اَلَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
Şu Mektup فَقُولاَ لَهُ قَوْلاً لَيِّنًا sırrına mazhar olmuş, şiddetli yazılmamış.
Çoklar tarafından sarihan ve manen gelen bir suale cevaptır. Şu cevabı vermek benim için hoş değil; arzu etmiyorum. Herşeyimi Cenab-ı Hakkın tevekkülüne bağlamıştım. Fakat ben kendi halimde ve alemimde rahat bırakılmadığım ve yüzümü dünyaya çevirdikleri için, Yeni Said değil, bilmecburiye Eski Said lisanıyla, şahsım için değil, belki dostlarımı ve Sözlerimi ehl-i dünyanın evham ve eziyetinden kurtarmak için, hakikat-i hali hem dostlarıma, hem ehl-i dünyaya ve ehl-i hükme beyan etmek için, Beş Noktayı beyan ediyorum.
BİRİNCİ NOKTA
Denilmiş: “Niçin siyasetten çekildin, hiç yanaşmıyorsun?”
Elcevap: Dokuz on sene evveldeki Eski Said, bir miktar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu. Ve gördü ki, o yol meşkuk ve müşkülatlı ve bana nisbeten fuzuliyane, hem en lüzumlu hizmete mani ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık; ve bilmeyerek ecnebi parmağına alet olmak ihtimali var.
Hem siyasete giren, ya muvafık olur veya muhalif olur. Eğer muvafık olsa, madem memur ve mebus değilim; o halde siyasetçilik bana fuzuli ve malayani birşeydir. Bana ihtiyaç yok ki beyhude karışayım. Eğer muhalif siyasete girsem, ya fikirle veya kuvvetle karışacağım. Eğer fikirle olsa, bana ihtiyaç yok. Çünkü mesail tavazzuh etmiş; herkes benim gibi bilir. Beyhude çene çalmak manasızdır. Eğer kuvvetle ve hadise çıkarmakla muhalefet etsem, husulü meşkuk bir maksat için binler günaha girmek ihtimali var; birinin yüzünden çoklar belaya düşer. Hem on ihtimalden bir iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak vicdanım kabul etmiyor diye, Eski Said, sigara ile beraber gazeteleri ve siyaseti ve sohbet-i dünyeviye-i siyasiyeyi terk etti. Buna kati şahit, o vakitten beri, sekiz senedir birtek gazete ne okudum ve ne dinledim. Okuduğumu ve dinlediğimi, biri çıksın, söylesin. Halbuki, sekiz sene evvel, günde belki sekiz gazete Eski Said okuyordu. Hem beş senedir bütün dikkatle benim halime nezaret ediliyor. Siyasetvari bir tereşşuh gören söylesin. Halbuki, benim gibi asabi ve اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ düsturuyla, en büyük hileyi hilesizlikte bulan pervasız, alakasız bir insanın, değil sekiz sene, sekiz gün bir fikri gizli kalmaz. Siyasete iştihası ve arzusu olsaydı, tetkikata, taharriyata lüzum bırakmayarak, top güllesi gibi sada verecekti.
İKİNCİ NOKTA
Yeni Said niçin bu kadar şiddetle siyasetten tecennüb ediyor?
Elcevap: Milyarlar seneden ziyade olan hayat-ı ebediyeye çalışmasını ve kazanmasını, meşkuk bir iki sene hayat-ı dünyeviyeye lüzumsuz, fuzuli bir surette karışmayla feda etmemek için; hem en mühim, en lüzumlu, en saf ve en hakikatli olan hizmet-i iman ve Kuran için şiddetle siyasetten kaçıyor. Çünkü, diyor:
Ben ihtiyar oluyorum; bundan sonra kaç sene yaşayacağımı bilmiyorum. Öyle ise bana en mühim iş, hayat-ı ebediyeye çalışmak lazım geliyor. Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır; ona çalışmak lazım geliyor.
