Hidayet-i Kuraniyyenin nesiminden اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلٰى رَحْمَتِهِ عَلَى الْعَالَمِينَ بِرِسَالَةِ سَيِّدِ الْمُرسَلِينَ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
İlem eyyühel-aziz! Şu alem, görünen ve görünmeyen bütün tabakat ve envaiyle La ilahe illa Hu diye tevhidi ilan ediyor. Çünkü aralarındaki tesanüt böyle iktiza ediyor.
Ve o tabakat ile enva, bütün erkanıyla La rabbe illa Hu diye ilan-ı şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki müşabehet böyle istiyor.
Ve o erkan bütün azasıyla La malike illa Hu diye şehadetlerini ilan ediyorlar. Çünkü aralarındaki temasül böyle iktiza eder.
Ve o aza, bütün eczasıyla La müdebbire illa Hu diye şehadet eder. Çünkü aralarında teavün ve tedahül vardır.
Ve o ecza, bütün cüziyatıyla La mürebbiye illa Hu diye olan şehadetini ilan eder. Çünkü, aralarındaki tevafuk, kalemin bir olduğuna delalet ediyor.
O cüziyat bütün hüceyratıyla La mutasarrife fil-hakikati illa Hu diye şehadet eder. Ve o hüceyrat bütün zerratıyla La nazime illa Hu diye ilan-ı şehadet eder. Çünkü, cevahir-i fert arasındaki haytın bir olduğu böyle iktiza eder.
Ve o zerrat bütün esiriyle La ilahe illa Hu cevheresiyle ilan-ı tevhid eder. Çünkü, esirin besateti, sükunu, intizam ile emr-i Halıka sürat-i imtisali böyle iktiza eder.
İlem eyyühel-aziz! Hiçbir insanın Cenab-ı Hakka karşı hakk-ı itirazı yoktur. Ve şekva ve şikayete de haddi yoktur. Çünkü, şikayet eden ferdin hilaf-ı hevesini iktiza eden, nizam-ı alemde binlerce hikmet vardır. O ferdi irza etmekte, o bin hikmetin iğdabı vardır. Bir ferdi razı etmek için bin hikmet feda edilemez.
وَلَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَۤاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَاْلاَرْضُ
Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gider.
Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüzi hevesini külliyat-ı kainata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, nıkmet olarak gördüğün şey belki ayn-ı nimettir? Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin için felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin?
İlem eyyühel-aziz! Cesedin bir uzvundaki bir hüceyrede yapılan tasarruf, en evvel cesedi tasavvur etmeye mütevakkıftır. Çünkü, küllün nakışlarıyla, ahvaliyle cüzün çok alaka ve münasebetleri vardır. Öyleyse, cüzde tasarruf, Halık-ı Küllün emri altındadır.
İlem eyyühel-aziz! Hevam, balık gibi küçük hayvanların yumurtalarını, haşerat ve nebatatın tohumlarını, pek büyük bir rahmetle, bir lutufla, bir hikmetle hıfzeden Sani-i Hakimin hafiziyetine layık mıdır ki, ahirette semere veren ağaçlara çekirdek olacak amalinizi hıfz etmesin, ihmal etsin? Halbuki, sen hamil-i emanet, halife-i arzsın.
Evet, herbir zihayatta bulunan hıfzul-hayat hissi, vücudun ebedi bir bekaya ism-i Hayy, Hafiz, Bakinin tecellisiyle incirar edeceğine delalet eder.
İlem eyyühel-aziz! Bir incir tohumunu tavırdan tavıra hıfzeden, devirden devire himaye eden, inhilalden vikaye eden ve o tohumda incir ağacının teşkilatına lazım olan esasları kemal-i ihtimam ile muhafaza eden, elbette ve elbette, halife-i arz ünvanını alan nev-i beşerin amalini ihmal etmez, hıfzeder.
