"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

Birinci Şua

وَبِهِ نَسْتَعِينُ
İki acip suale karşı defaten hatıra gelen garip cevaptır.

Birinci sual: Denildi ki: “Fatiha ve Yasin ve hatm-i Kurani gibi okunan virdler, kudsi şeyler, bazan hadsiz ölmüş ve sağ insanlara bağışlanıyor. Halbuki böyle cüzi birtek hediye an-ı vahidde hadsiz zatlara yetişmek ve her birisine aynı hediye düşmek, tavr-ı aklın haricindedir.”

Elcevap: Fatır-ı Hakim nasıl ki unsur-u havayı kelimelerin berk gibi intişarlarına ve tekessürlerine bir mezraa ve bir vasıta yapmış. Ve radyo vasıtasıyla bir minarede okunan ezan-ı Muhammedi (a.s.m.) umum yerlerde ve umum insanlara aynı anda yetiştirmek gibi; öyle de, okunan bir Fatiha dahi, mesela umum ehl-i iman emvatına aynı anda yetiştirmek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle manevi alemde, manevi havada çok manevi elektrikleri, manevi radyoları sermiş, serpmiş, fıtri telsiz telefonlarda istihdam ediyor, çalıştırıyor. Hem nasıl ki bir lamba yansa, mukàbilindeki binler ayineye, her birine tam bir lamba girer. Aynen öyle de, bir Yasin-i Şerif okunsa, milyonlar ruhlara hediye edilse, her birine tam bir Yasin-i Şerif düşer.

İkinci sual: Şiddetle ve amirane denildi ki: “Sen Risale-i Nurun makbuliyetine dair Ali ve Gavs-ı azam gibi zatların kasidelerinden şahitler gösteriyorsun. Halbuki, asıl söz sahibi Kurandır. Risale-i Nur, Kuranın hakiki bir tefsiri ve hakikatinin bir tercümanı ve meselelerinin burhanıdır. Kuran ise, sair kelamlar gibi kışırlı, kemikli ve şuuru hususi ve cüzi değildir. Belki Kuran, umum işaratıyla ve eczasıyla ayn-ı şuurdur, kışırsızdır; fuzuli, lüzumsuz maddeleri yoktur. alem-i gaybın tercümanıdır. Sözler hakkında söz onundur. Görelim o ne diyor?”

Elcevap: Risale-i Nur doğrudan doğruya Kuranın bahir bir burhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lema-i icaz-ı manevisi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuaı ve o maden-i ilm-i hakikatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i maneviyesi olduğundan, onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek Kuranın şerefine ve hesabına ve senasına geçtiğinden, elbette Risale-i Nurun meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza eder ve hakikat ister, Kuran izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür. Hiçbir cihetle fahre, temeddühe, gurura hakkı yoktur ve olamaz. Gelecek ayetlerin işaratına bu nokta-i nazarla bakmak gerektir. Yoksa beni hodbinlikle ittiham edenlere hakkımı helal etmem.

Bu çok ehemmiyetli suale karşı iki-üç saat zarfında birden Kuranın ayat-ı meşhuresinden Sözler adedince otuz üç ayetin hem manasıyla, hem cifirle Risale-i Nura işaretleri uzaktan uzağa icmalen görüldü. Ayrı ayrı tarzlarda otuz üç ayet müttefikan Risale-i Nuru remizleriyle gösterdiği, hayal meyal görüldü.

İHTAR
En evvel yirmi dördüncü ayetin başında zikredilen ihtara dikkat etmek lazımdır. O ihtarın yeri başta idi. Fakat orada hatıra geldi, oraya girdi.

İKİNCİ BİR İHTAR
Tevafukla işaretler, eğer münasebat-ı maneviyeye istinad etmezse, ehemmiyeti azdır. Eğer münasebet-i maneviyesi kuvvetli ise, bu onun bir ferdi, bir masadakı hükmünde olsa ve müstesna bir liyakati bulunsa, o vakit tevafuk ehemmiyetlidir. Ve o kelamdan bunun iradesine bir emare olur. Ve ondan o ferdin hususi bir surette dahil olduğuna ya remiz, ya işaret, ya delalet hükmünde onu gösterir.

İşte, gelecek ayat-ı Kuraniyenin Risale-i Nura işaretleri ve tevafukları ekseriyetle kuvvetli bir münasebet-i maneviyeye istinad ederler. Evet, bu gelecek ayat-ı meşhure müttefikan on üçüncü asrın ahirine ve on dördüncü asrın evveline cifirce bakıyorlar ve Kuran ve iman hesabına bir hakikate işaret ediyorlar. Ve medar-ı teselli bir Nurdan haber veriyorlar. Ve o zamanın dalalet fitnesinden gelen şübehatı izale edecek Kurani bir burhanı müjde veriyorlar. Ve o işaretlere ve remizlere tam mazhar ve o vazifeleri bihakkın görecek, Risale-i Nur gibi bir tefsir-i Kurani olacak. Halbuki Risale-i Nur bu mezkur noktada ileri olduğu, onu okuyanlarca şüphesiz olmasıyla delalet eder ki, o ayetler bilhassa Risale-i Nura bakıp ona işaret ediyorlar.

BİRİNCİSİ
Sure-i Nurdan ayetün-Nurdur ki, Risale-i Nurun Resailün-Nur ve Risalein-Nur ve Risaletün-Nur namlarıyla sebeb-i tesmiyesinin on altı sebebinden bir sebep olduğundan, birinci olarak onu beyan etmek gerektir. Bu ayetin-Nur:
اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْباَحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لاَشَرْقِيَّةٍ وَلاَغَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤيءُ وَلَوْلَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِي اللهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَۤاءُ وَيَضْرِبُ اللهُ اْلاَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللهُ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ

Şu ayet-i nuriyenin manaca çok tabakatı ve vücuh-u kesiresi vardır. Ve o tabakalardan ve vecihlerden işari ve remzi bir vechi, manaca ve cifirce nurlu bir tefsiri olan Risalein-Nur ve Risaletün-Nura dört-beş cümlesiyle on cihetten bakıyor.

Ve o tabakalardan ve o vecihlerden bir tabaka ve bir perde dahi, mucizane elektrikten haber veriyor.
Risale-i Nura bakan birinci cümlesi: مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ
dur. Yani, nur-u İlahinin veya nur-u Kuraninin veya nur-u Muhammedinin (a.s.m.) misali, şu مِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ dur. Makam-ı cifrisi dokuz yüz doksan sekiz (998) olarak, aynen Risaletün-Nur—şeddeli ن , iki ن sayılmak cihetiyle—tam tamına tevafukla ona işaret eder.

İkinci cümlesi: اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ dur. Yirmi Sekizinci Lemada tafsilen beyan edildiği gibi, İmam-ı Ali Kaside-i Celcelutiyesinde sarahat derecesinde Risalein-Nura bakarak ve ona işaret ederek demiş: اَقِدْ كَوْكَبِى بِاْلاِسْمِ نُورًا Ben tahmin ediyorum ki, İmam-ı Alinin bu işareti, bu cümle-i nuriyenin remzinden mülhemdir. Bu cümle-i ayetin makamı, beş yüz kırk altı (546) edip, Risale-i Nurun adedi olan beş yüz kırk sekiz (548)e gayet cüzi ve sırlı iki farkla tevafuk noktasından işaret ettiği gibi, remzi bir manasıyla tam bakıyor.

Üçüncü cümlesi: مِنْ شَجَرَةٍ dir. Eğer مِنْ شَجَرَةٍ deki ة vakıflarda gibi ﻫ sayılsa beş yüz doksan sekiz (598) ederek tam tamına Resailin-Nur ve Risalein-Nur adedi olan beş yüz doksan sekiz (598)e tevafukla beraber, مِنْ فُرْقَانٍ حَكِيمٍ in adedine yine sırlı birtek farkla tevafuk-u remzi ile, hem Resailin-Nuru efradına dahil eder, hem yine Risalein-Nurun şecere-i mübareki Furkan-ı Hakim olduğunu gösterir.

Eğer مِنْ شَجَرَةٍ deki ة , ة kalsa, o vakit makam-ı cifrisi dokuz yüz doksan üç (993) eder, tevafuka zarar vermeyen cüzi ve sırlı beş farkla Risaletün-Nur adedi olan 998e tevafukla manasının dahi muvafakatine binaen ona işaret eder.

Dördüncü cümlesi: نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللهُ لِنُورِهِ dir ki, dokuz yüz doksan dokuz (999) ederek sırlı birtek farkla Risaletün-Nur adedi olan dokuz yüz doksan sekiz (998)e tevafukla manasının kuvvetli münasebetine binaen işaret derecesinde remzeder.

Beşinci cümlesi: مَنْ يَشَۤاءُ cümlesi gayet cüzi bir farkla Risaletün-Nur Müellifinin ismiyle meşhur bir lakabına tevafukla manası baktığı gibi bakıyor. Eğer يَشَۤاءُ daki mukadder zamir izhar edilirse مَنْ يَشَۤاؤُهُ olur, tam tamına tevafuk eder.

Bu ayet nasıl ki Risalein-Nura ismiyle bakıyor; öyle de tarih-i telifine ve tekemmülüne tam tamına tevafukla remzen bakıyor.
كَمِشْكٰوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ cümlesi كَمِشْكٰوةٍ daki tenvin vakıf yeri olmadığından nun sayılmak ve فِى زُجَاجَةٍ vakıf yeri olduğundan ة , ﻫ olmak cihetiyle bin üç yüz kırk dokuz (1349) ederek, Resailin-Nurun en nurani cüzlerinin telifi hengamı ve tekemmül zamanı olan bin üç yüz kırk dokuz (1349) tarihine tam tamına tevafukla işaret eder.

Hem اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ cümlesi bin üç yüz kırk beş (1345) ederek Resailin-Nurun intişarı ve iştiharı ve parlaması tarihine tam tamına tevafuk eder. Çünkü şeddeli ر , iki ر ; şeddeli ن , iki ن ; şeddeli ز , aslı itibariyle bir ل , bir ز ve birinci زُجَاجَةٍ vakıf cihetiyle ﻫ , ikinci vakıf olmadığından ت sayılır.

Eğer şeddeli ز , iki ز sayılsa, o vakit bin üç yüz yirmi iki (1322) eder ki, yine Risalein-Nur Müellifi, mukaddemat-ı Nuriyeye başladığı aynı tarihe tam tamına tevafuk eder.

Hem مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ cümlesi; ta-i evvel ت , ikinci ت ise, vakıf yeri olduğundan ﻫ olmak ve شَجَرَةٍ deki tenvin ن sayılmak cihetiyle bin üç yüz on bir (1311) eder ki, o tarihte Resailin-Nur Müellifi Risaletün-Nurun mübarek şecere-i kudsiyesi olan Kuranın basamakları olan ulum-u Arabiyeyi tedrise başladığı aynı tarihe tam tamına tevafuk ederek remzen bakar.

