Manen ve rütbeten Beşinci Lema ve sureten ve makamen Otuz Birinci Mektubun Otuz Birinci Lemasının kıymettar Dördüncü Şuaı ve ayet-i Hasbiyenin mühim bir nüktesidir.
İHTAR: Risale-i Nur, sair kitaplara muhalif olarak, başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. Hususan bu risalede Birinci Mertebe çok kıymettar bir hakikat olmakla beraber çok ince ve derindir. Hem bu Birinci Mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissi ve gayet ruhlu bir muamele-i imani ve gayet gizli bir mükaleme-i kalbi suretinde, mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir. Yoksa tam zevk edemez…
حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
Bir zaman ehl-i dünya beni herşeyden tecrit ettiklerinden, beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Ve ihtiyarlık zamanımda kısmen teessürattan gelen beş nevi hastalıklara giriftar olmuştum.
Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nurun teselli verici ve medet edici envarına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki, gayet kuvvetli bir aşk-ı bekà ve şedit bir muhabbet-i vücut ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr bende hükmediyorlar. Halbuki müthiş bir fena o bekàyı söndürüyor. O haletimde yanık bir şairin dediği gibi dedim:
Dil bekàsı, Hak fenası istedi mülk-ü tenim.
Bir devasız derde düştüm, ah, ki Lokman bihaber.
Meyusane başımı eğdim. Birden حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ayeti imdadıma geldi, dedi: “Beni dikkatle oku.” Ben günde beş yüz defa okudum. Benim için aynelyakin suretinde inkişaf eden çok kıymettar envarından bir kısmını ve yalnız dokuz nurunu ve mertebesini icmalen yazıp, eskiden aynelyakin ile değil, belki ilmelyakin ile bilinen tafsilatını Risale-i Nura havale ediyorum.
BİRİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE
Bendeki aşk-ı bekà, bendeki bekàya değil, belki sebepsiz ve bizzat mahbub olan kemal-i mutlak sahibi Zat-ı Zülkemalin ve Zülcemalin bir isminin bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kamil-i Mutlakın varlığına ve kemaline ve bekàsına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, ayinenin bekàsına aşık olmuştu. حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ geldi, perdeyi kaldırdı. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakin zevkettim ki, bekàmın lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Baki-i Zülkemalin bekàsına ve benim Rabbim ve İlahım olduğuna imanımda ve izanımda ve ikanımda vardır. Çünkü Onun bekàsıyla benim için layemut bir hakikat tahakkuk eder. Zira “Benim mahiyetim hem baki, hem sermedi bir ismin gölgesi olur; daha ölmez” diye şuur-u imani ile takarrur eder.
Hem o şuur-u imanla mahbub-u mutlak olan Kemal-i Mutlakın varlığı bilinmekle, şedit ve fıtri olan muhabbet-i Zati tatmin edilir. Hem Baki-i Sermedinin bekàsına ve varlığına ait o şuur-u imani ile kainatın ve nev-i insanın kemalatı bilinir ve bulunur. Ve kemalata karşı fıtri meftuniyet, hadsiz elemlerden kurtulup zevk ve lezzetini alır.
Hem o şuur-u imani ile o Baki-i Sermediye bir intisap ve o intisabın imanıyla umum mülküne bir münasebet peyda olur. Ve o münasebet-i intisabi ile, hadsiz bir mülke bir nevi malikiyet gibi iman gözüyle bakar, manen istifade eder.
Hem şuur-u imani ile ve intisap ve münasebetle umum mevcudata bir alaka, bir nevi ittisal peyda olur. Ve o halde, ikinci derecede vücud-u şahsisinden başka hadsiz bir vücut, o şuur-u imani ve intisap ve münasebet ve alaka ve ittisal cihetinde güya onun bir nevi varlığıdır gibi var olur; varlığa karşı fıtri aşk teskin edilir.
Hem o şuur-u imani ve intisap ve münasebet ve alakadarlığı cihetiyle bütün ehl-i kemalata karşı bir uhuvvet peyda olur. O halde Baki-i Sermedinin varlığıyla ve bekàsıyla o hadsiz ehl-i kemal mahvolmayıp zayi olmadıklarını bilmekle, takdir ve tahsinle merbut ve dost olduğu hadsiz dostlarının bekàları ve devam-ı kemalatı o şuur-u imani sahibine ulvi bir zevk verir.
Hem o şuur-u imani ve intisap ve münasebet ve alakadarlık ve uhuvvet vasıtasıyla bütün dostlarımın—ki hayatımı ve bekàmı maalmemnuniye onların saadetleri için feda ediyorum—onların mesudiyetleri ile hadsiz bir saadet kendimde hissedebilir gördüm. Çünkü, bir samimi dostun saadetiyle şefkatli dostu dahi saadetlenir ve lezzetlenir. Şu halde Baki-i Zülkemalin bekàsı ve varlığıyla, başta Resulallah aleyhissalatü vesselam ve al ve ashabı olarak, umum sadatım ve ahbabım olan enbiya ve evliya ve asfiya ve bütün sair hadsiz dostlarım idam-ı ebediden kurtulduğunu ve bir saadet-i sermediyeye mazhariyetlerini o şuur-u imani ile hissettim. Ve münasebet, alaka, uhuvvet, dostluk sırrıyla saadetleri bana inikas edip saadetlendirdiğini zevk ettim.
Hem o şuur-u imani ile, rikkat-i cinsiye ve şefkat-i akraba yüzünden gelen hadsiz teellümattan kurtulup hadsiz bir zevk-i ruhani duydum. Çünkü, hayatımı ve bekàmı maaliftihar onların tehlikelerden kurtulmaları için feda etmeyi fıtri arzu ettiğim, başta pederlerim ve validelerim ve bütün nesli ve nesebi ve manevi akrabalarım, Baki-i Hakikinin bekàsı ve varlığıyla mahvdan ve ademden ve idam-ı ebediden ve hadsiz elemlerden kurtulup o hadsiz rahmetine mazhariyetlerini şuur-u imani ile hissettim. Ve medar-ı gam ve elem olan cüzi ve tesirsiz şefkatime bedel, nihayetsiz bir rahmet, onlara nezaret ve himayet ettiğini duydum, hissettim. Bir valide veledinin lezzetiyle, zevkiyle, rahatıyla zevklenmesi gibi, ben de o bütün şefkat ettiğim zatların, o rahmetin himayeti altındaki necatlarıyla ve istirahatleriyle zevklendim ve ferahlandım ve çok derin şükrettim.