Fakat ilim itibarıyla insanlara dahi bir menfaat dokundurmak için şeran hizmete mükellef olduğumdan, hizmet etmek isterim. Lakin o hizmet, ya hayat-ı içtimaiye ve dünyeviyeye ait olacak. O ise elimden gelmez. Hem fırtınalı bir zamanda sağlam hizmet edilmez. Onun için, o ciheti bırakıp, en mühim, en lüzumlu, en selametli olan, imana hizmet cihetini tercih ettim. Kendi nefsime kazandığım hakaik-i imaniyeyi ve nefsimde tecrübe ettiğim manevi ilaçları, sair insanların eline geçmek için, o kapıyı açık bırakıyorum. Belki Cenab-ı Hak bu hizmeti kabul eder ve eski günahıma kefaret yapar. Bu hizmete karşı şeytan-ı racimden başka hiç kimsenin—mümin olsun, kafir olsun, sıddık olsun, zındık olsun—karşı gelmeye hakkı yoktur. Çünkü imansızlık başka şeylere benzemiyor. Zulümde, fıskta, kebairde birer menhus lezzet-i şeytaniye bulunabilir. Fakat imansızlıkta hiçbir cihet-i lezzet yok. Elem içinde elemdir, zulmet içinde zulmettir, azap içinde azaptır.
İşte, böyle hadsiz bir hayat-ı ebediyeye çalışmayı ve iman gibi kudsi bir nura hizmeti bırakmak, ihtiyarlık zamanında lüzumsuz, tehlikeli siyaset oyuncaklarına atılmak, benim gibi alakasız ve yalnız ve eski günahlarına kefaret aramaya mecbur bir adamda ne kadar hilaf-ı akıldır, ne kadar hilaf-ı hikmettir, ne derece bir divaneliktir; divaneler de anlayabilirler.
Amma “Kuran ve imanın hizmeti niçin beni men ediyor?” dersen, ben de derim ki:
Hakaik-i imaniye ve Kuraniye birer elmas hükmünde olduğu halde, siyasetle alude olsaydım, elimdeki o elmaslar, iğfal olunabilen avam tarafından, “Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?” diye düşünürler. O elmaslara adi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde, ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek hükmüne geçer. İşte, ey ehl-i dünya! Neden benimle uğraşıyorsunuz, beni kendi halimde bırakmıyorsunuz?
Eğer derseniz, “Şeyhler bazan işimize karışıyorlar. Sana da bazan şeyh derler”; ben de derim:
Hey efendiler, ben şeyh değilim. Ben hocayım. Buna delil: Dört senedir buradayım. Birtek adama tarikat verseydim, şüpheye hakkınız olurdu. Belki yanıma gelen herkese demişim: “İman lazım, İslamiyet lazım. Tarikat zamanı değil.”
Eğer derseniz, “Sana Said-i Kürdi derler. Belki sende unsuriyetperverlik fikri var, o işimize gelmiyor”; ben de derim:
Hey efendiler! Eski Said ve Yeni Saidin yazdıkları meydanda. Şahit gösteriyorum ki, ben اَلْاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ ferman-ı katisiyle, eski zamandan beri menfi milliyet ve unsuriyetperverliğe, Avrupanın bir nevi frenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o frenk illetini İslam içine atmış, ta tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O frenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar.
Madem böyledir. Hey efendiler, herbir hadiseyi bahane tutup bana sıkıntı vermeye sebep nedir acaba? Şarkta bir nefer hata etse, garpta bir nefere askerlik münasebetiyle zahmet ve ceza vermek; veya İstanbulda bir esnafın cinayetiyle Bağdatta bir dükkancıyı esnaflık münasebetiyle mahkum etmek nevinden, her hadise-i dünyeviyede bana sıkıntı vermek hangi usulledir, hangi vicdan hükmeder, hangi maslahat iktiza eder?
ÜÇÜNCÜ NOKTA
Halimi, istirahatimi düşünen ve her musibete karşı sabırla sükutumu istiğrap eden dostlarımın şöyle bir sualleri var ki: “Sana gelen zahmetlere, sıkıntılara nasıl tahammül ediyorsun? Halbuki eskiden çok hiddetli ve izzetli idin; edna bir tahkire tahammül edemezdin.”
Elcevap: İki küçük hadiseyi ve hikayeyi dinleyiniz, cevabını alınız.
