz bir nokta-i camiadır. Onu yazan, bütün kainatı da o yazmıştır. Eğer insafla dikkat etsen, şu küçücük hayvanın ve huveynatın sureti altında olan makine-i dakika-i bedia-i İlahiyenin şuursuz, kör, mecra ve mahrekleri tahdid olunmayan ve imkanatından evleviyet olmayan esbab-ı basita-i camide-i tabiiyeden husulünü, muhal-ender-muhal göreceksin
Eğer herbir zerrede hükema şuuru, etibba hikmeti, hükkamın siyaseti bulunduğunu ve herbir zerre de sair zerratla vasıtasız muhabere ettiğini itikad edersen, belki nefsini kandırıp o muhali de itikad edebilirsin. Halbuki, o zihayat makinede öyle bir mucize-i kudret, öyle bir harika-i hikmet vardır ki, ancak bütün kainatı, bütün şuunatını icad eden, tanzim eden bir Saniin sunu olabilir. Yoksa kör, az, basit imkan tereddüdüyle ayak atamaz. Esbab-ı tabiiden olamaz.
Bahusus o esbab-ı tabiiyenin üssül-esası hükmünde olan cüz-ü layetecezzadaki kuvve-i cazibe ve kuvve-i dafianın içtimalarının hortumu üzerinde, bir muhaliyet damgası var. Fakat caizdir ki, herbir şeyin esası zannettikleri olan cezb, def, hareket, kuva gibi emirler, adatullahın kanunlarına birer isim olsun. Lakin kanun, kaidelikten tabiiliğe ve zihnilikten hariciliğe ve itibariden hakikate ve aletiyetten müessiriyete geçmemek şartıyla kabul ederiz.
S: Ezeliyet-i madde ve harekat-ı zerrattan teşekkül-ü enva gibi umur-u batılaya neden ihtimal veriliyor?
C: Sırf başka şey ile nefsini ikna etmek sadedinde olduğu için, o umurun esas-ı faidesini tebei bir nazarla derk etmediğinden neşet ediyor. Eğer nefsini ikna etmek suretinde, kasten ve bizzat ona müteveccih olursa, muhaliyetine ve makul olmadığına hükmedecektir. Faraza kabul etse de, tegafül-ü anis-Sani sebebiyle hasıl olan ıztırar ile kabul edilebilir. Dalalet ne kadar aciptir. Zat-ı Zülcelalin lazım-ı zarurisi olan ezeliyeti ve hassası olan icadı aklına sığıştırmayan, nasıl oluyor ki gayr-ı mütenahi zerrata ve aciz şeylere veriyor?
Evet, meşhurdur ki, hilal-i ide bakarlardı. Kimse birşey görmedi. İhtiyar bir zat yemin etti: “Hilali gördüm.” Halbuki gördüğü hilal, kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi. Kıl nerede, kamer nerede? Harekat-ı zerrat nerede, sebeb-i teşkil-i enva nerede?
İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazan batıl eline gelir, hak zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken ihtiyarsız dalalet başına düşer; hakikat zannederek başına giydiriyor.
S: Nedir şu tabiat, kavanin, kuva ki, onlarla kendilerini aldatıyorlar?
C: Tabiat, alem-i şehadet denilen cesed-i hilkatin anasır ve azasının efalini intizam ve rapt altına alan bir şeriat-ı kübra-yı İlahiyedir. İşte şu şeriat-ı fıtriyedir ki, “sünnetullah” ve “tabiat” ile müsemmadır. Hilkat-i kainatta cari olan kavanin-i itibariyesinin mecmu ve muhassalasından ibarettir. Kuva dedikleri şey, herbiri şu şeriatın birer hükmüdür. Ve kavanin dedikleri şey, herbiri şu şeriatın birer meselesidir. Fakat o şeriattaki ahkamın yeknesak istimrarına istinaden vehim, hayal tasallut ederek tazyik edip, şu tabiat-ı hevaiye tevazzu ve tecessüm edip mevcud-u harici ve hayalden hakikat suretine girmiştir. Hayali, hakikat suretinde gören, gösteren, nüfusun istidat-ı şuresinden, fail-i müessir tavrını takmıştır. Halbuki, kör, şuursuz tabiat, katiyen kalbi ikna edecek ve fikre kendini beğendirecek ve nazar-ı hakikat ona ünsiyet edecek hiçbir mülayemet ve münasebet yok iken ve masdar olmaya kabiliyeti mefkud iken, sırf nefy-i Sani farazından çıkan bir ıztırar ile veleh-resan-ı efkar olan kudret-i ezeliyenin asar-ı bahiresinin tabiattan suduru tahayyül edilmiş.
