Eskişehir hapishanesinin son meyvesi
Otuz Birinci Lemanın İkinci Şuaı
On altı sene evvel, Eskişehir Hapishanesinde, arkadaşlarımın tahliyeleriyle yalnız kaldığım bir vakitte, şu Şua, gayet acele, pek noksan kalemimle, sıkıntılı, rahatsızlık bir zamanda telif edildiğinden bir derece intizamsız olmakla beraber, bugünlerde tashih ederken, iman ve tevhid noktasında pek çok kıymettar ve kuvvetli ve ehemmiyetli gördüm.
Said Nursi
Allahu Ehad İsm-i azamına dair yedinci nükte-i azam ve altı İsm-i azamın altı nüktesinin yedincisi.
İhtar
Bu risale benim nazarımda çok mühimdir. Çünkü, içinde çok mühim ve ince olan esrar-ıimaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam imanını kurtarır inşaallah. Maatteessüf, ben burada kimseyle görüşemediğimden, kendime tebyiz edip yazdıramadım. Bu risalenin kıymetini anlamak istersen, başta bulunan İkinci ve Üçüncü Meyveyi ve ahirdeki Hatimeyi ve Hatimeden iki sahife evvelki Meseleyi evvelce dikkatle okuduktan sonra tamamını teenni ile mütalaa eyle.
Altı İsm-i azamın altı nüktelerinin Allahu Ehade dair yedinci nükte-i azamıdır.
وَبِهِ نَسْتَعِينُ فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ ayetinin bir muhteşem nüktesiyle, meşhur bir kasem-i Nebevinin işaretiyle ve ilhamıyla hissettiğim gayet güzel ve çok şirin ve nihayet derecede latif üç meyve-i tevhid ve üç muktazisi ve üç hüccetine dair bir nüktedir.
İşte, Resulallah aleyhissalatü vesselam yemin ettiği vakit, en çok istimal ve tekrarla her zaman ferman ettiği şu وَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ kasemidir. Ve bu kasem gösteriyor ki, şecere-i kainatın en geniş dairesi ve en müntehası ve nihayatı ve teferruatı dahi Zat-ı Vahid-i Ehadin kudretiyle ve iradesiyledir. Çünkü, mahlukatın en müntehap ve en müstesnası olan Muhammed aleyhissalatü vesselamın nefsi kendi kendine malik olmazsa ve efalinde serbest bulunmazsa ve harekatı başka bir ihtiyara bağlı ise, elbette hiçbir şey, hiçbir şen, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet, cüzi olsun külli olsun, o muhit iktidarın, o şamil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz.
Evet, bu çok manidar kasem-i Muhammedinin (a.s.m.) ifade ettiği, gayet muazzam ve muhit bir tevhid-i rububiyettir. Ve bu tevhidin ispatına dair yüz, belki bin bahir burhanlar, siracün-nur olan Risale-i Nurda beyan edildiğinden, bu hakikat-i aliyenin tafsilat ve ispatını ona havale ederek, bu İkinci Şuada, muhtasar üç makam içinde, bu çok ehemmiyetli hakikat-i imaniyenin Birinci Makamında, gayet latif ve tatlı ve çok kıymettar ve nurlu, hadsiz semerelerinden üç külli meyvelerini gayet muhtasar bir surette beyanla, o meyvelere benim kalbimi sevk eden zevklerime ve hislerime işaret edilecek. İkinci Makamda ise, bu kudsi hakikatin üç külli muktazisi ve esbab-ı mucibesi beyan edilir. Ve o üç muktazi, üç bin muktazilerin kuvvetindedirler. Ve Üçüncü Makamda, o hakikat-i tevhidiyenin üç alametleri zikredilecek. Ve o üç alamet, üç yüz alamet ve emare ve delil kuvvetindedirler.
BİRİNCİ MAKAMIN BİRİNCİ MEYVESİ
Tevhid ve vahdette cemal-i İlahi ve kemal-i Rabbani tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır.
Evet, hadsiz cemal ve kemalat-ı İlahiye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbani ve hesapsız ihsanat ve baha-i Rahmani ve gayetsiz kemal-i cemal-i Samedani, ancak vahdet ayinesinde ve vahdet vasıtasıyla, şecere-i hilkatin nihayatındaki cüziyatın simalarında temerküz eden cilve-i esmada görünür. Mesela, iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, safi, temiz bir süt göndermek olan cüzi fiil ise, tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden, bütün yavruların pek çok harikulade ve pek çok şefkatkarane olan külli ve umumi iaşeleri ve validelerini onlara musahhar etmeleriyle rahmet-i Rahmanın cemal-i layezalisi kemal-i şaşaa ile görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cemal gizlenir ve o cüzi iaşe dahi esbaba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir, bütün bütün kıymetini, belki mahiyetini kaybeder.
Hem mesela, müthiş bir hastalıktan şifa bulmak, eğer tevhid nazarıyla bakılsa, birden, zemin denilen hastahane-i kübrada bulunan bütün dertlilere, alem denilen eczahane-i ekberden ilaçları ve dermanlarıyla şifa ihsan etmek yüzünde, Rahim-i Mutlakın cemal-i şefkati ve mehasin-i rahimiyeti külli ve şaşaalı bir surette görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cüzi fakat alimane, basirane, şuurkarane olan şifa vermek dahi, camid ilaçların hasiyetlerine ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata verilir, bütün bütün mahiyetini ve hikmetini ve kıymetini kaybeder.
Bu makam münasebetiyle hatıra gelen bir salavatın bir nüktesini beyan ediyorum. Şöyle ki:
Namaz tesbihatının ahirinde Şafiilerde gayet müstamel ve meşhur bir salavat olan اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ بِعَدَدِ كُلِّ دَۤاءٍ وَدَوَۤاءٍ وَبَارِكْ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَيْهِمْ كَثِيرًا كَثِيرًا nın ehemmiyeti yüzündendir ki, insanın hikmet-i hilkati ve sırr-ı camiiyeti ise, her zaman, her dakika Halıkına iltica ve yalvarmak ve hamd ve şükür etmek olduğundan, insanı dergah-ı İlahiyeye kamçı vurup sevk eden en keskin ve müessir saik, hastalıklar olduğu gibi, insanı kemal-i şevkle şükre sevk eden ve tam manasıyla minnettar edip hamd ettiren tatlı nimetler ise, başta şifalar ve devalar ve afiyetler olduğundan, bu salavat-ı şerife gayet müşerref ve manidar olmuştur. Ben bazan بِعَدَدِ كُلِّ دَۤاءٍ وَدَوَۤاءٍ dedikçe, küre-i arzı bir hastahane suretinde ve maddi ve manevi bütün dertlerin ve ihtiyaçların dermanlarını ihsan eden Şafi-i Hakikinin pek aşikar bir mevcudiyetini ve külli bir şefkatini ve kudsi ve geniş bir rahimiyetini hissediyorum.
Hem mesela, dalaletin gayet müthiş manevi elemini hisseden bir adama iman ile hidayet ihsan etmek, eğer tevhid nazarıyla bakılsa, birden, o cüzi ve fani ve aciz adam, bütün kainatın Halıkı ve Sultanı olan Mabudunun muhatap bir abdi olmak ve o iman vasıtasıyla bir saadet-i ebediyeyi ve şahane ve çok geniş ve şaşaalı bir mülk-ü baki ve baki bir dünyayı ihsan etmek; ve onun gibi bütün müminleri dahi derecelerine göre o lutfa mazhar etmek olan bu ihsan-ı ekber yüzünde ve simasında bir Zat-ı Kerim ve Muhsinin öyle bir hüsn-ü ezelisi ve öyle bir cemal-i layezalisi görünür ki, böyle bir lemasıyla bütün ehl-i imanı kendine dost ve has kısmını da aşık yapıyor. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cüzi imanı, ya mütehakkim ve hodbin Mutezileler gibi kendi nefsine veya bazı esbaba havale eder ki, hakiki fiyatı ve bahası Cennet olan o Rahmani pırlanta, bir cam parçasına inip, ayinedarlık ettiği kudsi cemalin lemasını kaybeder.
İşte bu üç misale kıyasen, daire-i kesretin müntehasındaki cüziyatın, cüziyat-ı ahvalinde, tevhid noktasında cemal-i İlahinin ve kemal-i Rabbaninin binler envaı ve yüz bin çeşitleri onlarda temerküz cihetinde görünür, anlaşılır, bilinir, tahakkuku sabit olur.
İşte, tevhidde cemal ve kemal-i İlahinin kalben görünmesi ve ruhen hissedilmesi içindir ki, bütün evliya ve asfiya, en tatlı zevklerini ve en şirin manevi rızıklarını, kelime-i tevhid olan La ilahe illallah zikrinde ve tekrarında buluyorlar.
Hem kelime-i tevhidde azamet-i kibriya ve celal-i Sübhani ve saltanat-ı mutlaka-i rububiyet-i Samedaniye tahakkuk etmesi içindir ki, Resulallah Aleyhisselatü Vesselam ferman etmiş:
اَفْضَلُ مَا قُلْتُ اَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلِى لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ
Yani: “Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri, La ilahe illallah kelamıdır.”
Evet, bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık, bir küçük ayine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük ayineye dönüp, o neve mahsus cilvelenen bir çeşit cemal-i İlahiyi gösterir. Ve fani, muvakkat olan güzellikle, baki bir nevi hüsn-ü sermediyi irae eder. Ve Mevlana Celaleddinin dediği gibi,
اٰنْ خَيَالاٰتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْت عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْت
sırrıyla, bir ayine-i cemal-i İlahi olur. Yoksa, eğer tevhid sırrı olmazsa, o cüzi meyve tek başına kalır. Ne o kudsi cemal, ne de o ulvi kemali gösterir. Ve içindeki cüzi bir lema dahi söner, kaybolur. Adeta baş aşağı olup elmastan şişeye döner.
Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatin meyveleri olan zihayatta bir şahsiyet-i İlahiye, bir ehadiyet-i Rabbaniye ve sıfat-ı sebaca manevi bir sima-i Rahmani ve bir temerküz-ü esmai ve اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki hitaba muhatap olan Zatın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder. Yoksa, o şahsiyet, o ehadiyet, o sima, o taayyünün cilvesi inbisat ederek kainat nisbetinde genişlenir, dağılır, gizlenir; ancak çok büyük ve ihatalı, kalbi gözlere görünür. Çünkü azamet ve kibriya perde olur; herkesin kalbi göremez.
Hem o cüzi zihayatlarda pek zahir bir surette anlaşılır ki, onun Sanii onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Adeta, o zihayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir Zatın manevi bir teşahhusu, bir taayyünü, imana görünür.
Ve bilhassa zihayattan insanın mahlukiyeti arkasında gayet aşikar bir tarzda o manevi teşahhus, o kudsi taayyün, sırr-ı tevhidle, imanla müşahede olunur. Çünkü o teşahhus-u ehadiyetin esasları olan ilim ve kudret ve hayat ve sem ve basar gibi manaların hem numuneleri insanda var; o numunelerle onlara işaret eder. Çünkü, mesela, gözü veren Zat, hem gözü görür, hem ince bir mana olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet, senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren Zat, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sair sıfatlar buna kıyas edilsin.
Hem esmanın nakışları ve cilveleri insanda var; onlarla o kudsi manalara şehadet eder.
Hem insan zaafıyla ve acziyle ve fakrıyla ve cehliyle diğer bir tarzda ayinedarlık edip, yine zaafına, fakrına merhamet eden ve medet veren Zatın kudretine, ilmine, iradesine ve hakeza, sair evsafına şehadet eder.