Birinci hikaye: İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebepsiz, gıyabımda tezyifkarane, hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra, Cenab-ı Hakkın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi, sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helal ettirdi. O hakikat şudur:
Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar şahsıma ve nefsime ait ise, Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemişse, beni nefsimin terbiyesine sevk eder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemişse, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kazibeden kurtarmaya yardımdır. Evet, ben nefsimle musalaha etmemişim. Çünkü terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse, ondan darılmak değil, belki memnun olmak lazım gelir.
Eğer o adamın tahkiratı, benim imana ve Kurana hizmetkarlığım sıfatıma ait ise, o bana ait değil. O adamı, beni istihdam eden Sahib-i Kurana havale ediyorum. O Azizdir, Hakimdir.
Eğer sırf beni sövmek, tahkir etmek, çürütmek nevinden ise, o da bana ait değil. Ben menfi ve esir ve garip ve elim bağlı olduğundan, haysiyetimi kendi elimle düzeltmeye çalışmak bana düşmez. Belki misafir olduğum ve bana nezaret eden şu köye, sonra kazaya, sonra vilayete hükmedenlere aittir. Bir insanın elindeki esirini tahkir etmek, sahibine aittir; o müdafaa eder.
Madem hakikat budur. Kalbim istirahat etti, وَاُفَوِّضُ اَمْرِۤى اِلَى اللهِ اِنَّ اللهَ بَصِيرٌ باِلْعِبَادِ dedim. O vakıayı olmamış gibi saydım, unuttum. Fakat maatteessüf sonra anlaşıldı ki, Kuran onu helal etmemiş.
İkinci hikaye: Şu senede işittim ki, bir hadise olmuş. O hadisenin vukuundan sonra, yalnız icmalen vukuunu işittiğim halde, o vakıa ile ciddi alakadarmışım gibi bir muamele gördüm. Zaten muhabere etmiyordum; etsem de, pek nadir olarak bir mesele-i imaniyeyi bir dostuma yazardım. Hatta dört senede kardeşime bir tek mektup yazdım. Ve ihtilattan hem ben kendimi men ediyordum, hem de ehl-i dünya beni men ediyordu. Yalnız bir iki ahbapla haftada bir defa görüşebiliyordum. Köye gelen misafirler ise, ayda bir ikisi, bazı bir iki dakika, bir mesele-i ahirete dair benimle görüşüyordu. Bu gurbet halimde, garip, yalnız, kimsesiz, nafaka için çalışmaya benim gibilere muvafık olmayan bir köyde, herşeyden, herkesten men edildim. Hatta, dört sene evvel, harap olmuş bir camii tamir ettirdim. Memleketimde imamlık ve vaizlik vesikam elimde olduğundan, o camide dört senedir—Allah kabul etsin—imamlık ettiğim halde, şu mübarek geçen Ramazanda mescide gidemedim. Bazan yalnız namazımı kıldım, cemaatle kılınan namazın yirmi beş sevabından ve hayrından mahrum kaldım.
İşte, başıma gelen bu iki hadiseye karşı, aynen iki sene evvel o memurun bana karşı muamelesine gösterdiğim sabır ve tahammülü gösterdim. İnşaallah devam da ettireceğim. Şöyle de düşünüyorum ve diyorum ki:
Eğer ehl-i dünya tarafından başıma gelen şu eziyet, şu sıkıntı, şu tazyik, ayıplı ve kusurlu nefsim için ise, helal ediyorum. Benim nefsim belki bununla ıslah-ı hal eder; hem ona keffaretüzzünub olur. Dünya misafirhanesinin safasını çok gördüm. Azıcık cefasını görsem, yine şükrederim.
Eğer imana ve Kurana hizmetkarlığım cihetiyle ehl-i dünya beni tazyik ediyorsa, onun müdafaası bana ait değil. Onu, Aziz-i Cebbara havale ediyorum.