Halbuki tabiat misali bir matbaadır, tabi değil; nakıştır, nakkaş değil; kàbildir, fail değil; mistardır, masdar değil; nizamdır, nazım değil; kanundur, kudret değil; şeriat-ı iradiyedir, hakikat-i hariciye değil. Mesela, yirmi yaşında bir adam birden bire dünyaya gelse, hali bir yerde, muhteşem ve sanayi-i nefisenin asarıyla müzeyyen bir saraya girse, hem farz etse, katiyen hariçten gelme hiçbir failin eseri değil. Sonra içindeki eşya-yı muntazamaya sebep ararken, tanziminin kavaninini cami bir kitap bulsa, onu makes-i şuur olduğundan, bir fail, bir illet-i ıztırari kabul eder. İşte, Sani-i Zülcelalden tegafül sebebiyle, böyle gayr-ı makul, gayr-ı mülayim bir illet-i ıztırari olan tabiat ile kendilerini aldatmışlar.
Şeriat-ı İlahiye ikidir:
Biri: Sıfat-ı kelamdan gelen bir şeriattır ki, beşerin efal-i ihtiyariyesini tanzim eder.
İkincisi: Sıfat-ı iradeden gelen ve “evamir-i tekviniye” tesmiye edilen şeriat-ı fıtriyedir ki, bütün kainatta cari olan kavanin-i adatullahın muhassalasından ibarettir. Evvelki şeriat nasıl kavanin-i akliyeden ibarettir; tabiat denilen ikinci şeriat dahi, mecmu-u kavanin-i itibariyeden ibarettir. Sıfat-ı kudretin hassası olan tesir ve icada malik değillerdir.
Sabıkan, sırr-ı tevhid beyanında demiştik: Herşey herşeyle bağlıdır. Birşey herşeysiz yapılmaz. Birşeyi halk eden, herşeyi halk etmiştir. Öyleyse, birşeyi yapan Vahid, Ehad, Ferd, Samed olmak zaruridir.
Şu ehl-i dalaletin gösterdikleri esbab-ı tabiiye, hem müteaddit, hem birbirinden haberi yok, hem kör, iki elinde iki kör olan tesadüf-ü ama ve ittifakıyet-i avranın eline vermiştir.
قُلِ اللهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِى خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ
Elhasıl: İkinci burhanımız olan kitab-ı kebir-i kainattaki nazm ve nizam, intizam ve telifindeki icaz güneş gibi gösteriyor ki, bir kudret-i gayr-ı mütenahi, bir ilm-i layetenahi, bir irade-i ezeliyenin eserleridir.
S: Nazm ve nizam-ı tamme neyle sabittir?
Elcevap: Nev-i beşerin havas ve cevasisi hükmünde olan fünun-u ekvan, istikra-i tamme ile o nizamı keşfetmişlerdir. Çünkü, herbir neve dair bir fen ya teşekkül etmiş veya etmeye kabildir. Herbir fen, külliyet-i kaide hesabıyla, kendi nevindeki nazm ve intizamı gösteriyor. Zira, herbir fen kavaid-i külliye desatirinden ibarettir. Demek, şahsın nazarı, nizamı ihata etmezse, cevasis-i fünun vasıtasıyla görür ki, insan-ı ekber, insan-ı asgar gibi muntazamdır. Herbir şey, hikmet üzere vaz edilmiştir. Faidesiz, abes yoktur. Şu burhanımız değil yalnız erkanı ve azası, belki bütün hüceyratı, belki bütün zerratı birer lisan-ı zakir-i tevhid olarak büyük burhanın sada-yı bülendine iştirak ederek La ilahe illallah diye zikrediyorlar.