İşte bu kadar manidar ve müteaddit tevafukat-ı Kuraniyenin ittifakı yalnız bir emare, bir işaret değil, belki kuvvetli bir delalettir. Belki elektrikle beraber Resailin-Nura münasebet-i maneviyesiyle bir tasrihtir. Bu ayetin münasebet-i maneviyesinin letafetlerinden bir letafeti şudur ki: İhbar-ı gayb nevinden mucizane hem elektriğe, hem Risalein-Nura işaret ettiği gibi, ikisinin zuhurlarına ve zaman-ı zuhurlarından sonraki tekemmül zamanlarına ve hilaf-ı adet vaziyetlerini çok güzel gösteriyor.

Mesela, زَيْتُونَةٍ لاَشَرْقِيَّةٍ وَلاَغَرْبِيَّةٍ cümlesi der: “Nasıl ki elektriğin kıymettar metaı, ne şarktan, ne de garptan celb edilmiş bir mal değildir. Belki yukarıda, cevv-i havada rahmet hazinesinden, semavat tarafından iniyor. Her yerin malıdır. Başka yerden aramaya lüzum yoktur” der. Öyle de, manevi bir elektrik olan Resailin-Nur dahi ne şarkın malumatından, ulumundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki, semavi olan Kuranın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşisinden iktibas edilmiştir.

Hem mesela, يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤىءُ وَلَوْلَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ cümlesi, mana-yı remziyle diyor ki: “On üçüncü ve on dördüncü asırda semavi lambalar ateşsiz yanarlar, ateş dokunmadan parlarlar. Onun zamanı yakındır.” Yani, bin iki yüz seksen (1280) tarihine yakındır. İşte, bu cümle ile nasılki elektriğin hilaf-ı adet keyfiyetini ve geleceğini remzen beyan eder. Aynen öyle de, manevi bir elektrik olan Resailin-Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan taallüm edilmeye ve müderrisinin ağzından iktibas olmaya muhtaç olmadan, herkes derecesine göre o ulum-u aliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder, muhakkik bir alim olabilir. Hem işaret eder ki, Resailin-Nur Müellifi dahi ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlanır, alim olur.

Evet, bu cümlenin bu mucizane üç işaratı elektrik ve Resailin-Nur hakkında hak olduğu gibi, müellif hakkında dahi ayn-ı hakikattir. Tarihçe-i hayatını okuyanlar ve hemşehrileri bilirler ki, İzhar kitabından sonraki medrese usulünce on beş sene ders almakla okunan kitapları Resailin-Nur Müellifi yalnız üç ayda tahsil etmiş.

Hem, nasıl ki bu cümlenin manevi münasebet cihetinde kuvvetli ve letafetli işareti var; öyle de, cifri ve ebcedi tevafukuyla hem elektriğin zaman-ı zuhurunun kurbiyetini, hem Resailin-Nurun meydana çıkması, hem de müellifinin veladetini remzen haber veriyor; bir lema-i icaz daha gösterir. Şöyle ki:

يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِۤىءُ nun makamı bin iki yüz yetmiş dokuz (1279) olup
وَلَوْلَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ kısmı ise, iki tenvin, iki nun sayılmak cihetiyle 1284 ederek, hem elektriğin taammümünün kurbiyetini, hem Resailin-Nurun yakınlığını, hem on dört sene sonra müellifinin veladetini يَكَادُ kelime-i kudsiyesiyle manen işaret ettiği gibi, cifirle de tam tamına aynı tarihe tevafukla işaret eder. Malumdur ki, zayıf ve ince ipler içtima ettikçe kuvvetleşir, kopmaz bir halat olur. Bu sırra binaen, bu ayetin bu işaretleri birbirine kuvvet verir, teyid eder. Tevafuk tam olmazsa da tam hükmünde olur ve işareti, delalet derecesine çıkar.

TENBİH: Ben bu ayet-i nuriyenin işaretlerini elektrik ve Resailin-Nurun hatırı için beyan etmedim. Belki bu ayetin icaz-ı manevisinin bir şubesinden bir lemasını göstermek istedim.

Elhasıl: Bu ayet-i kudsiye sarih manasıyla nur-u İlahi ve nur-u Kurani ve nur-u Muhammediyi (a.s.m.) ders verdiği gibi, mana-yı işarisiyle de her asra baktığı gibi, on üçüncü asrın ahirine ve on dördüncü asrın evveline dahi bakar ve dikkatle baktırır. Ve bu iki asrın ahir ve evvellerinde en ziyade nazara çarpan ve en ziyade münasebet-i maneviyesi bulunan ve bu ayetin umum cümlelerinin muvafakatlerini ve mutabakatlarını en ziyade kazanan elektrikle Resailin-Nur olduğundan, doğrudan doğruya mana-yı remziyle bakar diye bana kanaat-i katiye verdiğinden, çekinmeyerek kanaatimi yazdım. Hata etmişsem, Erhamürrahiminden rahmetiyle affetmesini niyaz ediyorum. Resailin-Nurun bu ayetin iltifatına liyakatini anlamak isteyen zatlar hangi risaleye dikkatle baksalar anlarlar. Hiç olmazsa Eskişehir Hapishanesinin bir meyvesi olan Otuzuncu Lema namındaki altı esma-i İlahiyeye dair altı nükte risalesine, hiç olmazsa o Lemadan İsm-i Hayy ve Kayyuma dair Beşinci ve Altıncı Nüktelere dikkatle baksa, elbette tasdik eder.

RESaLİN-NURA İŞARET EDEN İKİNCİ aYET
فَاسْتَقِمْ كَمَۤا اُمِرْتَ ayet-i meşhuresidir ki, شَيَّبَتْنِىِ سُورَةُ هُودٍ hadisinin vüruduna sebep olmuş. اِسْتَقِمْ كَمَۤا اُمِرْتَ nin işareti Sekizinci Lemada tafsilen beyan edildiği gibi, Sure-i Hudda فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَسَعِيدٌ (ila ahirihi) ayetinin iki kuvvetli işaret veren sahifesinin mukàbilindeki gayet meşhur bir ayetidir. Makam-ı cifrisi bin üç yüz üç (1303) ederek, hem Sure-i Şuranın ikinci sahifesinde 4 وَاسْتَقِمْ كَمَۤا اُمِرْتَ ise, bin üç yüz dokuz (1309) ederek o tarihte umum muhatapları içinde birisine, hususan Kuran hesabına iltifat edip istikametle emreder ki, birinci tarih ise, Resailin-Nur Müellifinin Risale-i Nuru netice veren ulumun tahsiline başladığı tarihtir. Ve ikinci ayetin tarihi ise, o müellifin harika bir surette, pek az bir zamanda ilimce tekemmül etmesi, tahsilden tedrise başladığı ve üç ayda ve bir kış içinde, on beş senede medresece okunan yüz kitaptan ziyade okuduğu ve o zamanın o muhitte en meşhur ulemasının yanında, o üç ayın mahsulü on beş senesinin mahsulü kadar netice verdiği çok mükerrer imtihanlarla ve hangi ilimden olursa olsun sorulan her suale karşı cevab-ı savab vermekle isbat ettiği aynı tarihe tam tamına tevafukla remzen Risale-i Nurun istikametine bir işarettir.

ÜÇÜNCÜ aYET-İ MEŞHURE
وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا ayeti, kuvvetli münasebet-i maneviyesiyle beraber, cifirce bin üç yüz kırk dört (1344) eder ki, o tarihte Risale-i Nurun şakirtleri gibi bu ayetin manasına daha ziyade mazhar olanlar zahiren görülmüyor. Demek bu ayet, manasının müteaddit tabakalarından işari bir tabakadan ve remzi bir perdeden Kuranın parlak bir tefsiri olan Risale-i Nura bakıyor ve en evvel nazil olan Sure-i Alakta اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغٰى ayeti gibi manasıyla ve makam-ı cifri ile ifade ediyor ki, 1344te, nev-i insan içinde Firavunane emsalsiz bir tuğyan, bir inkar çıkacak. وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا ayeti ise, o tuğyana karşı mücahede edenleri sena ediyor. Evet, Harb-i Umumi neticelerinden hem alem-i insaniyet, hem alem-i İslamiyet çok zarar gördüler. Nev-i insanın, hususan Avrupanın mağrur ve cebbarları, bilhassa birisi, kuvvet ve gınaya ve paraya istinad ederek Firavunane bir tuğyana girdiklerinden, o hususi insanlar nev-i beşeri mesul ediyor, diye “insan” ism-i umumisiyle tabir edilmiş.

Eğer لَنَهْدِيَنَّهُمْ deki şeddeli ن , bir ن sayılsa bin iki yüz doksan dört (1294) eder ki, Risaletün-Nur Müellifinin besmele-i hayatıdır ve tarih-i veladetinin birinci senesidir. Eğer şeddeli ل , iki ل ve ن bir sayılsa, o vakit bin üç yüz yirmi dört (1324)te Hürriyetin ilanı hengamında mücahede-i maneviye ile tezahür eden Risalein-Nur Müellifinin görünmesi tarihidir.

DÖRDÜNCÜ aYET-İ MEŞHURE
وَلَقَدْ اٰتَيْنَاكَ سَبْعًا مِنَ الْمَثَانِى ayetidir. Şu cümle Kuran-ı Azimüşşanı ve Fatiha Suresini müsenna senasıyla ifade ettiği gibi, Kuranın müsenna vasfına layık bir burhanı ve altı erkan-ı imaniye ile beraber hakikat-i İslamiyet olan yedi esası, Kuranın seba-i meşhuresini parlak bir surette ispat eden ve سَبْعًا مِنَ الْمَثَانِى nuruna mazhar bir ayinesi olan Risalein-Nura cifirce dahi işaret eder. Çünkü اٰتَيْنَاكَ سَبْعًا مِنَ الْمَثَانِى makam-ı ebcedisi bin üç yüz otuz beş (1335) adediyle Risalein-Nurun fatihası olan İşaratül-İcaz tefsirinin Fatiha Suresiyle el-Bakara Suresinin başına ait kısmı basmakla intişar tarihi olan bin üç yüz otuz beş (1335) veya altı (6)ya tevafukla remzi bir perdeden ona baktığına bir emaredir.

BEŞİNCİ aYET
اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِى بِهِ فِى النَّاسِ dir. Bu ayetin remzi latiftir. Çünkü hem kuvvetli münasebet-i maneviye ile, hem cifirle efrad-ı kesiresi içinde hususi bir surette Risalein-Nur ve Müellifine bakıyor. Şöyle ki: مَيْتًا kelimesi tenvin, ن sayılmak cihetiyle beş yüz (500) ederek “Saidün-Nursi” adedi olan 500e tevafukla, işaret ediyor ki, “Saidün-Nursi dahi meyyit hükmünde idi. Risaletün-Nur ile ihya edildi, onunla hayat buldu.”

Evet, اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا deki iki tenvin, ن durlar; bin üç yüz otuz dört (1334) eder ki, o aynı zamanda (Arabi tarihle) Said, umumi harpte, maddi ve dehşetli bir mevtten dahi harika bir tarzda kurtulması ve felsefe ve gafletten gelen manevi ve şiddetli bir ölümden necat bulması ve Kuranın ab-ı hayatıyla taze bir hayata girmesi tarihidir. Bu tevafuk-u manevi ve muvafakat-ı cifriye delalet derecesinde bir işarettir. Hem فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِى بِهِ فِى النَّاسِ de tenvin, ن ; ve şeddeli ن iki ن , ve بِهِ de telaffuz edilen ى sayılmak cihetiyle bin iki yüz doksan dört (1294) eder ki, veladetinin ve hayatının birinci senesidir. Demek bu cümle ile hayat-ı maddiyesine, evvelki cümle ile de hayat-ı maneviyesine işaret eder.