Eğer asılsız ve riyaya sebep ve ihlası kıracak bir şöhret-i kazibeyi kırmak için teveccüh-ü ammeyi hakkımda bozmak murad ise, onlara rahmet! Çünkü teveccüh-ü ammeye mazhar olmak ve halkların nazarında şöhret kazanmak, benim gibi adamlara zarardır zannederim. Benimle temas edenler beni bilirler ki, şahsıma karşı hürmet istemiyorum, belki nefret ediyorum. Hatta kıymettar mühim bir dostumu, fazla hürmeti için belki elli defa tekdir etmişim.
Eğer beni çürütmek ve efkar-ı ammeden düşürtmek, iskat ettirmekten muradları, tercümanlık ettiğim hakaik-i imaniye ve Kuraniyeye ait ise, beyhudedir. Zira Kuran yıldızlarına perde çekilmez. Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez; başkasına gece yapamaz.
DÖRDÜNCÜ NOKTA
Evhamlı birkaç sualin cevabıdır.
BİRİNCİSİ: Ehl-i dünya bana der: “Neyle yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun? Memleketimizde tembelce oturanları ve başkasının sayiyle geçinenleri istemiyoruz.”
Elcevap: Ben iktisat ve bereketle yaşıyorum. Rezzakımdan başka kimsenin minnetini almıyorum ve almamaya da karar vermişim. Evet, günde yüz para, belki kırk para ile yaşayan bir adam, başkasının minnetini almaz.
Şu meselenin izahını hiç arzu etmiyordum. Belki bir gururu ve bir enaniyeti ihsas eder fikriyle, beyan etmek bana pek nahoştur. Fakat, madem ehl-i dünya evhamlı bir surette soruyorlar. Ben de derim ki:
Küçüklüğümden beri halkların malını kabul etmemek (velev zekat dahi olsa), hem maaşı kabul etmemek (yalnız bir iki sene Darül-Hikmetil-İslamiyede dostlarımın icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum, o parayı da manen millete iade ettik). Hem mAyşet-i dünyeviye için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır. Ehl-i memleketim ve başka yerlerde beni tanıyanlar bunu biliyorlar. Bu beş seneki nefyimde, çok dostlar bana hediyelerini kabul ettirmek için çok çalıştılar; kabul etmedim. “Öyle ise nasıl idare edersin?” denilse, derim:
Bereket ve ikram-ı İlahi ile yaşıyorum. Nefsim çendan her hakarete, her ihanete müstehak ise de, fakat Kuran hizmetinin kerameti olarak, erzak hususunda, ikram-ı İlahi olan berekete mazhar oluyorum. وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ sırrıyla, Cenab-ı Hakkın bana ettiği ihsanatı yad edip, bir şükr-ü manevi nevinde birkaç nümunesini söyleyeceğim. Bir şükr-ü manevi olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya ve gururu ihsas ederek o mübarek bereket kesilsin. Çünkü müftehirane gizli bereketi izhar etmek, kesilmesine sebep olur. Fakat, ne çare, söylemeye mecbur oldum.
İşte birisi: Şu altı aydır otuz altı ekmekten ibaret bir kile buğday bana kafi geldi. Daha var, bitmemiş. Ne miktar kifayet edecek, bilmiyorum.
İkincisi: Şu mübarek Ramazanda, yalnız iki haneden bana yemek geldi; ikisi de beni hasta etti. Anladım ki, başkasının yemeğini yemekten memnuum. Mütebakisi, bütün Ramazanda benim idareme bakan mübarek bir hanenin ve sadık bir arkadaşım olan o hane sahibi Abdullah Çavuşun ihbarı ve şehadetiyle, üç ekmek, bir kıyye pirinç bana kafi gelmiştir. Hatta o pirinç, on beş gün Ramazandan sonra bitmiştir.
Üçüncüsü: Dağda, üç ay, bana ve misafirlerime bir kıyye tereyağı, hergün ekmekle beraber yemek şartıyla, kafi geldi. Hatta, Süleyman isminde mübarek bir misafirim vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günüydü, dedim ona: “Git, ekmek getir.” İki saat, her tarafımızda kimse yok ki oradan ekmek alınsın. “Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber dua etmek arzu ediyorum” dedi. Ben de dedim: ” تَوَكَّلْنَا عَلَى اللهِ ; kal.”