ÜÇÜNCÜ BURHAN: Kuran-ı Azimüşşandır. Şu burhan-ı natıkın sinesine kulağını yapıştırsan işiteceksin, “Allahü La İlahe İlla Hu”yu tekrar ediyor. Hem gayet mükemmel semeratıyla, meyvedar bir ağacın menba-ı hayatı olan cürsume olmazsa veya kökü bozuk ise, semere vermez. Şu burhanımızın dallarında meyve-i hak ve hakikat o kadar çoktur ve o kadar doğrudur ki, şüphe bırakmaz ki, cürsumesinde olan mesele-i tevhid, hiç vehim bırakmaz derecede kuvvetli, doğru bir hak ve hakikati tazammun ediyor. Hem şu burhanın alem-i şehadet tarafına tedelli etmiş olan ahkama dair dalı, bütün sıdk ve hak ve hakikat olduğu gibi, bizzarure alem-i gayb tarafına uzanan tevhide ve gayba dair gusn-u azamı (büyük dalı) yine sabit hakaikle meyvedardır.
Hem derince şu burhan tersim edilse anlaşılır ki, onu gösteren zat, neticesi olan mesele-i tevhidde o kadar emindir ki, hiçbir şaibe-i tereddüt hiçbir tarafında ihsas edilmiyor. Hem o neticeyi bütün hakaike esas addederek, müselleme ve zaruriye olduğunu bütün kuvvet-i beyanıyla ve ısrarıyla ona giydiriyor. Ve başka şeyleri ona irca ediyor. Temel taşı o şedit kuvvet, suni olamaz. Hem de, üstündeki sikke-i icaz her ihbarını tasdik eder, tezkiyeden müstağni kılar. adeta ihbaratı binefsiha sabit umurlardandır. Evet, şu burhan-ı münevverin altı ciheti de şeffaftır. Üstünde icaz, altında mantık ve delil, sağında aklı istintak, solunda vicdanı istişhad, önünde, hedefinde hayır ve saadet, nokta-i istinadı vahy-i mahzdır. Vehmin ne haddi var ki girebilsin!
Marifet-i Sani denilen kemalat arşına uzanan miracların usulü dörttür.
Birincisi: Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikin-i sufiyenin minhacıdır.
İkincisi: İmkan ve hudusa mebni mütekellimin tarikidir.
Bu iki asıl, çendan Kurandan teşaub etmişlerdir. Lakin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için uzunlaşmış ve müşkilleşmiş. Evhamdan masun kalmamışlar.
Üçüncüsü: Şübehat-alud hükema mesleğidir.
Dördüncüsü ve en birincisi: Belagat-ı Kuraniyenin ulvi mertebesini ilan etmekle beraber, cezalet cihetiyle en parlağı ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mirac-ı Kuranidir.
Hem o arşa çıkmak için dört vesile vardır: İlham, talim, tasfiye, nazar-ı fikri.
Tarik-i Kurani iki nevidir.
Birincisi: Delil-i inayet ve gayettir ki, menafi-i eşyayı tadat eden bütün ayat-ı Kuraniye bu delili nesc ve şu burhanı tanzim ediyorlar. Bu delilin zübdesi, kainatın nizam-ı ekmelinde ittikan-ı sanat ve riayet-i mesalih ve hikemdir. Bu ise, Saniin kast ve hikmetini ispat ve tesadüf vehmini ortadan nefyediyor. Zira ittikan ihtiyarsız olmaz. Evet, nizamın şahitleri olan bütün fünun-u ekvan, mevcudatın silsilelerindeki halkalardan asılmış mesalih ve semeratı ve inkılabat-ı ahvalin katmer ve düğümleri içinde saklanmaz hikem ve fevaidi göstermekle, Saniin kast ve hikmetine kati şehadet ediyorlar. Ezcümle:
Fenn-i hayvanat, fenn-i nebatat, iki yüz bini mütecaviz envaın büyük peder ve ademleri hükmünde olan mebdelerinin herbirinin hudusuna şehadet ettiği gibi; mevhum ve itibari olan kavanin, kör ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye ise bu kadar hayret-feza silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad denilen dehşet-engiz birer makine-i acibe-i İlahiyenin icad ve inşasına adem-i kabiliyetleri cihetiyle herbir fert, herbir nevi müstakillen Sani-i Hakimin dest-i kudretinden çıktıklarını ilan ve izhar ediyorlar. Kuran-ı Kerim فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ der.