Elhasıl: Bu ayet, müteaddit ve çok tabakalarından, bir işari tabakadan hem Risaletün-Nura, hem müellifine, hem bu on dördüncü asrın iptidasına, hem iptidasındaki Risaletün-Nurun mebdeine remzen, belki işareten, belki delaleten bakar.
اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا ayetinin tetimmesi اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِى بِهِ فِى النَّاسِ كَمَنْ مَثَلُهُ فِى الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِنْهَا ayetinin kuvvetli işaretini hem teyid, hem letafetlendiren üç münasebet birden Ramazanda kalbime geldi. Kati bir kanaat verdi ki, مَيِّتْ kelimesine tam münasip Saiddir. Bu ayet Risale-i Nur tercümanı olan Saidi مَيْتًا unvanıyla göstermesinin bir hikmeti budur ki:
Mevtin muammasını ve tılsımını Risale-i Nur ile o açmış, o dehşetli yüzün altında ehl-i imana çok ünsiyetli, sürurlu, nurlu bir hakikat keşfedip ispat etmiş. Ve mevt-alud hayat-ı faniyede boğulan ehl-i ilhada karşı, bakiyane, hayat-alud, muvakkat bir mevt-i zahiri ile galibane mukabele eder.
كَمَنْ مَثَلُهُ فِى الظُّلُمَاتِ sırrına mazhar olan ehl-i ilhad, gayr-ı meşru müştehiyatının ibahasıyla süslendirmesine mukàbil, Risale-i Nur, mevti o aldatıcı, fani hayata karşı çıkarıp lezzet ve zinetini zir ü zeber eder. Ve der ve ispat eder ki: “Mevt ehl-i dalalet için idam-ı ebedidir. Ve o dehşetli darağacından kurtaran ve mevti mübarek bir terhis teskeresine çeviren yalnız Kuran ve imandır.” İşte bunun içindir ki, bu hakikat-i muazzama-i mevtiye, Risale-i Nurda gayet mühim ve geniş bir mevki almış; hatta ekser hücumunda mevti elinde tutup ehl-i dalaletin başına vurur, aklını başına getirmeye çalışır.

İkincisi: Ehl-i tarikatın ve bilhassa Nakşilerin dört esasından biri ve en müessiri olan rabıta-i mevt Eski Saidi Yeni Saide çevirmiş ve daima hareket-i fikriyede Yeni Saide yoldaş olmuş. Başta İhtiyarlar Risalesi olarak, risalelerde o rabıta, keşfiyatı göstere göstere ta ehl-i iman hakkında mevtin nurani ve hayattar ve güzel hakikatini görüp gösterdi.

Üçüncüsü: Bu ayet, cifir ve ebced hesabıyla, her tarafta Saide hücum eden üç çeşit mevtin temas zamanını ve tarihini aynen gösterip tevafuk eder. Demek, ayetteki مَيِّتْ kelimesinin efradından medar-ı nazar bir ferdi ve cifirce onun ismi مَيِّتْ adedine tam tevafukla hususi işarete mazhar bir masadak Saidün-Nursidir.

Sabrinin sadakatinin bir kerametidir.
Ben namazdan sonra bu tetimmeyi yazarken Sıddık Süleymanın halefi Emin, Sabrinin اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا ayetine dair parçayı aldığını ve Ramazanın feyzinden onun izahı gibi nurlar istediğini gördüm. Ne yazdığımı Emine gösterdim. Hayretle dedi: “Bu hem Sabrinin, hem Risale-i Nurun bir kerametidir.”

Bu ayetteki esrarlı muvazene-i Kuraniyeyi düşünürken, Sure-i Huddaki فَاَمَّا الَّذِينَ شَقُوا fıkrasına karşı وَاَمَّا الَّذِينَ سُعِدُوا فَفِى الْجَنَّةِ deki muvazene hatıra geldi ve bildirdi ki: Nasıl ki bu ikinci ayet ve birinci fıkra Risale-i Nurun mesleğine, şakirtlerine tam tamına manen ve cifirce bakıyor. Öyle de, فَاَمَّا الَّذِينَ شَقُوا فَفِى النَّارِ لَهُمْ فِيهَا زَفِيرٌ وَشَهِيقٌ ayeti dahi, Risale-i Nurun muarızlarına ve düşmanlarına ve onların cereyanlarının mebdeine ve faaliyet devresine ve müntehasına cifirle, tevafukla işaret eder. Şöyle ki: يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِؤُا نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ gibi ayetlerin bahsinde Birinci Şuada yedi, sekiz ayatın ehemmiyetle gösterdikleri bin üç yüz on altı (1316) ve yedi tarihi—ki Kurana karşı olan su-i kasdın mebdeidir— فَاَمَّا الَّذِينَ شَقُوا cifirce aynı tarihi gösteriyor. Eğer şeddeli م , iki م sayılsa bin üç yüz elli yedi (1357), eğer şeddeli ل ,iki ل sayılsa bin üç yüz kırk yedi (1347) ki, bu asrın tağiyane faaliyet tarihidir. Her iki şeddeli ikişer sayılsa bin üç yüz seksen yedi (1387) ki, لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ dehşetli bir cereyanın müntehası tarihi olmak ihtimali var. فَفِى النَّارِ لَهُمْ فِيهَا زَفِيرٌ وَشَهِيقٌ ise bin üç yüz altmış bir (1361), eğer فَفِى النَّارِ deki okunmayan ى sayılmazsa bin üç yüz elli bir (1351) tarihini, eğer şeddeli ن , asıl itibariyle bir , ل bir ن sayılsa yine bin üç yüz otuz bir (1331) tarihini ve Harb-i Umumi afetinin feryad u fizar içindeki yangınını göstererek Cehennem ateşinde zefir ve şehik eden ehl-i şekavetin azabını haber verip, ehl-i imanı fitnelere düşüren şakilerin hem dünyada, hem ahirette cezalarına işaret eder. Aynen öyle de, bu asra da zahiren bakan, esrarlı olan Sure-i وَالسَّمَۤاءِ ذَاتِ الْبُرُوجِ den şu ayetin اِنَّ الَّذِينَ فَتَنُوا الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَتُوبُوا فَلَهُمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَلَهُمْ عَذَابُ الْحَرِيقِ ifadesi gibi hem İstanbulun iki harik-ı kebiri, hem harb-i umuminin dehşetli yangınını Cehennem azabı gibi o fitnenin bir cezasıdır diye işaret eder.

Elhasıl: Bu ayet her asra baktığı gibi bu asra daha ziyade nazar-ı dikkati celb etmek için cifirce bu asrın üç dört devresinin tarihlerine ve hadiselerine işaret ve manasının suretiyle ve tarz-ı ifadesiyle iki cereyanın keyfiyetlerine ve vaziyetlerine ima eder. Sabrinin mektubu yolda iken ve gelmeden evvel o mektubun manevi tesiriyle bu ayeti ve اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا ayetiyle beraber düşünürken hatırıma geldi. Risale-i Nur bu derece kuvvetli işaret-i Kuraniyeye ve şakirtleri bu kadar kıymetli beşaret-i Furkaniyeye ve aktabların iltifatına mazhariyetin sırrı ve hikmeti, musibetin azameti ve dehşetidir ki, hiçbir eserin mazhar olmadığı bir kudsi takdir ve tahsin almış. Demek ehemmiyet onun fevkalade büyüklüğünden değil, belki musibetin fevkalade dehşetine ve tahribatına karşı mücahedesi cüzi ve az olduğu halde gayet büyük öyle bir ehemmiyet kesb etmiş ki, bu ayette işaret ve beşaret-i Kuraniyede ifade eder ki, “Risale-i Nur dairesi içine girenler tehlikede olan imanlarını kurtarıyorlar ve imanla kabre giriyorlar ve Cennete gidecekler” diye müjde veriyorlar. Evet, bazı vakit olur ki, bir nefer gördüğü hizmet için bir müşirin fevkine çıkar, binler derece kıymet alır.

İHTAR: Geçmiş ve gelecek ayetlerin işaretleri yalnız tevafukla değil, belki her bir ayetin mana-yı küllisindeki cüziyat-ı kesiresinden bir cüzi ferdi Risale-i Nur olduğuna imaen, münasebet-i maneviyeye göre cifri ve ebcedi bir tevafukla o münasebeti teyiden ve ona binaen hususi ona bakar demektir.

ALTINCI aYET
Sure-i Hadidde وَيَجْعَلْ لَكُمْ نُورًا تَمْشُونَ بِهِ yani, “Karanlıklar içinde size bir nur ihsan edeceğim, ki o nur ile doğru yolu bulup onda gidesiniz.” Lillahilhamd, Risale-i Nur bu kudsi ve külli manasının parlak bir ferdi olduğu gibi, نُورًا deki tenvin ن sayılmak cihetiyle bin üç yüz on sekiz (1318) adediyle Resailün-Nur Müellifi tedristen telif vazifesine ve mücahidane seyahate başladığı zamanın beş sene evvelki zamanına ve çok ayetlerin işaret ettikleri bin üç yüz on altı (1316) tarihindeki mühim bir inkılab-ı fikriden iki sene sonraki zamana tevafuk eder ki, o zaman istihzarat-ı Nuriyeye başladığı aynı tarihtir. İşte şu nurlu ayet, hem manaca, hem cifirce tevafuku ise, umum vücuhu ayn-ı şuur olan Kuran-ı Mucizül-Beyanda elbette ittifakı tesadüfi olamaz.

YEDİNCİ aYET:
وَيُحِقُّ اللهُ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ şu ayet-i meşhurenin külli manasının bu zamanda zahir bir masadakı Risaletün-Nur olduğu gibi, lafzullahdaki şeddeli ل , bir ل ; ve بِكَلِمَاتِهِ deki melfuz ى sayılmak şartıyla dokuz yüz doksan sekiz (998) adediyle Risaletün-Nurun dokuz yüz doksan sekiz (998) adedine tamtamına tevafukla münasebet-i maneviyeye binaen remzen ona bakar. Ve bu remzi latifleştiren ve kuvvet veren münasebetlerin birisi şudur ki, Risaletün-Nurun eczaları “Sözler” namıyla iştihar etmişler. Sözler ise Arapça “Kelimat”tır ve o kelimat ile Kuranın hakaikini o derece mahz-ı hak ve ayn-ı hakikat olduğunu ispat etmiş ki, bu zamanın dinsiz feylesoflarını tam susturuyor.

SEKİZİNCİ aYET
قُلْ اِنَّنِىِ هَدٰي نِىِ رَبىِِِّ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍdir. Şu ayet-i meşhure külli manasının bu asırda muvafık ve münasip bir ferdi Risaletün-Nur olduğu gibi, cifirle صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ kelimesi, صِرَاطٍ deki tenvin, ن sayılmak cihetiyle Risaletün-Nur adedi olan 998e yine iki sırlı fark ile baktığı gibi, هَدٰينِىِ رَبىِِِّ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ cümlesinin makam-ı ebcedisi ile bin üç yüz on altı (1316) ederek Risale-i Nur Müellifinin tedrisiyle istihzarat-ı Nuriyede bulunduğu en hararetli tarihi olan bin üç yüz on altı (1316) adedine tam tamına tevafuk eder.