Sonra, hiç münasebeti olmadığı halde ve bir bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şekerle çayımız vardı. Dedim: “Kardeşim, bir parça çay yap.”
O ona başladı. Ben de derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum. Müteessifane şöyle düşündüm ki: Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu safi-kalb adama ne diyeceğim diye düşünmedeyken, birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim. Gördüm ki, koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: “Süleyman, müjde! Cenab-ı Hak bize rızık verdi.”
O ekmeği aldık; bakıyoruz ki, kuşlar ve hayvanat-ı vahşiye, hiçbiri ilişmemiş. Yirmi otuz gündür hiçbir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek ikimize iki gün kafi geldi. Biz yerken, bitmek üzereyken, dört sene sadık bir Sıddıkım olan müstakim Süleyman, ekmekle aşağıdan çıkageldi.
Dördüncüsü: Şu üstümdeki sakoyu, yedi sene evvel eski olarak almıştım. Beş senedir elbise, çamaşır, pabuç, çorap için dört buçuk lira ile idare ettim. Bereket, iktisat ve rahmet-i İlahiye bana kafi geldi.
İşte, şu nümuneler gibi çok şeyler var ve bereket-i İlahiyenin çok cihetleri var. Bu köy halkı çoğunu bilirler. Fakat sakın bunları fahr için zikrediyorum zannetmeyiniz. Belki mecbur oldum. Hem benim için iyiliğe bir medar olduğunu düşünmeyiniz. Bu bereketler, ya yanıma gelen halis dostlarıma ihsandır; veya hizmet-i Kuraniyeye bir ikramdır; veya iktisadın bereketli bir menfaatidir; veyahut “Ya Rahim, ya Rahim” ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de ondan istifade ederim. Evet, hazin mırmırlarını dikkatle dinlesen, “Ya Rahim, ya Rahim” çektiklerini anlarsın.
Kedi bahsi geldi, tavuğu hatıra getirdi. Bir tavuğum var. Şu kışta yumurta makinesi gibi, pek az fasılayla hergün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Hem birgün iki yumurta getirdi, ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum, “Böyle olur mu?” dedim. Dediler: “Belki bir ihsan-ı İlahidir.” Hem şu tavuğun yazın çıkardığı küçük bir yavrusu vardı. Ramazan-ı Şerifin başında yumurtaya başladı, ta kırk gün devam etti. Hem küçük, hem kışta, hem Ramazanda bu mübarek hali bir ikram-ı Rabbani olduğuna, ne benim ve ne de bana hizmet edenlerin şüphemiz kalmadı. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı.
İKİNCİ VEHİMLİ SUAL: Ehl-i dünya diyorlar ki: “Sana nasıl emniyet edeceğiz ki, sen dünyamıza karışmayacaksın? Seni serbest bıraksak belki dünyamıza karışırsın. Hem nasıl bileceğiz ki, sen kurnazlık yapmıyorsun? Kendini tarik-i dünya gösterip, halkın malını zahiren almaz, gizli alır bir kurnazlık olmadığını nasıl bileceğiz?”
Elcevap: Yirmi sene evvelki Divan-ı Harb-i Örfide ve hürriyetten daha evvel zamanda çoklara malum hal ve vaziyetim ve İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi namında o zaman Divan-ı Harpteki müdafaatım kati gösterir ki, değil kurnazlık, belki edna bir hileye tenezzül etmez bir tarzda hayat geçirmişim. Eğer hile olsaydı, bu beş sene zarfında sizlere temellukkarane bir müracaat edilecekti. Hileli adam kendini sevdirir, kendini çekmez. İğfal ve aldatmaya daima çalışır. Halbuki, bana karşı en mühim hücumlara ve tenkitlere mukàbil, tezellüle tenezzül etmedim. “Tevekkeltü alallah” deyip ehl-i dünyaya arkamı çevirdim.
Hem de ahireti bilen ve dünyanın hakikatini keşfeden, aklı varsa pişman olmaz, yeniden dünyaya dönüp uğraşmaz. Elli seneden sonra, alakasız, tek başıyla bir adam, hayat-ı ebediyesini dünyanın bir iki sene gevezeliğine, şarlatanlığına feda etmez. Feda etse kurnaz olmaz, belki ebleh bir divane olur. Ebleh bir divanenin elinden ne gelir ki onunla uğraşılsın?