Hem o şuur-u imani ile, netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım olan Resail-i Nur dahi ziyadan, mahvdan, faidesiz kalmasından ve manen kurumasından kurtulmalarını ve meyvedar, baki kalmalarını o intisab-ı imani ile bildim, hissettim, kanaat getirdim; kendi bekàmın lezzetinden çok ziyade bir manevi lezzet duydum, tam hissettim. Çünkü, iman ettim ki, Baki-i Zülkemalin bekàsı ve varlığıyla, Resailün-Nur yalnız insanların hafızalarında ve kalblerinde nakşolmuyor. Belki, hadsiz zişuur mahlukatın ve ruhanilerin bir mütalaagahları olmakla beraber, rıza-i İlahiye mazhar ise, Levh-i Mahfuzda ve elvah-ı mahfuzada irtisam ederek sevap meyveleriyle tezeyyün eder. Ve bilhassa Kurana mensubiyeti ve kabul-ü Nebevi ve inşaallah marzi-i İlahi cihetiyle bir anda vücudu ve nazar-ı Rabbaniyeye mazhariyeti, umum ehl-i dünyanın takdirinden daha ziyade kıymettar bildim.
İşte hayatımı ve bekàmı o resailin hakaik-ı imaniyeyi ispat eden herbir risalenin bekàsına, devamına, ifadesine, makbuliyetine feda etmeye her vakit hazır olduğumu ve saadetimi onların Kurana hizmet etmelerinde bildim. Ve o halde, bekà-i İlahi ile, yüz derece insanların tahsinlerinden daha ziyade bir takdire mazhariyetlerini o intisab-ı imani ile anladım. Bütün kuvvetimle حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.
Hem o şuur-u imani ile, ebedi bir bekà ve daimi bir hayat veren Baki-i Zülcelalin bekàsına ve vücuduna iman ve imanın amal-i saliha gibi neticeleri, bu fani hayatın baki meyveleri ve ebedi bir bekànın vesileleri olduğunu bildim. Meyvedar bir ağaca inkılap etmek için kabuğunu terk eden bir çekirdek gibi, ben de o baki meyveleri vermek için bu bekà-i dünyevinin kabuğunu bırakmaya nefsimi kandırdım. Nefsimle beraber حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ “Onun bekàsı bize yeter” dedim.
Hem şuur-u imani ve intisab-ı ubudiyetle toprak perdesinin arkası ışıklanmasını ve ağır tabaka-i türabiye dahi ölülerin üstünden kalktığını ve kabir kapısıyla girilen yeraltı dahi adem-alud karanlıklar olmadığını ilmelyakin ile bildim. Bütün kuvvetimle حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.
Hem gayet kati bir surette hissettim ve o şuur-u imani ile hakkalyakin bildim ki, fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı bekà, Baki-i Zülkemalin bekàsına, varlığına iki cihetle bakarken, enaniyetin perde çekmesiyle mahbubunu kaçırmış, ayinesine perestiş etmiş bir serseme dönmüş gördüm. Ve o çok derin ve kuvvetli aşk-ı bekà, bizzat ve sebepsiz, fıtraten sevilen ve perestiş edilen kemal-i mutlak bir isminin gölgesi vasıtasıyla mahiyetimde hükmedip o aşk-ı bekàyı vermiş. Ve muhabbet için hiçbir illet ve hiçbir garazı ve Zatından başka hiçbir sebep iktiza etmeyen kemal-i Zatı perestişe kafi ve vafi iken, sabıkan beyan ettiğimiz ve herbirisine bir hayat ve bir bekà değil, belki elden gelse binler hayat-ı dünyeviye ve bekà feda edilmeye layık olan mezkur baki meyveleri dahi ihsan etmekle, o fıtri aşkı şiddetlendirmiş hissettim. Elimden gelseydi bütün zerrat-ı vücudumla حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ diyecektim ve o niyetle dedim. Ve bekàsını arayan ve bekà-yı İlahiyi bulan o şuur-u imani—ki bir kısım meyvelerine sabıkan “Hem… Hem… Hem”ler ile işaret ettim—bana öyle bir zevk ve şevk verdi ki, bütün ruhumla, bütün kuvvetimle, en derin kalbimde nefsimle beraber حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.
İKİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE
Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengamda kalbimde dedim: “Elleri bağlı, zayıf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. O biçarenin (yani benim için) bir nokta-i istinad yok mu?” diye حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ayetine müracaat ettim. Bana bildirdi ki:
“İntisab-ı imani tezkeresiyle, Kadir-i Mutlak öyle bir Sultana istinad edersin ki, zemin yüzünde her baharda dört yüz bin milletten mürekkep nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemal-i intizamla vermekle beraber, her sene eşcar ve tuyur denilen o iki muazzam ordusunun elbiselerini tazelendirerek yeni libaslar giydirir, urbalarını ve formalarını değiştirir; ve tavuğun ve kuşun fistanlarını ve çarşaflarını tazelendirdiği gibi, dağın libasını ve sahranın yüz örtüsünü değiştirir. Ve başta insan olarak hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medeni insanların son zamanda keşfettikleri et ve şeker vesaire taamların hülasaları gibi, belki yüz derece o medeni hülasalardan daha mükemmel ve bütün taamların her nevinden tohum ve çekirdek denilen Rahmani hülasalara koyup ve o hülasaları dahi, onların pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderi tarifeleri içine sarıp, muhafaza için küçücük sandukçalara koyup tevdi eder. O sandukçukların icadı kaf-nun fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve çoklukladır ki, Kuran der: Bir emirle yapılır. Hem o umum hülasalar bir şehri doldurmadığı ve birbirine benzedikleri ve aynı madde oldukları halde, Rezzak-ı Kerim onlardan bir yaz mevsiminde pişirdiği gayet mütenevvi ve leziz taamlar zeminin bütün şehirlerini bir cihette doldurabilir. İşte sen, intisab-ı imani tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiğinden, hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin.”
Ben de, ayetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum ki, değil şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ı imani hissederek bütün ruhumla حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim. Ve hadsiz fakrım ve ihtiyacım cihetinde dahi bir nokta-i istimdat için yine o ayete müracaat ettim. Bana dedi ki:
“Sen memlukiyet ve ubudiyet intisabıyla öyle bir Malik-i Kerime mensup ve iaşe defterinde mukayyetsin ki, her bahar ve yazda gaybdan ve hiçten, umulmadığı yerden ve kuru bir topraktan kaldırır, indirir tarzında yüz defa zemin sofrasını ayrı ayrı yemekleriyle tezyin eder, serer. Güya zamanın seneleri ve her senenin günleri, birbiri arkasından gelen ihsan meyvelerine ve rahmet taamlarına birer kap ve bir Rezzak-ı Rahimin külli ve cüzi ihsanat mertebelerine birer meşherdirler. İşte sen böyle bir Ganiyy-i Mutlakın abdisin. Abdiyetine şuurun varsa, senin elim fakrın leziz bir iştiha olur.”