DOKUZUNCU aYET
Hem el-Bakara Suresinde, hem Lokman Suresinde فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى cümlesidir. Yani, “Allaha iman eden, hiç kopmayacak bir zincir-i nuraniye yapışır, temessük eder.” Risale-i Nur ise, iman-ı billahın Kurani burhanlarından bu zamanda en nuranisi ve en kuvvetlisi olduğu tahakkuk ettiğinden, bu بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى 2 külliyetinde hususi dahil olduğuna teyiden, makam-ı cifrisi 1347 ederek Risaletün-Nur intişarının fevkalade parlaması tarihine tam tamına tevafukla bakar ve bu on dördüncü asırda Kuranın icaz-ı manevisinden neşet eden bir urvetül-vüska ve zulümattan nura çıkaracak bir vesile-i nuraniye Risale-i Nur olduğunu remzen bildirir.

ONUNCU aYET يُؤْتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَۤاءُ
ON BİRİNCİ aYET وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ
ON İKİNCİ aYET وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ ayetleridir. Meal-i icmalileri der ki: “Kuran hikmet-i kudsiyeyi size bildiriyor, sizi manevi kirlerden temizlendiriyor.”

Bu üç ayetin külli ve umumi manalarında Risalein-Nur kasti bir surette dahil olduğuna iki kuvvetli emare var.

Birisi şudur ki: Risalein-Nurun müstesna bir hassası ism-i Hakem ve Hakimin mazharı olup bütün safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kainatın ayinesinde ism-i Hakem ve Hakimin cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi ve hikemiyat-ı Kuraniyeyi ders veriyor. Mevzuu ve neticesi hikmet-i Kuraniyedir.

İkinci emare: Birinci ayet, bin üç yüz yirmi iki (1322) ederek makam-ı ebcedi ile Risalein-Nur Müellifinin doğrudan doğruya ulum-u aliyeden ( اٰلِيَه ) başını kaldırıp hikmet-i Kuraniyeye müteveccih olarak hadimül-Kuran vaziyetini aldığı tarihtir ki, bir sene sonra İstanbula gitmiş, manevi mücahedesine başlamış.

İkinci ayet ise, makam-ı cifrisi bin üç yüz iki (1302) ederek Risale-i Nur Müellifinin Kuran dersini aldığı tarihe tam tamına tevafukla remzen Kuranın bahir bir burhanı olan Resailin-Nura bakar.

Üçüncü ayet ise, bin üç yüz otuz sekiz (1338) olduğundan, hikmet-i Kuraniyeyi Avrupa hükemasına karşı parlak bir surette gösterebilen ve gösteren Risalein-Nur Müellifi Darül-Hikmetil-İslamiyede hikmet-i Kuraniyeyi müdafaa etmekle, hatta İngilizin Başpapazı sual ettiği ve altı yüz (600) kelimeyle cevap istediği altı sualine altı kelimeyle cevap vermekle beraber inzivaya girip bütün gayretiyle Kuranın ilhamatından Risale-i Nurun meselelerini iktibasa başladığı aynı tarihe tam tamına tevafukla remzen bakar.

ON ÜÇÜNCÜ aYET
Sure-i al-i İmranda وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُۤ اِلاَّ اللهُ وَالرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ

ON DÖRDÜNCÜ aYET
Sure-i Nisada لٰكِنِ الرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ مِنْهُمْ
Bu iki ayet bu asra da hususi bakarlar.

Birincisinin meali gösteriyor ki: Ehl-i dalalet müteşabihat-ı Kuraniyeyi yanlış tevilat ile tahrifine ve şüpheleri çoğaltmasına çalıştığı bir zamanda ilimde rüsuhu bulunan bir taife o müteşabihat-ı Kuraniyenin hakiki tevillerini beyan edip ve iman ederek o şübehatı izale eder. Bu külli mananın her asırda masadakları ve cüziyatları var. Harb-i umumi vasıtasıyla, bin seneden beri Kuran aleyhinde teraküm eden Avrupa itirazları ve evhamları alem-i İslam içinde yol bulup yayıldılar. O şübehatın bir kısmı fenni şeklini giydi, ortaya çıktı. Bu şübehatı ve itirazları bu zamanda def eden, başta Risalein-Nur ve şakirtleri göründüğünden, bu ayet bu asra da baktığından, Risalein-Nur ve şakirtlerine remzen bakmakla beraber, ulema-i müteahhirinin mezhebine göre اِلاَّ اللهُ da vakfedilmez. O halde makam-ı cifrisi aynen اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغٰى nın makamı gibi bin üç yüz kırk dört (1344) ederek Resailin-Nur ve şakirtlerinin meydan-ı mücahede-i maneviyeye atılmaları tarihine tam tamına tevafukla onları da bu ayetin harim-i kudsisinin içine alıyor. Hem haşrin en kuvvetli ve parlak bir burhanı olan Onuncu Sözün etrafa yayılması tarihine ve Kuranın kırk vech ile mucize olduğunu beyan eden Yirmi Beşinci Sözün iştiharı hengamına, hem اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغٰى adedine tam tamına tevafukla bakar. Eğer mezheb-i selef gibi اِلاَّ اللهُ da vakıf olsa, o halde اَلرَّاسِخُونَ deki şeddeli ر , iki ر sayılsa bin üç yüz altmış küsur ederek Risaletün-Nur şakirtlerinin bundan on beş yirmi sene sonraki rasihane ve muhakkikane olan ilimlerine ve imanlarına remzen baktığı gibi, şeddeli ر , asıl itibarıyla bir ل , bir ر sayılsa bin iki yüz on iki (1212) ederek, bundan bir buçuk asır evvel Mevlana Halid Zülcenaheynin Hindistandan getirdiği parlak bir ilm-i hakikat rusuhuyla o zamanda meydan alan tevilat-ı fasideyi ve şübehatı dağıtarak yüz senede elli milyondan ziyade insanları daire-i irşadına aldığı ve tenvir ettiği zamanın tarihine tam tamına tevafukla bakar.

İkinci ayet olan اَلرَّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ şeddeli ر , aslına nazaran bir ل , bir ر sayılmak cihetiyle, makam-ı ebcedisi bin üç yüz kırk dört (1344) etmekle her asra baktığı gibi, bu asra da hususi remzen bakar. Ve ilm-i hakikatte rasihane çalışan ve kuvvetli iman eden bir taifeye işaret eder. Ve çok ayetlerin ehemmiyetle gösterdikleri bu bin üç yüz kırk dört (1344)te Risaletün-Nur ve şakirtlerinden daha ziyade bu vazifeyi müşkül şerait içinde sebatkarane yapan zahirde görülmüyor. Demek bu ayet onları dahi daire-i harimine hususi dahil ediyor.

ON BEŞİNCİ aYET
يَۤا اَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَۤاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَاَنْزَلْنَۤا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبِينًا
Şu ayet bu zamana dahi hitap eder. Çünkü tamam— مُبِينًا hariç kalsa—bin üç yüz altmış (1360) küsur eder. Eğer قَدْ جَۤاءَكُمْ den sonraki olsa بُرْهَانٌ ve نُورًا kelimelerindeki tenvinler, ن sayılsa bin üç yüz on (1310) eder. Demek bu asra da hitap eder. Hem قَدْ جَۤاءَكُمْ بُرْهَانٌ cümlesi yalnız dört farkla Furkan adedine tevafukla sarihan baktığı gibi, o kudsi burhan-ı İlahinin bu zamanda parlak ve kuvvetli bir burhanı olan Resailin-Nura dahi, ikinci cümlesi olan اَنْزَلْنَۤا اِلَيْكُمْ نُورًا مُبِينًا adedi, iki tenvin vakıfta iki elif ( ا ) sayılmak cihetiyle beş yüz doksan sekiz (598) ederek aynen tam tamına Resailin-Nura ve Risale-i Nur adedine tevafukla o semavi burhan-ı kudsinin yerde bir burhanı, Resailin-Nur olduğunu remzen haber veriyor.

İHTAR: Sözlerin üç ismi olan Risalein-Nur veya Resailin-Nur veya Risaletin-Nurdaki şeddeli ن , iki ن sayılmak, cifirce ağlebi bir kaidedir. Şeddeli harf bazan bir, bazan iki sayılabilir.

ON ALTINCI aYET
لِلَّذِينَ اٰمَنُوا هُدًى وَشِفَۤاءٌdur. Şu şifalı ayet çok zamandır benim dertlerimin şifası ve ilacı olduğu gibi eczahane-i kübra-yı İlahiye olan Kuran-ı Hakimin tiryaki ilaçlarından, Risalein-Nur eczalarının kavanozlarından alarak, belki bin manevi dertlerime bin kudsi şifayı buldum ve Resailin-Nur şakirtleri dahi buldular. Ve fenden ve felsefenin bataklığından çıkan ve tedavisi çok müşkül olan ve zındıka hastalığına müptela olanlardan çokları onunla şifalarını buldular.

İşte her derde şifa olan Kuranın ilaçlarının bu zamanda bir kısım kavanozları hükmünde bulunan Resailin-Nur dahi bu şifadar ayetin bir medar-ı nazarı olduğuna kuvvetli bir emare şudur ki: Bu ayetin makam-ı cifrisi olan bin üç yüz kırk altı (1346) adedi Resailin-Nurun bin üç yüz kırk altı (1346)da şifadarane etrafa intişarının tarihine ve Mucizat-ı Ahmediye aleyhissalatü vesselam namında olan risale-i harikanın zaman-ı telifine tam tamına tevafukudur. Şu tevafuk hem münasebet-i maneviyeyi teyid ve onunla teeyyüd eder, hem remizden işaret derecesine çıkarıyor.

ON YEDİNCİ aYET
فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُdeki فُلْ حَسْبِىَ اللهُ لاَ إِلٰهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ nün makam-ı cifrisi şeddeli ل lar birer ل ve şeddeli ك bir ك sayılmak cihetiyle bin üç yüz yirmi dokuz (1329) ederek, Harb-i Umuminin başlangıcı zamanında Resailin-Nurun başlangıcı olan İşaratül-İcaz tefsirinin tarih-i telifine tam tamına tevafukla beraber, şeddeli ك iki ك sayılmak cihetiyle 1349 ederek, Harb-i Umuminin verdiği sarsıntılar zamanında Resailin-Nurun حَسْبِىَ اللهُ 3 diyerek ehl-i dünyadan hiçbir yerde himaye görmeden, belki tehacüme hedef olmakla beraber çekinmeyerek yalnız başlarıyla müşkülat içinde envar-ı Kuraniyeyi neşrettikleri aynı tarihe tam tamına tevafuku ise, her cihetiyle ayn-ı şuur olan ayatta elbette tesadüfi olamaz. Belki bu gibi ayetler, en müşkül zaman olan bu asra dahi hususi bakarlar ve o ayatı kendilerine rehber ittihaz eden bir kısım şakirtlerine hususi iltifat edip iltifatlarıyla teşci ederler.