İşte, daire-i kesretin müntehasında ve en dağınık cüziyatında, sırr-ı vahdetle bin bir esma-i İlahiye, zihayat denilen küçücük mektuplarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sani-i Hakim, zihayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zihayatlardan küçüklerin taifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafa neşreder.
Bu Birinci Meyvenin hakikatine beni isal ve sevk eden zevki bir hissimdir. Şöyle ki:
Bir zaman, ziyade rikkatimden ve fazla şefkatten ve acımak duygusundan, zihayat ve hususan onlardan zişuur ve bilhassa insanlar ve bilhassa mazlumlar ve musibete giriftar olanların halleri çok ziyade rikkatime ve şefkatime ve kalbime dokunuyordu. Kalben diyordum: “Bu aciz ve zayıf biçarelerin dertlerini, alemde hükmeden bu yeknesak kanunlar dinlemedikleri gibi, istila edici ve sağır olan unsurlar, hadiseler dahi işitmezler. Bunların bu perişan hallerine merhamet edip hususi işlerine müdahale eden yok mu?” diye ruhum çok derin feryat ediyordu. Hem, “O çok güzel memlüklerin ve çok kıymettar malların ve çok müştak ve minnettar dostların işlerine bakacak ve onlara sahabet edecek ve himayet edecek bir malikleri, bir sahipleri, bir hakiki dostları yok mu?” diye kalbim bütün kuvvetiyle bağırıyordu.
İşte, ruhumun feryadına ve kalbimin vaveylasına vafi ve kafi ve teskin edici ve kanaat verici cevap ise, sırr-ı tevhid ile, Rahman ve Rahim olan Zat-ı Zülcelalin, umumi kanunların tazyikatları ve hadisatın tehacümatı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memlüklerine, kanunların fevkinde olarak, ihsanat-ı hususiyesi ve imdadat-ı hassası ve doğrudan doğruya herşeye karşı rububiyet-i hususiyesi ve herşeyin tedbirini bizzat kendisi görmesi ve herşeyin derdini bizzat dinlemesi ve herşeyin hakiki maliki, sahibi, hamisi olduğunu, sırr-ı Kuran ve nur-u iman ile bildim. O hadsiz meyusiyet yerinde, nihayetsiz bir mesruriyet hissettim. Ve herbir zihayat, öyle bir Malik-i Zülcelale mensubiyeti ve memlukiyeti cihetiyle, nazarımda binler derece bir ehemmiyet, bir kıymet kesb ettiler.
Çünkü, madem herkes efendisinin şerefiyle ve mensup olduğu zatın makamıyla ve şöhretiyle iftihar eder, bir izzet peyda eder. Elbette, nur-u iman ile bu mensubiyetin ve memlukiyetin inkişafı suretinde, bir karınca bir Firavunu o mensubiyet kuvvetiyle mağlup ettiği gibi, o mensubiyet şerefiyle dahi, gafil ve kendi kendine malik ve başıboş kendini zanneden ve ecdadıyla ve mülk-ü Mısır ile iftihar eden ve kabir kapısında o iftiharı sönen bin Firavun kadar iftihar edebilir. Ve sinek dahi, Nemrutun sekerat vaktinde azaba ve hicaba inkılap eden iftiharına karşı kendi mensubiyetinin şerefini irae edip, onunkini hiçe indirebilir.
İşte, اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ ayeti, şirkte hadsiz ve çok büyük bir zulüm bulunduğunu ifade ile bildirir. Şirk öyle bir cürümdür ki, herbir mahlukun hakkına ve şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür; ancak onu Cehennem temizler.
TEVHİDİN İKİNCİ MEYVESİ
Birinci Meyve Halik-ı Kainat olan Zat-ı Akdese baktığı gibi, İkinci Meyve dahi kainatın zatına ve mahiyetine bakar. Evet, sırr-ı vahdetle kainatın kemalatı tahakkuk eder. Ve mevcudatın ulvi vazifeleri anlaşılır. Ve mahlukatın netice-i hilkatleri takarrur eder. Ve masnuatın kıymetleri bilinir. Ve bu alemdeki makàsıd-ı İlahiye vücud bulur. Ve zihayat ve zişuurların hikmet-i hilkatları ve sırr-ı icadları tezahür eder. Ve bu dehşet-engiz tahavvülat içinde kahharane fırtınaların hiddetli, ekşi simaları arkasında rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri görünür. Ve fena ve zevalde kaybolan mevcudatın neticeleri ve hüviyetleri ve mahiyetleri ve ruhları ve tesbihatları gibi çok vücutları kendilerine bedel alem-i şehadette bırakıp sonra gittikleri bilinir. Ve kainat baştan başa gayet manidar bir kitab-ı Samedani ve mevcudat ferşten Arşa kadar gayet mucizane bir mecmua-i mektubat-ı Sübhaniye ve mahlukatın bütün taifeleri gayet muntazam ve muhteşem bir ordu-yu Rabbani ve masnuatın bütün kabileleri mikroptan, karıncadan ta gergedana, ta kartallara, ta seyyarata kadar Sultan-ı Ezelinin gayet vazifeperver memurları olduğu bilinmesi ve herbir şey, ayinedarlık ve intisap cihetiyle binler derece kıymet-i şahsiyesinden daha yüksek kıymet almaları ve “Seyl-i mevcudat ve kàfile-i mahlukat nereden geliyor ve nereye gidecek ve niçin gelmişler ve ne yapıyorlar?” diye halledilmeyen tılsımlı suallerin manaları ona inkişaf etmesi, ancak ve ancak sırr-ı tevhid iledir. Yoksa, kainatın bu mezkúr yüksek kemalatları sönecek ve o ulvi ve kudsi hakikatleri zıtlarına inkılap edecek.
İşte şirk ve küfür cinayeti, kainatın bütün kemalatına ve ulvi hukuklarına ve kudsi hakikatlerine bir tecavüz olduğu cihetledir ki, ehl-i şirk ve küfre karşı kainat kızıyor ve semavat ve arz hiddet ediyor ve onların mahvına anasır ittifak edip, kavm-i Nuh ve ad ve Semud ve Firavun gibi ehl-i şirki boğuyor, gark ediyor. تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِمَ ayetinin sırrıyla, Cehennem dahi ehl-i şirk ve küfre öyle kızıyor ve kızışıyor ki, parçalanmak derecesine geliyor. Evet, şirk kainata karşı büyük bir tahkir ve azim bir tecavüzdür. Ve kainatın kudsi vazifelerini ve hilkatin hikmetlerini inkar etmekle şerefini kırıyor. Nümune için binler misallerden birtek misale işaret edeceğiz.
Mesela, sırr-ı vahdetle kainat öyle cesim ve cismani bir melaike hükmünde olur ki, mevcudatın nevileri adedince yüz binler başlı ve her başında o nevide bulunan fertlerin sayısınca yüz binler ağız ve her ağzında o ferdin cihazat ve ecza ve aza ve hüceyratı miktarınca yüz binler dillerle Saniini takdis ederek tesbihat yapan İsrafilmisal ubudiyyette ulvi bir makam sahibi bir acaibül-mahlukat iken; hem sırr-ı tevhidle ahiret alemlerine ve menzillerine çok mahsulat yetiştiren bir mezraa ve dar-ı saadet tabakalarına amal-i beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrika ve alem-i bekàda, hususan Cennet-i aladaki ehl-i temaşaya dünyadan alınma sermedi manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüz bin yüzlü sinemalı bir fotoğraf iken; şirk ise, bu çok acip ve tam muti, hayattar ve cismani melaikeyi camid, ruhsuz, fani, vazifesiz, halik, manasız hadisatın hercümerci altında ve inkılapların fırtınaları içinde, adem zulümatında yuvarlanan bir perişan mecmua-i vahiyesi, hem bu çok garip ve tam muntazam, menfaattar fabrikayı mahsulatsız, neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin melabegahı ve umum zişuurun matemhanesi ve bütün zihayatın mezbahası ve hüzüngahı suretine çevirir. İşte اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ sırrıyla, şirk birtek seyyie iken ne kadar çok ve büyük cinayetlere medar oluyor ki, Cehennemde hadsiz azaba müstehak eder. Her ne ise… Siracün-Nurda bu ikinci meyvenin izahatı ve hüccetleri mükerreren beyan edildiğinden, o uzun kıssayı kısa bıraktık.
Bu İkinci Meyveye beni sevk edip isal eden acip bir his ve garip bir zevktir. Şöyle ki:
Bir zaman, bahar mevsiminde temaşa ederken gördüm ki: Zemin yüzünde haşir ve neşr-i azamın yüz binler nümunelerini gösteren bir seyeran ve seyelan içinde kàfile kàfile arkasında gelen geçen mevcudatın ve bilhassa zihayat mahlukatın, hususan küçücük zihayatların kısa bir zamanda görünüp derakap kaybolmaları ve daimi bir faaliyet-i müdhişe içinde mevt ve zeval levhaları bana çok hazin görünüp, rikkatime şiddetle dokunarak beni ağlatıyordu. O güzel hayvancıkların vefatlarını gördükçe kalbim acıyordu: “Of, yazık! Ah yazık!” diyerek bu “ah”ların, “of”ların altında derinden derine bir vaveyla-i ruhi hissediyordum. Ve bu akıbete uğrayan hayat ise, ölümden beter bir azap gördüm.
Hem, nebatat ve hayvanat aleminde gayet güzel, sevimli ve çok kıymettar sanatta olan zihayatların bir dakikada gözünü açıp bu seyrangah-ı kainata bakar, dakikasıyla mahvolur, gider. Bu hali temaşa ettikçe ciğerlerim sızlıyordu. Ağlamakla şekva etmek istiyor; “Neden geliyorlar, hiç durmadan gidiyorlar?” diye feleğe karşı kalbim dehşetli sualler soruyor ve böyle faidesiz, gayesiz, neticesiz, çabuk idam edilen bu masnucuklar gözümüz önünde bu kadar ihtimam ve dikkat ve sanat ve cihazat ve terbiye ve tedbir ile kıymettar bir surette icad edildikten sonra gayet ehemmiyetsiz paçavralar gibi parçalanıp hiçlik karanlıklarına atılmalarını gördükçe, kemalata meftun ve güzelliklere müptela ve kıymettar şeylere aşık olan bütün latifelerim ve duygularım feryad edip bağırıyorlardı ki: “Neden bunlara merhamet edilmiyor? Yazık değiller mi? Bu baş döndürücü deverandaki fena ve zeval nereden gelip bu biçarelere musallat olmuş?” diye mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzünde bulunan elim keyfiyetleriyle kadere karşı müthiş itirazlar başladığı hengamda, birden nur-u Kuran, sırr-ı iman, lutf-u Rahman ile tevhid imdadıma yetişti, o karanlıkları aydınlattı, benim bütün o “ah” ve “of”larımı “oh”lara ve o ağlamalarımı sürurlara ve o yazık demelerimi maşaallah, barekallahlara çevirdi; “Elhamdü lillahi ala nuril-iman” dedirtti. Çünkü, sırr-ı vahdetle şöyle gördüm ki:
Herbir mahluk, hususan herbir zihayatın sırr-ı tevhidle çok büyük neticeleri ve umumi faideleri vardır. Ezcümle:
Herbir zihayat, mesela bu süslü çiçek ve şu tatlıcı sinek, öyle manidar, İlahi, manzum bir kasideciktir ki, hadsiz zişuurlar onu kemal-i lezzetle mütalaa ederler. Ve öyle kıymettar bir mucize-i kudrettir ve bir ilanname-i hikmettir ki, Saniinin sanatını nihayetsiz ehl-i takdire cazibedarane teşhir eder. Hem kendi sanatını kendisi temaşa etmek ve kendi cemal-i fıtratını kendisi müşahede etmek ve kendi cilve-i esmasının güzelliklerini ayineciklerde kendisi seyretmek isteyen Fatır-ı Zülcelalin nazar-ı şuhuduna görünmek ve mazhar olmak, gayet yüksek bir netice-i hilkatidir. Hem kainattaki hadsiz faaliyeti iktiza eden tezahür-ü rububiyete ve tebarüz-ü kemalat-ı İlahiyeye (Yirmi Dördüncü Mektupta beyan edildiği gibi) beş vech ile hizmeti dahi, ulvi bir vazife-i fıtratıdır. Ve böyle faideleri ve neticeleri vermekle beraber, kendi yerinde, bu alem-i şehadette ziruh ise ruhunu ve hadsiz hafızalarda ve sair elvah-ı mahfuzalarda suretini ve hüviyetini ve tohumlarında ve yumurtacıklarında mahiyetinin kanunlarını ve bir nevi müstakbel hayatını ve alem-i gaybda ve daire-i esmada ayinedarlık ettiği kemalleri ve güzellikleri bırakıp, mesrurane terhis manasında bir zahiri mevt ile bir zeval perdesi altına girer, yalnız dünyevi gözlerden saklanır mahiyetinde gördüm; “Oh, elhamdü lillah” dedim.