Ben de o dersimi aldım. Nefsimle beraber “Evet evet, doğrudur” deyip mütevekkilane حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.
ÜÇÜNCÜ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE
Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alakamı kesilmiş bularak, ebedi bir dünyada ve baki bir memlekette, daimi bir saadete namzet olduğumu iman telkin ettiği hengamda “of, of”tan vazgeçtim “oh, oh” dedim. Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku ancak ve ancak bütün mahlukatın bütün harekat ve sekenatlarını ve ahval ve amallerini kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve aciz-i mutlak olan insanı kendine dost ve muhatap eden ve bütün mahlukat üstünde bir makam veren bir Kadir-i Mutlakın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir diye düşünüp, bu iki noktada, yani böyle bir kudretin faaliyeti ve zahiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatli ehemmiyeti hakkında, imanın inkişafını ve kalbin itminanını veren bir izah istedim. Yine o ayete müracaat ettim. Dedi ki: ” حَسْبُنَا
daki نَا ya dikkat edip seninle beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kàl ile kimler حَسْبُنَا yı söylüyorlar, dinle” emretti.
Birden baktım ki, hadsiz kuşlar ve kuşçuklar ve sinekler ve hesapsız hayvanlar ve hayvancıklar ve nihayetsiz nebatlar, yeşilcikler ve gayetsiz ağaçlar ve ağaççıklar dahi benim gibi lisan-ı hal ile حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ in manasını yad ediyorlar ve yada getiriyorlar ki, bütün şerait-i hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih çekirdeklerden kuşların yüz bin çeşitlerini ve hayvanların yüz bin tarzlarını, nebatatın yüz bin nevini, ağaçların yüz bin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı, birbirinden ayrı, farikalı bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla halk eder, yapar, kudretinin azamet ve haşmeti içinde beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmaları vahdetini ve ehadiyetini bize gösterir. Ve böyle hadsiz mucizatı ibraz eden bir fiil-i rububiyete ve bir tasarruf-u hallakıyete müdahale ve iştirak mümkün olmadığını bildirir diye bildim.
Sonra حَسْبُنَا daki نَا da bulunan eneye, yani nefsime baktım, gördüm ki: Hayvanat içinde beni dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mucizane yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün Rahmani hediyeleri, atiyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve Esma-i Hüsnanın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler aletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince tarifeleri o aletlere yardımcı vermiş.
Hem kemal-i intizamla bu kadar hassas duyguları ve hissiyatları ve gayet muntazam bu manevi latifeleri ve batıni hasseleri bu cismimde derc etmekle beraber, gayet sanatlı bu cihazatı ve cevarihi ve hayat-ı insaniyece gayet lüzumlu ve mükemmel bu kadar aza ve aletleri bu vücudumda kemal-i hikmetle yaratmış. Ta ki, nimetlerinin bütün nevilerini ve umum çeşitlerini bana tattırsın ve ihsas etsin ve hadsiz tecelliyat-ı esmasının ayrı ayrı zuhurlarını o duygular ve hissiyatla ve hassasiyetle bana bildirsin, zevk ettirsin ve bu ehemmiyetsiz görünen hakir ve fakir vücudumu, her müminin vücudu gibi kainata bir güzel takvim ve ruzname ve alem-i ekbere muhtasar bir nüsha-i enver ve şu dünyaya bir misal-i musağğar ve masnuatına bir mucize-i azhar ve nimetlerinin her nevine talip bir müşteri ve medar ve rububiyetinin kanunlarına ve icraat tellerine santral gibi bir mazhar ve hikmet ve rahmet atiyelerine ve çiçeklerine nümune bahçesi gibi bir liste, bir fihriste ve hitabat-ı Sübhaniyesine anlayışlı bir muhatap yaratmış olmakla beraber, en büyük bir nimet olan vücudu, bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Ve o hayatla o nimet-i vücudum alem-i şehadet kadar inbisat edebiliyor.
Hem insaniyeti verdi. O insaniyetle o nimet-i vücut manevi ve maddi alemlerde inkişaf ederek insana mahsus duygularla o geniş sofralardan istifade yolunu açtı.
Hem İslamiyeti bana ihsan etti. O İslamiyetle o nimet-i vücut alem-i gayb ve şehadet kadar genişlendi.
Hem iman-ı tahkikiyi inam etti. O imanla o nimet-i vücud, dünya ve ahireti içine aldı.
Hem o imanda marifet ve muhabbetini verdi. Ve marifet ve muhabbetle o nimet-i vücut içinde daire-i mümkinattan alem-i vücuba ve daire-i esma-i İlahiyeye kadar hamd ü sena ile istifade için ellerini uzatabilir bir mertebe ihsan etti.
Hem hususi olarak bir ilm-i Kurani ve hikmet-i imaniye verdi. Ve o ihsanıyla çok mahlukat üstüne bir tefevvuk verdi.
Ve sabık noktalar gibi çok cihetlerle öyle bir camiiyet vermiş ki, ehadiyetine ve samediyetine tam bir ayine ve külli ve kudsi rububiyetine geniş ve külli bir ubudiyetle mukabele edebilen bir istidat vermiş. Ve enbiyalarla insanlara gönderdiği bütün mukaddes kitapların ve suhufların ve fermanların icmaıyla ve bütün enbiya ve evliya ve asfiyanın ittifakıyla bu bendeki bulunan emaneti ve hediyesi ve atiyesi olan vücudumu ve hayatımı ve nefsimi—ayet-i Kuraniyenin nassıyla—benden satın alıyor. Ta ki, elimde faidesiz zayi olmasın. Ve iade etmek üzere muhafaza edip satmak pahasına saadet-i ebediyeyi ve Cenneti vereceğini kati bir surette çok tekrarla vaad ve ahdettiğini ilmelyakin ve tam iman ile anladım.
Ve böyle hadsiz hayvanat ve nebatatın yüzbinler nevilerinin ve çeşitlerinin suretlerini, Fettah ismiyle, mahdut ve müteşabih katrelerden ve habbelerden gayet kolay ve çabuk ve mükemmel açan ve insana sabıkan beyan ettiğimiz gibi hayret verici bu kadar ehemmiyet veren ve rububiyetin ehemmiyetli işlerine medar yapan bir Zat-ı Zülcelal vel-İkram olan Rabbim var olduğunu ve gelecek baharın icadı gibi kolay ve kati ve muhakkak bir surette haşri icad ve Cenneti ihsan ve saadet-i ebediyeyi halk edeceğini bu ayet-i Hasbiyeden ders aldım. Elimden gelseydi bilfiil ve gelmediği için binniyet, bittasavvur, bilhayal, bütün mahlukat dilleriyle حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim ve ebedül-abidin daima tekrar etmek istiyorum.