Kurandan delil-i inayet, vücuh-u mümkinenin en mükemmel veçhi ile bulunuyor. Kuran kainatta tefekküre emir verdiği gibi, fevaidi tezkar ve nimetleri tadat eden ayatın fevasıl ve hatimelerinde galiben akla havale ve vicdanla müşaverete sevk etmek için اَوَلاَ يَعْلَمُونَ اَفَلاَ يَعْقِلُونَ اَفَلاَ تَتَذَكَّرُونَ فَاعْتَبِرُوا gibi o burhan-ı inayeti ezhanda tesbit ediyor.
İkinci delil-i Kurani: Delil-i ihtiradır. Hülasası:
Mahlukatın her nevine, her ferdine ve o neve ve o ferde mürettep olan asar-ı mahsusasını müntiç ve istidad-ı kemaline münasip bir vücudun verilmesidir. Hiçbir nevi müteselsil-i ezeli değildir. İmkan bırakmaz. İnkılab-ı hakikat olmaz. Mutavassıt nevin silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf inkılab-ı hakaikin gayrısıdır. Madde dedikleri şey, suret-i mütegayyire, hem harekat-ı mütehavvile-i hadiseden tecerrüd etmediğinden hudusu muhakkaktır. Kuvvet ve suretler, araziyetleri cihetiyle envadaki mübayenet-i cevheriyeyi teşkil edemez. Araz cevher olamaz. Demek envaının fasileleri ve umum arazının havass-ı mümeyyizeleri bizzarure adem-i sırftan muhteradırlar. Silsilede tenasül, şerait-i adiye-i itibariyedendir.
Feya acaba! Vacibül-Vücudun lazime-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan, nasıl oluyor da, herbir cihetten ezeliyete münafi olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? Hem dest-i tasarruf-u kudrete karşı mukavemet edemeyen koca kainat, nasıl oldu da küçücük ve nazik zerratların (öyle dehşetli salabet bulmuş ki) kudret-i ezeliyenin yed-i idamına karşı dayanıyor? Hem nasıl oluyor ki, kudret-i ezeliyenin hassası olan ibda ve icadı, hiçbir münasebet-i makule olmadan en aciz ve en biçare esbaba isnad ediliyor?
İşte Kuran-ı Kerim, şu delili, halk ve icaddan bahseden ayatı ile ezhanda tanzim ediyor. Müessir-i hakiki yalnız Allahtır. Tesir-i hakiki esbabda yoktur. Esbab, izzet ve azamet-i kudretin perdesidir—ta ki, aklın nazar-ı zahirisinde, dest-i kudret umur-u hasise ile mübaşir görünmesin. Birşeyde iki cihet var:
Biri, mülk-ayinenin mülevven vechi gibi, ezdat ona varid oluyor; çirkin olur, şer olur, hakir olur, azim olur, ila ahir. Esbab bu cihette vardır. İzhar-ı azamet ve izzet-i kudret öyle ister.
İkinci cihet, melekutiyet cihetidir: ayinenin şeffaf vechi gibi. Şu cihet herşeyde güzeldir. Şu cihette esbabın tesiri yoktur. Vahdet öyle ister. Hatta hayat ve ruh ve nur ve vücut, iki vecihleri şeffaf ve güzel olduğundan, mülken ve melekuten vasıtasız dest-i kudretten çıkıyorlar.
DÖRDÜNCÜ BURHAN: Vicdan-ı beşer denilen fıtrat-ı zişuurdur. Şu burhanda dört nükteyi nazar-ı dikkate al.
Birincisi: Fıtrat yalan söylemez. Mesela, Bir çekirdekteki meyelan-ı nümüvv der ki: “Sümbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler. Mesela, yumurtada bir meyelan-ı hayat var. Der: “Piliç olacağım.” Biiznillah olur. Doğru söyler. Mesela, bir avuç su incimad ile meyelan-ı inbisatı der: “Fazla yer tutacağım.” Metin demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu, demiri parçalar. İşte şu meyelanlar, irade-i İlahiyeden gelen evamir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir.