Evet, kainatın bütün tabakatında ve umum nevilerinde gözle görünen ve her tarafa kök salan gayet esaslı ve çok kuvvetli ve kusursuz ve nihayet derecede parlak olan bu cemaller ve güzellikler, elbette şirkin iktiza ettiği çok çirkin ve haşin ve gayet menfur ve perişan olan evvelki vaziyet muhal ve mevhum olduğunu gösteriyor. Çünkü, böyle çok esaslı bir cemal perdesi altında böyle dehşetli bir çirkinlik saklanamaz ve bulunamaz. Eğer bulunsa, o hakikatli cemal, hakikatsiz, asılsız, vahi ve vehmi olur. Demek şirkin hakikati yok, yolu kapalı, bataklıkta saplanır; hükmü muhal, mümtenidir.
Bu mezkur hissi olan hakikat-i imaniye, tafsilatla ve kati burhanlar ile Siracün-Nurun müteaddit risalelerinde beyan edildiğinden, burada bu kısacık işaretle iktifa ederiz.
ÜÇÜNCÜ MEYVE
Zişuura ve bilhassa insana bakar, Evet, sırr-ı vahdetle insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi ve kainatın en kıymettar meyvesi ve mahlukatın en nazenini ve en mükemmeli ve zihayatın en bahtiyarı ve en mesudu ve Halik-ı alemin muhatabı ve dostu olabilir. Hatta bütün kemalat-ı insaniye ve beşerin bütün ulvi maksatları tevhidle bağlıdır ve sırr-ı vahdetle vücut bulur. Yoksa, eğer vahdet olmazsa, insan mahlukatın en bedbahtı ve mevcudatın en süflisi ve hayvanatın en biçaresi ve zişuurun en hüzünlüsü ve azaplısı ve gamlısı olur. Çünkü, insan nihayetsiz bir aczi ve nihayetsiz düşmanları ve hadsiz bir fakrı ve hadsiz ihtiyaçları bulunmakla beraber, mahiyeti öyle çok ve mütenevvi alatla ve hissiyatla teçhiz edilmiş ki, yüz bin çeşit elemleri hisseder ve yüz binler tarzlarda lezzetleri zevk ederek ister. Ve öyle maksatları ve arzuları var ki, bütün kainata birden hükmü geçmeyen bir zat o arzuları yerine getiremez.
Mesela, insanda gayet şedit bir arzu-yu bekà var. İnsanın bu maksadını öyle bir zat verebilir ki, bütün kainatı bir saray hükmünde tasarruf eder. Bir odanın kapısını kapayıp, diğer bir menzilin kapısını açmak gibi kolay bir surette dünya kapısını kapayıp ahiret kapısını açabilsin. Beşerin bu arzu-yu bekà gibi ebed tarafına uzanmış ve aktar-ı aleme yayılmış binler menfi ve müsbet arzuları var ki, onları vermekle beşerin iki dehşetli yaraları olan aczini ve fakrını tedavi eden zat ise, ancak sırr-ı vahdetle bütün kainatı kabzasında tutan Zat-ı Ehad olabilir.
Hem beşerde, kalbinin selametine ve istirahatine ait öyle incecik ve gizli ve cüzi matlapları ve ruhunun bekàsına ve saadetine medar öyle büyük ve muhit ve külli maksatları var ki, onları öyle bir zat verebilir ki, kalbin en ince ve görünmez perdelerini görür, lakayt kalmaz. Hem en gizli ve işitilmez gayet mahfi seslerini işitir, cevapsız bırakmaz.
Hem, semavat ve arzı, iki muti nefer gibi emrine musahhar ederek külli hizmetlerde çalıştıracak derecede muktedir olabilsin. Hem insanın bütün cihazatları ve hissiyatları, sırr-ı vahdetle gayet yüksek bir kıymet alırlar ve şirk ve küfür ile gayet derecede sukut ederler. Mesela; insanın en kıymettar cihazı akıldır. Eğer sırr-ı tevhidle olsa, o akıl, hem İlahi, kudsi defineleri, hem kainatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtarı olur. Eğer şirk ve küfre düşse, o akıl, o halde geçmiş zamanın elim hüzünlerini ve gelecek zamanın vahşi korkularını insanın başına toplattıran meşum ve sebeb-i taciz bir alet-i bela olur.
Hem mesela: İnsanın en latif ve şirin bir seciyesi olan şefkat, eğer sırr-ı tevhid onun yardımına yetişmezse, öyle müthiş bir hırkat, bir firkat, bir rikkat, bir musibet olur ki, insanı en bedbaht bir dereceye indirir. Tek bir güzel yavrusunu ebedi kaybeden bir gafil valide, bu hırkati tam hisseder.
Hem mesela: İnsanın en lezzetli ve tatlı ve kıymetli hissi olan muhabbet, eğer sırr-ı tevhid yardım etse, bu küçücük insanı, kainat kadar büyüttürür ve genişlik verir ve mahlukata nazenin bir sultan yapar. Eğer şirk ve küfre düşse—eliyazu billah!—öyle bir musibet olur ki, mütemadiyen zeval ve fenada mahvolan hadsiz mahbuplarının ebedi firaklarıyla biçare kalb-i insaniyi her dakika parça parça eder. Fakat, gaflet veren lehviyatlar, muvakkaten iptal-i his nevinden zahiren hissettirmiyor.
İşte, bu üç misale yüzer cihazat ve hissiyat-ı beşeriyeyi kıyas etsen, vahdet, tevhid ne derece kemalat-ı insaniyeye medar olduğunu anlarsın. Bu Üçüncü Meyve dahi Siracün-Nurun belki yirmi risalelerinde gayet güzel bir tafsil ve hüccetli bir surette beyan edildiğinden burada kısa bir işaretle iktifa ederiz.
Beni bu meyveye sevk ve isal eden şöyle bir histir:
Bir zaman yüksek bir dağ başındaydım. Gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhi vasıtasıyla, kabir tam manasıyla, ölüm bütün çıplaklığıyla ve zeval ve fena ağlattırıcı levhalarıyla bana göründü. Herkes gibi fıtratımdaki fıtri aşk-ı bekà, birden zevale karşı isyan edip galeyana geldi. Ve muhabbet ve takdirle pek çok alakadar olduğum ehl-i kemalat ve meşahir-i enbiya ve evliya ve asfiyanın sönmelerine ve mahvolmalarına karşı mahiyetimdeki rikkat-i cinsiye ve şefkat-i neviye dahi kabre karşı tuğyan edip feveran etti. Ve altı cihete istimdatkarane baktım; hiç bir teselli, bir medet göremedim. Çünkü, zaman-ı mazi tarafı, bir mezar-ı ekber; ve müstakbel bir karanlık; ve yukarı bir dehşet; ve aşağı ve sağ ve sol taraflarından elim ve hazin haller, hadsiz muzır şeylerin tehacümatını gördüm.
Birden sırr-ı tevhid imdadıma yetişti, perdeyi açtı, hakikat-i halin yüzünü gösterdi. “Bak” dedi.
En evvel, beni çok korkutan ölümün yüzüne baktım. Gördüm ki, ölüm, ehl-i iman için bir terhistir. Ecel terhis tezkeresidir, bir tebdil-i mekandır, bir hayat-ı bakiyenin mukaddimesi ve kapısıdır. Zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağıstan-ı cinana bir uçmaktır. Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahmana girmeye bir nöbettir ve dar-ı saadete gitmeye bir davettir diye kati anladığımdan, ölümü ve mevti sevmeye başladım.
Sonra zeval ve fenaya baktım. Gördüm ki, sinema perdeleri gibi ve güneşe mukàbil akan kabarcıklar misillü, lezzet verici bir teceddüd-ü emsaldir, bir tazelenmektir. Ve Esma-i Hüsnanın çok hasna ve güzel cilvelerini tazelendirmek için alem-i gaybdan gelip alem-i şehadette vazifedarane bir seyerandır, bir cevelandır. Ve cemal-i rububiyetin hikmettarane bir tezahüratıdır. Ve mevcudatın hüsn-ü sermediye karşı bir ayinedarlığıdır, yakinen bildim.
Sonra altı cihete baktım. Gördüm ki, sırr-ı tevhidle o kadar nuranidir ki, göz kamaştırıyor. Geçmiş zaman bir mezar-ı ekber olmadığını, belki, zaman-ı istikbale inkılap eden binler mecalis-i münevvere ve mecma-i ahbap, binler menazır-ı nuraniye gördüm.
Ve hakeza, bu iki madde gibi binler maddelerin hakiki yüzlerine baktım; sürur ve şükürden başka bir tesir, bir keyfiyet vermediklerini gördüm.
Bu Üçüncü Meyveye ait bu zevkimi ve hissimi Siracün-Nurun belki kırk risalelerinde cüzi, külli delillerle beyan etmişim. Ve bilhassa Yirmi Altıncı Lema olan İhtiyarlar Risalesinin on üç adet ricalarında o derece kati ve güzel izah edilmiştir ki, daha fevkinde izah olmaz. Onun için bu pek uzun kıssayı bu makamda pek çok kısa kestim.
İkinci Makam
Tevhidi ve vahdaniyeti ve vahdeti kati bir surette iktiza ve istilzam ve icap eden ve şirki ve iştiraki kabul etmeyen ve müsaade vermeyen deliller hadsizdirler. Onlardan yüzler, belki binler burhanlar Risale-i Nurda tafsilen ispat edildiğinden, burada muktazilerin üç adedine icmalen işaret edilecek.
BİRİNCİSİ
Bu kainatta, gözle görünen hakimane efalin ve basirane tasarrufatın şehadetiyle, bu masnuat, bir Hakim-i Hakimin, bir Kebir-i Kamilin hudutsuz sıfat ve isimleriyle ve nihayetsiz, mutlak olan ilim ve kudretiyle yapılıyor, icad ediliyor.