DÖRDÜNCÜ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE
Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan arızalar bir gaflet zamanıma rast gelip, şiddetli alakadar ve meftun olduğum vücudum, belki mahlukatın vücutları ademe gidiyor diye, elim bir endişe verirken, yine ayet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: “Manama dikkat et ve iman dürbünüyle bak.”
Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki, bu zerrecik vücudum hadsiz bir vücudun ayinesi ve nihayetsiz bir inbisatla hadsiz vücutları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymettar, baki, müteaddit vücutları meyve veren bir kelime-i hikmet hükmünde bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedi bir vücut kadar kıymettar olduğunu ilmelyakin ile bildim.
Çünkü, şuur-u imanla bu vücudum Vacibül-Vücudun eseri ve sanatı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamın hadsiz karanlıklarından ve hadsiz mufarakat ve firakların elemlerinden kurtulup mevcudata, hususan zihayatlara taalluk eden efalde, esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda ettiğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimi bir visal var olduğunu bildim. Malumdur ki, karyeleri ve şehirleri ve memleketleri veya taburları ve kumandanları ve üstadları gibi rabıtaları bir olan adamlar sevimli bir uhuvvet ve dostane bir arkadaşlık hissederler. Ve bu gibi rabıtalardan mahrum olanlar daimi, elim karanlıklar içinde azap çekiyorlar. Hem bir ağacın meyveleri, şuurları olsa, birbirinin kardeşi ve birbirinin bedeli ve musahibi ve nazırı olduklarını hissederler. Eğer ağaç olmazsa veya ondan koparılsa, herbiri o meyveler adedince firakları hissedecek.
İşte imanla, imandaki intisapla, her mümin gibi, bu vücudum dahi hadsiz vücudların firaksız envarını kazanır; kendisi gitse de, onlar arkada kaldığından kendisi kalmış gibi memnun olur. Bununla beraber, Yirmi Dördüncü Mektupta tafsilen kati ispat edildiği gibi, her zihayatın, hususan ziruhun vücudu bir kelime gibidir. Söylenir ve yazılır, sonra kaybolur. Fakat kendi vücuduna bedel ikinci derecede vücutları sayılan hem manası, hem hüviyet-i misaliyesi ve sureti, hem neticeleri, hem mübarek ise sevabı, hem hakikati gibi çok vücutlarını bırakır, sonra perde altına girdiği gibi; aynen öyle de, bu vücudum ve her zihayatın vücudu, zahiri vücuttan gitse, ziruh ise hem ruhunu, hem manasını, hem hakikatını, hem misalini, hem mahiyet-i şahsiyesinin dünyevi neticelerini ve uhrevi semerelerini, hem hüviyet ve suretini hafızalarda ve elvah-ı mahfuzada ve sermedi manzaraların film şeritlerinde ve ilm-i ezelinin meşherlerinde ve kendini temsil eden ve bekà veren fıtri tesbihatını defter-i amalinde ve esma-i İlahiyenin cilvelerine ve mukteziyatlarına fıtri mukabelelerini ve vücudi ayinedarlıklarını daire-i esmada ve daha bunlar gibi zahiri vücudundan daha kıymettar müteaddit manevi vücutlarını kendi yerinde bırakır, sonra gider; ilmelyakin suretinde bildim.
İşte iman ve imandaki şuur ve intisapla bu mezkur baki, manevi vücutlara sahip olunabilir. İman olmazsa, bütün o vücutlardan mahrum olmakla beraber, zahiri vücudu dahi onun hakkında ademe ve hiçliğe gider gibi zayi olur.
Bir zaman bahar çiçeklerinin çabuk mahvolmalarına çok yazığım geliyordu; hatta o nazeninlere acıyordum. Burada beyan edilen hakikat-i imaniye gösterdi ki, o çiçekler alem-i manada çekirdeklerdir. Sabıkan beyan ettiğimiz, ruhtan başka bütün o vücutları meyve veren birer ağaç, birer sümbül hükmünde nur-u vücut noktasında kazançları bire yüzdür. Zahiri vücutları mahvolmaz, saklanır. Hem baki olan hakikat-i neviyesinin tazelenen suretleridir. Geçen baharda yaprak, çiçek, meyve gibi mevcudatı, bu bahardakinin mislidirler. Fark yalnız itibaridir. O itibari fark dahi, bu hikmet kelimelerine ve rahmet sözlerine ve kudret harflerine ayrı ayrı, müteaddit manaları verdirmek içindir bildim. Yazıklar yerinde “Maşallah, barekallah” dedim.
İşte, imanın şuuruyla ve iman rabıtasıyla, Arz ve Semavat Sanatkarına intisap noktasında gökleri yıldızlarla, zemini çiçekler ve güzel mahluklarla yapan, süslendiren ve böyle herbir sanatta yüzer mucize gösteren bir sanatkarın eser-i sanatı ve böyle hadsiz harikalı bir ustanın yapılışı olmak, ne kadar antika ve kıymettar ve şuuru varsa ne kadar iftihar eder ve şereflenir diye uzaktan hissettim. Hususan o nihayetsiz mucizekar usta, koca semavat ve arzın büyük kitabını insan gibi küçük bir nüshada yazsa, belki insanı o kitaba müntehap ve mükemmel bir hülasa yapsa, o insan ne kadar büyük bir şeref, bir kemal, bir kıymete medar ve iman ile mazhar ve şuur ve intisap ile o şerefe sahip olacağını bu ayetten ders aldığımdan niyet ve tasavvur cihetinde bütün mevcudatın dilleriyle حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.
BEŞİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE
Yine bir vakit hayatım çok ağır şeraitle sarsıldı, nazar-ı dikkatimi ömre ve hayata çevirdi. Gördüm:
Ömrüm koşarak gidiyor; ahire yakınlaşmış hayatım dahi tazyikat altında sönmeye yüz tutmuş. Halbuki Hayy ismine dair risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymettar faideleri, böyle çabuk sönmeye değil, belki pek uzun yaşamaya layıktır diye müteellimane düşündüm. Yine üstadım olan حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ayetine müracaat ettim. Dedi:
“Sana hayatı veren Zat-ı Hayy-ı Kayyuma göre hayata bak”
Ben de baktım, gördüm ki hayatımın bana bakması bir ise, Zat-ı Hayy ve Muhyiye bakması yüzdür. Bana ait neticesi bir ise, Halıkıma ait bindir. O cihet uzun zaman, belki zaman istemez; bir an yaşaması yeter. Bu hakikat Risale-i Nurun risalelerinde bürhanlar ile izah edildiğinden, burada dört mesele içinde kısa bir hülasası beyan edilecek.