İlem eyyühel-aziz! Lafızların tebeddülüyle mana tebeddül etmez, baki kalır. Kabuk parçalanır, lüb baki ve sağlam kalır. Libası yırtılır, cesedi sağlam, baki kalır. Ceset ölüp dağılırsa da ruh baki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enaniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır, amma vahid-i fert baki kalır. Kesret bozulur, vahdet bakidir. Madde kırılır, nur bakidir. Binaenaleyh, ömrün bidayetinden sonuna kadar devam eden mana, çok cesetleri tebeddül ve tavırdan tavıra intikal ve devirden devire yuvarlandığı halde vahdetini, bekasını muhafaza ettiği gibi, ölüm hendeğini de atlayarak salimen ebed yoluna devam edecektir. Maahaza, her vakit “Fenaya hazır ol” emrini intizar eden zail ve bekasız maddiyatta, şu hıfz ve muhafaza düsturu, beka ile çok münasebettar olan ruh ve manada da caridir.
İlem eyyühel-aziz! Uluhiyetin azameti, izzeti, istiklaliyeti, herşeyin küçük olsun, büyük olsun, yüksek olsun, alçak olsun taht-ı tasarrufunda bulunduğunu istiyor. Senin hissetin veya hakaretin, Onun tasarrufundan hariç kalmasına sebep olamaz. Çünkü senin Ondan budun varsa da, Onun senden budu yoktur. Veya senin bir sıfatının hakareti, vücudunun hakaretini istilzam etmez. Veya mülk cihetinin mülevves olması, melekut cihetinin de mülevves olmasını iktiza etmez. Ve keza, Halıkın azameti, çirkin şeylerin, tasarrufundan çıkmasını istilzam etmez. Bilakis, azamet-i hakikiye, icad hususunda infiradı, tasarruf cihetiyle de ihatayı iktiza eder.
İlem eyyühel-aziz! Maddi olan birşey, kesafeti ne kadar fazla olursa o nisbette ince ve gizli şeyleri göremez ve onları idrakten kasırdır. Fakat nur ve nurani şeyler, ne kadar nuraniyette terakki ederse, o nisbette ince ve gizli şeylere nüfuzu tam ve keskin olur. Ve keza, ne kadar latif olursa, o derecede maddiyatın içlerini keşfeder: (Röntgen şuaı gibi.) Mümkinatta mesele bu merkezde ise, Vacib, Vahid olan Nurul-Envar ne derece نَافِذُ الْخَفَايَا عَالِمٌ بِاْلاَسْرَارِ 1 olacağı bir derece anlaşıldı. Öyleyse, azameti, tam manasıyla ihata, nüfuz, şümulü iktiza ve istilzam eder.
İlem eyyühel-aziz! Ekseriyet-i mutlakayı teşkil eden avam-ı nasın fehimleri Kuranca o kadar müraat edilmiştir ki, birkaç dereceyi, birkaç ciheti ihtiva eden bir meselede, avamın fehimlerine en menus, en karib ciheti ve nazarlarına en vazıh, en zahir dereceyi söylüyor. Çünkü, öyle olmasa, delilin neticeden hafi olması lazım gelir.
Kuranın kainattan yaptığı bahis, Halıkın sıfatlarını ispat ve izah içindir. Binaenaleyh, ne kadar cumhurun fehmine yakın olursa irşada daha layık ve daha muvafık olur. Mesela, Halıkın tasarrufatına delalet eden ayetlerden en zahir, en aşikar olan tabakayı وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ
ayetiyle zikretmiştir. Halbuki bu tabakanın arkasında vücuhun taayyünat, teşahhusat tabakası vardır. Evvelki tabakanın fehmi, ikinci tabakanın fehminden daha yakındır. Ve keza, en aşikar dereceyi اِنَّ فِى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ ayetiyle zikretmiştir. Bu derecenin arkasında, arzın şems etrafında emir ve irade-i İlahi kanunuyla tahrik ve tedviri derecesi de vardır. Lakin bu derece evvelki dereceden bir derece mahfi olduğundan terk edilmiştir.
Ve keza, وَجَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا cümlesiyle en okunaklı sahifeyi göstermiştir. Halbuki bu sahifenin arkasında, “Direk ve kazıklarla tehlikeden muhafaza edilen bir sefine gibi, arz da içerisinde vukua gelen hercümerçten dolayı parçalanmak tehlikesinden korumak için dağlarla kazıklanmıştır” sahifesi da vardır. Fakat bu sahife, avam-ı nasça o kadar okunaklı olmadığından terk edilmiştir. Ve bu sahifenin altında da şöyle bir haşiye vardır:
Hayatı besleyip sağlamak üzere dağlar arza direk yapılmıştır. Çünkü, dağlar suların mahzenidir. Havanın tarağıdır, tasfiye ediyor. Toprağın hamisidir, denizin istilasından vikaye ediyor. Zaten hayatın direkleri bu unsurlardır. Bu sırra binaendir ki, şeriatça hilalin tulu ve gurubu nazara alınmıştır. Çünkü, bu ise, ayları, günleri hesap etmekten avamca daha kolaydır. Ve yine o sırra binaendir ki, ezhan-ı avamda tesbit ve takrir için Kuranda tekrarlar vukua gelmiştir.