Evet, bir hads-i kati ile, bu eserlerden, o Saniin hem rububiyet-i amme derecesinde hakimiyeti ve amiriyeti, hem ceberutiyet-i mutlaka derecesinde kibriyası ve azameti, hem uluhiyet-i mutlaka derecesinde kemali ve istiğnası, hem hiçbir kayıt altına girmeyen ve hiçbir hadd-i nihayet bulunmayan faaliyeti ve saltanatı var olduğu anlaşılır ve kati bilinir, belki görünür. Hakimiyet ve kibriya ve kemal ve istiğna ve ıtlak ve ihata ve nihayetsizlik ve hadsizlik ise, vahdeti istilzam edip, iştirake zıttırlar. Amma hakimiyet ve amiriyetin vahdete şehadetleri ise, Risale-i Nurun çok yerlerinde gayet kati bir surette ispat edilmiş. Hülasatül-hülasası şudur ki:
Hakimiyetin şeni ve muktezası istiklaliyet ve infiraddır ve gayrın müdahalesini reddir. Hatta, aczleri için muavenete fıtraten muhtaç olan insanlar dahi, o hakimiyetin bir gölgesi cihetiyle gayrın müdahalesini red ve istiklaliyetini muhafaza etmek için, bir memlekette iki padişah, bir vilayette iki vali, bir nahiyede iki müdür, hatta bir mahallede iki muhtar bulunmuyor. Eğer bulunsa hercümerc olur, ihtilal başlar, intizam bozulur.
Madem hakimiyetin bir gölgesi, aciz ve muavenete muhtaç olan insanlarda bu derece müdahale-i gayrı ve iştiraki reddedip kabul etmezse, elbette aczden münezzeh bir Kadir-i Mutlakta, rububiyet suretindeki hakimiyet, hiçbir cihetle iştiraki ve müdahale-i gayrı kabul etmez. Belki gayet şiddetle reddeder ve şirki tevehhüm ve itikad edenleri gayet hiddetle dergahından tard eder. İşte, Kuran-ı Hakimin ehl-i şirk aleyhinde gayet şiddet ve hiddetle beyanatı bu mezkur hakikatten ileri geliyor.
Amma, kibriya ve azamet ve celalin vahdete şehadetleri ise, o dahi Risale-i Nurda parlak burhanlarıyla beyan edilmiş. Burada gayet muhtasar bir mealine işaret edilecek.
Mesela, nasıl ki, güneşin azamet-i nuru ve kibriya-yı ziyası, perdesiz ve yakınında bulunan başka zayıf nurlara hiçbir cihetle ihtiyaç bırakmadığı ve tesir vermediği gibi, öyle de, kudret-i İlahiyenin azamet ve kibriyası dahi, ayrı hiçbir kuvvete, hiçbir kudrete ihtiyaç bırakmadığı gibi, onlara hiçbir icadı, hiçbir hakiki tesiri vermez. Ve bilhassa kainattaki bütün makàsıd-ı Rabbaniyenin temerküz ettiği yeri ve medarları olan zihayat ve zişuurları başkalara havalesi kàbil değil. Hem hilkat-ı insaniyenin ve hadsiz enva-ı nimetin icadındaki gayelerin tezahür ettiği yerleri, menşeleri olan zihayatların cüziyatındaki ahval ve semeratı ve neticeleri başka ellere havalenin hiçbir cihet-i imkanı yoktur. Mesela, bir zihayat, cüzi bir şifası veya bir rızkı veya bir hidayeti için Cenab-ı Haktan başkasına hakiki minnettar olmak ve başkasına perestişkarane medih ve sena etmek, rububiyetin azametine dokunur ve uluhiyetin kibriyasına ilişir ve mabudiyet-i mutlakanın haysiyetine dokundurur, celalini müteessir eder.
Amma kemalin sırr-ı vahdete işareti ise, yine Risale-i Nurda çok parlak burhanlarıyla beyan edilmiştir. Gayet muhtasar bir meali şudur ki:
Semavat ve arzın hilkatı, bilbedahe gayet kemalde bir kudret-i mutlakayı ister. Belki, her bir zihayatın acaip cihazatı dahi kemal-i mutlakta bir kudreti iktiza eder. Ve aczden münezzeh ve kayıttan müberra bir kudret-i mutlakadaki kemal ise, elbette vahdeti istilzam eder. Yoksa, kemaline nakise ve ıtlakına kayıt konmak ve nihayetsizliğine nihayet vermek ve en kavi bir kudreti en zayıf bir acze sukut ettirmek ve nihayetsiz bir kudrete, nihayetsiz olduğu bir vakitte, bir mütenahi ile nihayet vermek lazım gelecek. Bu ise, beş vech ile muhal içinde muhaldır.
Amma, ıtlak ve ihata ve nihayetsizliğin vahdete şehadetleri ise, o dahi Siracün-Nur risalelerinde tafsilen zikredilmiş. Bir muhtasar meali şudur:
Madem, kainattaki efalin herbiri, kendi eserinin etrafa istilakarane yayılmasıyla herbir fiilin ihatasını ve ıtlakını ve hadsiz bulunduğunu ve kayıtsızlığını gösterir. Ve madem, iştirak ve şirk ise, o ihatayı inhisar altına ve o ıtlakı kayıt altına ve o hadsizliği had altına alıp ıtlakın hakikatını ve ihatının mahiyetini bozuyor. Elbette mutlak ve muhit olan o efalde iştirak muhaldir, imkanı yoktur.
Evet, ıtlakın mahiyeti iştirake zıttır. Çünkü, ıtlakın manası, hatta mütenahi ve maddi ve mahdut birşeyde dahi olsa, yine istilakarane ve istiklaldarane etrafa, her yere yayılır, intişar eder. Mesela, hava ve ziya ve nur ve hararet, hatta su, ıtlaka mazhar olsalar, her tarafa yayılırlar.
Madem ıtlak ciheti, cüzide dahi olsa, maddileri, mahdutları böyle müstevli yapıyor. Elbette külli bir ıtlak-ı hakiki, böyle hem nihayetsiz, hem maddeden münezzeh, hem hudutsuz, hem kusurdan müberra olan sıfatlara öyle bir istila ve ihata verir ki, şirk ve iştirakın hiçbir cihet-i imkanı ve ihtimali olamaz.
Elhasıl, kainatta görünen binlerle efal-i umumiyenin ve cilveleri görünen yüzer esma-i İlahiyenin herbirinin hem hakimiyeti, hem kibriyası, hem kemali, hem ihatası, hem ıtlakı, hem nihayetsizliği vahdetin ve tevhidin gayet kuvvetli birer burhanıdırlar.
Hem nasıl ki bir fevkalade kuvvet, faaliyete girmek için istila etmek ister, başka kuvvetleri dağıtır. Öyle de, herbir fiil-i rububiyet ve herbir cilve-i esma-i uluhiyet, o derece fevkalade kuvvetleri, eserlerinde görünüyor ki, eğer hakimiyet-i amme ve adalet-i mutlaka olmasaydı ve onları durdurmasaydı, herbiri umum mevcudatı istila edecekti.
Mesela, kavak ağacını umum zeminde halk eden ve tedbirini gören bir kuvvet, hiç mümkün müdür ki, onun yanında ve efradı içinde yayılmış ve karışmış olan ceviz ve elma ve zerdali misillü ağaçların kavağa bitişik olan cüzi fertlerini, o kavak nevini tamamen, birden zapteden külli kuvveti altına ve tedbiri içine almasın ve istila etmesin ve başka kuvvetlere kaptırsın.
Evet, herbir nevi mahlukatta, belki herbir fertte tasarruf eden öyle bir kuvvet ve kudret hissediliyor ki, bütün kainatı istila ve bütün eşyayı zapt ve bütün mevcudatı hükmü altına alabilir bir mahiyette görünüyor. Elbette böyle bir kuvvet, iştiraki hiç bir cihette kabul edemez, şirke meydan vermez.
Hem nasıl ki bir meyvedar ağacın sahibi, o ağaçtan en ziyade ehemmiyet verdiği ve alakadarlık gösterdiği cihet ve madde, o ağacın meyveleri ve dallarının uçlarındaki semereleri ve tohumluk için o meyvelerin kalblerinde ve bizzat kalbleri olan çekirdekleridir. Ve onun maliki, aklı varsa, o dallardaki meyveleri başkalara daimi temlik edip boş boşuna malikiyetini bozmaz. Aynen öyle de, şu kainat denilen ağacın dalları olan unsurlar ve unsurların uçlarında bulunan ve çiçekleri ve yaprakları hükmünde olan nebatat ve hayvanat ve o yaprakların ve çiçeklerin en yukarısındaki meyveler olan insanlar ve o meyvelerin en mühim meyveleri ve semereleri ve netice-i hilkatleri olan ubudiyetlerini ve şükürlerini ve bilhassa o meyvelerin cemiyetli çekirdekleri olan kalblerini ve zahr-ı kalb denilen kuvve-i hafızalarını başka kuvvetlere hiçbir cihetle kaptırmaz ve kaptırmakla saltanat-ı rububiyetini kırmaz ve kırmakla mabudiyetini bozmaz.
Hem daire-i mümkinatın ve kesretin en müntehasında bulunan cüziyatta, belki o cüziyatın cüziyat-ı ahvalinde ve keyfiyatında makàsıd-ı rububiyet temerküz ettiğinden, hem de mabudiyete uzanan ve Mabuda bakan minnettarlıkların ve teşekküratların ve perestişliklerin menşeleri onlar olduğundan, elbette onları başka ellere vermez ve vermekle hikmetini iptal etmez. Ve hikmetini iptal etmekle uluhiyetini iskat etmez. Çünkü mevcudatın icadındaki en mühim makasıd-ı Rabbaniye, kendini zişuurlara tanıttırmak ve sevdirmek ve medh ü senasını ettirmek ve minnettarlıklarını kendine celb etmektir.
Bu ince sır içindir ki, şükrü ve perestişi ve minnettarlığı ve muhabbeti ve medhi ve ubudiyeti intac eden rızık ve şifa ve bilhassa hidayet ve iman gibi daire-i kesretin en ahirindeki cüzi ve külli bu gibi fiiller ve inamlar, doğrudan doğruya Kainat Halıkının ve umum mevcudat Sultanının eseri ve ihsanı ve inamı ve hediyesi ve fiili olduğunu göstermek için, Kuran-ı Mucizül-Beyan tekrar ile rızkı ve hidayeti ve şifayı Zat-ı Vacibül-Vücuda veriyor. Ve onları ihsan etmek “Ona mahsus ve Ona münhasırdır” diyor. Ve gayet şiddetle gayrın müdahalesini reddediyor.
Evet, ebedi bir dar-ı saadeti kazandıran iman nimetini veren, elbette ve herhalde o dar-ı saadeti halk eden ve imanı ona anahtar yapan bir Zat-ı Zülcelalin nimeti olabilir. Başkası bu derece büyük bir nimetin münimi olarak mabudiyetin en büyük penceresini kapayıp, en ehemmiyetli vesilesini kapamaz ve çalamaz.
Elhasıl, şecere-i hilkatin en müntehasındaki en cüzi ahval ve semerat, iki cihetle tevhide ve vahdete işaret ve şehadet ederler:
Birincisi: Rububiyetin kainattaki maksatları onlarda tecemmu ve gayeleri onlarda temerküz ve ekser Esma-i Hüsnanın cilveleri ve zuhurları ve taayyünleri ve hilkat-i mevcudatın neticeleri ve faideleri onlarda içtima ettiğinden, onların herbirisi bu temerküz noktasından der: “Ben bütün kainatı halk eden Zatın malıyım, fiiliyim, eseriyim.”
İkinci cihet ise: O cüzi meyvenin kalbi, hem hadisçe “zahr-ı kalb” denilen insanın hafızası, ekser envaın bir çeşit muhtasar fihristesi ve bir küçük nümune haritası ve şecere-i kainatın bir manevi çekirdeği ve ekser esma-i İlahiyenin incecik bir ayinesi olduğu, hem o kalbin ve hafızanın emsalleri ve sikkeleri bir tarzda bulunan bütün kalblerin ve hafızaların kainat yüzünde müstevliyane intişarları, elbette bütün kainatı kabza-i tasarrufunda tutan bir Zata bakar ve “Yalnız Onun eseriyim ve Onun sanatıyım” derler.