Birinci mesele
Hayatın mahiyeti ve hakikatı Hayy-ı Kayyuma baktığı cihetle baktım. Gördüm ki mahiyet-i hayatım esma-i İlahiyenin definelerini açan anahtarların mahzeni ve nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi ve kainatın büyük hakikatlerine ince bir mikyas ve mizan ve Hayy-ı Kayyumun manidar ve kıymettar isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhim eden yazılmış bir kelime-i hikmettir anladım. Ve hayatın bu tarzdaki hakikati bin derece kıymet kazanıyor ve bir saat devamı bir ömür kadar ehemmiyet alır. Zamanı olmayan Zat-ı Ezeliyeye münasebeti cihetinde uzun ve kısalığına bakılmaz.
İkinci mesele
Hayatın hakiki hukukuna baktım. Gördüm ki:
Hayatım Rabbani bir mektuptur; kardeşlerim olan zişuur mahlukata kendini okutturur, Yaratanı bildirir bir mütalaagahtır.
Hem Halıkımın kemalatını teşhir eden bir ilannameliktir.
Hem hayatı yaratanın hayatla ihsan ettiği kıymettar hediyeler ve nişanlarla bilerek süslenip hergün tekerrür eden resmi küşatta müminane, şuurdarane, şakirane, minnettarane Padişah-ı Bimisalinin nazarına arz etmektir.
Hem hadsiz zihayatların Halıklarına vasıfane tahiyyatlarını ve şakirane tesbihat hediyelerini anlamak, müşahede etmek ve şehadetle ilan etmektir.
Hem lisan-ı hal ve lisan-ı kàl ve lisan-ı ubudiyet ile Hayy-ı Kayyumun mehasin-i rububiyetini izhar etmektir.
İşte bunlar gibi hayatın yüksek hukukları uzun zaman istemediği gibi, hayatı bin derece ila eder ve dünyevi olan hukuk-u hayatiyeden yüz derece daha kıymettardır diye ilmelyakin ile bildim ve dedim: Sübhanallah! İman ne kadar kıymettar ve hayattardır ki, hangi şeye girse canlandırır ve bir şulesi böyle fani hayatı, bakiyane hayatlandırır, üstündeki fenayı siler.
Üçüncü mesele
Hayatımın Halıkıma bakan fıtri vazifelerine ve manevi faidelerine baktım. Gördüm ki hayatım, hayatın Halıkına üç cihetle ayinedarlık ediyor:
Birinci vecih: Hayatım, acz ve zaafıyla ve fakr ve ihtiyacıyla Halık-ı hayatın kudret ve kuvvetine ve gına ve rahmetine ayinedarlık eder.
Evet, nasıl ki açlık derecesiyle yemeğin lezzet dereceleri ve karanlığın mertebeleriyle ışık mertebeleri ve soğuğun mikyasıyla hararetin mizan dereceleri bilinir; öyle de, hayatımdaki hadsiz acz ve fakr ile beraber hadsiz ihtiyaçlarımı izale ve hadsiz düşmanlarımı def etmek noktasında Halıkımın hadsiz kudret ve rahmetini bildim; sual ve dua ve iltica ve tezellül ve ubudiyet vazifesini anladım ve aldım.
İkinci vecih: Hayatımdaki cüzi ilim ve irade ve sem ve basar gibi manalarıyla Halıkımın külli ve ihatalı sıfatlarına ve şuunatına ayinedarlıktır.
Evet, ben kendi hayatımda ve şuurlu fiillerimde bilmek, işitmek, görmek, söylemek, istemek gibi çok manalarıyla bildim ki, bu kainatın şahsımdan büyüklüğü derecesinde daha büyük bir mikyasta Halıkımın muhit ilmini, iradesini, sem ve basar ve kudret ve hayat gibi evsafını ve muhabbet ve gazap ve şefkat gibi şuunatını anladım; iman ederek tasdik ettim ve itiraf ederek bir marifet yolunu daha buldum.
Üçüncü vecih: Hayatımda nakışları ve cilveleri bulunan esma-i İlahiyeye ayinedarlıktır.
Evet, ben kendi hayatıma ve cismime baktıkça, yüzer tarzda mucizane eserler, nakışlar, sanatlar görmekle beraber, çok şefkatkarane beslendiğimi müşahede ettiğimden, beni yaratan ve yaşatan Zat, ne kadar fevkalade sehavetli, merhametli, sanatkar, lütufkar, ne derece harika iktidarlı—tabirde hata olmasın—maharetli, hüşyar, işgüzar olduğunu iman nuruyla bildim, tesbih ve takdis ve hamd ve şükür ve tekbir ve tazim ve tevhid ve tehlil gibi fıtrat vazifeleri ve hilkat gayeleri ve hayat neticeleri ne olduğunu bildim. Ve kainatta en kıymettar mahluk hayat olduğunun sebebini ve herşey hayata musahhar olmasının sırrını ve hayata karşı herkeste fıtri bir iştiyak bulunduğunun hikmetini ve hayatın hayatı iman olduğunu ilmelyakin ile anladım.
Dördüncü mesele
“Dünyadaki bu hayatımın hakiki lezzeti ve saadeti nedir?” diye, yine bu حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ayetine baktım. Gördüm ki:
Bu hayatımın en saf lezzeti ve en halis saadeti imandadır. Yani, beni yaratan ve yaşatan bir Rabb-ı Rahimin mahluku ve masnuu ve memlukü ve terbiyegerdesi ve nazarı altında olmasına ve Ona her vakit muhtaç bulunmasına ve O ise hem Rabbim, hem İlahım, hem bana karşı gayet merhametli ve şefkatli bulunduğuna kati imanım öyle kafi ve vafi ve elemsiz ve daimi bir lezzet ve saadettir ki, tarif edilmez. Ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ اْلاِيمَانِ ne kadar yerindedir diye ayetten fehmettim.
İşte hayatın hakikatine ve hukukuna ve vazifelerine ve manevi lezzetine ait olan bu dört mesele gösterdiler ki, hayat, Zat-ı Baki-i Hayy-ı Kayyuma baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, hem bekà bulur, hem baki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alır; daha ömrün kısa ve uzunluğuna bakmaz diye bu ayetten dersimi aldım. Ve niyet ve tasavvur ve hayalce bütün hayatların ve zihayatların namına حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedim.
ALTINCI MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE
Mufarakat-ı umumiye hengamı olan harab-ı dünyadan haber veren ahirzaman hadisatı içinde müfarakat-ı hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve ahir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalade ile fıtratımdaki cemalperestlik ve güzellik sevdası ve kemalata meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda, daimi ve tahribatçı olan zeval ve fena ve mütemadi ve tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu fevkalade bir şuur ve teessürle gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazi bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için yine bu ayet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: “Beni oku ve dikkatle manama bak.” Ben de, Sure-i Nurdaki ayet-i Nurun rasathanesine girip imanın dürbünüyle ayet-i Hasbiyenin en uzak tabakalarına ve şuur-u imani hurdebini ile en ince esrarına baktım, gördüm:
Nasıl ki ayineler, şişeler, şeffaf şeyler, hatta kabarcıklar güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemalini ve o ziyanın elvan-ı seba denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar. Ve teceddüt ve teharrükleriyle ve ayrı ayrı kàbiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla o cemali ve o güzellikleri tazelendiriyorlar. Ve inkisaratlarıyla güneşin ve ziyasının ve elvan-ı sebasının gizli güzelliklerini izhar ediyorlar. Aynen öyle de, Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelalin cemal-i kudsisine ve nihayetsiz güzel olan Esma-i Hüsnasının sermedi güzelliklerine ayinedarlık edip cilvelerini tazelendirmek için bu güzel masnular, bu tatlı mahluklar ve bu cemalli mevcudat hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedi ve mukaddes bir cemalin ve daimi tecelli eden ve görünmek isteyen mücerret ve münezzeh bir hüsnün işaretleri ve alametleri ve lemaları ve cilveleri olduğu pek çok kuvvetli delilleriyle Risale-i Nurda tafsilen izah edilmiş. Burada o burhanlardan üç tanesine kısaca işaret edilecek.
Birinci Burhan
Nasıl ki işlenmiş bir eserin güzelliği, işlemesinin güzelliğine; ve işlemek güzelliği, ustalığın o sanattan gelen ünvanın güzelliğine; ve ustadaki sanatkarlık ünvanının güzelliği, o sanatkarın o sanata ait sıfatının güzelliğine; ve sıfatının güzelliği, kàbiliyet ve istidadının güzelliğine; ve kàbiliyetinin güzelliği, zatının ve hakikatinin güzelliğine derece-i bedahette gayet kati bir surette delalet ettiği gibi, aynen öyle de, bu kainatın baştan başa bütün güzel mahluklarında ve yapılışları güzel umum masnularındaki hüsün ve cemal dahi, Sanatkar-ı Zülcelaldeki fiillerinin hüsün ve cemaline kati şehadet; ve efalindeki hüsün ve cemal ise, o fiillere bakan ünvanların, yani isimlerin hüsün ve cemaline şüphesiz delalet; ve isimlerin hüsün ve cemali ise, isimlerin menşei olan kudsi sıfatların hüsün ve cemaline kati şehadet; ve sıfatların hüsün ve cemali ise, sıfatların mebdei olan şuunat-ı zatiyenin hüsün ve cemaline kati şehadet; ve şuunat-ı zatiyenin hüsün ve cemali ise, fail ve müsemma ve mevsuf olan zatının hüsün ve cemaline ve mahiyetinin kudsi kemaline ve hakikatının mukaddes güzelliğine bedahet derecede kati bir surette şehadet eder. Demek Sani-i Zülcemalin kendi Zat-ı Akdesine layık öyle hadsiz bir hüsn-ü cemali var ki, bir gölgesi bütün mevcudatı baştan başa güzelleştirmiş. Ve öyle münezzeh ve mukaddes bir güzelliği var ki, bir cilvesi kainatı serbeser güzelleştirmiş ve bütün daire-i mümkinatı hüsün ve cemal lemalarıyla tezyin edip ışıklandırmış.
Evet, işlenmiş bir eser fiilsiz olmadığı gibi, fiil dahi failsiz olamaz. Ve isimler müsemmasız olması muhal olduğu gibi, sıfatlar dahi mevsufsuz mümkün değildir. Madem bir sanatın ve eserin vücudu, bedahetle o eseri işleyenin fiiline delalet; ve o fiilin vücudu, failinin ve ünvanının ve eseri intaç eden sıfatın ve isminin vücutlarına delalet eder. Elbette bir eserin kemali ve cemali dahi, fiilin kendine mahsus kemal ve cemaline, o da ismin kendine münasip, muvafık güzelliğine, o dahi zatın ve hakikatın—fakat zata ve hakikata layık ve muvafık—kemaline ve cemaline ilmelyakin ile ve bedahetle delalet eder.
Aynen öyle de bu eserler perdesi altındaki faaliyet-i daime failsiz olması muhal olduğu gibi, bu masnuat üstünde cilveleri ve nakışları gözle görünen isimler dahi müsemmasız hiçbir cihetle mümkün olmadığı ve müşahede derecesinde hissedilen kudret, irade gibi sıfatlar dahi mevsufsuz olması muhal olduğundan, şu kainatta bütün eserler, mahluklar, masnular hadsiz vücutlarıyla, Halık ve Sani ve Faillerinin vücud-u efaline ve esmasının vücuduna ve evsafının vücuduna ve şuunat-ı zatiyesinin vücuduna ve Zat-ı Akdesinin vücub-u vücuduna kati bir surette delalet ettikleri gibi, o masnuatın umumunda görünen muhtelif kemalat ve ayrı ayrı cemaller ve çeşit çeşit güzellikler, Sani-i Zülcelalde olan fiillerin ve isimlerin ve sıfatların ve şenlerin ve Zatının kendilerine mahsus, münasip ve layık ve vacibiyetine ve kudsiyetine muvafık olarak hadsiz kemalatlarına ve nihayetsiz cemallerine ve ayrı ayrı ve umum kainatın fevkınde güzelliklerine gayet sarih şehadet ve gayet kati delalet ederler.
İkinci Burhanın beş noktası var:
Birinci nokta: Meşreplerinde, mesleklerinde birbirinden ayrı ve uzak olan bütün ehl-i hakikatın reisleri, zevk ve keşfe istinad ederek, icma ile, ittifak ile iman edip hükmediyorlar ki, bütün mevcudattaki hüsün ve cemal, bir Zat-ı Vacibül-Vücudda bulunan mukaddes hüsün ve cemalin gölgesi ve lemeatı ve perdelerin arkasında cilvesidir.