İlem eyyühel-aziz! ayetlerin bahsettikleri hakikatler, şiirlerin bahsettikleri hayalattan pek vasi ve pek yüksektir. Bu itibarla şiirden addedilmemiştir. Hem de, ayetler, sahibinin şuunat ve efalinden bahseder. Şiir ise, fuzuli olarak gayrdan bahseder. Hem de, filcümle adi şeylerden bahsi harikuladedir. Şiirin harikuladelerden bahsi, alel-ekser adidir.
İlem eyyühel-aziz! Halıkın vahdetini gösteren ayineler ve delillerini okutan sahifelerin pek çok çeşitleri olduğu gibi, merkezleri bir ve birbirinin içine dahil olmuşlardır. Binaenaleyh, bir ayinede göründü veya bir sahifede okundu mu, hepsinde de görünür ve okunur. Fakat birisinde görünmemesi, hepsinde görünmemesini istilzam etmez.
İlem eyyühel-aziz! Bir kelimeyi yazan harfini yazanın gayrısı, bir sahifeyi yazan satırı yazanın gayrısı, kitabı yazan sahifeyi yazanın gayrısı olması mümkün olmadığı gibi; karıncayı halk eden cins-i hayvanı halk edenin gayrısı, hayvanı yaratan arzı yaratanın gayrısı, arzı halk eden, Rabbül-aleminin gayrısı olması muhaldir.
Rububiyet-i ammenin işaretlerindendir ki, kainat kitabında öyle büyük harfler vardır ki, o harflerin bir kısmında bir kelime yazılıdır. Bir kısmında bir kelam, bir kısmında bir kitap yazılıdır. Mesela, o kitapta bahr, şecer, arz birer harf makamındadırlar. Birinci harfte semek kelimesi, ikincisinde şecer kelamı, üçüncüsünde hayvan kitabı yazılmıştır. Hatta, Yasin suretinde tam Yasin Suresi yazıldığı gibi, bazı masnuatta, bir kelime olan isminde, çekirdeğinde o masnuun suresi ve kitabı yazılmıştır.
İlem eyyühel-aziz! Yıldızlar, şemsler arasında mümaselet olduğu gibi filcümle müsavat da vardır. Binaenaleyh, onlardan biri ötekilere rab olamaz. Ve onlardan birine rab olan, hepsine de rab olur. Ve keza, herşeye de rab olur.
İlem eyyühel-aziz! İnsanın bir ferdinde bir cemaat-i mükellefin bulunur. Evet, her bir uzuv, birşey için yaratılmıştır. O uzvu, o şeyde kullanmakla mükelleftir. Mesela, herbir hasse için bir ibadet vardır. Onun hilafında kullanılması dalalettir. Mesela, baş ile yapılan secde Allah için olursa ibadettir, gayrısı için dalalettir. Kezalik, şuaranın hayalen yaptıkları hayret ve muhabbet secdeleri dalalettir. Hayal, onunla fasık olur.
İlem eyyühel-aziz! İnsanları fikren dalalete atan sebeplerden biri, ülfeti ilim telakki etmeleridir. Yani melufları olan şeyleri kendilerince malum bilirler. Hatta, ülfet dolayısıyla adiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler. Halbuki, ülfetlerinden dolayı malum zannettikleri o adi şeyler, birer harika ve birer mucize-i kudret oldukları halde, ülfet saikasıyla onları teemmüle, dikkate almıyorlar; ta onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyaleye iman-ı nazar edebilsinler. Bunların meseli, deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sair garip halatına bakmayarak, yalnız rüzgarla husule gelen dalgalara ve şemsin şuaatından peyda olan parıltısına dikkat etmekle Malikül-Bihar olan Allahın azametine delil getiren adamın meseli gibidir.