Bu ayet, sabık ayetler gibi münasebet-i maneviyesi gerçi zahiren görünmüyor; fakat bir cihetle Resailin-Nur ile bir nevi münasebeti vardır. Şöyle ki:

On üç senedir bu ayet Risaletün-Nur Müellifinin ve sonra has şakirtlerinin mağripten sonra bir vird-i hususileridir. Hem bu ayetin manasına bu zamanda tam mazhar ve herkes onlardan çekinmesinden fütur getirmeyerek حَسْبِىَ اللهُ deyip mütevekkilane müşkülat-ı azime içinde envar-ı imaniyeyi ve esrar-ı Kuraniyeyi neşreden, ehl-i imanı meyusiyetten kurtaran, başta Risaletün-Nur ve şakirtleridir.

ON SEKİZİNCİ aYET
اِنَّ حِزْبَ اللهِ هُمُ الْغَالِبُونَ dir. Bu ayet mealiyle hizbullahın zahiri mağlubiyetinden gelen meyusiyeti izale için kudsi bir teselli verir ve hizbullah olan hizb-i Kuraninin hakikatte ve akibette galebesini haber verir ve bu asırda hizb-i Kuraninin hadsiz efradından Resailin-Nur şakirtleri tezahür ettiklerinden, bu ayetin külli manasında hususi dahil olmalarına bir emare olarak, makam-ı cifrisi olan bin üç yüz elli (1350) adedi ile Resailin-Nur şakirtlerinin zahiri mağlubiyetleri ve bir sene sonra mahpusiyetleri içinde manevi galebeleri ve metanetleri ve haklarında yapılan müthiş imha planını akim bırakan ihlasları ve kuvve-i maneviyeleri tezahür etmesinin Rumi tarihi olan bin üç yüz elli (1350) ve elli bir (51) ve elli iki (52) adedine tam tamına tevafuku elbette şefkatkarane, teselliyettarane bir remz-i Kuranidir.

ON DOKUZUNCU aYET
وَالَّذِينَ اٰمَنُوا مَعَهُ نُورُهُمْ يَسْعٰى بَيْنَ اَيْدِيهِمْ وَبِاَيْمَانِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْ لَنَا
Şu ayetin umum manasındaki tabakalarından bir tabaka-i işariyesi bu asra dahi bakıyor. Çünkü يَقُولُونَ رَبَّنَا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا hem manaca kuvvetli münasebeti var; hem cifirce bin üç yüz yirmi altı (1326) ederek, o tarihteki hürriyet inkılabından neşet eden fırtınaların hengamında herşeyi sarsan o fırtınaların ve harplerin zulümatından kurtulmak için nur arayan müminler içinde, Resailin-Nur şakirtleri az bir zaman sonra tezahür ettiklerinden, bu ayetin efrad-ı kesiresinden bu asırda bir masadakı onlar olduğuna bir emaredir. وَاغْفِرْ لَنَا cümlesi bin üç yüz altmış (1360)a bakıyor. Demek bundan beş altı sene sonra istiğfar devresidir. Resailin-Nur şakirtleri o zamanda istiğfar dersini vereceğini remzen bir imadır.

YİRMİNCİ aYET
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَۤاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ Şu ayet-i azime sarihan Asr-ı Saadette nüzul-ü Kurana baktığı gibi sair asırlara dahi mana-yı işarisiyle bakar. Ve Kuranın semasından ilhami bir surette gelen şifadar nurlara işaret eder. İşte, doğrudan doğruya tabib-i kulub olan Kuran-ı Hakimin feyzinden ve ziyasından iktibas olunan Risaletün-Nur, benim çok tecrübelerimle umum manevi dertlerime şifa olduğu gibi, Resailin-Nur şakirtleri dahi tecrübeleriyle beni tasdik ediyorlar. Demek Resailin-Nur bu ayetin bir mana-yı işarisinde dahildir. Ve bu duhulüne bir emare olarak, مَا هُوَ شِفَۤاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ nin makam-ı cifrisi 1339 ederek, aynı tarihte Kurandan ilham olunan Resailin-Nur bu asrın manevi ve müthiş hastalıklarına şifa olmakla meydana çıkmaya başlamasından, bu ayet ona hususi remzettiğine bana kanaat veriyor. Ben kendi kanaatimi yazdım; kanaate itiraz edilmez.

YİRMİ BİRİNCİ aYET VEYA aYETLER
قُلْ اِنَّنِىِ هَدٰينِىِ رَبىِِِّ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ وَهَدٰيهُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ sekiz-dokuz ayetlerde sırat-ı müstakime nazarı çeviriyorlar. Ve bu doğru, istikametli yolu bulmak için daima Kuranın nurundan her asırda o asrın zulmetlerini dağıtacak ve istikamet yolunu tenvir edecek, Kurandan gelen nurlar olmakla ve bu dehşetli ve fırtınalı asırda o doğru yolu şaşırtmayacak bir surette gösteren başta şimdilik Risaletün-Nur tezahür ettiğinden, hem bu “sırat-ı müstakim” kelimesinin makam-ı cifrisi—tenvin, ن sayılmak cihetiyle—bin eder. Medde olmazsa dokuz yüz doksan dokuz (999) ederek, yalnız bir veya iki farkla Risaletün-Nur adedi olan dokuz yüz doksan sekiz (998)e tevafukla, sekiz-dokuz ayetlerde “sırat-ı müstakim” kelimeleri bu mezkur iki ayet gibi Risaletün-Nuru sırat-ı müstakimin efradına hususi idhal edip remzen ona baktırır ve istikametine işaret eder. Eğer صِرَاطٍ daki tenvin sayılmazsa, اَنُّورُ daki şeddeli ن , bir ن sayılır, yine tevafuk eder.

Hem nasıl ki bu ayet Risalein-Nura ismiyle bakıyor; öyle de, onun istihzarat zamanına da bakar. Çünkü هَدٰينِىِ رَبىِِِّ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ in makam-ı cifrisi bin üç yüz on altı (1316) ederek, Risaletün-Nur Müellifinin ihtiyarsız olarak istihzarat-ı Nuriyede bulunduğu ve umum malumatını Kuranın fehmine basamaklar yaptığı en hararetli tarihi olan bin üç yüz on altı (1316) adedine tam tamına tevafuku elbette evvelki işaratı teyid ve onunla teeyyüd ederek Risaletün-Nuru daire-i harimine remzen, belki işareten dahil ediyor.

Ca-yı dikkat ve ehemmiyetli bir tevafuktur ki, Risaletün-Nur Müellifi bin üç on altı (1316) sıralarında mühim bir inkılab-ı fikri geçirdi. Şöyle ki:

O tarihe kadar ulum-u mütenevviayı, yalnız ilimle tenevvür için merak ederdi, okurdu, okuturdu. Fakat birden o tarihte merhum vali Tahir Paşa vasıtasıyla Avrupanın Kurana karşı müthiş bir suikastları var olduğunu bildi. Hatta bir gazetede İngilizin bir Müstemlekat Nazırı demiş:

“Bu Kuran, İslam elinde varken biz onlara hakiki hakim olamayız. Bunun sukutuna çalışmalıyız” dediğini işitti, gayrete geldi. Birden, makam-ı cifrisi bin üç yüz on altı (1316) olan فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ fermanını manen dinleyerek bir inkılab-ı fikri ile merakını değiştirdi. Bütün bildiği ulum-u mütenevviayı Kuranın fehmine ve hakikatlerinin ıspatına basamaklar yaparak hedefini ve gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını yalnız Kuran bildi. Ve Kuranın icaz-ı manevisi ona rehber ve mürşid ve üstad oldu. Fakat maatteessüf o gençlik zamanında çok aldatıcı arızalar yüzünden bilfiil o vazifenin başına geçmedi. Bir zaman sonra Harb-i Umuminin tarraka ve gürültüsüyle uyandı. O sabit fikir canlandı, bilkuvveden bilfiile çıkmaya başladı.

İşte hem ona, hem Risaletün-Nura çok alakası bulunan bu bin üç yüz on altı (1316) tarihine çok ayetler müttefikan bakarlar. Mesela, nasıl ki, هَدٰينِىِ رَبىِِِّ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ ayeti tam tamına tevafukla işaret eder. Aynen öyle de, bir ayet-i meşhure olan اِنَّ رَبىِِِّ عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ makam-ı cifrisi şeddeli ن , bir ن sayılsa ve tenvin sayılmazsa bin üç yüz on altı (1316) ederek aynen tam tamına o tarihe işaret eder.

Hem nasıl ki yedi-sekiz surelerde gelen ayetler ve o ayetlerde gelen “sırat-ı müstakim” cümleleri, Risaletün-Nur ismine tevafukla beraber, bu mezkur iki ayet gibi bir kısmı Risaletün-Nur telifinin tarihini de gösterir. Aynen öyle de, yedi adet surelerin başlarında yedi defa تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ cümle-i kudsiyesi, makam-ı cifrisi olan bin üç yüz on altı (1316) veya yedi (7) ederek aynen tam tamına o bin üç yüz on altı (1316) tarihine tevafukla işaret ettiği gibi, طٰسۤ تِلْكَ اٰيَاتُ الْقُرْاٰنِ ayeti dahi aynen bin üç yüz on altı (1316) ederek o bin üç yüz on altı (1316) tarihine tevafukla işaret eder. Güya nasılki Asr-ı Saadette Kurandaki iman hakikatlerine alametler, deliller ve o Kitab-ı Mübinin davalarına burhanları ve hüccetleri gözlere de göstermek manasında tekrarla تِلْكَ اٰيَاتُ الْقُرْاٰنِ تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ fermanlarıyla Kuran-ı Mucizül-Beyan ilanat yapıyor. Öyle de, bu dehşetli asırda dahi bir mana-yı işarisiyle o ayat-ı Furkaniyenin burhanları ve hakkaniyetinin alametleri ve hakikatlerinin hüccetleri ve hak kelamullah olduğuna delilleri olan Resailin-Nura mana-yı işarisiyle alamet ve burhan ve emare ve delil manasıyla ayatın ayetleri diye tekrarla تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ ferman ederek nazar-ı dikkati Kuran hesabına bu asra ve bu asırdaki Resailin-Nura çeviriyor, itikad ediyorum.

Evet, her bir cihetle ayn-ı şuur olan ayat-ı Kuraniyenin böyle yirmi vech ile ve yirmi parmakla aynı şeye müttefikan işaretleri tasrih derecesinde bana kanaat veriyor. Benim kanaatime iştirak etmeyen, bu ittifaka ne diyecek? Ve ne diyebilir? Hangi kuvvet bu ittifakı bozar? Resailin-Nur bu asra gelen işarat-ı Kuraniyeye hususi bir medar-ı nazar olduğuna kimin şüphesi varsa, Kuranın kırk vech ile mucizesini ispat eden Mucizat-ı Kuraniye namındaki Yirmi Beşinci Söz ve Yirminci Sözün İkinci Makamına ve haşre dair Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Sözlere baksın. Şüphesi izale olmazsa, gelsin, parmağını gözüme soksun!