İkinci nokta: Bütün güzel mahluklar, kàfile kàfile arkasında durmayarak gelip gidiyorlar, fenaya girip kayboluyorlar. Fakat o ayineler üstünde kendini gösteren ve cilvelenen yüksek ve tebeddül etmez bir güzellik, tecellisinde devam ettiğinden kati bir surette gösterir ki, o güzellikler o güzellerin malı ve o ayinelerin cemali değildir. Belki güneşin cemal-i şuaatı cereyan eden suyun üzerindeki kabarcıklarda göründüğü gibi, sermedi bir cemalin ışıklarıdırlar.
Üçüncü nokta: Nurun gelmesi elbette nuraniden ve vücut vermesi her halde mevcuttan ve ihsan ise gınadan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihi olduğu gibi, hüsün vermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemal vermek cemilden olabilir, başka olamaz. İşte bu hakikate binaen iman ederiz ki, bu kainattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki, bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kainat, bütün mevcudatıyla ayinedarlık dilleriyle o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.
Dördüncü nokta: Nasıl ki ceset ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır; ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır; ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de, bu maddi ve cismani olan alem-i şehadet dahi bir cesettir, bir lafızdır, bir surettir; alem-i gaybın perdesi arkasındaki esma-i İlahiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, can alır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddi güzellikler kendi hakikatlerinin ve manalarının manevi güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatleri ise, esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risale-i Nurda kati ispat edilmiştir.
Demek bu kainatta bulunan bütün güzelliklerin envaı ve çeşitleri, alem-i gayb arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerret bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır. Fakat nasıl ki, Vacibül-Vücudun Zat-ı Akdesi, başkalara hiçbir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de, onun kudsi cemali, mümkinatın ve mahlukatın hüsünlerine benzemez, hadsiz derecede daha alidir.
Evet, koca Cennet bütün hüsün ve cemaliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i Cennete Cenneti unutturan bir cemal-i sermedi, elbette nihayeti ve şebihi ve naziri ve misli olmaz. Malumdur ki, herşeyin hüsnü kendine göredir; hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Mesela, gözle hissedilen bir güzellik, kulakla hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akılla fehmedilen bir hüsn-ü akli, ağızla zevk edilen bir hüsn-ü taam bir olmadığı gibi; kalb, ruh ve sair zahiri ve batıni duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilafı gibi muhteliftir. Mesela, imanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi; Cemil-i Zülcelalin nihayet derecede güzel olan Esma-i Hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.
Eğer Cemil-i Zülcelalin esmasındaki hüsünlerin mevcudat ayinelerinde bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temaşa edecek bir geniş, hayali gözle bak. Ve hem bil ki, rahmaniyet, rahimiyet, hakimiyet, adiliyet gibi tabirler, Cenab-ı Hakkın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şenlerine işaret ederler.
İşte, başta insan olarak bütün hayvanatın muntazaman bir perde-i gaybdan gelen erzaklarına bak, Rahmaniyet-i İlahiyenin cemalini gör.
Hem bütün yavruların mucizane iaşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sinelerinde asılmış tatlı, safi, ab-ı kevser gibi iki tulumbacık süte temaşa eyle, rahimiyet-i Rabbaniyenin cazibedar cemalini gör.
Hem bütün kainatı envaıyla beraber bir kitab-ı kebir-i hikmet ve öyle bir kitap ki, her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bab, her babı binler küçük kitap hükmüne getiren hakimiyet-i İlahiyenin cemal-i bimisaline bak, gör.
Hem kainatı bütün mevcudatıyla mizanı altına alan ve bütün ecram-ı ulviye ve süfliyenin muvazenelerini idame ettiren ve güzelliğin en mühim bir esası olan tenasübü veren ve herşeye en güzel vaziyeti verdiren ve her zihayata hakk-ı hayatı verip ihkak-ı hak eden ve mütecavizleri durduran ve cezalandıran bir adiliyetin haşmetli güzelliğine bak, gör. Hem insanın geçmiş tarihçe-i hayatını buğday tanesi küçüklüğündeki kuvve-i hafızasında ve her nebat ve ağacın gelecek tarihçe-i hayat-ı saniyesini çekirdeğinde yazmasına ve her zihayatın muhafazasına lüzumu bulunan alat ve cihazata, mesela arının kanatçıklarına ve zehirli iğnesine ve dikenli çiçeklerin süngücüklerine ve çekirdeklerin sert kabuklarına bak ve hafiziyet ve hafiziyet-i Rabbaniyenin letafetli cemalini gör.
Hem zemin sofrasında Kerim-i Mutlak olan Rahman-ı Rahimin misafirlerine rahmet tarafından ihzar edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, hoş tatlarına ve her zihayatın zevk ve safasına yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerimiyet-i Rabbaniyenin gayet şirin cemalini ve gayet tatlı güzelliğini gör.
Hem Fettah ve Musavvir isimlerinin tecellileriyle başta insan olarak bütün hayvanatın su katrelerinden açılan pek çok manidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden açtırılan çok cazibedar simalarına bak, fettahiyet ve musavviriyet-i İlahiyenin mucizatlı cemalini gör.
İşte, bu mezkur misallere kıyasen, Esma-i Hüsnanın herbirisinin kendine mahsus öyle kudsi bir cemali var ki, birtek cilvesi koca bir alemi ve hadsiz bir nevi güzelleştiriyor.
Birtek çiçekte bir ismin cilve-i cemalini gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir. Ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve Cenneti iman gözüyle görebilirsen bak, gör, cemal-i sermedinin derece-i haşmetini anla. O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemaliyle mukabele etsen çok güzel bir mahluk olursun. Eğer dalaletin hadsiz çirkinliğiyle ve isyanın menfur kubhuyla mukabele edip karşılasan, en çirkin bir mahluk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatın manen menfurları olursun.
Beşinci nokta: Nasıl ki yüzer hüner ve sanat ve kemal ve cemalleri bulunan bir zat, herbir hüner kendini teşhir etmek ve herbir güzel sanat kendini takdir ettirmek ve herbir kemal kendini izhar etmek ve her bir cemal kendini göstermek istemesi kaidesince, o zat dahi bütün hünerlerini ve sanatlarını ve kemalatını ve gizli güzelliklerini tarif edecek, teşhir edecek, gösterecek olan bir harika sarayı yapmış. Her kim o mucizeli sarayı temaşa etse, birden ustasının ve sahibinin hünerlerine ve mehasinine ve kemalatına intikal eder ve gözüyle görür gibi inanır, tasdik eder ve der ki: “Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zat, böyle her cihetle güzel bir eserin masdarı, mucidi ve taklitsiz muhterii olamaz. Belki onun manevi hüsünleri ve kemalleri bu sarayla tecessüm etmiş gibidir” hükmeder.