İkincisi: Beşerin havassül-hams-ı zahire ve batınadan başka, alem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var. Gayr-ı meşur pek çok hisleri var. Hiss-i samia, basıra, zaika olduğu gibi, bir hiss-i sadise-i sadıka olan saika vardır. Hem bir hiss-i sabia-i barika olan şaika var. O şevk ve sevk yalan söylemez. Yanlış gidemez.
Üçüncüsü: Mevhum birşey hakikat-i hariciyeye mebde olamaz. Fıtrat ve vicdanda nokta-i istinad ile nokta-i istimdad, iki hakikat-ı zaruriyedir. Hilkatin safveti ve en mükerremi olan ruh-u beşer, o iki nokta olmazsa en süfli, en berbat bir mahluk olur. Halbuki, kainattaki hikmet ve nizam ve kemal bu ihtimali reddeder.
Dördüncüsü: Akıl tatil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sanii unutamaz. Kendi nefsini inkar etse de onu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir. Hads—ki, şimşek gibi sürat-i intikaldir—daima onu tahrik eder. Hadsin muzaafı olan ilham, onu daima tenvir eder. Meyelanın muzaafı olan arzu ve onun muzaafı olan iştiyak ve onun muzaafı olan aşk-ı İlahi, onu daima marifet-i Zülcelale sevk eder. Şu fıtrattaki incizap ve cezbe, bir hakikat-i cazibedarın cezbiyledir.
Bu nükteleri bildikten sonra, şu burhan-ı enfüsi olan vicdana müracaat et. Göreceksin ki, kalb bedenin aktarına neşr-i hayat ettiği gibi, kalbdeki ukde-i hayatiye olan marifet-i Sanidir ki, istidadat-ı gayr-ı mahdude-i insaniyeyle mütenasip olan amal ve müyul-ü müteşaibeye neşr-i hayat eder. Lezzeti içine atar ve kıymet verir ve bast ve temdid eder.
İşte, nokta-i istimdad ve kavga ve müzahemetin meydanı olan dağdağa-i hayata hücum gösteren alemin binlerce musibet ve müzahemelere karşı yegane nokta-i istinad, yine marifet-i Sanidir. Evet, herşeyi hikmet ve intizam ile işleyen bir Sani-i Hakime itikad etmezse ve alelamya kör tesadüflere havale ederse ve o beliyyata karşı elindeki kudretin adem-i kifayetini düşünse, ister istemez tevahhuş, dehşet, telaş, havftan mürekkep bir halet-i cehennem-nümun ve ciğer-şikafe düşecektir. O ise, eşref ve ahsen-i mahlukat olan ruh-u insaniyetin herşeyden ziyade perişan olduğunu istilzam eder. O ise, intizam-ı kamil-i kainattaki nizam-ı ekmele zıt oluyor. Şu nokta-i istimdat ve nokta-i istinad ile bu derece nizam-ı alemde hükümfermalık, hakikat-ı nefsül-emriyenin hassa-i münhasırası olduğu için, her vicdanda iki pencere olan şu iki noktadan Sani-i Zülcelal marifetini kalb-i beşere daima tecelli ettiriyor. Akıl gözünü kapasa da, vicdanın gözü daima açıktır. Sani-i Zülcelal bu dört burhan-ı azimin kati şehadetleriyle Vacibül-Vücud, Ezeli, Vahid, Ehad, Ferd, Samed, Alim, Kadir, Mürid, Semi, Basir, Mütekellim, Hayy, Kayyum olduğu gibi, bütün evsaf-ı celaliye ve cemaliye ile muttasıftır. Zira mukarrerdir ki, masnudaki feyz-i kemal, Saniin zıll-i tecellisiden muktebestir. Demek, kainatta ne kadar hüsn-ü cemal, kemal varsa, umumundan layühad derecede yüksek tabakada evsaf-ı cemaliye ve kemaliye ile Sani-i Zülcelal muttasıftır. Zira, ihsan servetin, icad vücudun, icab vücubun, tahsin hüsnün, tenvir nurun feri ve delili olduğu gibi; bütün kainattaki bütün kemal ve cemal, Sani-i Zülcelalin kemal ve cemaline bir zıll-ı zalildir ve burhanıdır.