İlem eyyühel-aziz! İnsanların arza ait malumat ve müsellemat-ı bedihiyatları, ülfete mebnidir. Ülfet ise, cehl-i mürekkep üstüne serilmiş bir perdedir. Hakikate bakılırsa, zannettikleri ilim, cehildir. Bu sırra binaendir ki, Kuran, ayetleriyle insanların nazarını melufatları olan şeylere çeviriyor. ayetler, necimler gibi ülfet perdesini deler, atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havarikul-adat mucizeleri o adiyat içerisinde gösterir.
İlem eyyühel-aziz! Aralarında münasebet, muamele, hatta mükaleme bulunan iki şeyin, birbirine müşabih veya müsavi olmasını istilzam etmez. Mesela, yağmurun bir katresi veya semerenin bir çiçeğinin, küçüklüğüyle beraber, şemsle münasebeti ve muamelesi vardır.
Binaenaleyh, ey insan, Senin hakaretin, seni Hallak-ı alemin nazar-ı inayetinden setredecek bir sebep olamaz.
İlem eyyühel-aziz! Denizlerde vukua gelen med ve cezir gibi, evliya arasında da bast-ı zaman,tayy-ı mekan meselesi şöhret bulmuştur. Ezcümle: Kitab-ı Yavakitin rivayetine göre, İmam-ı Şarani bir günde iki buçuk defa kocaman Fütuhat-ı Mekkiye namındaki büyük mecmuayı mütalaa etmiştir. Bu gibi vukuat istiğrabla inkar edilmesin. Zira bu gibi garip meseleleri tasdike yaklaştıran misaller pek çoktur. Mesela, rüyada bir saat zarfında bir senenin geçtiğini ve pek çok işler görüldüğünü görüyorsun. Eğer o saatte o işlere bedel Kuran okumuş olsaydın, birkaç hatim okumuş olurdun. Bu halet evliya için halet-i yakazada inkişaf eder. Zaman inbisat eder. Mesele ruhun dairesine yaklaşır. Ruh zaten zamanla mukayyed değildir. Ruhu cismaniyetine galip olan evliyanın işleri, fiilleri, sürat-i ruh mizanıyla cereyan eder.
İlem eyyühel-aziz! Bir burhanla elde edilen netice-i tevhidi bazı insanlar istizamla dar zihinlerine sıkıştıramazlar. Veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu hale karşı o kati, sahih burhanı reddetmek üzere, “Bu neticeyi, bu kadar azametiyle, şu burhan onu intaç edemez” diye bahanelerle kabul etmez. O miskin bilmez mi ki, neticenin kayyumu imandır. Burhan, ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi, o neticeye konan vehimleri süpürür. Maahaza, burhan bir değildir; bin değildir, zerrat-ı alem adedince burhanlar vardır.
Fesübhanallah! Mülk ile melekut arasındaki hicap ne kadar incedir, aralarındaki mesafe ne kadar büyüktür! Dünya ile ahiret arasındaki yol ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. İlim ile cehil arasındaki hicap ne kadar latif ve ne kadar kalındır! İman ile küfür arasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir! İbadet ile masiyet arasındaki mesafe ne kadar kısadır! Halbuki araları Cennet ile narın araları kadardır. Hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur! Evet, hal ile mazi arasında öyle ince bir perde vardır ki, ruhun mazi cihetine geçmesine mani değildir; cesede nisbeten bitmez bir mesafedir.
Kezalik, mülk ile melekut, dünya ile ahiret arasında ehl-i kalb için şeffaf, ehl-i heva için kesif ince bir perde vardır.
Kezalik, geceyle gündüz arasında latif bir perde var ki, gözün kapanmasıyla gece olup, açılmasıyla gündüz olduğu gibi; nefsin alem-i maneviyata gözü kapanırsa ebedi bir gece içinde kalır, gözü maneviyata açılırsa neharı inkişaf eder.
Kezalik, Allahın hesabına kainata bakan adam her ne müşahede ederse ilimdir. Eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şey de cehl olur.
Kezaik, iman ve tevhid ile bakan, alemi nurlu görür ve illa alemi zulümat içerisinde görecektir.