Aynen öyle de, bu kainat denilen dünyadan, meşher-i acaip ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki, bu saray bir ayinedir; başkasının cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiş. Evet, madem bu saray-ı alemin başka emsali yok ki güzellikleri ondan iktibas edip taklit edilsin. Elbette ve herhalde bunun ustası kendi zatında ve esmasında kendine layık güzellikleri var ki, kainat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları ifade etmek için bir kitap gibi yazılmış.
Üçüncü Burhanın üç nüktesi var.
Birinci nükte: Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfında gayet güzel bir tafsil ve kuvvetli hüccetlerle beyan edilen bir hakikattır. Tafsilini ona havale ederek burada kısa bir işaretle ona bakacağız. Şöyle ki:
Bu masnuata, hususan hayvanat ve nebatata bakıyoruz, görüyoruz ki, kast ve iradeyi gösteren ve ilim ve hikmeti bildiren daimi bir tezyin, bir süslemek ve tesadüfe hamli imkansız bir tanzim, bir güzelleştirmek hükmediyor.
Hem kendi sanatını beğendirmek ve nazar-ı dikkati celb etmek ve masnuunu ve seyircilerini memnun etmek için herşeyde öyle bir nazik sanat ve ince hikmet ve ali zinet ve şefkatli bir tertib ve tatlı vaziyet görünüyor; bedahet derecesinde anlaşılır ki, kendini zişuurlara bildirmek ve tanıttırmak isteyen perde-i gayb arkasında öyle bir sanatkar var ki, herbir sanatıyla çok hünerlerini ve kemalatını teşhirle kendini sevdirmek ve medh ü senasını ettirmek ister.
Hem zişuur mahlukları minnettar ve mesrur ve kendine dost etmek için tesadüfe havalesi imkan haricinde ve umulmadığı yerden leziz nimetlerin her çeşidini onlara ihsan ediyor.
Hem derin bir şefkati ve yüksek bir merhameti ihsas eden manevi ve kerimane bir muamele, bir muarefe ve lisan-ı hal ile ve dostane bir mükaleme ve dualarına rahimane bir mukabele görünüyor.
Demek bu güneş gibi zahir olan tanıttırmak ve sevdirmek keyfiyeti arkasında müşahede edilen lezzetlendirmek ve nimetlendirmek ikramı ise, gayet esaslı bir irade-i şefkat ve gayet kuvvetli bir arzu-yu merhametten ileri geliyor. Ve böyle kuvvetli bir irade-i şefkat ve rahmet ise, hiçbir cihette ihtiyacı olmayan bir Müstağni-i Mutlakta bulunması elbette ve herhalde kendini ayinelerde görmek ve göstermek isteyen ve tezahür etmek, mahiyetinin muktezası ve tebarüz etmek, hakikatinin şeni bulunan nihayet kemalde bir cemal-i bimisal ve ezeli bir hüsn-ü layezali ve sermedi bir güzellik vardır ki, o cemal kendini muhtelif ayinelerde görmek ve göstermek için merhamet ve şefkat suretine girmiş, sonra zişuur ayinelerinde inam ve ihsan vaziyetini almış, sonra tahabbüb ve taarrüf, yani kendini tanıttırmak ve bildirmek keyfiyetini takmış, sonra masnuatı ziynetlendirmek, güzelleştirmek ışığını vermiş.
İkinci nükte: Nev-i insanda, hususan yüksek tabakasında, meslekleri ayrı ayrı hadsiz zatlarda, gayet esaslı bir surette bulunan şedit bir aşk-ı lahuti ve kuvvetli bir muhabbet-i Rabbaniye, bilbedahe misilsiz bir cemale işaret, belki şehadet eder.
Evet, böyle bir aşk öyle bir cemale bakar, iktiza eder ve öyle bir muhabbet böyle bir hüsün ister. Belki bütün mevcudatta lisan-ı hal ve lisan-ı kàl ile edilen umum hamd ve senalar, o ezeli hüsne bakıyor, gidiyor. Belki Şems-i Tebrizi gibi bir kısım aşıkların nazarında, bütün kainatta bulunan umum incizaplar, cezbeler, cazibeler, cazibedar hakikatler, ezeli ve ebedi bir hakikat-ı cazibedara işaretlerdir. Ve ecramı ve mevcudatı Mevlevi-misal pervane gibi raks ve semaa kaldıran cezbedarane harekat ve deveran, o hakikat-ı cazibedarın cemal-i kudsisinin hükümdarane tezahüratı karşısında aşıkane ve vazifedarane bir mukabeledir.
Üçüncü nükte: Bütün ehl-i tahkikin icmaıyla, vücut hayr-ı mahzdır, nurdur. Adem şerr-i mahzdır, zulmettir. Bütün hayırlar, iyilikler, güzellikler, lezzetler, tahlil neticesinde vücuttan neşet ettiklerini ve bütün fenalıklar, şerler, musibetler, elemler, hatta masiyetler ademe raci olduğunu ehl-i akıl ve ehl-i kalbin büyükleri ittifak etmişler.
Eğer desen: Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuttur, vücutta küfür ve enaniyet-i nefsiye dahi var?
Elcevap: Küfür ise, hakaik-ı imaniyeyi inkar ve nefy olduğundan ademdir. Enaniyetin vücudu ise, haksız temellük ve ayinedarlığını bilmemek ve mevhumu muhakkak bilmekten ileri geldiğinden vücut rengini ve suretini almış bir ademdir.
Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuttur ve bütün çirkinliklerin madeni ademdir. Elbette vücudun en kuvvetlisi ve en yükseği ve en parlağı ve ademden en uzağı vacib bir vücud ve ezeli ve ebedi bir varlık, en kuvvetli ve en yüksek ve en parlak ve kusurdan en uzak bir cemal ister, belki öyle bir cemali ifade eder, belki öyle bir cemal olur. Güneşe, ihatalı bir ziyanın lüzumu gibi Vacibül-Vücud dahi sermedi bir cemal istilzam eder; onunla ışık verir.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ اْلاِيمَانِ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَأْنَا سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
İHTAR: ayet-i Hasbiye-i Nuriyenin meratibinden dokuz mertebesi yazılacaktı, fakat bazı esbaba binaen şimdilik üç mertebe tehir edildi.
TENBİH: Risale-i Nur, Kuranın ve Kurandan çıkan burhani bir tefsir olduğundan, Kuranın nükteli, hikmetli, lüzumlu, usandırmayan tekraratı gibi onun da lüzumlu, hikmetli, belki zaruri ve maslahatlı tekraratı vardır. Hem Risale-i Nur, zevk ve şevkle dillerde usandırmayan, daima tekrar edilen kelime-i tevhidin delilleri olmasından, zaruri tekraratı kusur değil; usandırmaz ve usandırmamalı.