YİRMİ İKİNCİ aYET VE aYETLER
Hem Yunus, hem Yusuf, hem Rad, hem Hicr, hem Şuara, hem Kasas, hem Lokman surelerinin başlarında bulunan تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ ilan-ı kudsisidir. Yirmi birinci ayetin hatimesinde bunun münasebet-i maneviyesi bir derece beyan edilmiş. Cifrisi ise, bu ayette üç ت bin iki yüz (1200) ve iki ك , iki ل , 100 eder; yekunu bin üç yüz (1300). Bir ى , bir ب , dört veya beş elif( ا ), mecmuu bin üç yüz on altı (1316) veya on yedi ederek Resailin-Nur Müellifi bir inkılab-ı fikri ile ulum-u mütenevviayı, Kuranın hakaikine çıkmak için basamaklar yaptığı bir tarihe tam tamına tevafuku münasebet-i maneviyesinin kuvvetine istinaden deriz:

O tevafuk remzeder ki, “Bu asırda Resailin-Nur denilen otuz üç adet Söz ve otuz üç adet Mektup ve otuz bir adet Lemalar, bu zamanda, Kitab-ı Mübindeki ayetlerin ayetleridir. Yani, hakaikinin alametleridir ve hak ve hakikat olduğunun burhanlarıdır. Ve o ayetlerdeki hakaik-ı imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir. Ve تِلْكَ kelime-i kudsiyesinin işaret-i hissiyesiyle gözlere dahi görünecek derecede zahir olduğunu ifade eden böyle işarete layık delilleridir” diye remzen Resailin-Nuru, bir işari manasının külli dairesine hususi ve medar-ı nazar bir ferdi olarak dahil ediyor.

Elhasıl: Nasıl ki bu ayette bulunan işari mana yedi surede yedi işaret hükmünde olup delalet, belki sarahat derecesine çıkıyor. Aynen öyle de, صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ deki remiz dahi, yedi-sekiz surelerde bulunmakla yedi-sekiz remiz hükmünde olarak o remzi işaret, belki delalet, belki sarahat derecesine çıkarıyor.

İHTAR: Külfetsiz olmak üzere birden hatıra gelen işarat kaydedildi. Tekellüfe girmemek için işaretli otuz üç ayetin çok işaratı kaydedilmedi.

YİRMİ ÜÇÜNCÜ aYET
عَسٰى رَبُّنَا اَنْ يُبْدِ لَنَا خَيْرًا Şu ayet her asra baktığı gibi, bu asra da bakıyor ve bu asırda kabuslu bir rüya gibi musibetlere düşen ve Rabb-i Rahiminden onu hayra tebdil etmesini rica edenler içinde Resailin-Nur şakirtlerine hususi remzettiğine bir emaresi şudur ki:

Bu ayetin makam-ı cifrisi olan bin üç yüz kırk beş (1345)te ehemmiyetli risaleler telif ile beraber, fevkalade hadiseler vukua gelmeye hazırlandılar. Ve o Resailin-Nurun merkez-i intişarı olan Barla karyesinde ziyade sıkıntı müellifine verildi. Ve hususan küçük mescidine ilişildiği zaman, Resailin-Nur şakirtleri kuvvetli bir rica ile dergah-ı İlahiyeye iltica edip, “Ya Rab, bu müthiş rüyayı hayra tebdil eyle” deyip yalvardılar. Herkesin meyusiyetlerine mukàbil pek kuvvetli bir ümit ve rica ile Müslümanların kuvve-i maneviyelerini takviye ettiler. Bu ayetin birden külfetsiz hatıra geleni bu kadardır. Yoksa esrarı çoktur. Tekellüf olmasın diye kısa kestim.

YİRMİ DÖRDÜNCÜ aYET VE aYETLER
Hem Sure-i Zümer, hem Sure-i Casiye, hem Sure-i Ahkafın başlarında bulunan تَنْزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ ayat-ı azimeleridir. Şu ayetler dahi yirmi ikincideki ayetler gibi Risaletün-Nurun ismine ve zatına, hem telif ve intişarına bir mana-yı remziyle bakıyorlar.

İzahtan evvel mühim bir ihtar Lüzumlu dört-beş nokta beyan edilecek.
Birinci nokta: Hadiste varid olduğu gibi, “Her bir ayetin mana mertebelerinde bir zahiri, bir batını, bir haddi, bir muttalaı vardır. Bu dört tabakadan her birisinin hadisçe شُجُونٍ وَغُسُونٍ tabir edilen füruatı, işaratı, dal ve budakları vardır” mealindeki hadisin hükmüyle, Kuran hakkında nazil olan bu ayet-i kudsiye feri bir tabakadan ve bir mana-yı işarisiyle de Kuran ile münasebeti çok kuvvetli bir tefsirine bakmak, şenine bir nakise değil, belki o lisanül-gaybdaki icaz-ı manevisinin muktezasıdır.

İkinci nokta: Bir tabakanın mana-yı işarisinin külliyetindeki efradının bu asırda tezahür eden ve münasebeti pek kuvvetli bir ferdi Risaletün-Nur olduğunu, onu okuyan herkes tasdik eder. Evet, ben Risaletün-Nurun has şakirtlerini işhad ederek derim:

Risaletün-Nur sair telifat gibi ulum ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kurandan başka mehazı yok, Kurandan başka üstadı yok, Kurandan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kuranın feyzinden mülhemdir ve sema-i Kuraniden ve ayatının nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.

Üçüncü nokta: Resailin-Nur baştan başa ism-i Hakim ve Rahimin mazharı olduğundan, bu üç ayetin ahirleri ism-i Hakim ile ve gelecek yirmi beşinci dahi Rahman ve Rahim ile bağlamaları münasebet-i maneviyeyi cidden kuvvetlendiriyor. İşte bu kuvvetli münasebet-i maneviyeye binaen deriz ki: تَنْزِيلُ الْكِتَابِ cümlesinin sarih bir manası; Asr-ı Saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübinin nüzulü olduğu gibi, mana-yı işarisiyle de, her asırda o Kitab-ı Mübinin mertebe-i arşiyesinden ve mucize-i maneviyesinden feyiz ve ilham tarikiyle onun gizli hakikatleri ve hakikatlerinin burhanları iniyor, nüzul ediyor diyerek, şu asırda bir şakirdini ve bir lemasını cenah-ı himayetine ve daire-i harimine bir hususi iltifat ile alıyor.

Dördüncü nokta: İşte bu risalede mezkur otuz üç ayet-i meşhurenin bilittifak, tekellüfsüz, manaca ve cifirce Resailin-Nurun başına parmak basmaları ve başta ayetün-Nur on parmakla ona işaret etmesi, eskiden beri ulema ortasında ve edipler mabeyninde meşhur bir düstur ve hakikatli bir medar-ı istihracat ve hatta hususi tarihlerde ve mezar taşlarında ediplerin istimal ettikleri maruf bir kanun-u ilmi iledir. Eğer o kanuna tasannu karışmazsa, işaret-i gaybiye olabilir. Eğer suni ve kasti yapılsa, yalnız bir letafet, bir zarafet, bir cezalet olur.

Evet, edipler hususi ve şahsi tarihlerde onun taklidini yapmakla kelamlarını güzelleştirdikleri, hem cifir ilminin en esaslı bir kaidesi ve mühim bir anahtarı olan makam-ı ebcedi ile işaret ise, her cihetle ayn-ı şuur ve nefs-i ilim ve mahz-ı irade ve tesadüfi halleri olmayan ve lüzumsuz maddeleri bulunmayan Kuranın bu kadar ayat-ı meşhuresi icma ile ve ittifakla Risalein-Nura işaret ve tevafukları, sarahat derecesinde onun makbuliyetine bir şehadettir. Ve hak olduğuna bir imzadır ve şakirtlerine bir beşarettir.

Beşinci nokta: Bu hesab-ı ebcedi, makbul ve umumi bir düstur-u ilmi ve bir kanun-u edebi olduğuna deliller pek çoktur. Burada yalnız dört-beş tanesini numune için beyan edeceğiz.

Birincisi: Bir zaman Beni İsrail alimlerinden bir kısmı, huzur-u Peygamberide, surelerin başlarındaki الۤمۤ كۤهٰيٰعۤصۤ gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifri ile dediler:

“Ya Muhammed, senin ümmetinin müddeti azdır.”

Onlara mukàbil dedi: “Az değil.” Sair surelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: “Daha var.” Onlar sustular…

İkincisi: Ali radıyallahu anhın en meşhur Kaside-i Celcelutiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedi ve cifir ile telif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.

Üçüncüsü: Cafer-i Sadık radıyallahu anh ve Muhyiddin-i Arabi gibi esrar-ı gaybiye ile uğraşan zatlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcediyi gaybi bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler.

Dördüncüsü: Yüksek edipler, bu hesabı, edebi bir kanun-u letafet kabul edip eski zamandan beri onu istimal etmişler. Hatta letafetin hatırı için iradi ve suni ve taklidi olmamak lazım gelirken, suni ve kasti bir surette o gaybi anahtarların taklidini yapıyorlar.

Beşincisi: Ulum-u riyaziye ulemasının münasebet-i adediye içinde en latif düsturları ve avamca harika görünen kanunları, bu hesab-ı tevafukinin cinsindendirler. Hatta fıtrat-ı eşyada Fatır-ı Hakim bu tevafuk-u hesabiyi bir düstur-u nizam ve bir kanun-u vahdet ve insicam ve bir medar-ı tenasüp ve ittifak ve bir namus-u hüsün ve ittisak yapmış. Mesela, nasıl ki iki elin ve iki ayağın parmakları, asabları, kemikleri, hatta hüceyratları, mesamatları hesapça birbirine tevafuk ederler. Öyle de, bu ağaç, bu baharda ve geçen bahardaki çiçek, yaprak, meyvece tevafuk ettiği gibi, bu baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevafuk ve istikbal baharları dahi mazi baharlarına, ihtiyar ve irade-i İlahiyeyi gösteren sırlı ve az farkla muvafakatleri, Sani-i Hakim-i Zülcemalin vahdetini gösteren kuvvetli bir şahid-i vahdaniyettir.

İşte madem bu tevafuk-u cifri ve ebcedi, bir kanun-u ilmi ve bir düstur-u riyazi ve bir namus-u fıtri ve bir usul-ü edebi ve bir anahtar-ı gaybi oluyor. Elbette, menba-ı ulum ve maden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı ayat-ı tekviniyesi ve edebiyatın mucize-i kübrası ve lisanül-gayb olan Kuran-ı Mucizül-Beyan, o kanun-u tevafukiyi, işaratında istihdam, istimal etmesi icazının muktezasıdır.
İhtar bitti, şimdi sadede geliyoruz.
Sure-i Zümer, Casiye, Ahkafın başlarındaki تَنْزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ olan ayetler, sabık ihtarın ikinci noktasında münasebet-i maneviyesi beyan edildiğinden burada yalnız cifri remzini beyan edeceğiz. Şöyle ki: İki ت sekiz yüz (800), iki ن yüz (100), iki م seksen (80), iki ك kırk (40), üç ز yirmi bir (21), üç ى otuz (30), bir ب , bir ح on (10), Lafzullah ( اللهُ ) altmış yedi (67), bir ع yetmiş (70), dört ل , dört elif( ا ) yüz yirmi dört (124) olup yekunu bin üç yüz kırk iki (1342) ederek bu asrın şu tarihine nazar-ı dikkati celb etmekle beraber, Kuranın tenziliyle çok alakadar bir nura parmak basıyor. Ve o tarihten az sonra Mucizat-ı Ahmediye (a.s.m.) Risalesi ve Yirminci ve Yirmi Dördüncü Mektuplar gibi Risaletün-Nurun en nurani cüzleri meydan-ı intişara çıkmaları ve Kuranın kırk vech ile icazını ispat eden Mucizat-ı Kuraniye risalesiyle haşre dair Onuncu Sözün ikisinin “kırk iki (42)”de intişarları ve “kırk altı (46)”da fevkalade iştiharları aynı tarihte olması bir kuvvetli emaredir ki, bu ayet ona hususi bir iltifatı var.

Hem nasıl ki bu ayetler telif ve intişarına işaret ederler; öyle de, yalnız تَنْزِيلُ الْكِتَابِ kelimesi Risaletün-Nurun ismine (şeddeli ن , bir ن sayılmak cihetiyle) gayet cüzi bir farkla tevafuk edip remzen bakar, kendine kabul eder. Çünkü تَنْزِيلُ الْكِتَابِ kelimesi dokuz yüz elli bir (951) ederek Risaletün-Nurun makamı olan dokuz yüz kırk sekiz (948)e sırlı üç farkla tevafuk noktasından bakar.

Birden hatıra geldi ki: Bu üç farkın sırrı ise Risaletün-Nurun mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil, belki ekseriyetle Kuranın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat ve istihracat-ı Kuraniyedir. Ca-yı dikkattir ki, birinci حٰمۤ olan Sure-i Müminde تَنْزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللهِ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ makam-ı cifrisi, bazı mühim ayetler gibi bin üç yüz yetmiş (1370)e bakıyor. Acaba on beş-yirmi sene sonra başka bir nur-u Kuran zuhur mu edecek, yahut Resailin-Nurun bir inkişaf-ı fevkalade ile bir fütuhatı mı olacak, bilmediğimden o kapıyı açamıyorum.

YİRMİ BEŞİNCİ aYET
حٰمۤ تَنْزِيلٌ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ayet-i kudsiyesidir. Bu ayetin mana-yı işarisi, Resailin-Nur ile münasebeti çok kuvvetlidir. Bir ciheti şudur ki:
Risaletün-Nurun ve şakirtlerinin mesleği, dört esas üzerine gidiyor.
Birincisi tefekkürdür; Hakim ismine bakıyor.
Biri de şefkattir, hadsiz olan fakrını hissetmektir ki, Rahman ve Rahim isimlerine bakıyor.

Hem şu ayet nasıl ki Resailin-Nurun telif ve tekemmül tarihine tevafukla parmak basıyor; öyle de, تَنْزِيلٌ kelimesiyle (vakıf mahalli olmadığından, tenvin, ن sayılmak cihetiyle) makamı beş yüz kırk yedi (547) olarak Sözlerin ikinci ve üçüncü ismi olan Resailin-Nur ve Risale-i Nurun adedi olan beş yüz kırk sekiz (548) veya kırk dokuz (49)a, şeddeli ن , bir ن sayılmak cihetiyle pek cüzi ve sırlı bir veya iki farkla tevafuk ederek remzen ona bakar, dairesine alır.

Hem حٰمۤ تَنْزِيلٌ مِنَ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِin makam-ı cifrisi, bir vech ile, yani tenvin, ن sayılsa ve şeddeli iki ر deki lam-ı asli hesap edilse, حَامِيمْ ,حٰمۤ telaffuzda olduğu gibi olsa, bin üç yüz elli dört (1354) veya beş (5) eder. Ve diğer bir vecihte, yani tenvin sayılmazsa, bin üç yüz dört (1304) eder. Üçüncü vecihte, yani telaffuzda bulunmayan iki ل hesaba girmezse, bin iki yüz doksan dört (1294) eder.

Birinci vecihte, tam tamına Resailin-Nurun telifçe bir derece tekemmülü ve fevkalade ehemmiyet kesb etmesi ve fırtınalara tutulması ve şakirtleri kudsi bir teselliye muhtaç oldukları Arabi tarihiyle, şu bin üç yüz elli beş (1355) ve elli dört (54) tarihine, hem otuz bir adet Lemalardan ibaret olan Otuz Birinci Mektubun telif zamanına, hem o mektubun Otuz Birinci Lemasının vakt-i zuhuruna ve o lemadan Birinci Şuanın telifine ve Şuanın yirmi dokuz makamında otuz üç adet ayatın Risale-i Nura işaretleri istihraç edildiği hengamına ve yirmi beşinci ayetin Risale-i Nura imaları yazıldığı şu zamana, şu dakikaya, şu hale tam tamına tevafuku ise, Kuranın icaz-ı manevisine yakışıyor, gayet latif ve müjdeli bir tevafuktur.

İkinci vecihte, yani bin üç yüz dört (1304) makamıyla, Risale-i Nurun tercümanı, Risale-i Nurun basamakları olan mebadi-i uluma besmele-keş olduğu ve fütuhat-ı Nuriyede besmelesini çektiği ve fatiha-i hayat-ı ilmiyede okuduğu zamanına tam tamına tevafukla parmak basıyor, arkasını sıvatıyor, “Haydi git, selametle çalış” remzen diyor.

Üçüncü vecihte, yani bin iki yüz doksan üç (1293) veya dört (4) olan makam-ı cifrisiyle, o tercümanın besmele-i hayat-ı dünyeviyesinin iptidasına tam tamına tevafuk sırrıyla ima eder ki, onun hayatı çok dehşetli dağdağaları ve fırtınaları görmek ve çekmekle beraber, daima Rahman ve Rahim isimlerinin mazharı olarak rahmetle muhafaza ve şefkatle terbiye edileceğini remzen münimane haber veriyor. Bu suretle, Kuranın manevi icazından ihbar-ı gaybi nevinin bir şuaını gösteriyor.

YİRMİ ALTINCI aYET
Sure-i Hudda فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَسَعِيدٌ ayetinin iki satır sonra gelen وَاَمَّا الَّذِينَ سُعِدُوا فَفِى الْجَنَّةِ ayetidir. Şu ayetin şeddeli م ve şeddeli ل ve şeddeli ن ikişer sayılmak ve الْجَنَّةِ deki ت vakıfta olduğundan ﻫ olmak cihetiyle makam-ı cifrisi bin üç yüz elli iki (1352) olmakla, tam tamına Resailin-Nur şakirtlerinin en meyusiyetli ve musibetli zamanları olan bin üç yüz elli iki (1352) tarihine tam tamına tevafukla, o acınacak hallerinde kudsi ve semavi bir teselli, bir beşarettir. Ve ayetin münasebet-i maneviyesi bir iki risalede, yani Keramat-ı Aleviyede ve Gavsiyede beyan edilmiştir. وَاَمَّا الَّذِينَ سُعِدُوا 3 de ki سُعِدُوا kelimesi فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَسَعِيدٌ deki سَعِيدٌ kelimesine Kuran sahifesinde tam müvazi ve mukàbil gelmesi, bu tevafuka bir letafet daha katar. Bu ayetin külli ve çok geniş mana-yı kudsisinin cüziyatından Risale-i Nur şakirtleri gibi teselliye çok muhtaç bir cüzisi bu asırda bin üç yüz elli iki (1352)de bulunduğuna tam tamına tevafukla işaret ederek başına parmak basıyor.

Eğer فَفِى الْجَنَّةِ kelimesinde vakfedilmezse ve خَالِدِينَ kelimesiyle raptedilse, o vakit ﻫ ,ت olmaz. Fakat daha latif tesellikar bir tevafuk olur. Çünkü وَاَمَّا الَّذِينَ سُعِدُوا kaide-i nahviyece müptedadır. فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدِينَ onun haberidir. Bu haber ise, makam-ı cifrisi olan bin üç yüz kırk dokuz (1349) adediyle, bin üç yüz kırk dokuz (1349) tarihinden beşaretle remzen haber verir. Ve o tarihte bulunan Kuran hizmetkarlarından bir taifenin ashab-ı Cennet ve ehl-i saadet olduğunu mana-yı işarisiyle ve tevafuk-u cifri ile ihbar eder ve bu tarihte Risale-i Nur şakirtleri Kuran hesabına fevkalade hizmetleri ve tenevvürleri ve çok mühim risalelerin telifleri ve başlarına gelen şimdiki musibetin, düşmanları tarafından ihzaratı tezahür ettiğinden, elbette bu tarihe müteveccih ve işari, tesellikar bir beşaret-i Kuraniye en evvel onlara baktığını gösterir.

Evet فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدِينَ de şeddeli ن , bir ن sayılmak cihetiyle ت dört yüz (400), خ altı yüz (600); bin (1000) eder. İki ن yüz (100); bir ى , iki ف , bir ل iki yüz (200); diğer ل otuz (30), ikinci ى on (10), iki elif ( ا ) iki (2), bir ج üç (3), bir د dört (4), kırk dokuz (49) eder ki; yekunu bin üç yüz kırk dokuz (1349) eder.

Bu müjde-i Kuraniyenin binden bir vechi bize teması, bin hazineden ziyade kıymettardır. Bu müjdenin bir müjdecisi bir sene evvel görülmüş bir rüya-yı sadıkadır. Şöyle ki:
Ispartada başımıza gelen bu hadiseden bir ay evvel bir zata, rüyada ona deniliyor ki, “Resailin-Nur şakirtleri imanla kabre girecekler, imansız vefat etmezler.”
Biz o vakit o rüyaya çok sevindik. Demek o müjde, bu müjde-i Kuraniyenin bir müjdecisi imiş.

YİRMİ YEDİNCİ aYET
Sure-i Safta يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ dur. Bu ayetteki نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ cümlesinin makam-ı cifrisi, bin üç yüz on altı (1316) veya yedi (7)dir. Ve bu tarih ise, sabıkan yirmi birinci ayetin hatimesinde zikredilen inkılab-ı fikri sadedinde, Avrupanın bir müstemlekat nazırı, Kuranın nurunu söndürmesine çalışması tarihine ve Resailin-Nur Müellifi dahi ona karşı o inkılab-ı fikri sayesinde o nuru parlatmaya çalışması aynı tarihe, hem yedi surede yedi defa 3 تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ aynı tarihe, hem طٰسۤ تِلْكَ اٰيَاتُ الْقُرْاٰنِ dahi aynı tarihe, hem هَدٰينِى رَبِّى اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ dahi aynı tarihe, hem اِنَّ رَبِّى عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ dahi şeddeli ن , bir ن sayılmak ve tenvin sayılmamak cihetiyle aynı tarihe, hem فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ fermanı dahi aynı tarihe, hem نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللهُ مُتِمُّ نُورِهِ dahi aynı tarihe bilittifak muvafakatları elbette remizden, işaretten, delaletten ziyade bir sarahattir ki, Risale-i Nur o nur-u İlahinin bir leması olacağını ve düşmanları tarafından gelen şübehat zulümatını dağıtacağını mana-yı işarisiyle müjdeliyor. Hem bu cifri ve müteaddit ve manidar tevafuklar ise, kuvvetli bir münasebet-i maneviyeye istinad ederler.