Kezalik, efal-i beşer için iki cihet vardır. Eğer niyet ile Allahın hesabına olursa, tecelliyata makes, şeffaf, parlak olur. Eğer Allah hesabına olmasa, zulmetli bir manzarayı göstermiş olur.
Kezalik, hayatın da iki veçhi vardır. Biri siyah, dünyaya bakar; diğeri şeffaf, ahirete nazırdır. Nefis, siyah veçhin altına girer, şeffaf veçhe terettüp eden saadet-i ebediyeyi ister.
İlem eyyühel-aziz! Kainatın miftahı, anahtarı insanın elindedir. alemin kapıları açık ise de manen kapalıdır. Cenab-ı Hak bütün o kapıları ve kenz-i mahfiyi açan ene namında bir miftahı insanın eline vermiştir. Fakat, ene de kapısı kapalı bir bilmecedir. Bunun kapısı açılıyorsa kainatın da kapıları açılıyor.
Evet, Cenab-ı Hak insana bir benlik, bir nevi hürriyet vermiştir ki, Cenab-ı Hakkın rububiyetine ait evsafı bilmek için mevhum, farazi bir vahid-i kıyasi yapsın.
Mahiyet-i beşerde pek ince bir ip, insanın vücudunda şuurlu bir kıl, şahsın kitabında bir elif kıymetinde ve miktarında olan enenin iki vechi vardır. Biri hayra bakar. Bu vecihle yalnız kabil-i feyizdir, fail değildir. Diğer veçhi ise şerre bakar. Bu vecihle kendisini fail bilir.
Enenin mahiyeti mevhumedir. Rububiyeti hayalidir. Vücudu birşeye hamil olamaz. Ancak mizanülhararet gibi, Vacibül-Vücudun rububiyetine ait sıfat-ı mutlaka-i muhitayı bilmek için bir mizan vazifesini görüyor.
Eğer insan benliğine mizan nazarıyla bakarsa, kainattan zihnine akıp gelen afaki malumatı kendi malumatıyla, tasarrufat ve sıfat-ı İlahiyeyi de kendi sıfatıyla tasdik eder. Yine merciine iade eder. Ve bu sayede قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا 1 daki مَنْ 2 şümulüne dahil olarak, bihakkın emaneti ifa etmiş olur. Fakat kendisine müstakil nazarıyla bakmakla kendisini malik itikad ederse, وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا 3 nın şümulüne dahil olmakla emanetle hıyanet etmiş olur. Zira semavat ve arzın, hamlinden korkarak imtina ettikleri cihet, enenin bu cihetidir. Çünkü, dalaletler, şirkler, şerler bu cihetten doğarlar. Eğer vaktiyle o enenin şiddetli bir terbiyeyle başı kırılmazsa büyür, insanın vücudunu yutar.
Eğer milletin de enaniyeti inzimam ederse, Saniin emrine karşı mübarezeye çıkar. Tam manasıyla bir şeytan olur. Sonra, halkı da kendisine kıyas eder, esbabı da o kıyasa dahil eder, büyük bir şirke düşer. El-iyazü billah!
Mühim bir mesele: Enenin iki veçhi vardır. Bir veçhini nübüvvet almıştır, bir veçhini de felsefe almıştır.
Birinci vecih, ubudiyet-i mahzaya menşedir. Mahiyeti harfiye olup müstakil değildir. Vücudu tebei olup asli değildir. Malikiyeti vehmi olup hakiki değildir. Vazifesi Halıkın sıfatını fehmetmek için bir mizan ve bir mikyas olmaktır. En-biya enaniyetin bu veçhine bakmakla, mülkü tamamen Allaha teslim ederek ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde şeriki olmadığına hükmetmişlerdir. Enenin bu veçhinden, Cenab-ı Hak şecere-i tuba-i ubudiyeti inbat edip dal ve budakları kainat bahçesinde enbiya, evliya, Sıddıkin gibi mübarek semereleri vermiştir.
İkinci veçhi alan felsefe, enenin vücudunu asli ve kendisini müstakil ve malik-i hakiki olduğunu zum etmişlerdir. Vazifesi de yalnız hubb-u zatıyla tekemmül-ü hayattır. Enenin bu siyah yüzünden envaen şirkler, dalaletler çıkmıştır. Ezcümle: Kuvve-i behimiye dalında sanemler doğmuşlardır. Kuvve-i gadabiye gusnundan firavunlar, nemrutlar çıkmıştır. Kuvve-i akliyeden dehriyun, maddiyun, felasife çıkmışlardır ki, Vacibül-Vücuda bir mahluk-u vahidi verir, baki kalan mülkünü gayra taksim ederler.