Elhasıl: Nasıl ki bir meyve, faideliliği cihetiyle, tamam ağacının malikine bakar. Ve çekirdeği cihetiyle, bütün o ağacın ecza ve aza ve mahiyetine nazar eder. Ve bütün emsalinde aynı bulunan yüzündeki sikkesi cihetiyle, o ağacın bütün meyvelerini temaşa eder, “Biz biriz ve bir elden çıkmışız, bir tek Zatın malıyız. Ve birimizi yapan, elbette umumumuzu O yapar” derler. Öyle de, daire-i kesretin nihayetlerindeki zihayat ve zihayatın ve hususan insanın yüzündeki sikke ve kalbindeki fihristiyet ve mahiyetindeki neticelik ve meyvelik cihetiyle, doğrudan doğruya bütün kainatı kabza-i rububiyetinde tutan Zata bakar ve vahdetine şehadet eder.
VAHDaNİYETİN İKİNCİ MUKTAZİSİ
Vahdette vücub derecesinde bir suhulet, bir kolaylık ve şirkte imtina derecesinde bir suubet ve müşkülat bulunmasıdır. Bu hakikat ise, İmam-ı Ali radıyallahu anhın tabirince, Siracün-Nurun çok risalelerinde ve bilhassa Yirminci Mektupta tafsilen ve Otuzuncu Lemanın Dördüncü Nüktesinde icmalen, gayet kati ve parlak bir surette ispat ve izah edilmiş ve gayet kuvvetli burhanlarla gösterilmiştir ki:
Bütün eşya bir tek Zata verilse, bu kainatın icadı ve tedbiri, bir ağaç kadar kolay; ve bir ağacın halkı ve inşası, bir meyve kadar suhuletli; ve bir baharın ibdaı ve idaresi, bir çiçek kadar asan; ve hadsiz efradı bulunan bir nevin terbiyesi ve tedbiri, bir fert kadar müşkülatsız olur.
Eğer, şirk yolunda esbab ve tabiata verilse, bir ferdin icadı, bir nevi, belki neviler kadar, ve bir çiçeğin hayattar ibdaı ve teçhizi bir bahar, belki baharlar kadar; ve bir meyvenin inşa ve ihyası, bir ağaç, belki yüz ağaç kadar; ve bir ağacın icad ve inşa ve ihya ve idare ve terbiye ve tedbiri kainat kadar, belki daha ziyade müşkül olur.
Madem Siracün-Nurda hakikat-ı hal böyle ispat edilmiş ve madem, bilmüşahede gözümüz önünde görüyoruz ki, gayet derecede sanatlı ve kıymettarlıkla beraber nihayet derecede bir mebzuliyet var. Ve her bir zihayat fevkalade mucizane ve harika ve çok cihazatları bulunan birer makine-i acibe olmakla beraber, sehavet-i mutlaka içinde, kibrit çakar gibi bir sürat-i harika ile gayet derecede kolaylık ve suhulet ve külfetsiz bir surette vücuda geliyorlar. Elbette, bizzarure ve bilbedahe gösterir ki, o mebzuliyet ve o suhulet, vahdetten ve birtek Zatın işleri olmasından ileri geliyor. Yoksa, değil ucuzluk ve çokluk ve çabukluk ve kolaylık ve kıymettarlık, belki şimdi beş parayla alınan bir meyve, beş yüz lira ile alınmayacaktı; belki bulunmayacak derecede nadir olacaktı. Ve şimdi saati kurmak ve elektriğin düğmelerine dokunmakla işleyen muntazam makineler gibi vücutları, icadları kolay ve asan olan zihayat şeyler, imtina derecesinde suubetli, müşkülatlı olacak ve bir günde ve bir saatte ve bir dakikada bütün cihazat ve şerait-i hayatıyla vücuda gelen bir kısım hayvanlar bir senede, belki bir asırda, belki hiç gelmeyecekti. Siracün-Nurun yüz yerinde, en muannid bir münkiri dahi susturacak bir katiyetle ispat edilmiş ki, bütün eşya birtek Zat-ı Vahid-i Ehade verilse, birtek şey gibi kolay ve çabuk ve ucuz olur. Eğer esbaba ve tabiata dahi hisse verilse, birtek şeyin icadı bütün eşya kadar çetin ve geç ve ehemmiyetsiz ve pahalı olacak.
Bu hakikatın burhanlarını görmek istersen, Yirminci ve Otuz Üçüncü Mektuplara ve Yirmi İkinci ve Otuz İkinci Sözlere ve tabiata dair Yirmi Üçüncü ve İsm-i azama dair Otuzuncu Lemalara ve bilhassa Otuzuncu Lemanın ism-i Ferd ve ism-i Kayyuma dair Dördüncü ve Altıncı Nüktelerine baksan göreceksin ki, iki kere iki dört eder katiyetinde bu hakikat ispat edilmiştir. Burada, o yüzer bürhanlarından bir tanesine işaret edilecek. Şöyle ki:
Eşyanın icadı ya ademden olur, ya terkip suretinde sair anasırdan ve mevcudattan toplanır.
Eğer birtek zata verilse, o vakit herhalde o zatın herşeye muhit bir ilmi ve herşeye müstevli bir kudreti bulunacak. Ve bu surette, onun ilminde suretleri ve vücud-u ilmileri bulunan eşyaya vücud-u harici vermek ve zahir bir ademden çıkarmak ise, bir kibrit çakar gibi veya göze görünmeyen bir yazıyla yazılan bir hattı göze göstermek için gösterici bir maddeyi üstüne geçirmek ve sürmek gibi veya fotoğrafın ayinesindeki sureti kağıt üstüne nakleden kolay ameliyat gibi gayet kolay bir surette, Saniin ilminde planları ve programları ve manevi miktarları bulunan eşyayı, emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile adem-i zahiriden vücud-u hariciye çıkarır.
Eğer inşa ve terkip suretinde olsa ve hiçten, ademden icad etmeyip belki anasırdan ve etraftan toplamak suretiyle yapsa, yine nasıl ki bir taburun istirahat için her tarafa dağılmış olan efratlarının bir boru sadasıyla toplanmaları ve muntazam bir vaziyete girmeleri ve o sevkiyatı teshil ve o vaziyeti muhafaza hususunda bütün ordu kendi kumandanının kuvveti ve kanunu ve gözü hükmünde olduğu gibi; aynen öyle de, Sultan-ı Kainatın kumandası altındaki zerreler, Onun kaderi ve ilmi düsturlarıyla ve müstevli kudretinin kanunlarıyla ve temas ettikleri sair mevcudat dahi o Sultanın kuvveti ve kanunu ve memurları gibi teshilatçı olarak o zerreler sevk olunup gelirler. Bir zihayatın vücudsunu teşkil etmek için, ilmi ve kaderi birer manevi kalıp hükmünde bir miktar-ı muayyen içine girerler, dururlar.
Eğer eşya ayrı ayrı ellere ve esbaba ve tabiat gibi şeylere havale edilse, o halde, bütün ehl-i aklın ittifakıyla, hiçbir sebep, hiçbir cihetten, hiçten, ademden icad edemez. Çünkü o sebebin muhit bir ilmi, müstevli bir kudreti olmadığından, o adem ise, yalnız zahiri ve harici bir adem olmaz. Belki adem-i mutlak olur. Adem-i mutlak ise, hiçbir cihetle menşe-i vücud olamaz. Öyle ise, herhalde terkip edecek. Halbuki inşa ve terkip suretinde bir sineğin, bir çiçeğin cesedini, cismini zeminin yüzünden toplamak ve ince bir elekle eledikten sonra binler müşkülatla o mahsus zerreler gelebilirler. Hem geldikten sonra dahi, o cisimde dağılmadan muntazam bir vaziyeti muhafaza etmek için—manevi ve ilmi kalıpları bulunmadığından—maddi ve tabii bir kalıp, belki, azaları adedince kalıplar lazımdır—ta ki o gelen zerreler o cism-i zihayatı teşkil etsinler.
İşte, bütün eşya birtek zata verilmesi, vücub ve lüzum derecesinde bir kolaylık; ve müteaddit esbaba verilmesi, imtina ve muhal derecesinde müşkülatlar bulunduğu gibi, herşey Zat-ı Vahid-i Ehade verilse, nihayet derecede ucuzluk içinde gayet derecede kıymettar ve fevkalade sanatlı ve çok manidar ve gayet kuvvetli olur. Eğer şirk yolunda müteaddit esbaba ve tabiata havale edilse, nihayet derece pahalılık içinde, gayet derecede ehemmiyetsiz, sanatsız, manasız, kuvvetsiz olur.
Çünkü, nasıl bir adam askerlik haysiyetiyle bir kumandan-ı azama intisap ve istinat ettiğinden, hem bir ordu onun arkasında—lüzum olursa—tahşid edilebilir bir kuvve-i maneviyeyi, hem o kumandanın ve ordunun kuvveti onun ihtiyat kuvveti olmasıyla, kuvvet-i şahsiyesinden binler defa ziyade maddi bir kudreti, hem o ehemmiyetli kuvvetinin menabiini ve cephanesini ordu taşıdığı için kendisi taşımaya mecbur olmadığından fevkalade işleri yapabilecek bir iktidarı kazandığından, o tek nefer, düşman olan bir müşiri esir ve bir şehri tehcir ve bir kalayı teshir edebilir. Ve eseri, harika ve kıymettar olur. Eğer askerliği terk edip kendi kendine kalsa, o harika kuvve-i maneviyeyi ve o fevkalade kudreti ve o mucizekar iktidarı birden kaybederek, adi bir başıbozuk gibi, kuvvet-i şahsiyesine göre cüzi, kıymetsiz, ehemmiyetsiz işleri görebilir. Ve eseri de o nisbette küçülür.
Aynen öyle de, tevhid yolunda herşey Kadir-i Zülcelale intisap ve istinat ettiğinden, bir karınca bir Firavunu, bir sinek bir Nemrutu, bir mikrop bir cebbarı mağlub ettikleri gibi, tırnak gibi bir çekirdek dağ gibi bir ağacı omuzunda taşıyarak o ağacın bütün alat ve cihazatının menşei ve mahzeni bir destgah olmakla beraber; herbir zerre dahi, yüz bin sanatlarda ve tarzlarda bulunan cisimleri ve suretleri teşkil etmek hizmetinde bulunmak olan hadsiz vazifeleri o intisap ve istinatla görebilir. Ve o küçücük memurların ve bu incecik askerlerin mazhar oldukları eserler gayet mükemmel ve sanatlı ve kıymettar olur. Çünkü, o eserleri yapan zat, Kadir-i Zülcelaldir, onların ellerine vermiş, onları perde yapmış.
Eğer şirk yolunda esbaba havale edilse, karıncanın eseri karınca gibi ehemmiyetsiz; ve zerrenin sanatı, zerre kadar kıymeti kalmaz ve herşey manen sukut ettiği gibi maddeten dahi o derece sukut edecekti ki, koca dünyayı beş parayla kimse almazdı.
Madem hakikat budur ve madem herşey nihayet derecede hem kıymettar, hem sanatlı, hem manidar, hem kuvvetli görünüyor; gözümüzle görüyoruz. Elbette tevhid yolundan başka yol yoktur ve olamaz. Eğer olsa, bütün mevcudatı değiştirmek ve dünyayı ademe boşaltıp, yeniden ehemmiyetsiz muzahrafatla doldurmak lazım gelecek, ta ki şirke yol açılabilsin.
İşte, İmam-ı Alinin tabirince “Siracün-Nur” ve “Siracus-Sürc” olan Resailün-Nurda tevhide dair beyan ve izah edilen yüzler burhanlardan birtek burhanın icmalini işittin; ötekileri kıyas edebilirsin.
TEVHİDİN ÜÇÜNCÜ MUKTAZİSİ
Herşeyde, hususan zihayat masnulardaki hilkat fevkalade sanatkarane olmakla beraber, bir çekirdek bir meyvenin ve bir meyve bir ağacın ve bir ağaç bir nevin ve bir nev bir kainatın bir küçük nümunesi, bir misal-i musağğarası, bir muhtasar fihristesi bir mücmel haritası, bir manevi çekirdeği ve ilmi düsturlarla ve hikmet mizanlarıyla kainattan süzülmüş, sağılmış, toplanmış birer cami noktası ve mayelik birer katresi olduğundan, onlardan birisini icad eden zat, herhalde bütün kainatı icad eden aynı zattır. Evet, bir kavun çekirdeğini halk eden Zat, bilbedahe kavunu halk edendir; ondan başkası olamaz ve olması muhal ve imkansızdır.
Evet, biz bakıyoruz, görüyoruz ki, kanda her bir zerre o kadar muntazam ve çok vazifeleri görüyor ki, yıldızlardan geri kalmıyor. Ve kanda bulunan her bir küreyvat-ı hamra ve beyza, o derece şuurkarane ceset için muhafaza ve iaşe hususunda öyle işleri görüyor ki, en mükemmel erzak memurlarından ve muhafaza askerinden daha mükemmeldir.
Ve cisimdeki hüceyrelerinin her birisi o derece muntazam muamelata ve varidat ve sarfiyata mazhardır ki, en mükemmel bir cesetten ve bir saraydan daha mükemmel idare edilir.
Ve hayvanatın ve nebatatın her bir ferdi, yüzünde öyle bir sikkeyi ve içinde ve sinesinde öyle bir makineyi taşıyor ki, bütün hayvanları ve nebatları icad eden bir zat, ancak o sikkeyi o yüzde ve o makineyi o sine içinde yapabilir.
Ve zihayattan her bir nevi o derece zemin yüzünde muntazaman yayılmış ve sair nevilere münasebettarane karışmış ki, bütün o envaı birden icad, idare, tedbir, terbiye etmeyen ve zemin yüzünü örten ve dört yüz bin nebati ve hayvani olan atkı ipleriyle dokunan gayet nakışlı ve sanatlı hayattar bir haliçeyi nesc ve icad edemeyen, o tek nevi icad ve idare edemez.
Daha bunlara başka şeyler kıyas edilse, anlaşılır ki, kainat mecmuası, halk ve icad cihetinde tecezzi kabul etmez bir külldür ve tedbir ve rububiyet cihetinde inkısamı imkansız bir küllidir.
Bu Üçüncü Muktazi, Siracün-Nurun çok risalelerinde, hususan Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfında o kadar kati ve parlak izah ve ispat edilmiştir ki, güneşin akisleri gibi herşeyin ayinesinde bir burhan-ı vahdet temessül ve bir hüccet-i tevhid inikas ediyor. Biz, o izaha iktifaen, burada o uzun kıssayı kısa kestik.
Üçüncü Makam
Bu makam, tevhidin üç külli alametini icmalen beyan edecek.
Vahdetin tahakkukuna ve vücuduna delalet eden deliller ve alametler ve hüccetler had ve hesaba gelmez. Onlardan binler burhanlar Siracün-Nurda tafsilen beyan edildiğinden, bu Üçüncü Makamda yalnız üç külli hüccetlerin icmalen beyanıyla iktifa edildi.
BİRİNCİ ALaMET VE HÜCCET ki, وَحْدَهُ kelimesi onun neticesidir.
Her şeyde bir vahdet var. Vahdet ise, bir vahide delalet ve işaret eder. Evet, vahid bir eser, bilbedahe vahid bir saniden sudur eder. Bir, elbette birden gelir. Her şeyde bir birlik bulunduğundan, elbette birtek zatın eseri ve sanatı olduğunu gösterir.
Evet, bu kainat bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir. Belki esma ve efal-i umumiye-i İlahiyenin adedince vahdetleri giymiş birtek insan-ı ekberdir. Belki, enva-ı mahlukat sayısınca dallarına vahdetler, birlikler asılmış bir şecere-i tuba-i hilkattir.
Evet, kainatın idaresi bir ve tedbiri bir ve saltanatı bir ve sikkesi bir, bir, bir, bir, ta bin bir bir birler kadar…
Hem bu kainatı çeviren isimler ve fiiller bir iken, her biri kainatı veya ekserisini ihata eder. Yani, içinde işleyen hikmeti bir ve inayeti bir ve tanzimatı bir ve iaşesi bir ve muhtaçlarının imdatlarına koşan rahmet bir ve o rahmetin bir şerbetçisi olan yağmur bir—ve hakeza, bir, bir, bir, ta binler bir birler…
Hem bu kainatın sobası olan güneş bir, lambası olan kamer bir, aşçısı olan ateş bir, levazımat deposu ve hazineli direği olan dağ bir, sakacı ve sucusu bir ve bağları sulayan süngeri bir—ve hakeza, bir, bir, bir, ta bin bir birler kadar…
İşte, alemin bu kadar birlikleri ve vahdetleri güneş gibi zahir birtek Vahid-i Ehade işaret ve delalet eden bir hüccet-i bahiredir.
Hem kainat unsurlarının ve nevilerinin herbirisi bir olmasıyla beraber, zeminin yüzünü ihata etmesi ve birbirinin içine girmesi ve münasebettarane ve belki muavenetkarane birleşmesi, elbette malik ve sahip ve sanilerinin bir olmasına bir alamet-i zahiredir.
İKİNCİ ALaMET VE HÜCCET ki, لاَ شَرِيكَ لَهُ kelimesini intaç ediyor.
Bütün kainatta, zerrelerden ta yıldızlara kadar herşeyde kusursuz bir intizam-ı ekmel ve noksansız bir insicam-ı ecmel ve zulümsüz bir mizan-ı adilin bulunmasıdır.
Evet, kemal-i intizam, insicam-ı mizan ise, yalnız vahdetle olabilir. Müteaddit eller birtek işe karışırsa, karıştırır. Sen gel, bu intizamın haşmetine bak ki, bu kainatı gayet mükemmel öyle bir saray yapmış ki, herbir taşı bir saray kadar sanatlı. Ve gayet muhteşem öyle bir şehir etmiş ki, hadsiz olan varidat ve sarfiyatı ve nihayetsiz kıymettar malları ve erzakı, bir perde-i gaybdan kemal-i intizamla, vakti vaktine, umulmadığı yerlerden geliyor. Ve gayet manidar öyle mucizane bir kitaba çevirmiş ki, herbir harfi yüz satır ve herbir satırı yüz sahife ve her sahifesi yüz bab ve her babı yüz kitap kadar manaları ifade eder. Hem bütün babları, sahifeleri, satırları, kelimeleri, harfleri birbirine bakar, birbirine işaret ederler.
Hem sen gel, bu intizam-ı acip içinde şu tanzimin kemaline bak ki, bu koca kainatı ter temiz medeni bir şehir, belki temizliğine gayet dikkat edilen bir güzel kasır, belki yetmiş süslü hulleleri birbiri üstüne giymiş bir huril-in, belki, yetmiş latif, ziynetli perdelere sarılmış bir gül goncası gibi pak ve temizdir.
Hem sen gel, bu intizam ve nezafet içindeki bu mizanın kemal-i adaletine bak ki, bin derece büyütmekle ancak görülebilen küçücük ve incecik mahlukları ve huveynatı ve bin defa küre-i arzdan büyük olan yıldızları ve güneşleri, o mizanın ve o terazinin vezniyle ve ölçüsüyle tartılır ve onlara lazım olan herşeyleri noksansız verilir. Ve o küçücük mahluklar, o fevkalade büyük masnularla beraber, o mizan-ı adalet karşısında omuz omuzadırlar. Halbuki, o büyüklerden öyleleri var ki, eğer bir saniye kadar muvazenesini kaybetse, muvazene-i alemi bozacak ve bir kıyameti koparacak kadar bir tesir yapabilir.
Hem sen gel, bu intizam, nezafet, mizanın içinde bu fevkalade cazibedar cemale ve güzelliğe bak ki, bu koca kainatı gayet güzel bir bayram ve gayet süslü bir meşher ve çiçekleri yeni açılmış bir bahar şeklini vermiş. Ve koca baharı, gayet güzel bir saksı, bir gül destesi yapmış ki, her bahara, zeminin yüzünde mevsim be mevsim açılan yüzbinler nakışlı bir muhteşem çiçek suretini vermiş. Ve o baharda herbir çiçeği çeşit çeşit zinetlerle güzelleştirmiş.
Evet, nihayet derecede hüsün ve cemalleri bulunan Esma-i Hüsnanın güzel cilveleriyle kainatın herbir nevi, hatta herbir ferdi, kàbiliyetine göre öyle bir hüsne mazhar olmuşlar ki, Hüccetül-İslam İmam-ı Gazali demiş:
لَيسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ Yani, “Daire-i imkanda bu mükevvenattan daha bedi, daha güzel yoktur.”
İşte, bu muhit ve cazibedar olan hüsün ve bu umumi ve harikulade nezafet ve bu müstevli ve şümullü ve gayet hassas mizan ve bu ihatalı ve her cihetle mucizane intizam ve insicam, vahdete ve tevhide öyle bir hüccettir, bir alamettir ki, gündüzün ortasındaki ziyanın güneşe işaretinden daha parlaktır.
Bu makama ait gayet mühim iki şıklı bir suale gayet muhtasar ve kuvvetli bir cevaptır.
Sualin Birinci Şıkkı
Bu makamda diyorsun ki: “Kainatı hüsün ve cemal ve güzellik ve adalet ihata etmiştir. Halbuki, gözümüz önünde bu kadar çirkinliklere ve musibetlere ve hastalıklara ve beliyyelere ve ölümlere ne diyeceksin?”
Elcevap: Çok güzellikleri intaç veya izhar eden bir çirkinlik dahi, dolayısıyla bir güzelliktir. Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebep olan bir çirkinliğin yok olması, görünmemesi, yalnız bir değil, belki müteaddit defa çirkindir. Mesela, vahid-i kıyasi gibi bir kubh bulunmazsa, hüsnün hakikatı bir tek nevi olur; pek çok mertebeleri gizli kalır. Ve kubhun tedahülü ile mertebeleri inkişaf eder. Nasılki soğuğun vücuduyla hararetin mertebeleri ve karanlığın bulunmasıyla ziyanın dereceleri tezahür eder. Aynen öyle de, cüzi şer ve zarar ve musibet ve çirkinliğin bulunmasıyla, külli hayırlar ve külli menfaatler ve külli nimetler ve külli güzellikler tezahür ederler.
Demek çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir. Çünkü, neticelerin çoğu güzeldir. Evet, yağmurdan zarar gören tembel bir adam, yağmura rahmet namını verdiren hayırlı neticelerini hükümden iskat etmez, rahmeti zahmete çeviremez.
Amma, fena ve zeval ve mevt ise, Yirmi Dördüncü Mektupta gayet kuvvetli ve kati burhanlarla ispat edilmiş ki, onlar umumi rahmete ve ihatalı hüsne ve şümullü hayra münafi değiller; belki muktezalarıdırlar. Hatta şeytanın dahi, manevi terakkiyat-ı beşeriyenin zembereği olan müsabakaya ve mücahedeye sebep olduğundan, o nevin icadı dahi hayırdır, o cihette güzeldir. Hem, hatta kafir, küfürle bütün kainatın hukukuna bir tecavüz ve şerefini tahkir ettiğinden, ona cehennem azabı vermek güzeldir. Başka risalelerde bu iki nokta tamamen tafsil edildiğinden, burada bir kısa işaretle iktifa ediyoruz.
Sualin İkinci Şıkkı
Haydi şeytana ve kafire ait bu cevabı umumi noktasında kabul edelim. Fakat, Cemil-i Mutlak ve Rahim-i Mutlak ve hayr-ı mutlak olan Zat-ı Ganiyy-i Alel-Itlak, nasıl oluyor ki, biçare cüzi ferdleri ve şahısları musibete, şerre, çirkinliğe müptela ediyor?
Elcevap: Ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya o Cemil ve Rahim-i Mutlakın hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden gelir. Ve musibet ve şerler ise, saltanat-ı rububiyetin, adetullah namı altında ve külli iradelerin mümessilleri olan umumi ve külli kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüzi neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüzi muktezaları olduğundan, elbette külli maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için, o şerli, cüzi neticeleri dahi halk eder. Fakat o cüzi ve elim neticelere karşı, imdadat-ı hassa-i Rahmaniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbaniye ile, musibete düşen efradın feryatlarına ve beliyyelere giriftar olan eşhasın istiğaselerine yetişir. Ve fail-i muhtar olduğunu ve herbir şeyin herbir işi, onun meşietine bağlı bulunduğunu ve umum kanunları dahi daima irade ve ihtiyarına tabi bulunmalarını ve o kanunların tazyikinden feryat eden fertleri, bir Rabb-i Rahim dinlediğini ve imdatlarına ihsanıyla yetiştiğini göstermekle; Esma-i Hüsnanın kayıtsız ve hadsiz cilvelerine hadsiz ve kayıtsız bir meydan açmak için o külli adetullah düsturlarının ve o umumi kanunların şüzuzatıyla ve hem, şerli cüzi neticeleriyle, hususi ihsanat ve hususi teveddüdat, yani sevdirmekle hususi tecelliyat kapılarını açmıştır.
Bu ikinci alamet-i tevhid, Siracün-Nurun belki yüz yerlerinde beyan edildiğinden, burada hafif bir işaretle iktifa ettik.
ÜÇÜNCÜ ALaMET VE HÜCCET
لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ ile işaret edilen, had ve hesaba gelmeyen tevhid sikkeleridir.
Evet, herşeyin yüzünde, cüzi olsun külli olsun, zerrattan ta seyyarata kadar öyle bir sikke var ki, ayinede güneşin cilvesi güneşi gösterdiği gibi, öyle de, o sikke ayinesi dahi, Şems-i Ezel ve Ebede işaret ederek vahdetine şehadet eder. O hadsiz sikkelerden pek çokları Siracün-Nurda tafsilen beyan edildiğinden, burada yalnız kısa bir işaretle üç tanesine bakacağız. Şöyle ki:
Mecmu-u kainatın yüzüne, envaın birbirine karşı gösterdikleri teavün, tesanüd, teşabüh, tedahülden mürekkep geniş bir sikke-i vahdet konulduğu gibi, zeminin yüzüne de, dört yüz bin hayvani ve nebati taifelerden mürekkep bir ordu-yu Sübhaninin ayrı ayrı erzak, esliha, elbise, talimat, terhisat cihetinde gayet intizamla, hiçbirini şaşırmayarak, vakti vaktine verilmesiyle koyduğu o sikke-i tevhid misillü, insanın yüzüne de, her bir yüzün umum yüzlere karşı birer alamet-i farika bulunmasıyla koyduğu sikke-i vahdaniyet gibi, her bir masnuun yüzünde, cüzi olsun külli olsun, birer sikke-i tevhid ve her bir mahlukun başında, büyük olsun küçük olsun, az ve çok olsun, birer hatem-i ehadiyet müşahede edilir. Ve bilhassa zihayat mahlukların sikkeleri çok parlaktırlar. Belki, her bir zihayat kendisi dahi, birer sikke-i tevhid, birer hatem-i vahdet, birer mühr-ü ehadiyet, birer turra-i samediyettirler.
Evet, her bir çiçek, her bir meyve, her bir yaprak, her bir nebat, her bir hayvan öyle birer mühr-ü ehadiyet, birer hatem-i samediyettir ki, her bir ağacı birer mektub-u Rabbani ve her bir taife-i mahlukatı birer kitab-ı Rahmani ve her bir bahçeyi birer ferman-ı Sübhani suretine çevirerek, o ağaç mektubuna, çiçekleri adedince mühürler ve meyveleri sayısınca imzalar ve yaprakları miktarınca turralar basılmış. Ve o nev ve taife kitabına dahi, onun katibini göstermek, bildirmek için ferdleri adedince hatemler basılmış. Ve o bahçe fermanına, onun sultanını tanıttırmak, tarif etmek için o bağ içinde bulunan nebat, ağaç, hayvan sayısınca sikkeler basılmış. Hatta her bir ağacın mebdeinde ve müntehasında ve üstünde ve içinde هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ isimlerinin işaret ettikleri dört sikke-i tevhid var.
· İsm-i Evvel ile işaret edildiği gibi, her bir meyvedar ağacın menşe-i aslisi olan çekirdek öyle bir sandukçadır ki, o ağacın programını ve fihristesini ve planını; ve öyle bir destgahtır ki, onun cihazatını ve levazımatını ve teşkilatını ve öyle bir makinedir ki, onun iptidadaki incecik varidatını ve latifane masarifini ve tanzimatını taşıyor.
· Ve ism-i ahirle işaret edildiği gibi, her bir ağacın neticesi ve meyvesi öyle bir tarifenamedir ki, o ağacın eşkalini ve ahvalini ve evsafını, ve öyle bir beyannamedir ki, onun vazifelerini ve menfaatlerini ve hassalarını; ve öyle bir fezlekedir ki, o ağacın emsalini ve ensalini ve nesl-i atisini o meyvenin kalbinde bulunan çekirdeklerle beyan ediyor, ders veriyor.
· Ve ism-i Zahir ile işaret edildiği gibi, her ağacın giydiği suret ve şekil, öyle musanna ve münakkaş bir hulledir, bir libastır ki, o ağacın dal ve budak ve · aza ve eczasıyla tam kàmetine göre biçilmiş, kesilmiş, süslendirilmiş. Ve öyle hassas ve mizanlı ve manidardır ki, o ağacı bir kitap, bir mektup, bir kaside suretine çevirmiştir.
· Ve ism-i Batın ile işaret edildiği gibi, her ağacın içinde işleyen destgah öyle bir fabrikadır ki, o ağacın bütün ecza ve azasını teşkil ve tedvir ve tedbirini gayet hassas mizanla ölçtüğü gibi, bütün ayrı ayrı azalarına lazım olan maddeleri ve rızıkları, gayet mükemmel bir intizam altında sevk ve taksim ve tevzi ile beraber akılları hayret içinde bırakan şimşek çakmak gibi bir sürat ve saati kurmak gibi bir sühulet ve bir orduya arş demek gibi bir birlik ve beraberlik ile o harika fabrika işliyor.
Elhasıl; her bir ağacın evveli, öyle bir sandukça ve program, ve ahiri, öyle bir tarifename ve nümune; ve zahiri, öyle bir musanna hulle ve bir münakkaş libas; ve batını, öyle bir fabrika ve destgahtır ki, bu dört cihet öyle birbirine bakıyorlar. Ve dördün mecmuundan öyle bir sikke-i azam, belki bir ism-i azam tezahür eder ki, bilbedahe, bütün kainatı idare eden bir Sani-i Vahid-i Ehadden başkası o işleri yapamaz. Ve ağaç gibi her zihayatın evveli, ahiri, zahiri, batını birer sikke-i tevhid, birer hatem-i vahdet, birer mühr-ü ehadiyet, birer turra-i vahdaniyet taşıyor.
İşte, bu üç misaldeki ağaca kıyasen, bahar dahi çok çiçekli bir ağaçtır. Güz mevsiminin eline emanet edilen tohumlar, çekirdekler, kökler, ism-i Evvelin sikkesini; ve yaz mevsiminin kucağına dökülen, eteğini dolduran meyveler, hububat ve sebzevatlar ism-i ahirin hatemini ve bahar mevsimi, huril-in misillü birbiri üstüne giydiği sündüs-misal hulleler ve yüzbin nakışlarla süslenmiş fıtri libaslar ism-i Zahirin mührünü ve baharın içinde ve zeminin batnında işleyen Samedani fabrikalar ve kaynayan rahmani kazanlar ve yemekleri pişirttiren Rabbani matbahlar, ism-i Batının turrasını taşıyorlar.
Hatta her bir nevi—mesela, nev-i beşer—dahi bir ağaçtır. Kökü ve çekirdeği mazide ve semereleri, neticeleri müstakbelde olarak hayat-ı cinsiye ve bekà-yı nevi içinde gayet muntazam kanunların bulunması gibi, hal-i hazır vaziyeti dahi, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye düsturlarının hükmü altında bir sikke-i tevhid ve zahiri karışıklıklar altında gizli, muntazam bir hatem-i vahdet ve müşevveş ahval-i beşeriye altında mukadderat-ı hayAtiyedenilen kaza ve kaderin düsturlarının hükmü altında bir mühr-ü vahdaniyet taşıyor.
Hatime
Sırr-ı tevhid içinde sair erkan-ı imaniyeye birer kelamla kısacık birer işarettir.
Ey insan-ı gafil! Gel bir kere düşün ve bu risalenin üç makamında beyan edilen Üç Meyve, Üç Muktazi, Üç Hücceti nazara al, bak ki, bu kainatta tasarruf eden ve en cüzi bir şifayı ve en küçük bir şükrü dahi nazara alan ve sinek kanadı gibi en az bir sanatı başkalarına havale etmeyen ve vermeyen ve lakayt kalmayan ve en basit bir tohuma bir ağaç kadar vazifeler ve hikmetler takan ve kendi Rahmaniyetini ve Rahimiyetini ve Hakimliğini herbir sanatıyla ihsas eden ve kendini herbir vesileyle tanıttıran ve herbir nimetle sevdiren bir Sani-i Kadir, Hakim, Rahim, Alim, hiç mümkün müdür ki ve hiçbir cihetle kàbil midir ki, kainatı manen istila eden mehasin-i hakikat-ı Muhammediyeye (a.s.m.) ve tesbihat-ı Ahmediyeye (a.s.m.) ve envar-ı İslamiyeye karşı lakayd kalsın?
Ve hiçbir cihetle mümkün müdür ki, bütün masnuatını yaldızlayan ve bütün mahlukatını sevindiren ve kainatı ışıklandıran ve semavat ve arzı velveleye veren ve küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini ondört asır bila fasıla saltanat-ı maddiye ve maneviyesi altına alan ve daima o muhteşem saltanatı Halık-ı Kainat hesabına ve namına süren Risalet-i Ahmediye (a.s.m.) o Saniin en mühim bir maksadı, bir nuru, bir ayinesi olmasın? Hem Muhammed (a.s.m.) gibi aynı hakikata hizmet eden enbiyalar dahi o Saniin elçileri ve dostları ve memurları olmasın? Haşa, mucizat-ı enbiya adedince haşa ve kella!
Hem hiçbir cihetle mümkün müdür ki, dal ve budak gibi en cüzi birşeye yüz hikmetleri ve meyveleri takan ve kendi rububiyetini fevkalade hikmetleriyle ve umumi Rahmaniyetiyle tanıttırıp sevdiren bir Halık-ı Hakim-i Rahim, kudretine nisbeten bir bahar kadar kolay olan haşri getirmeyerek, bir dar-ı saadet, bir menzil-i bekà açmayıp, bütün hikmetlerini ve rahmetlerini, hatta rububiyetini ve kemalatını inkar etsin ve ettirsin ve çok sevdiği bütün mahbub mahluklarını ebedi bir surette idam etsin? Haşa, yüz bin defa haşa! O cemal-i mutlak, böyle bir kubh-u mutlaktan yüz binler derece münezzeh ve mukaddestir.
UZUNCA BİR HaŞİYE
Haşir münasebetiyle bir sual:
Kuranda mükerreren اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً hem وَمَۤا أَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ fermanları gösteriyor ki, haşr-i azam bir anda, zamansız vücuda geliyor. Dar akıl ise, bu hadsiz derece harika ve emsalsiz olan meseleyi izan ile kabul etmesine medar olacak meşhud bir misal ister.
Elcevap: Haşirde ruhların cesetlere gelmesi var; hem cesetlerin ihyası var; hem cesetlerin inşası var. Üç meseledir.
BİRİNCİ MESELE
Ruhların cesetlerine gelmesine misal ise, gayet muntazam bir ordunun efradı istirahat için her tarafa dağılmışken, yüksek sadalı bir boru sesiyle toplanmalarıdır.
Evet, İsrafilin borusu olan suru, ordunun borazanından geri olmadığı gibi, ebedler tarafında ve zerreler aleminde iken, ezel canibinden gelen, اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ hitabını işiten ve قَالُوا بَلٰى ile cevap veren ervahlar, elbette ordunun neferatından binler derece daha musahhar ve muntazam ve mutidirler. Hem değil yalnız ruhlar, belki bütün zerreler dahi bir ordu-yu Sübhani ve emirber neferleri olduğunu gayet kati burhanlarla Otuzuncu Söz ispat etmiş.
İKİNCİ MESELE
Cesedlerin ihyası misali ise, çok büyük bir şehirde, şenlik bir gecede, birtek merkezden yüz bin elektrik lambaları adeta zamansız bir anda canlanmaları ve ışıklanmaları gibi, bütün küre-i arz yüzünde dahi, birtek merkezden yüz milyon lambalara nur vermek mümkündür. Madem Cenab-ı Hakkın elektrik gibi bir mahluku ve bir misafirhanesinde bir hizmetkarı ve bir mumdarı, Halıkından aldığı terbiye ve intizam dersiyle bu keyfiyete mazhar oluyor. Elbette, elektrik gibi, binler nurani hizmetkarlarının temsil ettikleri hikmet-i İlahiyenin muntazam kanunları dairesinde, haşr-i azam tarfetül-aynda vücuda gelebilir.
ÜÇÜNCÜ MESELE
Ecsadın defaten inşasının misali ise:
Bahar mevsiminde, birkaç gün zarfında, nev-i beşerin umumundan bin derece ziyade olan umum ağaçların, bütün yapraklarıyla beraber, evvelki baharın aynı gibi, birden mükemmel bir surette inşaları ve yine umum ağaçların umum çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları, geçmiş baharın mahsulatı gibi, berk gibi bir süratle icadları…
Hem o baharın mebdeleri olan hadsiz tohumcukların, çekirdeklerin, köklerin birden, beraber intibahları ve inkişafları ve ihyaları, hem kemiklerden ibaret olarak, ayakta duran emvat gibi bütün ağaçların cenazeleri, bir emirle defaten “basü badel-mevt” sırrına mazhariyetleri ve neşirleri, hem küçücük hayvan taifelerinin hadsiz efratlarının gayet derecede sanatlı bir surette ihyaları, hem bilhassa sinekler kabilelerinin haşirleri ve bilhassa daima yüzünü, gözünü, kanadını temizlemekle bize abdesti ve nezafeti ihtar eden ve yüzümüzü okşayan, gözümüz önündeki kabilenin bir senede neşr olan efradı, beni ademin adem zamanından beri gelen umum efradından fazla olduğu halde, her baharda sair kabilelerle beraber birkaç gün zarfında inşaları ve ihyaları, haşirleri, elbette kıyamette ecsad-ı insaniyenin inşasına bir misal değil belki binler misaldirler.
Evet, dünya darül-hikmet ve ahiret darül-kudret olduğundan, dünyada Hakim, Mürettib, Müdebbir, Mürebbi gibi çok isimlerin iktizasıyla, dünyada icad-ı eşya bir derece tedrici ve zamanla olması, hikmet-i Rabbaniyenin muktezasıyla olmuş. ahirette ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahürleri için, maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan, birden eşya inşa ediliyor. Burada bir günde ve bir senede yapılan işler, ahirette bir anda ve bir lemhada inşasına işareten, Kuran-ı Mucizül-Beyan وَمَۤا أَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ أَقْرَبُ ferman eder.
Eğer haşrin gelmesini gelecek baharın gelmesi gibi kati bir surette anlamak istersen, haşre dair Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söze dikkatle bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmazsan, gel, parmağını gözüme sok!
AMMA BİR DÖRDÜNCÜ MESELE olan mevt-i dünya ve kıyamet kopması ise:
Bir anda bir seyyare veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbani ile küremize, misafirhanemize çarpması, bu hanemizi harap edebilir: On senede yapılan bir saray bir dakikada harap olması gibi.
Bu haşrin dört meselesinin icmali şimdilik yeter. Yine sadedimize dönüyoruz.
Hem hiç mümkün müdür ki, kainatın bütün hakiki ve ali hakikatlerinin beliğ tercümanı ve Halık-ı Kainatın bütün kemalatının muciz lisanı ve bütün maksatlarının harika mecmuası olan Kuran-ı Mucizül-Beyan, o Halıkın kelamı olmasın? Haşa, ayatının esrarı adedince haşa!
Hem hiç mümkün müdür ki, bir Sani-i Hakim, bütün zihayat, zişuur masnularını birbiriyle konuştursun ve dillerinin binler çeşitleriyle birbiriyle söyleştirsin ve onların sözlerini ve seslerini bilsin ve işitsin ve efaliyle ve inamıyla zahir bir surette cevap versin, fakat kendisi konuşmasın ve konuşamasın? Hiç kàbil midir ve hiç ihtimali var mı?
Madem bilbedahe konuşur ve madem konuşmasına karşı tam anlayışlı muhatap en başta insandır. Elbette, başta Kuran olarak meşhur kütüb-ü mukaddese onun konuşmalarıdır.
Hem hiç mümkün müdür ki, bir Sani-i Hakim, kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve medh ü senasını ettirmek ve enva-ı ihsanatıyla zihayatları mesrur ve memnun etmekle minnettarlıklarını ve şükürlerini rububiyetine mühim bir medar yapmak için, koca kainatı, envaıyla, erkanıyla zihayata musahhar bir hizmetkar, bir mesken, bir meşher, bir ziyafetgah yaptıktan sonra, zihayatların çeşit çeşit, binlerce envalarının nüshalarını o derece teksirini istiyor ki, kavak ve karaağaç gibi meyvesizlerin bir kısım yapraklarından herbir yaprağı bir tabur sineklere, yani havada zikreden zihayatlara hem beşik, hem rahm-ı mader, hem erzaklarının mahzeni yaptığı halde; bu ziynetli semavatı ve bu nurani yıldızları sahipsiz, hayatsız, ruhsuz, sekenesiz, boş, hali, faidesiz yani melaikesiz, ruhanisiz bıraksın? Haşa, melekler ve ruhaniler adedince haşa ve kella!
Hem hiç mümkün müdür ki, bir Sani-i Hakim-i Müdebbir, en ehemmiyetsiz bir nebatın, en küçük bir ağacın mebdelerini ve müntehalarını kemal-i intizam içinde mukadderat-ı hayatiyesini, çekirdeğinde ve meyvesinde kalem-i kaderle yazmakla beraber, koca baharı birtek ağaç gibi, mukaddematını ve neticelerini kemal-i imtiyaz ve intizamla yazsa ve en ehemmiyetsiz şeylere de lakayt kalmazsa, fakat kainatın neticesi ve arzın halifesi ve enva-ı mahlukatın nazırı ve zabiti olan insanın çok ehemmiyetli bulunan efalini ve harekatını yazmasın, daire-i kaderine almasın, onlara lakayt kalsın? Haşa, insanların mizana girecek olan amelleri adedince haşa ve kella!
Elhasıl, kainat bütün hakaikiyle bağırarak diyor:
اٰمَنْتُ بِاللهِ وَمَلٰۤئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَبِالْيَوْمِ اْلاٰخِرِ وَبِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ مِنَ اللهِ تَعَالٰى وَالْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ اَشْهَدُ اَنْ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ صَلَّ اللهُ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَاِخْوَانِهِ وَسَلِّمْ اٰمِينَ
TEVHİDÎ BİR MÜNaCaT VE MUKADDİMESİ
Hazret-i İmam-ı Ali radıyallahu anh ve kerremallahu vechehu, Kaside-i Celcelutiyesinde kerametkarane Risale-i Nurdan haber verdiği yerde, Risale-i Nuru “Siracün-Nur” ve “Siracüssürc” namlarıyla tesmiye ederek, Risale-i Nurun üç ismine iki isim ilave etmesi cihetiyle ve bu risalede “Siracün-Nur” namı tekrarı münasebetiyle, bu risalenin ahirinde İmam-ı Ali radıyallahu anhın en mühim bir münacatını iki derece tevsi ederek onun ulvi lisanıyla ve dilimizi onun bir dili hesabıyla istimal edip, bu gelen münacatı dergah-ı Vahid-i Ehade takdim ederiz.
Münacat
اَللّٰهُمَّ إِنَّهُ لَيْسَ فِى السَّمٰوَاتِ دَوَرَاتٌ وَنُجُومٌ وَمُحَرَّكَاتٌ سَيَّارَاتٌ وَلاَ فِى الْجَوِّ سَحَابَاتٌ وَبُرُوقٌ مُسَبِّحَاتٌ وَرَعَدَاتٌ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ غَمَرَاتٌ وَحَيَوَانَاتٌ وَعَجَۤائِبُ مَصْنُوعَاتٍ وَلاَفِى الْبِحَارِ قَ طَ رَاتٌ وَسَمَكَاتٌ وَغَرَۤائِبُ مَخْلُوقَاتٍ وَلاَ فِى الْجِبَالِ حَجَرَاتٌ وَنَبَاتَاتٌ وَمُدَخَّرَاتُ مَعْدَنِيَّاتٍ وَلاَ فِى اْلاَشْجَارِ وَرَقَاتٌ وَزَهَرَاتٌ مُزَيَّنَاتٌ وَثَمَرَاتٌ وَلاَ فِى اْلاَجْسَامِ حَرَكَاتٌ وَ اٰلاَتٌ وَمُنَظَّمَاتُ جِهَازَاتٍ وَلاَ فِى الْقُلُوبِ خَطَرَاتٌ وَاِلْهَامَاتٌ وَمُنَوَّرَاتُ إِعْتِقَادَاتٍ .. اِلاَّ وَهِىَ كُلُّهَا عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِكَ شَاهِدَاتٌ وَعَلٰى وَحْدَانِيَّتِكَ دَۤالاَّتٌ وَفِى مُلْكِكَ مُسَخَّرَاتٌ فَبِالْقُدْرَةِ الَّتِى سَخَّرْتَ بِهَا اْلاَرَضِينَ وَالسَّمٰوَاتِ سَخِّرْ لِى نَفْسِى وَسَخِّرْلِى مَطْلُوبِى وَسَخِّرْ لِرَسَۤائِلِ النُّورِ وَلِخِدْمَةِ الْقُرْاٰنِ وَاْلاِيمَانِ قُلُوبَ عِبَادِكَ وَقُلُوبَ الْمَخْلُوقَاتِ الرُّوحَانِيَّاتِ مِنَ الْعُلْوِيَّاتِ وَالسُّفْلِيَاتِ يَا سَمِيعُ يَا قَرِيبُ يَا مُجِيبَ الدَّعَوَاتِ.. اٰمِينَ. وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