Evet, Resailin-Nurun yüz yirmi dokuz (129) risaleleri, yüz yirmi dokuz (129) elektrik lambalarının şişeleri misillü, Kuran nur-u azamından uzanan tellerin başlarına takılıp o nuru neşrettikleri meydandadır. Risale-i Nurun yarı ismi iki defa bu cümle-i ayette bulunmasıyla o münasebeti pek letafetlendiriyor.

YİRMİ SEKİZİNCİ aYET
Sure-i Tevbede يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِؤُا نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبىَ اللهُ إِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ ayetindeki نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبىَ اللهُ إِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ cümlesi, kuvvetli ve letafetli münasebet-i maneviyesiyle beraber şeddeli lamlar, birer ل ve şeddeli م asıl kelimeden olduğundan, iki م sayılmak cihetiyle bin üç yüz yirmi dört (1324) ederek, Avrupa zalimleri devlet-i İslamiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müthiş bir suikast planı yaptıkları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri, hürriyeti “yirmi dört (24)”te ilanıyla o planı akim bırakmaya çalıştıkları halde, maatteessüf, altı-yedi sene sonra, harb-i umumi neticesinde yine o suikast niyetiyle, Sevr Muahedesinde Kuranın zararına gayet ağır şeraitle kafirane fikirlerini yine icra etmek olan planlarını akim bırakmak için Türk milliyetperverleri cumhuriyeti ilanla mukabeleye çalıştıkları tarihi olan bin üç yüz yirmi dört (1324)e, ta “otuz dört (34)”te, ta “elli dört (54)”te tam tamına tevafukla, o herc ü merc içinde Kuranın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Resailin-Nur Müellifi “yirmi dört (24)”te ve Resailin-Nurun mukaddematı “otuz dört (34)”te ve Resailin-Nurun nurani cüzleri ve fedakar şakirtleri “elli dört (54)”te mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor. Hatta hakikat-i hali bilmeyen bir kısım ehl-i siyaseti telaşa sevk ettiler ve bu itfa suikastine karşı tenvir vazifesini tam ifa ettiklerinden, bu ayetin mana-yı işarisi cihetinde bir medar-ı nazarı olduklarına kuvvetli bir emaredir. Şimdi İslamlar içinde nur-u Kurana muhalif haletlerin ekserisi o suikastlerin ve Sevr Muahedesi gibi gaddarane muahedelerin vahim neticeleridir.

Eğer şeddeli م dahi şeddeli lamlar gibi bir sayılsa, o vakit bin iki yüz seksen dört (1284) eder. O tarihte Avrupa kafirleri devlet-i İslamiyenin nurunu söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rusun “doksan üç (93)” muharebe-i meşumesiyle alem-i İslamın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resailin-Nur şakirtleri yerinde Mevlana Halidin (k.s.) şakirtleri o bulut zulümatını dağıttıklarından, bu ayet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor. Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli lamlar ve م ikişer sayılsa, bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise, Mehdinin şakirtleri olabilir. Her ne ise… Bu nurlu ayetin çok nurani nükteleri var.
اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى الْبَحْرِ sırrıyla kısa kestik.

YİRMİ DOKUZUNCU aYET
Sure-i İbrahimin başında الۤرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ اِلٰى صِرَاطِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ ayetidir. Şu ayetin dört beş cümlesinde dört beş ima var. Mecmuu bir işaret hükmüne geçer.

Birincisi: اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ cümlesi ifade eder ki: “Kitab-ı Mübin vasıtasıyla, on dördüncü asırdaki zulümattan, insanlar biiznillah Kurandan gelen bir nura çıkarlar.” Bu meal ve hususan نُورْ lafzı, Resailin-Nura mutabık olduğu gibi, makam-ı cifrisi şeddeli ن , iki ن olmak üzere bin üç yüz otuz sekiz (1338) veya dokuz (9) ederek, Harb-i Umumi zulümatında telif edilen Resailin-Nurun fatihası olan İşaratül-İcaz tefsiri, o zulmetler içindeki zuhuru tarihine tam tamına tevafuku ve ayetteki nur kelimesi, Risale-i Nurdaki Nur lafzına ima ile bakıyor.

İkincisi: اِلٰى صِرَاطِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ cümlesi evvelki cümledeki Nuru tarif ederek der: O nur Cenab-ı Hakkın izzet ve mahmudiyetini gösteren yoldur. Bu cümlenin makam-ı ebcedisi beş yüz kırk sekiz (548) veya elli (50) olarak, Resailin-Nurun şeddeli ن , bir ن olmak üzere adedi olan beş yüz kırk sekiz (548)e tam tamına tevafuk eder. Eğer okunmayan iki elif ( ا ) sayılsa, mertebesine işaret eden iki farkla yine tam tamına tevafuk eder. Bu imayı teyid eden, hem letafetlendiren bir münasebet var. Şöyle ki:

alem-i İslam için en dehşetli asır, altıncı asır ile Hülagu fitnesi ve on üçüncü asrın ahiri ve on dördüncü asır ile Harb-i Umumi fitneleri ve neticeleri olduğu münasebetiyle, bu cümle makam-ı ebcedi ile altıncı asra ve evvelki cümle gibi الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine ima eder.

Hem, sabık ayetlerde ise, Resailin-Nurun ikinci ismine tevafukla işaret eden umum o ayetler, dehşetli asır olan Hülagu ve Cengiz asrına dahi ima ederler. Hatta o ayetlerin hem o asra, hem bu asra imaları içindir ki, Ali Ercuzesinde ve Gavs-ı azam (k.s.) Kasidesinde Resailin-Nura kerametkarane işaret ettikleri vakit hem o asra, hem şu asra bakıp hiddetle işaret etmişler.

Üçüncüsü: مِنَ الظُّلُمَاتِ kelimesindeki الظُّلُمَاتِ ın adedi bin üç yüz yetmiş iki (1372) ederek bu asrın zulümleri, zulmetleri ne vakte kadar devam edeceğini, o zulmetlerin içinde bir nur daima tenvire çalışacağını ima ile Risale-i Nurun tenvirine remzen bakar.

Dördüncüsü: لِتُخْرِجَ النَّاسَ cümlesi diyor ki: “Bin üç yüz kırk beş (1345)te Kurandan gelen bir nur ile insanlar karanlıklardan ışıklara çıkarılacak.” Bu meal ise, bin üç yüz kırk beş (1345)te fevkalade tenvire başlayan Resailin-Nura tam tamına cifirce, hem mealce muvafık ve mutabık olmakla, Risale-i Nurun makbuliyetine ima, belki remzediyor.

Beşincisi: الۤرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ deki اِلَيْكَ kelimesi Kurana has baktığı için hariç kalmak üzere, الۤرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ cümlesinin makamı Risaletün-Nurun birinci ismine tam tamına tevafuk etmesi, Risaletün-Nurun, Kitab-ı Münzelin tam bir tefsiri ve manası olduğunu ve ondan yabani olmadığını remzen ifade eder. Çünkü الر üç yüz seksen iki (382), كِتَابٌ dört yüz yirmi üç (423), اَنْزَلْنَاهُ yüz kırk dört (144), yekunu dokuz yüz kırk dokuz (949); eğer tenvin ن sayılsa dokuz yüz doksan dokuz (999) ederek Risaletün-Nurun (eğer şeddeli ن , bir ن sayılsa) adedi olan dokuz yüz kırk sekiz (948) (eğer şeddeli ن , iki ن olsa) dokuz yüz doksan sekiz (998) sırlı, yani vahiy olmadığını ifade için bir tek farkla tevafuk edip ona ima eder.

Elhasıl: Bu bir tek ayette mezkur beş cümlenin münasebet-i maneviyeyi gözeterek beş adet imaları bir kuvvetli işaret, belki bir delalet hükmüne geçebilir kanaati bana bunu yazdırdı. Hata etmişsem, Kitab-ı Mübini şefaatçi edip Erhamürrahiminden kusurumun affını niyaz ederim.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Evet, Risale-i Nurun mayası ve meşrebi tefekkür ve şefkat olduğu cihetle, İbrahimin (a.s.) hususi meşrebi olan tefekkür ve şefkat noktasında tam tevafuk etmek sırrıyla şu surede daha ziyade Risale-i Nuru kucağına alıyor. Baştaki ayet, dört cümle ile en karanlık bir asrın kara kara içinde, zulmet zulmet içinde insanları nura çıkaran ve Kurandan çıkan bir nura parmak bastığı gibi, en karanlık içinde bulunan ve Risale-i Nurun cereyanına muhalif gidenleri tarif eder.

ÜÇÜNCÜ aYET:
اَلَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى اْلاٰخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا اُولٰۤئِكَ فِى ضَلاَلٍ بَعِيدٍ
Bu dahi, üç cümlesiyle bazı münasebat-ı maneviye ve muvafakat-ı mefhumiye cihetinde ve hem Risale-i Nurun mesleğine, hem mülhidlerin mesleğine imaen bakar ve birinci cümlesiyle der ki: “O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (ahireti tam bildikleri halde) onlara iltihak delaletiyle, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve ahirete, yani elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi sefahet-i hayatı, dini hissiyata muannidane tercih edip dinsizlikle iftihar ederler.”

Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalalet ahireti bilmiyor ve inkar ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor.

Ve ikinci cümlesi olan وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللهِ ile der ki: “O bedbahtların dalaleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neşet ettiği için kendi halleriyle durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onunla ecdatları bağlı olan dine, adavetkarane, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”

DÖRDÜNCÜ aYETİN:
وَمَۤا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلاَّ بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ cümlesi makam-ı cifrisiyle ve baştaki ayetin işaretleri karinesiyle, risalet ve nübüvvetin her asırda veraset noktasında naipleri, vekilleri bulunmak kaidesiyle, bir mana-yı remzi cihetinde, vazife-i ırsiyeti yapan Risale-i Nuru efradı içine hususi bir iltifatla dahil edip lisan-ı Kuran olan Arabi olmayarak Türkçe olmasını takdir ediyor. Evet, bunun makamı رَسُولٍ deki tenvin ن sayılmak ve şeddeli ل iki sayılsa ve şeddeli ى bir sayılsa bin üç yüz elli sekiz (1358), her ikisi bir ر sayılsa bin üç yüz yirmi sekiz (1328); şeddeliler iki sayılsa, tenvin sayılmazsa, bin üç yüz on sekiz (1318), hem tenvin, hem şeddeliler sayılsa bin üç yüz altmış sekiz (1368) ederek Risale-i Nurun beş devresine ve beş vaziyetine remzen ve imaen bakar.

BEŞİNCİ aYETTE:
اَنْ اَخْرِجْ قَوْمَكَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ وَذَكِّرْهُمْ بِاَيَّامِ اللهِ
اِلَى النُّورِ وَذَكِّرْهُمْ بِاَيَّامِ اللهِ cümlesinde makam-ı cifrisi, şeddeliler birer sayılmak cihetinde bin üç yüz elli bir (1351) ederek Risale-i Nurun şimdilik beyanına iznim olmayan ehemmiyetli vazifesinin ve bu evamir-i Kuraniyeyi imtisalinin tarihine tam tamına tevafuk-u cifri ve muvafakat-ı maneviye karinesiyle ve kıssadan hisse almak münasebat-ı mefhumiye remzi ile Risale-i Nura imaen bakar. Daha yazılacak çok gaybi işaretler var; fakat izin verilmedi, şimdilik kaldı.