Hülasa: Ene, haddizatında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mayi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek Halıkın evamirine mübarezeye başlar. Küçük alemde, yani insanda ene, büyük insanda, yani kainatta tabiata benziyor. İkisi de tağutlardandır.
İlem eyyühel-aziz! Hayrat ve hasenatın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riya ve gösteriş iledir. Ve fıtri olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıta bulur.
Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtri ahvalin ölümüdür. Mesela, tevazua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izale eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hakeza, kıyas et.
İlem eyyühel-aziz! Kainat bir şeceredir. Anasır onun dallarıdır. Nebatat yapraklarıdır. Hayvanat onun çiçekleridir. İnsanlar onun semereleridir. Bu semerelerden en ziyadar, nurlu, ahsen, ekrem, eşref, eltaf Seyyidül-Enbiya vel-Mürselin, İmamül-Müttakin, Habibi Rabbül-alemin Muhammeddir.
عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاتِ مَادَامَتِ اْلاَرْضُ وَالسَّموَاتُ اِلٰهِى، اَلذُّنُوبُ اَخْرَسَتْنِى وَكَثْرَةُ الْمَعَاصِى اَخْجَلَتْنِى وَشِدَّةُ الْغَفْلَةِ اَخْفَتَتْ صَوْتِى فَاَدُقُّ بَابَ رَحْمَتِكَ وَ اُنَادِى فِى بَابِ مَغْفِرَتِكَ بِصَوْتِ سَيِّدِي وَسَنَدِى الشَّيْخِ عَبْدِ الْقَادِرِ الْكَيْلاَنِى وَنِدَائِهِ الْمَقْبُولِ الْمَاْنُوسِ عِنْدَ الْبَوَّابِ بِيَا مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَىْءٍ وَيَا مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَيَامَنْ لاَ يَضُرُّهُ شَىْءٌ وَلاَ يَنْفَعُهُ شَىْءٌ وَلاَ يَغْلِبُهُ شَىْءٌ وَلاَ يَعْزُبُ عَنْهُ شَىْءٌ وَلاَ يَؤُدُهُ شَىْءٌ وَلاَ يَسْتَعِينُ بِشَىْءٍ وَلاَ يُشْغِلُهُ شَىْءٌ عَنْ شَىْءٍ وَلاَ يُشْبِهُهُ شَىْءٌ وَلاَ يُعْجِزُهُ شَىْءٌ اِغْفِرْلِى كُلَّ شَىْءٍ حَتّٰى لاَ تَسْئَلَنِى مِنْ شَىْءٍ يَامَنْ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَىْءٍ وَبِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَىْءٍ وَيَا مَنْ هُوَ اْلاَوَّلُ قَبْلَ كُلِّ شَىْءٍ وَاْلاٰخِرُ بَعْدَ كُلِّ شَىْءٍ وَالظَّاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَىْءٍ وَالْبَاطِنُ دُونَ كُلِّ شَىْءٍ وَالْقَاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَىْءٍ اِغْفِرْلِى كُلَّ شَىْءٍ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ وَيَا عَلِيمًا بِكُلِّ شَىْءٍ وَمُحِيطًا بِكُلِّ شَىْءٍ وَبَصِيرًا بِكُلِّ شَىْءٍ وَيَا شَهِيدًا عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ وَرَقِيبًا عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ وَلَطِيفًا بِكُلِّ شَىْءٍ وَخَبِيرًا بِكُلِّ شَىْءٍ اِغْفِرْلِى كُلَّ شَىْءٍ مِنَ الذُّنُوبِ وَالْخَطِيئَاتِ حَتّٰى لاَ تَسْئَلَنِى عَنْ شَىْءٍ اِنَّكَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ اَللّٰهُمَّ اِنِّى اَعُوذُ بِعِزَّةِ جَلاَلِكَ وَبِجَلاَلِ عِزَّتِكَ وَبِقُدْرَةِ سُلْطَانِكَ وَبِسُلْطَانِ قُدْرَتِكَ مِنَ الْقَطِيعَةِ وَاْلاَهْوَاءِ الرَّدِيئَةِ يَاجَارَ الْمُسْتَجِيرِينَ اَجِرْنِى مِنَ الشَّهَوَاتِ الشَّيْطَانِيَّةِ وَطَهِّرْنِى مِنَ الْقَاذُورَاتِ الْبَشَرِيَّةِ وَصَفِّنِى بِحُبِّ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالْمُحَبَّةِ الصِّدِّيقِيَّةِ مِنْ صَدَاءِ الْغَفْلَةِ وَاَوْهَامِ الْجَهْلِ حَتّٰى تَفْنَى اْلاَناَنِيَّةُ وَيَبْقَى الْكُلُّ لِلّٰهِ وَبِاللهِ وَاِلَى اللهِ وَمِنَ اللهِ غَرْقًا بِنِعْمَةِ اللهِ فِى بَحْرِ مِنَّةِ اللهِ مَنْصُورِينَ بِسَيْفِ اللهِ مَحْظُوظِينَ بِعِنَايَةِ اللهِ مَحْفُوظِينَ بِحِمَايَةِ اللهِ عَنْ كُلِّ شَاغِلٍ يُشْغِلُ عَنِ اللهِ فَيَا نُورَ اْلاَنْوَارِ وَيَا عَالِمَ اْلاَسْرَارِ وَيَا مُدَبِّرَ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ يَا مَلِكُ يَا عَزِيزُ يَا قَهَّارُ يَا رَحِيمُ يَا وَدُودُ يَا غَفَّارُ يَا عَلاَّمَ الْغُيُوبِ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ وَاْلاَبْصَارِ يَا سَتَّارَ الْعُيُوبِ يَا غَفَّارَ الذُّنُوبِ اِغْفِرْ لِى ذُنُوبىِ وَارْحَمْ مَنْ ضَاقَتْ عَلَيْهِ اْلاَسْبَابُ وَغُلِّقَتْ دُونَهُ اْلاَبْوَابُ وَتَعَسَّرَ عَلَيْهِ سُلُوكُ طَرِيقِ اَهْلِ الصَّوَابِ وَانْصَرَمَتْ اَيَّامُهُ وَنَفْسُهُ رَاتِعَةٌ فِى مَيَادِينِ الْغَفْلَةِ وَالْمَعْصِيَّةِ وَدَنِىِّ اْلاِكْتِسَابِ فَيَا مَنْ اِذَا دُعِىَ اَجَابَ وَيَاسَرِيعَ الْحِسَابِ وَيَا كَرِيمُ يَا وَهَّابُ اِرْحَمْ مَنْ عَظُمَ مَرَضُهُ وَعَزَّ شِفَائُهُ وَضَعُفَتْ حِيلَتُهُ وَقَوِىَ بَلاَئُهُ وَاَنْتَ مَلْجَئُهُ وَرَجَائُهُ اِلٰهِى اِلَيْكَ اَرْفَعُ بَثِّى وَحُزْنِى وَشِكَايَتِى اِلٰهِى حُجَّتِى حَاجَتِى وَعُدَّتِى فَاقَتِى وَانْقِطَاعُ حِيلَتِى اِلٰهِى قَطْرَةٌ مِنْ بِحَارِ جُودِكَ تُغْنِينِي وَذَرَّةٌ مِنْ تَيَّارِ عَفْوِكَ تَكْفِينِى يَا وَدُودُ يَا وَدُودُ يَا وَدُودُ يَاذَا الْعَرشِ الْمَجِيدِ يَامُبْدِئُ يَامُعِيدُ يَافَعَّالاً لِمَا يُرِيدُ اَسْئَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِى مَلاِ اَرْكَانَ عَرْشِكَ وَاَسْئَلُكَ بِقُدْرَتِكَ الَّتِى قَدَرْتَ بِهَا عَلٰى جَمِيعِ خَلْقِكَ وَبِرَحْمَتِكَ الَّتِى وَسِعَتْ كُلَّ شَىْءٍ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اَنْتَ يَا مُغِيثُ اَغِثْنَا وَاغْفِرْ جَمِيعَ ذُنُوبىِ وَسَقَطَاتِ لِسَانِى فِى جَمِيعِ عُمْرِى بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ اٰمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ.