وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ
İlem eyyühel-aziz! Şu ayet-i kerimenin yüksek semasına çıkıp sırrını fehmetmek için yedi basamaklı bir merdiven kuruyoruz.
Birinci basamak: Semavatın, melaike ile tesmiye edilen münasip sakinleri vardır. Çünkü, küre-i arzın semaya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zevilhayatla dolu olması, semavatın o müzeyyen burçları zevil-idrak ile dolu olmasını tasrih ediyor. Ve keza, semavatın bu kadar ziynetler ile tezyin edilmesi, behemehal zevil-idrakin takdir ve istihsan ile nazar-ı hayretlerini celb etmek içindir. Çünkü, hüsn-ü ziynet, aşıkların celbi içindir. Yemek ve taam da aç olanlara yapılır. Maahaza, ins ve cin o vazifeyi ifaya kafi değillerdir. Ancak, gayr-ı mahdut, oraya münasip melaike ve ruhaniler o vazifeyi ifa edebilir.
İkinci basamak: Arzın semavat ile alakası, muamelesi olup aralarında çok büyük irtibat vardır. Evet, arza gelen ziya, hararet, bereket ve saire semavattan geliyor. Arzdan da semaya dualar, ibadetler, ruhlar gidiyor. Demek, aralarında cereyan eden ticari muameleden anlaşılıyor ki, arzın sakinleri için semaya çıkmaya bir yol vardır ki, enbiya, evliya, ervah, cesetlerinden tecerrüd ile semavata uruç ederler.
Üçüncü basamak: Semavatta devam ile cereyan eden sükun, sükut, nizam, intizam, ıttıraddan hissedildiğine nazaran, semavat ehli, arz sakinleri gibi değildirler. Evet, arzda bulunan nifak, şikak, ihtilaf, ezdadın içtimaı, hayır ve şerrin ihtilatı gibi şeyler, semavatta yoktur. Bu sayede, semavatta nizam ve intizamı bozacak bir hal yoktur. Sakinleri, verilen emirlere kemal-i itaatle imtisal ediyorlar.
Dördüncü basamak: Cenab-ı Hakkın, iktizaları, hükümleri mütegayir bazı esmaları vardır. Mesela, Bedir gibi bazı gazalarda Ashab-ı Kirama yardım etmek üzere, küffar ile muharebe etmek için melaikenin semadan inzalini iktiza eden ismi, melaike ile şeyatin (yani semavi olan ahyar ile arzi eşrar) arasında muharebenin vukuunu istibad değil, iktiza eder. Evet, Cenab-ı Hak melaikeye bildirmeksizin şeytanları def veya ihlak edebilir. Fakat satvet ve haşmetin iktizası üzerine, bu kabil mücazatın müstehaklarına ilan ve teşhiri, azametine layıktır.
Beşinci basamak: Ruhanilerin ahyarı semada bulunduklarından, eşrarı da letafetlerine güvenerek onları takliden iltihak etmek istediklerinde, ehl-i sema, onları şeraretleri için kabul etmeyerek def ediyorlar. Maahaza, bu gibi manevi mübarezeleri alem-i şehadete, bilhassa vazifesi şehadet ve müşahede olan insana ilan ve teşhirine recm-i nücum alamet ve nişan kılınmıştır.
Altıncı basamak: Kuran-ı Mucizül-Beyan, nev-i beşeri itaate irşad, isyandan zecr ve men etmek üzere kullandığı üslub-u alisine bak:
يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ
Yani, “Ey ins ve cin cemaati! Mülkümden hariç bir memlekete çıkıp kurtulmak için semavat ve arzın aktarından çıkmaya kuvvetiniz varsa çıkınız. Amma ancak bir sultan ile çıkarsınız.”
Kuran-ı Kerim bu ayet ile, pek geniş saltanat-ı rububiyete karşı ins ve cinnin aczlerini ilan zımnında nida ediyor: “Ey insan-ı hakir, sağir, aciz! Ne suretle, şeytanları recmeden melaike ile necimlerin, şemslerin, kamerlerin itaat ettikleri Sultan-ı Ezele isyan ediyorsun. Nasıl kocaman yıldızları mermi, kurşun yerinde kullanabilen bir askere sahip olan bir sultana karşı isyan etmeye cesaret ediyorsun?”
Yedinci basamak: Yıldızların pek küçük efradı olduğu gibi, pek büyükleri de vardır. Semanın veçhini, yüzünü ziyalandıran herşey yıldızdır. Bu neviden bir kısmı, semaya ziynet olmuştur. Bir kısmı da şeytanları recmetmek için semavi mancınıklardır. Semada yapılan bu recim, sema gibi en vasi dairelerde bile vukua gelen mübareze hadisesini insanlara göstermekle, insanların mutilerini asiler ile mübarezeye teşvik ile alıştırmaktır.
İlem eyyühel-aziz! İnsanı hayvandan ayıran şeylerden,
Biri: Mazi ve müstakbel ile alakadar olmasıdır. Hayvan bu iki zamanı bihakkın düşünecek bir idrake malik değildir.
İkincisi: Gerek enfüsi, gerek afaki, yani dahili ve harici şeylere taalluk eden idraki, külli ve umumidir.
Üçüncüsü: İnşaata lazım olan mukaddemeleri keşif ve tertip etmektir: Mesela, bir evin yapılması için lazım olan taş, ağaç, çimento misilli lüzumlu mukaddemeleri ihzar ve tertip etmek gibi.
Binaenaleyh, insanın en evvel ve en büyük vazifesi, tesbih ve tahmiddir. Evvela mazi, hal ve istikbal zamanlarında görmüş veya görecek nimetler lisanıyla, sonra nefsinde veya haricinde görmekte olduğu inamlar lisanıyla, sonra mahlukatın yapmakta oldukları tesbihatı şehadet ve müşahede lisanıyla Sanii hamd ü sena etmektir.
İlem eyyühel-aziz! Cenab-ı Hakkın ata, kaza ve kader namında üç kanunu vardır. Ata, kaza kanununu; kaza da, kaderi bozar.
Mesela: Birşey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kaza demektir. O kararın iptaliyle hükmü kazadan affetmek, ata demektir. Evet, yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, ata da kaza kanununun katiyetini deler. Kaza da ok gibi kader kararlarını deler. Demek, atanın kazaya nisbeti, kazanın kadere nisbeti gibidir. Ata, kaza kanununun şümulünden ihraçtır. Kaza da kader kanununun külliyetinden ihracıdır. Bu hakikate vakıf olan arif, “Ya İlahi! Hasenatım senin atandandır. Seyyiatım da senin kazandandır. Eğer atan olmasaydı helak olurdum” der.
İlem eyyühel-aziz! Esma-i Hüsnayı tazammun eden bazı fezlekeler ile ayetlere hatime verilmekte ne gibi bir sır vardır?
Evet, Kuran-ı Mucizül-Beyan, bazan ayat-ı kudreti ayetlerde basteder, sonra içerisinden esmayı çıkarır. Bazan mensucat toplar gibi açar, dağıtır; sonra toplar, esmada tayyeder. Bazan da efalini tafsil ettikten sonra, isimler ile icmal eder. Bazan da, halkın amalini tehdidane söyler; sonra rahmete işaret eden isimler ile teselli eder. Bazan da bazı makasıd-ı cüziyeyi zikrettikten sonra, o makasıdı takdir ve ispat için, burhan olarak kavaid-i külliye hükmünde olan isimleri zikrediyor. Bazan da maddi cüziyatı zikreder, sonra esma-i külliye ile icmal eder. Ve hakeza…
İlem eyyühel-aziz! Acz de aşk gibi Allaha isal eden yollardan biridir. Amma acz yolu, aşktan daha kısa ve daha selamettir.
Ehl-i süluk, tarik-i hafada letaif-i aşere üzerine, tarik-i cehirde nüfus-u seba üzerine süluk etmişlerdir. Bu fakir, aciz ise dört hatveden ibaret, hem kısa, hem sehl bir tariki, Kuranın feyzinden istifade etmiştir.
Birinci hatveyi فَلاَ تُزَكُّۤوا اَنْفُسَكُمْ ayetinden,
İkinci hatveyi وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللهَ فَاَنْسٰيهُمْ اَنْفُسَهُمْ ayetinden,
Üçüncü hatveyi مَۤا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللهِ وَمَۤا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ ayetinden,
Dördüncü hatveyi كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ ayetinden ahzetmiştir. Bunların izahı:
Birinci hatve: İnsan yaratılışında kendi nefsine muhib olarak yaratılmıştır. Hatta bizzat nefsi kadar birşeye sevgisi yoktur. Kendisini, ancak mabuda layık senalar ile medhediyor. Nefsini bütün ayıplardan, kusurlardan tenzih etmekle—haklı olsun haksız olsun—kemal-i şiddetle müdafaa ediyor. Hatta Cenab-ı Hakkı hamd ü sena için kendisinde yaratılan cihazatı, kendi nefsine hamd ve sena için sarf ediyor ve مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوٰيهُ deki مَنْ şümulüne dahil oluyor. Bu mertebede nefsin tezkiyesi, ancak adem-i tezkiyesiyle olur.
İkinci hatve: Nefis hizmet zamanında geri kaçar. Ücret vaktinde ileri safa hücum ediyor. Bu mertebede onun tezkiyesi, yaptığı fiili aksetmekle olur. Yani işe, hizmete ileriye sevk edilmeli, ücret tevziinde geriye bırakılmalıdır.
Üçüncü hatve: Kendi nefsinde, torbasında, kusur, naks, acz, fakrdan maada birşeyi bırakmamalıdır. Bütün mehasin, iyilikler, Fatır-ı Hakim tarafından inam edilen nimetler olup hamdi iktiza eder. Fahri istilzam etmediklerini itikad ve telakki edilmelidir. Bu mertebede onun tezkiyesi, kemalinin adem-i kemalinde, kudretinin aczinde, gınasının fakrında olduğunu bilmekten ibarettir.
Dördüncü hatve: Kendisi istiklaliyet halinde fani, hadis, madum olduğunu ve esma-i İlahiyeye ayinedarlık ettiği halde şahit, meşhud, mevcut olduğunu bilmekten ibarettir. Bu mertebede onun tezkiyesi, vücudunda ademini, ademinde vücudunu bilmekle لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ yü kendisine vird ittihaz etmektir.
Ve keza, Vahdetül-vücud ehli, kainatı nefyetmekle idam ediyorlar. Vahdetüş-şühud halkı ise, bütün mevcudatı, kürek cezalıları gibi nisyan zindanında ebedi hapse mahkum ediyorlar.
Kuranın ifham ettiği tarik, kainatı, mevcudatı hem idamdan, hem hapisten kurtarır. Esma-i Hüsnaya mazhariyet ile ayinedarlık etmek gibi vazifelerde istihdam ediyor. Fakat kainatı, istiklaliyetten ve kendi hesabına çalışmaktan azlediyor.
Ve keza, insanın vücudunda birkaç daire vardır. Çünkü, hem nebatidir, hem hayvanidir, hem insanidir, hem imani. Tezkiye muamelesi bazan tabaka-i imaniyede olur. Sonra tabaka-i nebatiyeye iner. Bazan da yirmi dört saat zarfında her dört tabakada muamele vaki olur. İnsanı hata ve galata atan, bu dört tabakadaki farkı riayet etmemektir.
خَلَقَ لَنَا مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا ya istinaden insaniyetin mide-i hayvaniye ve nebatiyeye münhasır olduğunun zannıyla galat ediyor. Sonra bütün gayelerin nefsine ait olduğunun hasriyle galat ediyor. Sonra, herşeyin kıymeti, menfaati nisbetinde olduğunun takdiriyle galat ediyor. Hatta Zühre yıldızını kokulu bir zühreye mukabil almaz. Çünkü kendisine menfaati dokunmuyor.
İlem eyyühel-aziz! Ubudiyet, sebkat eden nimetin neticesi ve onun fiyatıdır. Gelecek bir nimetin mükafat mukaddemesi ve vesilesi değildir. Mesela, insanın en güzel bir surette yaratılışı, ubudiyeti iktiza eden sabık bir nimet olduğu ve sonra da, imanın itasıyla kendisini sana tarif etmesi, ubudiyeti iktiza eden sabık nimetlerdir. Evet, nasıl ki midenin itasıyla bütün matumat ita edilmiş gibi telakki ediliyor; hayatın itasıyla da, alem-i şehadet müştemil bulunduğu nimetler ile beraber ita edilmiş gibi telakki ediliyor.
Ve keza, nefs-i insaninin itasıyla, bu mide için mülk ve melekut alemleri nimetler sofrası gibi kılınmıştır. Kezalik, imanın itasıyla, mezkur sofralarla beraber, Esma-i Hüsnada iddihar edilen defineleri de sofra olarak verilmiş oluyor. Bu gibi ücretleri peşin aldıktan sonra, devam ile hizmete mülazım olmak lazımdır. Hizmet ve amelden sonra verilen nimetler, mahza Onun fazlındandır.
İlem eyyühel-aziz! Envaın efradında, bilhassa haşerat ve hevam kısmında görünen fevkalade çoklukta müşahede edilen, harikulade gayr-ı mütenahi bir cud u sehavet vardır. Kemal-i ittikan ve intizamla bütün envada bulunan şu kesret-i efrad, tecelliyat-ı İlahiyenin gayr-ı mütenahi olduğuna ve Cenab-ı Hakkın mahiyeti herşeye mübayin olduğuna ve bütün eşya onun kudretine nisbeten mütesavi olduğuna sarahaten delalet eder.
Evet bu cud-u icad Saniin vücubundandır. Nevide celalidir, fertte cemalidir.
İlem eyyühel-aziz! İnsanın yaptığı sanatların suhulet ve suubet dereceleri, onun ilim ve cehliyle ölçülür. Ne kadar sanatlarda, bilhassa ince ve latif cihazatta ilmi mahareti çok olursa, o nisbette kolay olur. Cehli nisbetinde de zahmet olur. Binaenaleyh, eşyanın hilkatinde sürat-i mutlaka ile vüsat-i mutlaka içinde görünen suhulet-i mutlaka, Saniin ilmine nihayet olmadığına hads-i kati ile delalet eder.
وَمَۤا اَمْرُنَۤا اِلاَّ وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ
İlem eyyühel-aziz! İnsanın fıtraten malik olduğu camiiyetin acaibindendir ki: Sani-i Hakim şu küçük cisimde gayr-ı mahdut enva-ı rahmeti tartmak için gayr-ı madut mizanlar vaz etmiştir. Ve Esma-i Hüsnanın gayr-ı mütenahi mahfi definelerini fehmetmek için, gayr-ı mahsur cihazat ve alat yaratmıştır. Mesela, mesmuat, mubsırat, mekulat alemlerini ihata eden insandaki duygular, Saniin sıfat-ı mutlakasını ve geniş şuunatını fehmetmek içindir.
Ve keza, hardaleden daha küçük kuvve-i hafızasında öyle bir latife-i müdrike bırakılmıştır ki, o hardalenin tazammun ettiği geniş alemde o latife daimi seyir ve cevelan etmekte ise de, sahiline vasıl olamaz. Maahaza, bazan bu büyük alem o latifeye o kadar darlaşır ki, alem o latifenin karnında bir zerre gibi olur. Ve o latifeyi, bütün seyahat meydanlarıyla, mütalaa ettiği kitaplarıyla o hardale dahi yutar, yerinde oturur, karnı da ağrımaz.
İşte, insanın mütefavit mertebeleri bu sırdan anlaşılır.
Evet, bazı insanlar zerrede boğulurlar. Bazısında da dünya boğulur. Bazılar da, kendilerine verilen anahtarlardan birisiyle kesretin en geniş bir alemini açar, fakat içinde boğulur. Sahil-i vahdet ve tevhide zorla vasıl olur. Demek, insanın seyr-i ruhanisinde çok tabakalar vardır. Bir tabakada, insanlara huzur-u tevhid pek suhuletle nasip ve müyesser olur. Bir tabakasına da gaflet ve evham öyle istila eder ki, kesret içinde gark olmakla, tam manasıyla tevhidi unutmuş olur. Sukutu suud, tedenniyi terakki, cehl-i mürekkebi yakin, uykunun son perdesini intibah zan ve tevehhüm eden bir kısım medeniler, ikinci tabakadaki insanlardandır. Onlar, hakaik-i imaniyeyi derk etmekte bedevilerin bedevileridir.
İlem eyyühel-aziz! İsm-i Celal, alelekser nevilerde, külliyatta tecelli eder. İsm-i Cemal ise, mevcudatın cüziyatına tecelli eder. Bu itibarla, nevilerdeki cud-u mutlak, celalin tecellisidir. Cüziyatın nakışları, eşhasın güzellikleri cemalin tecelliyatındandır.
Ve keza, celal, vahidiyetin tecellisinden, cemal dahi ehadiyetin tecellisinden zahir olur. Bazan da cemal, celalden tecelli eder. Evet, cemalin gözünde celal ne kadar cemildir; celalin gözünde dahi cemal o kadar celildir.
İlem eyyühel-aziz! Basar masnuatı görüp de, basiret Sanii görmezse çok garip ve pek çirkin düşer. Çünkü, o halde Saniin manen, kalben görünmemesi, ya basiretin fıkdanındandır veya kalb gözünün kör olmasındandır. Veya pek dar olduğundan, meseleyi azametiyle kavramadığındandır. Veya bir hızlandır. Ve illa, Saniin inkarı, basarın şuhudunu inkardan daha ziyade münkerdir.
İlem eyyühel-aziz! Bir tarlaya zer edilen bir tohum, manevi bir sur ve bir duvardır; o tarlayı tohum sahibine mal eder, başkasının tasarrufuna mani olur. Kezalik, küre-i arz tarlasına zer edilen nebatat, hayvanat tohumları, manevi bir sur ve bir seddir ki, şirketi men ediyor; gayrı, müdahaleden tard eder.
İlem eyyühel-aziz! Tabiatları latif, ince ve latif sanatlara meftun bazı insanlar, bilhassa has bahçelerinde pek güzel hendesevari bir şekilde şekilleri, arkları, havuzları, şadırvanları yaptırmakla, bahçelerine pek muntazam bir manzara verirler. Ve o letafetin, o güzelliğin derecesini göstermek için, bazı çirkin kaya, kaba, gayr-ı muntazam mağara ve dağ heykelleri gibi şeyleri de ilave ediyorlar ki, onların çirkinliğiyle, adem-i intizamıyla bahçenin güzelliği, letafeti fazlaca parlasın. Çünkü, اِنَّمَا اْلاَشْيَۤاءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا Lakin, müdakkik bir kimse, o ezdadı cem eden bahçenin manzarasına baktığı zaman anlar ki, o çirkin, kaba şeyler kasten yapılmıştır ki, güzellik, intizam, letafet artsın. Zira, güzelin güzelliğini arttıran, çirkinin çirkinliğidir. Demek bahçenin tam intizamını ikmal eden, o çirkinlerdir. Ve o çirkinlerin adem-i intizamı nisbetinde bahçenin intizamı artar.
Kezalik, dünya bahçesinde nizam ve intizamın son sisteminde bulunan mahlukat ve masnuat arasında—hayvanlarda olsun, nebatatta olsun, cemadatta olsun—bazı çirkin, intizamdan hariç şeyler bulunur. Bunların çirkinliği, intizamsızlıkları, dünya bahçesinin güzelliğine, intizamına bir ziynet, bir süs olmak üzere Sani-i Hakim tarafından kasten yapılmış olduğunu, pek yüksek, geniş, şairane bir hayal ile dünyanın o bahçe manzarasını nazar altına alabilen adam, görebilir.
Maahaza, o gibi şeyler kasti olmasaydı, şekillerinde hikmetli tehalüf olmazdı.
Evet, tehalüfte kast ve ihtiyar vardır. Her insanın bütün insanlara simaca muhalefeti buna delildir.
İlem eyyühel-aziz! İnsanı fıtraten bütün hayvanlara tefevvuk ettiren camiiyetinin meziyetlerinden biri, zevilhayatın Vahibül-Hayata olan tahiyye ve tesbihlerini fehmetmektir. Yani, insan kendi kelamını fehmettiği gibi, iman kulağıyla zevilhayatın da, belki cemadatın da bütün tesbihlerini fehmeder. Demek, herşey sağır adam gibi yalnız kendi kelamını anlar. İnsan ise, bütün mevcudatın lisanlarıyla tekellüm ettikleri Esma-i Hüsnanın delillerini fehmeder. Binaenaleyh, herşeyin kıymeti kendisine göre cüzidir. İnsanın kıymeti ise küllidir. Demek bir insan, bir fert iken, bir nevi gibi olur.
وَاللهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ
İlem eyyühel-aziz! Zahir ile batın arasında müşabehet varsa da, hakikate bakılırsa aralarında büyük uzaklık vardır.
Mesela, amiyane olan tevhid-i zahiri, hiçbirşeyi Allahın gayrısına isnad etmemekten ibarettir. Böyle bir nefiy sehil ve basittir. Ehl-i hakikatin hakiki tevhidleri ise, herşeyi Cenab-ı Hakka isnad etmekle beraber, herşeyin üstünde bulunan mührünü, sikkesini görüp okumaktan ibarettir. Bu huzuru ispat, gafleti nefyeder.
İlem eyyühel-aziz! Hayat-ı dünyeviyeye kasten ve bizzat teveccüh edip bağlanan kafirin, imhal-i ikabında ve bilakis terakkiyat-ı maddiyede muvaffakiyetindeki hikmet nedir?
Evet, o kafir, kendi terkibiyle, sıfatıyla Cenab-ı Hakça nev-i beşere takdir edilen nimetlerin tezahürüne, şuuru olmaksızın hizmet ediyor. Ve güzel masnuat-ı İlahiyenin mehasinini bila-şuur tanzim ediyor. Ve kuvveden fiile çıkartmakla garabet-i sanat-ı İlahiyeye nazarları celb ediyor. Ne faide ki, farkında değildir. Demek, o kafir, saat gibi kendi yaptığı amelden haberi yok. Amma, vakitleri bildirmek gibi nev-i beşere pek büyük bir hizmeti vardır. Bu sırra binaen dünyada mükafatını görür.
İlem eyyühel-aziz! Tevfik-i İlahi refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kurandan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulum-u aliyeyi okumaksızın isal edici bir yol buldum.
Seriüsseyir olan bu zamanın evladına, kısa ve selamet bir tariki ihsan etmek rahmet-i hakimenin şanındandır.
İlem eyyühel-aziz! İnsanı gaflete düşürtmekle Allaha ubudiyetine mani olan, cüzi nazarını cüzi şeylere hasretmektir. Evet, cüziyat içerisine düşüp cüzilere hasr-ı nazar eden, o cüzi şeylerin esbabdan suduruna ihtimal verebilir. Amma başını kaldırıp neve ve umuma baktığı zaman, edna bir cüzinin en büyük bir sebepten suduruna cevaz veremez. Mesela, cüzi rızkını bazı esbaba isnat edebilir. Fakat menşe-i rızk olan arzın, kış mevsiminde kup kuru, kıraç olduğuna, bahar mevsiminde rızıkla dolu olduğuna baktığı vakit, arzı ihya etmekle bütün zevilhayatın rızıklarını veren Allahtan maada kendi rızkını verecek birşey bulunmadığına kanaati hasıl olur. Ve keza, evindeki küçük bir ışığı veya kalbinde bulunan küçük bir nuru bazı esbaba isnat edebilirsin. Amma, o ışığın, şemsin ziyasıyla, o nurun da Menbaül-Envarın nuruyla muttasıl olduğuna vakıf olduğun zaman anlarsın ki, kalıbını ışıklandıran, kalbini tenvir eden, ancak leyl ve neharı birbirine kalb eden Fatır-ı Hakimdir.
Ve keza, senin vücudunun zuhur ve vuzuhça Halıkın vücuduna nisbeti, Halıkın vücuduna delalet edenlerin nisbeti gibidir. Çünkü, sen, bir vecihle kendi vücuduna delalet ediyorsun. Amma Halıkın vücuduna, bütün mevcudat, bütün zerratıyla delalet ediyor. Öyleyse, onun vücudu senin vücudundan alemin zerratı adedince zuhur dereceleri vardır.
Ve keza, seni nefsini sevmeye sevk eden esbab:
1. Bütün lezzetlerin mahzeni nefistir.
2. Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir.
3. İnsana en karib (yakın) nefistir” diyorsun. Pekala. Fakat, o fani lezzetlere mukabil, lezaiz-i bakiyeyi veren Halıkı daha ziyade ubudiyetle sevmek lazım değil midir? Nefis vücuda merkez olduğundan muhabbete layık ise, o vücudu icad eden ve o vücudun kayyumu olan Halık, daha fazla muhabbete, ubudiyete müstehak olmaz mı? Nefsin maden-i menfaat ve en yakın olduğu sebeb-i muhabbet olursa, bütün hayırlar, rızıklar elinde bulunan ve o nefsi yaratan Nafi, Baki ve daha karib olan, daha ziyade muhabbete layık değil midir? Binaenaleyh, bütün mevcudata inkısam eden muhabbetleri cem ve muhabbetinle beraber mahbub-u hakiki olan Fatır-ı Hakime ihda etmek lazımdır.
İlem eyyühel-aziz! Senin önünde çok korkunç büyük meseleler vardır ki, insanı ihtiyata, ihtimama mecbur eder.
Birisi: Ölümdür ki, insanı dünyadan ve bütün sevgililerinden ayıran bir ayrılmaktır.
İkincisi: Dehşetli, korkulu ebed memleketine yolculuktur.
Üçüncüsü: Ömür az, sefer uzun, yol tedariki yok, kuvvet ve kudret yok, acz-i mutlak gibi elim elemlere maruz kalmaktır. Öyleyse, bu gaflet ü nisyan nedir? Devekuşu gibi başını nisyan kumuna sokar, gözüne gaflet gözlüğünü takarsın ki Allah seni görmesin. Veya sen Onu görmeyesin. Ne vakte kadar zailat-ı faniyeye ihtimam ve bakiyat-ı daimeden tegafül edeceksin?
İlem eyyühel-aziz! Cenab-ı Hakka hamdler, şükürler olsun ki, mesail-i nahviyeden isim ile harf arasındaki manevi fark ile çok mühim meseleleri bana öğretmiştir. Şöyle ki:
Harf, gayrın manasını izah için bir alet, bir hadim olduğu gibi, şu mevcudat da Esma-i Hüsnanın tecelliyatını izhar, ifham, izah için birtakım İlahi mektuplardır ki, içlerinde yazılı delail, berahin, havarık, mucize-i kudrettir. Mevcudat bu vecihle nazara alınması, ilim, iman, hikmettir. Şayet isim gibi müstakil ve maksud-u bizzat cihetiyle bakılırsa, küfran ve cehl-i mürekkep olur.
Ve keza, mesail-i mantıkıyeden “külli” ile “küll” arasındaki fark ile rububiyete dair çok meseleleri öğrenmiş bulunuyorum. Cemal ile ehadiyet كُلِّىٌّ ذُو جُزْئِيَّاتٍ şümulüne dahildir. Celal ile Vahidiyet كُلٌّ ذُو اَجْزَۤاءٍ unvanına dahildir.
İlem eyyühel-aziz! Dünya, alem-i ahirete bir fihriste hükmündedir. Bu fihristede alem-i ahiretin mühim meselelerine olan işaretlerden biri, cismani olan rızıklardaki lezzetlerdir. Bu fani, rezil, zelil dünyada bu kadar nimetleri ihsas ve ifaza etmek için insanın vücudunda yaratılan havas, hissiyat, cihazat, aza gibi alat ve edevatından anlaşılır ki, alem-i ahirette de تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ kasırların altında, ebediyete layık cismani ziyafetler olacaktır.
İlem eyyühel-aziz! İnsanın havf ve muhabbeti halka teveccüh ettiği takdirde, havf bir bela, bir elem olur. Muhabbet bir musibet gibi olur. Zira o korktuğun adam, ya sana merhamet etmez veya senin istirhamlarını işitmez. Muhabbet ettiğin şahıs da ya seni tanımaz veya muhabbetine tenezzül etmez. Binaenaleyh, havfın ile muhabbetini dünya ve dünya insanlarından çevir. Fatır-ı Hakime tevcih et ki, havfın Onun merhamet kucağına—çocuğun anne kucağına kaçtığı gibi—leziz bir tezellül olsun. Muhabbetin de saadet-i ebediyeye vesile olsun.
İlem eyyühel-aziz! Sen şecere-i hilkatin ya bir semeresi veya bir çekirdeğisin. Cismin itibarıyla küçük, aciz, zayıf bir cüzsün. Lakin Sani-i Hakim lütfu ile, latif sanatı ile seni cüzlükten külliliğe çıkartmıştır.
Evet cismine verilen hayat sayesinde, geniş duyguların ile alem-i şehadet üzerinde cevelan etmekle filcümle cüziyet kaydından kurtulmuşsun. Ve keza, insaniyet itasıyla bilkuvve “küll” hükmündesin. Ve keza, iman ve İslamiyet ihsanıyla bilkuvve “külli” olmuşsun. Ve keza, marifet ve muhabbetin inamıyla muhit bir nur olmuşsun.
Binaenaleyh, dünyaya ve cismani lezaize meyledersen, aciz, zelil bir “cüzi” olursun. Eğer cihazatını insaniyet-i kübra denilen İslamiyet hesabına sarf edersen, bir “külli” ve bir “küll” olursun.
İlem eyyühel-aziz! Bu kadar elim firak ve ayrılıklara maruz kalmakla çektiğin elemlerin sebebi ve kabahati sendedir. Çünkü o muhabbetleri gayr yerinde sarf ediyorsun. Eğer o muhabbetleri cem edip Vahid-i Ehade tevcih ve Onun hesabıyla, izniyle sarf edersen, bütün mahbuplarınla beraber bir anda birleşip sevinçlere, memnuniyetlere mazhar olacaksın.
Evet, bir sultana intisab eden bir adam, o sultanın herşeyle alakadar, her mekanda herkes ile muhaberesi, alakası zımnında, o adam da bir cihette, bir derece alakadar olabilir.
İlem eyyühel-aziz! Mesela, kamerin ahvaline veya istikbalin hakikatine dair ita-i malumat eden adama, bütün mamelekini ona feda etmeye hazırsın. Amma daire-i mülkünde bir arı hükmünde bulunan kamerin Halıkından haber getiren ve ezel, ebede, hayat-ı ebediyeye, hakaik-i esasiyeye, azim meselelere dair malumat ita eden ve seni manevi perişaniyetlerden, dalaletlerden kurtarıp kesretten vahdete doğru yol gösteren ve hayat-ı ebediyeye iman ile maülhayatı sana içirtmekle firak ve ayrılmak ateşlerinden kurtaran ve Halıkın marziyatını, metalibini tarif eden ve Sultan-ı Ezel, Ebedin muhaberesine tercümanlık yapan Resul-i Rahmanı dinlemeye ve o Muhbir-i Sadıka iman ile teslim olmaya mani olan nefsin heva ve hevesini terk etmiyorsun.
İlem eyyühel-aziz! Görüyoruz ki, Sani-i Hakim, kemal-i hikmetiyle, pek adi şeylerden pek harika, mucize-i mensucat yapıyor. Ve keza, abesiyet ve israfa mahal bırakılmamak üzere, bir ferdi envaen vazifelerle tavzif ediyor. Hatta, insanın başında, insanın muvazzaf olduğu vazifeleri görmek için her vazifeye göre birer tırnak kadar maddi birşeyin bulunması icab etseydi, bir başın Cebel-i Tur büyüklüğünde olması lazım gelirdi ki, ashab-ı vezaife yer olsun.
Ve keza, lisan sair vezaifiyle beraber, erzak hazinesine ve kudretin matbahında pişirilen bütün taamlara müfettiştir. Ve bütün taamların tatlarını yakin eden, bilen bir ehl-i vukuftur.
İşte bu faaliyet-i hakimiyeden anlaşılır ki, zamanın seyliyle beraber gelip geçen eşya-yı seyyaleden ve geçen günlerden, senelerden, asırlardan, leyl ve neharın takallübü ile pek çok mensucat-ı gaybiye ve uhreviye yapılmaktadır. Evet, alemin fihristesi hükmünde olan insan fabrikasında dokunan mensucat o hakikati tenvir eder. Öyleyse, bu fani dünyada mevt, fena, devair-i gaybiyede safi bir bekaya intikal ederek baki kalır. Evet, rivayetlerde vardır ki, “İnsanın ömür dakikaları insana avdet ederler. Ya gaflet ile muzlim olarak gelirler veya hasenat-ı muzie ile avdet ederler.”
İlem eyyühel-aziz! Görüyoruz ki, Sani-i Hakimin, efrad ve cüziyatın tasvirinde büyük büyük tefennünleri vardır. Evet, hayvanların pek büyük ve pek küçükleri olduğu gibi, kuşlarda, balıklarda, meleklerde ve sair ecramda, alemlerde dahi pek küçük ve pek büyük fertleri vardır. Cenab-ı Hakkın şu tefennünde takip ettiği hikmet:
1. Tefekkür ve irşad için bir lütuf, bir teshilattır.
2. Kudret mektupları okunup fehmetmekte bir kolaylıktır.
3. Kudretin kemalini izhar etmektir.
4. Celali ve cemali her iki nevi sanatı ibraz etmektir.
Maahaza, pek ince yazıları herkes okuyamaz ve pek büyük şeyler de nazar-ı ihataya alınamaz. İşte irşadı teshil ve tamim için bir kısmını küçük harflerle, bir kısmını da büyük harflerle yazmakla irşadın iktizası yerine getirilmiştir.
Amma şeytanın talebesi olan nefs-i emmare, cismin küçüklüğünü sanatın küçüklüğüne atfetmekle, esbabdan sudurunu tecviz ediyor. Ve pek büyük cisimler dahi hikmetle yaratılmamış iddiasında bulunarak, bir nevi abesiyete isnat ediyor.
İlem eyyühel-aziz! Gerek vücutta, gerek rızıkta ifrat derecesinde mebzuliyet vardır. Bu ise, hikmetten uzak, abesiyete yakın görünür. Evet, eğer yaratılan şey bir gaye için yaratılıyorsa hakkın var; amma gayeler pek çoktur. Binaenaleyh, bir gayeye nazaran abesiyet hissedilse bile, gayelerin mecmuuna nazaran ayn-ı hikmet ve ayn-ı adalettir.
İlem eyyühel-aziz! İnsanın sanatıyla Halıkın sanatı arasındaki fark: İnsan kendi sanatının arkasında görünebilir; amma Halıkın masnuu arkasında yetmiş bin perde vardır. Fakat, Halıkın bütün masnuatı defaten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkar, nuraniler kalır.
İlem eyyühel-aziz! Hayvanattan olsun, nebatattan olsun, tevellüd ile tenasül şümulüne dahil olan her fert, veçh-i arzı istila ve tasallut etmek niyetindedir ki, arzı kendisine ve zürriyetine has ve halis bir mescid yapmakla Fatır-ı Hakimin esma-i hüsnasını izharla Halıkına gayr-ı mütenahi bir ibadette bulunsun.
Evet, kuşların, balıkların, karıncaların, yumurtalarında, eşcar ve sebzevatın semeratında ve o semeratın tohumlarındaki ifrat derecesini bulan kesret o vaziyeti tenvir eder. Lakin alem-i şehadetin darlığına ve müstakbel ibadetlerin Allamül-Guyubun ilminde mevcut olduğuna binaen, niyetten fiile henüz çıkmayan onların ibadetleri kabul edilmiştir.
İlem eyyühel-aziz! Kuran-ı Kerim, bazan birşeyin müteaddit gayelerinden insanlara ait bir gayeyi zikre tahsis eder. Bu ihtar içindir, inhisar için değildir. Yani, o şeyin gayeleri, zikredilen gayeye münhasır değildir. Ancak o şeyin nizam ve intizam ve sair faidelerine insanın nazar-ı dikkatini celbetmek için insanlara raci o faideyi zikrediyor. Mesela:
وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ ayet-i kerimeyle zikredilen faide, takdir-i kamerin binlerce faidelerinden biridir.
Yoksa, takdir-i kamer bu faideye münhasır değildir. Yani, kamer yalnız bu gaye için değildir. Bu gaye onun gayelerinden biridir.
İlem eyyühel-aziz! Cenab-ı Hakka mahsus taklidi mümkün olmayan en bahir tevhid sikke ve mühürlerinden biri, gayr-ı madud muhtelif eşyayı basit bir şeyden halk etmektir. Evet, pek basit olan şu topraktan binlerce enva, muhtelif nebatat, gayr-ı mütenahi bir kudretle, bir ilimle, pek büyük bir itkan, bir suhuletle yaratılmakta olduğu tevhidin öyle bir burhanıdır ki, hem taklidi, hem tenkidi imkan haricidir.
İlem eyyühel-aziz! Hayat-ı insaniyenin vezaifinden biri de, kendi cüzi sıfatlarını, şuunatını, Halıkın külli sıfatlarını, şuunatını fehmetmek için bir mikyas yapmaktır. Amma, alem-i ahirette, haşirdeki şuunat-ı azimesini ve kıyamette emvatın ihyasıyla ahval-i umumiyesini fehmetmek için, ancak güz mevsiminin kıyametiyle baharların haşri, haşir ve kıyamet-i kübrada Halıkın şuunatına mikyas olabilir.
İlem eyyühel-aziz! Müslümanları lehviyat-ı nevmiye mesabesinde olan dünya hayatına davet etmekle, Cenab-ı Hakkın helal ettiği tayyibat dairesinden, haram ettiği habisat mezbelesine teşvik eden adamın meseli öyle bir sarhoşa benzer ki:
Parçalayıcı arslan ile, ünsiyetli ehli atı birbirinden tefrik edemiyor. Sehpa ağacıyla jimnastik ağacını birbirinden ayıramıyor. Kanlı yarayı kırmızı gülden temyiz edemediği halde, kendisini mürşid bilerek irşad ve nasihata çıkıyor.
Esna-yı irşadda bir adama rastgelir. Zavallı adamın arka tarafında korkunç bir arslan duruyor. Ön tarafında da sehpa ağacı kurulduğu gibi, her iki yanında da dehşetli yaralar var. Fakat adamcağızın elinde iki ilaç vardır. Ve lisanıyla kalbinde iki tılsım vardır. Onları istimal ederse şifayab olur. Ve o arslan ata inkılap eder. Burak gibi bineği olur. O sehpa ağacı da daima teceddüd etmekte olan ahval-i alemi, seyyal manzaraları seyretmeye alet ve vasıta olur. O sarhoş herif, o zavallı adamcağıza diyor:
“Yahu, nedir o ilaçları, tılsımları saklıyorsun? Onları at, keyfine bak.”
Adamcağız:
“Yok baba! Bu ilaçlar ve tılsımların hıfz ve himayelerindeyim. Onlardan almakta olduğum haz, lezzet, keyif bana kafidir. Fakat o arslan gibi parçalayıcı ölümü öldürebilirsen ve sehpayı kırmakla kabir ağzını kapatabilirsen ve hayatımın maruz kaldığı fena ve zeval yaralarını bir hayat-ı bakiyeye tebdil etmekle tedavi edebilirsen, pekala, seninle beraber dans oynayalım. Ve illa gözümün önünden def ol, git. Sen ancak kendin gibi sarhoşları kandırabilirsin. Ben sarhoş değilim. Dünyanıza, keyfinize ihtiyacım yok. Çünkü, حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصِيرُ bana yeter.”
İlem eyyühel-aziz! Felsefe talebesiyle medeniyet tilmizleri, Müslümanları ecnebi adetlerine ittiba ile şeair-i İslamiyeyi terk etmeye davet ettiklerinde, Kuran Nurcuları böylece müdafaada bulunurlar: “Eğer dünyadan zeval ve ölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınız varsa, pekala, dini de terk ediniz, şeairi de kaldırınız. Ve illa dilinizi kesin, konuşmayınız. Bakınız arkamızda pençelerini açmış hücuma hazır ecel arslanı tehdit ediyor. Eğer iman kulağıyla Kuranın sadasını dinleyecek olursan, o ecel arslanı bir burak olur. Bizleri rahmet-i Rahmana ulaştıracaktır. Ve illa o ecel, yırtıcı bir hayvan gibi bizleri parçalar. Batıl itikadınız gibi, ebedi bir firak ile dağıtacaktır. Ve keza, önümüzde idam sehpaları kurulmuştur. Eğer iman ile, ikanla Kuranın irşadını dinlersen, o sehpa ağaçlarından, sefine-i Nuh gibi sahil-i selamete, yani alem-i ahirete ulaştırıcı bir sefine yapılacaktır.
Ve keza, sağ yanımızda fakr yarası, solda da acz, zaaf cerihası vardır. Eğer Kuranın ilaçlarıyla tedavi edersen, fakrımız rahmet-i Rahmanın ziyafetine şevk ve iştiyaka inkılap edecektir. Acz ve zafımız da Kadir-i Mutlakın dergah-ı izzetine iltica için bir davet tezkeresi gibi olur.
Ve keza, bizler uzun bir seferdeyiz. Buradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine gitmek üzereyiz. O yollarda zulümatı dağıtacak bir nur ve bir erzak lazımdır. Güvendiğimiz akıl ve ilimden ümit yok. Ancak Kuranın güneşinden, Rahmanın hazinesinden tedarik edilebilir. Eğer bizleri bu seferden geri bırakacak bir çareniz varsa, pekala. Ve illa sükut ediniz. Kuran-ı dinleyelim, bakalım ne emrediyor:
فَلاَ تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلاَ يَغُرَّنَّكُمْ بِاللهِ الْغَرُورُ
Hülasa: Ayık olan sana tabi olmaz. Ancak siyaset şarabıyla veya şöhret hırsıyla veya rikkat-i cinsiyeyle veya felsefenin dalaletiyle veya medeniyetin sefahetiyle sarhoş olanlar senin meşrep ve mesleğine tabi olurlar. Fakat insanın başına indirilen darbeler ve yüzüne vurulan tokatlar, onun sarhoşluğunu izale ile ayıltacaktır.
Ve keza, insan hayvan gibi yalnız zaman-ı hal ile müptela ve meşgul değildir. Belki müstakbelin korkusu ve mazinin hüzün ve kederiyle hal elemlerine maruzdur. Fakat kendisini şaki, dall, ahmaklardan addetmeyen adam, Kuranın şu beşaretini dinlesin:
اَلاَ اِنَّ اَوْلِيَۤاءَ اللهِ لاَخَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ اَلَّذِينَ اٰمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ لَهُمُ الْبُشْرٰى فِى الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَفِى اْلاٰخِرَةِ لاَ تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ وَطُورِسِينِينَ
ila ahir-i sure…
İlem eyyühel-aziz! Herbir masnuda tahakkuk eden kemal-i sanat, Saniin her mekanda ve her masnuun yanında bulunmasına delalet ettiği gibi, hiçbir mekanda ve hiçbir masnuun yanında bulunmamasına da delalet eder.
Ve keza, insan, herbir şeye muhtaç olduğu cihetle, herşeyin melekutu elinde ve herşeyin hazinesi yanında olan Zat-ı Akdesten maada kimseye ibadet edemez.
Ve keza insan vücut, icad, hayır, efal cihetiyle pek küçük, nakıs olmakla karıncadan, arıdan edna, örümcekten daha zayıftır. Fakat adem, tahrip, şer, infial cihetiyle semavat, arz, cibalden daha büyüktür. Mesela, Hasenat yaptığı zaman, habbe habbe yapar. Seyyiat yaparsa kubbe kubbe yapar. Evet, mesela küfür seyyiesi bütün mevcudatı tahkir eder, kıymetten düşürür.
Ve keza, insanın bir cihetle kıl kadar bir ihtiyarı, zerre kadar bir iktidarı, şua kadar bir hayatı, dakika kadar bir ömrü, cüzi bir cüz kadar mevcudiyeti varsa da, diğer cihetle hadsiz bir acz ve fakrı da vardır. Kadir-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlakın tecelliyatına geniş bir makes olur.
Ve keza, insan hayat-ı dünyeviye cihetiyle bir çekirdek olup, pek büyük semere ve sümbüller vermek için kendisine tevdi edilen cihazatı, bazı maddeleri elde etmek için tavuk gibi toprakları, gübreleri, necisleri eşmeye sarf eder, faidesiz tefessüh eder. Ve hayat-ı maneviye cihetiyle emelleri ebede kadar uzanan bir şecere-i bakıyedir.
Ve keza, insan fiil ve sayi cihetiyle zayıf bir hayvan olup daire-i sayi pek dardır. İnfial, sual, dua cihetiyle Rahman-ı Rahimin aziz bir misafiridir. Dairesi hayal kadar geniştir.
Ve keza, insanın hayat-ı hayvaniyeden aldığı lezzet bir serçe kuşunun lezzeti kadar değildir. Çünkü, insanda hüzün, keder, korku var, onda yoktur. Fakat cihazat, hissiyat, duygular, istidatlar itibarıyla hayvanların en alasından fazla lezzet alır. İnsanın şu vaziyetine dikkat edilirse anlaşılır ki, bu kadar cihazat, bu hayat için olmayıp, ancak bir hayat-ı bakiye için kendisine verilmiştir.
Ve keza, insan saltanat-ı rububiyetin mehasinine nazır ve esma-i kudsiyenin cilvelerine dellal ve kalem-i kudretle yazılan mektubat-ı İlahiyeyi mütalaa ile mütefekkir olduğu cihetle, eşref-i mahlukat ve halife-i arz olmuştur.
يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَۤاءُ اِلَى اللهِ…
İlem eyyühel-aziz! İnsandaki kusur sonsuz olduğu gibi, acz, fakr ve ihtiyacına da nihayet yoktur. İnsana tevdi edilen açlık ile nimetlerin lezzetleri tebarüz ettiği gibi; insandaki kusur, kemalat-ı Sübhaniye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki fakr, gına-i rahmetin derecelerine bir mikyastır. İnsandaki acz, kudret ve kibriyasına bir mizandır. İnsandaki tenevvü-ü hacat, enva-ı niam ve ihsanatına bir merdivendir. Öyleyse fıtratından gaye ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergah-ı izzetine kusurlarını Estağfirullah ve Sübhanallah ile ilan etmektir.
اِنَّ اْلاَبْرَارَ لَفِى نَعِيمٍ وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِى جَحِيمٍ
İlem eyyühel-aziz! Herbir insan için hayat seferinde iki yol vardır. Bu iki yolun uzunluğu, kısalığı birdir. Amma birisinde ehl-i şuhud ve ehl-i vukufun şehadet ve tasdikleriyle, onda dokuz menfaat ihtimali var. İkinci yolda mesele makusedir, onda dokuz zarar ihtimali vardır. İkinci yol ile gidenin ne silahı var, ne zahiresi. Tabii, yolda pek çok korkulara maruz kalacağı gibi, ihtiyaçlarını def için çoklara minnet altında kalır. Fakat birinci yola süluk edenin hem silahı, hem erzakı beraberdir. Pek serbestane gider. Birinci yol Kuran yoludur, ikinci yol ise dalalet yoludur.
Evet, ehl-i şuhudun, ehl-i vukufun tasdik ve şehadetleriyle sabittir ki, iman yümnüyle yürüyen emn ü eman içindedir. Ve bilahare merkez-i hükumete ulaştığında, onda dokuzu büyük mükafatlara mazhar olacaklardır. Fakat, dalalet zulümatı içinde yürüyenler esna-yı seferde korkudan, açlıktan herşeye ve herkese tezellül ettikten sonra, mahall-i hükumete vasıl olduğunda, onda dokuzu ya idam veya ebedi hapse mahkum olacaklardır. Binaenaleyh aklı olan, zararlı birşeyi, dünyevi, edna bir hiffet için tercih etmez.
Ehl-i şuhud dediğimizden maksat, evliyaullahtır. Zira velayet sahibi, avamın itikad ettiği şeyleri göz ile müşahede ediyor. Kuran yoluyla gidenlerin silah ve zahireleri ise, Kadir-i Mutlaka, Ganiyy-i Kerime olan tevekkül onları temin eder. Zira, tevekkül, istinad ve istimdad noktalarını tazammun ediyor. Bu noktalar da kelime-i tevhidi istilzam ediyor. Kelime-i tevhid de namazı iktiza ediyor. Namaz dahi ubudiyetin esas bir rüknüdür. Ubudiyeti emreden tekliftir. Mükellefiyetini ifa edenin, mükellefiyet müddetince, mükellefiyet-i askeriye gibi yemekleri, libasları ve sair hayat lazimeleri hazine-i Rahmandan verilir. Mükellefiyet-i askeriye iki buçuk senedir. Amma mükellefiyet-i ubudiyet, müddet-i ömürdür.
وَمَا هٰذِهِ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ اْلاٰخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ
İlem eyyühel-aziz! İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Malikül-Mülk tarafından verilmiştir. Fakat o levazımatı, cehlinden dolayı tamamen bu hayat-ı faniyeye sarf ediyor. Halbuki, o levazımattan laakal onda biri dünyevi hayata, dokuzu hayat-ı bakiyeye sarf etmek gerektir. Acaba birkaç memleketi gezmek için hükumetten yirmi dört lira harcırah alan bir memur, ilk dahil olduğu memlekette yirmi üç lirayı sarf ederse, öteki yerlerde ne yapacaktır? Hükumete ne cevap verecektir? Böyle yapan kendisine akıllı diyebilir mi? Binaenaleyh, Cenab-ı Hak her iki hayat levazımatını elde etmek için yirmi dört saatlik bir vakit vermiştir. Çoğunu aza, azını çoğa vermek suretiyle, yirmi üç saat kısa ve fani olan dünya hayatına, hiç olmazsa bir saati de beş namaza ve baki ve sonsuz uhrevi hayata sarf etmek lazımdır ki, dünyada paşa, ahirette geda olmasın!
İlem eyyühel-aziz! Gafil olan insan, kendi vazifesini terk eder, Allahın vazifesiyle meşgul olur. Evet, insan, gafletten dolayı, iktidarı dahilinde kolay olan ubudiyet vazifesinin terkiyle, zayıf kalbiyle rububiyet vazife-i sakilesinin altına girer, altında ezilir. Ve aynı zamanda bütün istirahatini kaybetmekle asi, şaki, hain adamların partisine dahil olur.
Evet, insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükumetin vazifesi başkadır. Askerlik vazifesi talim, cihad gibi din ve vatanı koruyacak işlerdir. Hükumetin vazifesi ise, erzakını, libasını, silahını vermektir. Binaenaleyh, erzakını temin için askerliğe ait vazifesini terk edip ticaretle-mesela-iştigal eden bir asker, şaki ve hain olur. Bu itibarla, insanın Allaha karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair, takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.
Amma gerek nefsine, gerek evlat ve taallukatına hayat malzemesini tedarik etmek Allahın vazifesidir. Evet, madem hayatı veren Odur. O hayatı koruyacak levazımatı da O verecektir. Yalnız, hükumetin asker için ofislerde cem ettiği erzakı askerlere taşıttırdığı, temizlettirdiği, öğüttürdüğü, pişirttiği gibi, Cenab-ı Hak da hayat için lazım olan levazımatı küre-i arz ofisinde yaratıp cem ettikten sonra, o erzakın toplanmasını ve sair ahvalini insana yaptırır ki, insana bir meşguliyet, bir eğlence olsun ve atalet, betalet azabından kurtulsun.
Ey insan! Rahm-ı maderde iken, tıfl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklar ile besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça o rızkı verecektir. Baksana: Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılan enva-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor? Senin ağzına getirip sokacak değil ya! Yahu, eğlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan o güleç yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir? Allah insaf versin!
Hülasa: Allahı itham etmekle işini terk edip Allahın işine karışma ki, nankör asiler defterine kaydolmayasın.
اُدْعُونىِۤ اَسْتَجِبْ لَكُمْ
İlem eyyühel-aziz! “Bazı dualar icabete iktiran etmez” diye iddiada bulunma. Çünkü dua bir ibadettir. İbadetin semeresi ahirette görünür. Dünyevi maksatlar ise, namaz vakitleri gibi, dualar ibadeti için birer vakittirler. Duaların semeresi değillerdir.Mesela, şemsin tutulması küsuf namazına, yağmursuzluk yağmur namazına birer vakittir.
Ve keza, zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü, bazı hususi dualara vakittir. Bu vakitler baki kaldıkça, o namazlar, o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevi maksatlar hasıl olursa, zaten nurun ala nur. Ve illa, “İcabet duaya iktiran etmedi” diyemezsin. Ancak, “Henüz vakit inkıza etmemiş, duaya devam lazımdır” diyebilirsin. Çünkü o maksatlar duaların mukaddemesidir, neticesi değillerdir. Cenab-ı Hakkın duaların icabetine vaad etmesi ise, icabet ayn-ı kabul değildir. Yani, icabet kabulü istilzam etmez. Duaya herhalde cevap verilir. Cevapsız bırakılmaz. Matluba olan isaf ise, Mucibin hikmetine tabidir. Mesela, doktoru çağırdığın zaman, herhalde “Ne istersin?” diye cevap verir. Fakat “Bu yemeği veya bu ilacı bana ver” dediğin vakit, bazan verir, bazan hastalığına, mizacına mülayim olmadığından vermez.
Adem-i kabul esbabından biri de, duayı ibadet kastıyla yapmayıp, matlubun tahsiline tahsis ettiğinden, aksülamel olur. O dua ibadetinde ihlas kırılır, makbul olmaz.
İlem eyyühel-aziz! İnkılaplar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki alemle münasebettar köprüler lazımdır ki, her iki alem arasında gidiş geliş olsun. Lakin o köprülerin inkılabat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Mesela, uyku, alem-i yakaza ile alem-i misal arasında bir köprüdür. Berzah, dünya ile ahiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, alem-i cismaniyle alem-i ruhani arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılap bir değildir. Pek çok ve büyük inkılaplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lazım gelir.
İlem eyyühel-aziz! İnsanın badelmevt, Halık-ı Rahman ve Rahime rücuu hakkında ilanat yapan şu; اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ وَاِلَيْهِ الْمَصِيرُ وَاِلَيْهِ الْمَاٰبُ gibi ayetlerde büyük bir beşaret ve teselli olduğu gibi, ehl-i isyana da büyük tehditleri ima vardır.
Evet, bu ayetlerin sarahatine göre, ölüm, zeval, firak, adem kapısı ve zulümat kuyusu olmayıp ancak Sultan-ı Ezel ve Ebedin huzuruna girmek için bir medhaldir. Bu beşaretin işaretiyle, kalb adem-i mutlak korkusundan, eleminden kurtulur. Evet, küfrün tazammun ettiği cehennem-i maneviyeye bak:
اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِى بىِ hadis-i kudsisi sırrınca, Cenab-ı Hak kafirin zan ve itikadını daimi bir azab-ı elime kalb eder. Sonra, iman ve yakin ile, Cenab-ı Hakkın likasından sonra, rızasından sonra, rüyetinden sonra müminler için hasıl olan lezzetlerin derecelerine bak. Hatta Cehennem-i cismani, arif olan mümin için, asiye kafirin cehennem-i manevisine nisbeten cennet gibidir.
Arkadaş! alem-i bekaya delalet eden berahinden maada, arkasında saflar teşkil edip dualarına bir ağızdan “amin! amin!” söyleyen enbiya, evliya, Sıddıkin imamları, Mahbub-u Ezelinin Habib-i Ekremi Muhammed aleyhissalatü vesselamın tazarruatı, duaları, alem-i bekada insanın bekasına pek büyük burhan ve kafi bir vesiledir. Çünkü, kainatı serapa istila eden şu hüsünler, güzellikler, cemaller, kemaller, o Habibin tazarruatını işitmemek veya kabul etmemek kadar çirkin, kabih, kusur, naks addedilecek birşeye müsaade eder mi? Cenab-ı Hak bütün nekaisten, çirkin şeylerden münezzeh, müberra değil midir? Elbette münezzehtir.
İlem eyyühel-aziz! Cenab-ı Hakkın verdiği nimetleri söyleyip ilan ve tahdis-i nimet etmek, bazan gurura ve kibre incirar eder. Tevazu kastıyla da o nimetleri ketmetmek iyi değildir. Binaenaleyh, ifrat ve tefritten kurtulmak için istikamet mizanına müracaat edilmeli. Şöyle ki:
Herbir nimetin iki veçhi vardır. Bir veçhi insana aittir ki, insanı tezyin eder, medar-ı lezzeti olur. Halk içinde temayüze sebep olur. Mucib-i fahr olur, sarhoş olur. Malik-i Hakikiyi unutur. En nihayet kibir ve gurur kuyusuna düşürtür.
İkinci veçhi ise, inam edene bakar ki, keremini izhar, derece-i rahmetini ilan, inamını ifşa, esmasına şehadet eder. Binaenaleyh, tevazu, ancak birinci vecihte tevazu olabilir. Ve illa küfranı tazammun etmiş olur. Tahdis-i nimet dahi, ikinci vecihle manevi bir şükür olmakla memduh olur. Yoksa, kibir ve gururu tazammun ettiğinden mezmumdur. Tevazu ile tahdis-i nimet, şöylece bir içtimaları var:
Bir adam hediye olarak bir palto birisine veriyor. Paltoyu giyen adama, başka bir adam “Ne kadar güzel oldun” dediğine karşı, “Güzellik paltonundur” dediği zaman, tevazu ile tahdis-i nimeti cem etmiş olur.
İlem eyyühel-aziz! Ücret alındığı zaman veya mükafat tevzi edildiği vakit, rekabet, kıskançlık mikrobu oynamaya başlar. Fakat iş zamanında, hizmet vaktinde o mikrobun haberi olmuyor. Hatta tembel olan adam çalışkanı sever. Zayıf olan, kaviyi takdir ve tahsin eder. Fakat çalışmasını ister ki, iş hafif olsun, zahmetten kurtulsun.
Dünya da umur-u diniyeye ve amal-i ahirete iş ve hizmet için kurulmuş bir fabrika olduğu cihetle ve o fabrika içerisinde işlenen ve yapılan ibadetlerin semeresi öteki alemde göründüğüne nazaran, ibadetlerde rekabet edilmemelidir. Olduğu takdirde ihlası kaybolur. Ve o rekabeti yapan, halkın takdir ve tahsinleri gibi dünyevi bir mükafatı düşünür. Zavallı düşünmüyor ki, o düşünce ile amelini adem-i ihlas ile iptal eder. Çünkü, sevap itasında ve ücret aldığında, nası, Rabb-i Nasa şerik yapar ve halkın nefretlerine hedef olur.
İlem eyyühel-aziz! Keramet ile istidraç manen birbirine mübayindir. Zira keramet, mucize gibi, Allahın fiilidir. Ve o keramet sahibi de kerametin Allahtan olduğunu bilir ve Allahın kendisine hami ve rakib olduğunu da bilir. Tevekkül ve yakini de fazlalaşır. Lakin, bazan Allahın izniyle kerametlerine şuuru olur, bazan olmaz. Evla ve eslemi de bu kısımdır.
İstidraç ise, gaflet içinde iken eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garip fiilleri izhar etmekten ibarettir. Fakat, bu istidraç sahibi, nefsine istinad ve iktidarına isnad etmekle enaniyeti, gururu öyle fazlalaşır ki, اِنَّمَۤا اُوتِيتُهُ عَلٰى عِلْمٍ okumaya başlar. Lakin o inkişaf, tasfiye-i nefis ve tenevvür-ü kalb neticesi olduğu takdirde, ehl-i istidraç ile ehl-i keramet arasında tabaka-i ulada fark yoktur. Tam manasıyla fenaya mazhar olanlar ise, onlara da Allahın izniyle eşya-yı gaybiye inkişaf eder. Ve onlar da, o eşyayı fena fillah olan havaslarıyla görürler. Bunun istidraçtan farkı pek zahirdir. Zira, zahire çıkan batınlarının nuraniyeti, mürailerin zulümatıyla iltibas olmaz.
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
İlem eyyühel-aziz! Tesbihat, ibadat, gayr-ı mahdud envalarıyla herşeyde vardır. Fakat, herşeyin kendi tesbihat ve ibadetini bütün vecihlerini daima bilip şuur edinmesi lazım değildir. Çünkü, husul huzuru istilzam etmez. Tesbih ve ibadet edenler, yalnız yaptıkları amelin mahsus bir tesbih veya sıfatı malum bir ibadet olduğunu bilirlerse kafidir. Zaten Mabud-u Mutlakın ilmi kafidir. İnsandan maada mahlukatta teklif olmadığından, onlara niyet lazım değildir. Ve keza, amellerinin sıfatını bilmek de lazım değildir.
İlem eyyühel-aziz! İnsan-ı müminin kıymeti, ihtiva ettiği sanat-ı aliye ile Esma-i Hüsnadan inikas eden cilvelerin nakışları nisbetindedir. İnsan-ı kafirin kıymeti ise, et, kemikten ibaret fani ve sakıt maddesinin kıymetiyle ölçülür.
Kezalik, bu alem de, eğer Kuranın tarif ettiği gibi mana-yı harfiyle, yani Cenab-ı Hakkın azametine bir alet nazarıyla bakılırsa, o nisbette kıymettar olur. Eğer felsefenin dediği gibi mana-yı ismiyle, yani hiçbir fail, Halık ile bağlı olmayıp müstakil-i bizzat nazarıyla bakılırsa, kıymeti camide, mütegayyir maddesinde münhasır kalır. Kurandan istifade edilen ilmin felsefe ilminden ne derece yüksek olduğu, şu misal ile tebarüz eder:
وَجَعَلْنَا الشَّمْسَ سِرَاجًا Bu hükm-ü Kurani, Esma-i Hüsnanın cilvelerine bakmak için bir pencere açıyor. Şöyle ki:
Ey insan! Bu şems, azametiyle beraber size musahhardır. Meskenlerinize nur veriyor. Yemeklerinizi hararetiyle pişirtiyor. Sizin öyle Azim, Rahim bir Malikiniz var ki, bu şems onun bir lambası olup, misafirhanesinde sakin misafirlerini ziyalandırıyor.
Felsefenin hikmetince, şems büyük bir ateştir, yerinde dönüyor. Arz ile seyyarat, ondan uçan parçalardır; cazibe ile şemse merbut kalarak medarlarında hareket ediyorlar.
İlem eyyühel-aziz! İnsanın Cenab-ı Haktan hiçbir hakkı talep etmeye hakkı yoktur. Bilakis, daima Ona şükretmeye medyundur. Çünkü, mülk Onundur, insan Onun memluküdür.