Hem de, Sani-i Zülcelal cemi nekaisten münezzehtir. Zira, nevakis mahiyet-i maddiyatın istidatsızlığından neşet eder. Zat-ı Zülcelal maddiyattan mücerrettir, münezzehdir. Hem kainatın mahiyat-i mümkinesinden neşet eden evsaf ve levazımatından mukaddestir.
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ جَلَّ جَلاَلُهُ سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى لِشِدَّةِ ظُهُورِهِ سُبْحَانَ مَنِ اسْتَتَرَ لِعَدَمِ ضِدِّهِ سُبْحَانَ مَنِ احْتَجَبَ بِاْلاَسْبَابِ لِعِزَّتِهِ
S: Vahdetül-vücudu nasıl görüyorsun?
Elcevap: Tevhidde istiğraktır. Ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkidir. Esasen tevhid-i rububiyet ve tevhid-i uluhiyetten sonra tevhidde zevken şiddet-i istiğrak, vahdet-i kudret, yani لاَ مُؤَثِّرَ فِى الْكَوْنِ اِلاَّ اللهُ sonra vahdet-i idare, sonra vahdetüş-şühud, sonra vahdetül-vücud, sonra yalnız bir vücudu, sonra yalnız bir mevcudu görünceye müncer oluyor. Muhakkıkin-i sofiyenin müteşabihat hükmünde olan şatahatıyla istidlal edilmez. Daire-i esbabı yırtıp çıkmayan ve tesirinden kurtulmayan bir ruh, vahdetül-vücuddan dem vursa, haddini tecavüz eder. Dem vuranlar, Vacibül-Vücuda o kadar hasr-ı nazar etmişlerdir ki, mümkinattan tecerrüd ederek, yalnız bir vücudu, belki bir mevcudu görmüşler.
Evet, delil içinde neticeyi görmek, alemde Sanii müşahede etmek, tarik-i istiğrakkarane cihetiyle cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlahiyeyi ve melekutiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve meraya-yı mevcudatta tecelli-i esma ve sıfatı, yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken, dik-ı elfaz sebebiyle uluhiyet-i sariye ve hayat-ı sariye tabir ettiler. Ehl-i fikir, o hakaik-i zevkiyeyi nazarın mekayisine sıkıştırdığından, çok evham-ı batılaya menşe oldu. Maddeperver hükema ve zaifül-itikad ehl-i nazarın vahdetül-vücudu ile evliyanın vahdetül-vücudu, tamamen birbirinin zıddıdır. Beş cihetten fark vardır:
Birincisi: Muhakkikin-i sofiye, Vacibül-Vücuda o kadar hasr-ı nazar etmiş ve müstağrak olmuş ve ehemmiyet vermişler ki, onun hesabına kainatın vücudunu inkar etmişler. Hükema ve zaifül-itikad olanlar, maddeye o kadar hasr-ı nazar etmişler ve müstağrak olmuşlar ki, fehm-i uluhiyetten uzaklaştılar. Ve o derece maddeye kıymet verdiler ki, herşeyi maddede görmek, hatta uluhiyeti onda mezcetmek, hatta kainat hesabına uluhiyetten istiğna etmek derecede tarik-i müteassifeye girmişlerdir.
İkincisi: Muhakkikin-i sofiyenin vahdet-i vücudu, vahdetüş-şuhudu tazammun eder. İkincilerin, vahdetül-mevcudu tazammun eder.
Üçüncüsü: Birincilerin mesleği zevkidir. İkincilerin nazaridir.
Dördüncüsü: Birinciler, evvelen ve bizzat Hakka, nazar-ı tebei olarak halka bakarlar. İkinciler, evvelen ve bizzat halka bakarlar.
Beşincisi: Birinciler, Hüdaperesttirler. İkinciler, hodperesttiler.
اَيْنَ الثَّرٰى مِنَ الثُّرَيَّا وَاَيْنَ الضِّيَاءُ السَّاطِعُ مِنَ الظُّلْمَةِ الدَّامِسَةِ