Amma zahiren tarik-i dünya, batınen talib-i dünya şüphesi ise:
وَمَۤا اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ لاََمَّارَةٌ بِالسُّۤوءِ sırrınca, ben nefsimi tebrie etmiyorum. Nefsim her fenalığı ister. Fakat şu fani dünyada, şu muvakkat misafirhanede, ihtiyarlık zamanında, kısa bir ömürde, az bir lezzet için, ebedi, daimi hayatını ve saadet-i ebediyesini berbat etmek, ehl-i aklın karı değil. Ehl-i aklın ve zişuurun karı olmadığından, nefs-i emmarem ister istemez akla tabi olmuştur.
ÜÇÜNCÜ VEHİMLİ SUAL: Ehl-i dünya diyorlar ki: “Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun? Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın. Biz muarızlarımızı ezeriz.”
Elcevap: Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dünyadan çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyorum. Fakat karışmıyorum. Çünkü ben başka maksattayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış. Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil. Çünkü idarenizi, asayişinizi istiyorsunuz. El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki, hiç layık olmadığınız halde “Kalb de bizi sevsin” demeye?
Kalbe karışsanız: Evet, ben nasıl bu kış içinde baharı temenni ediyorum ve arzu ediyorum; fakat irade edemiyorum, getirmeye teşebbüs edemiyorum. Öyle de, hal-i alemin salahını temenni ediyorum, dua ediyorum ve ehl-i dünyanın ıslahını arzu ediyorum. Fakat irade edemiyorum; çünkü elimden gelmiyor. Bilfiil teşebbüs edemiyorum; çünkü ne vazifemdir, ne de iktidarım var.
DÖRDÜNCÜ ŞÜPHELİ SUAL: Ehl-i dünya diyorlar ki: “O kadar belalar gördük ki, kimseye emniyetimiz kalmadı. Sana nasıl emin olabiliriz ki, fırsat senin eline geçse, arzu ettiğin gibi karışmazsın?”
Elcevap: Evvelki noktalar size emniyet vermekle beraber, memleketimde, talebe ve akrabam içinde, beni dinleyenlerin ortasında, heyecanlı hadiseler içinde dünyanıza karışmadığım halde, diyar-ı gurbette ve yalnız, tek başıyla, garip, zayıf, aciz, bütün kuvvetiyle ahirete müteveccih, ihtilattan, muhabereden kesilmiş, iman ve ahiret münasebetiyle uzaktan uzağa yalnız bazı ehl-i ahireti dost bulan ve başka herkese yabani ve herkes de ona yabani nazarıyla bakan bir insan, semeresiz, tehlikeli dünyanıza karışsa, muzaaf bir divane olmak gerektir.
BEŞİNCİ NOKTA
Beş küçük meseleye dairdir.
BİRİNCİSİ: Ehl-i dünya bana diyorlar ki: “Bizim usul-ü medeniyetimizi, tarz-ı hayatımızı ve suret-i telebbüsümüzü niçin sen kendine tatbik etmiyorsun? Demek bize muarızsın.”
Ben de derim: Hey efendiler! Ne hakla bana usul-ü medeniyetinizi teklif ediyorsunuz? Halbuki siz, beni hukuk-u medeniyetten iskat etmiş gibi, haksız olarak beş sene bir köyde muhabereden ve ihtilattan memnu bir tarzda ikamet ettirdiniz. Her menfiyi şehirlerde dost ve akrabasıyla beraber bıraktınız ve sonra vesika verdiğiniz halde, sebepsiz beni tecrid edip, bir iki tane müstesna, hiçbir hemşehriyle görüştürmediniz. Demek beni efrad-ı milletten ve raiyetten saymıyorsunuz. Nasıl kanun-u medeniyetinizin bana tatbikini teklif ediyorsunuz? Dünyayı bana zindan ettiniz. Zindanda olan bir adama böyle şeyler teklif edilmez. Siz bana dünya kapısını kapadınız. Ben de ahiret kapısını çaldım; rahmet-i İlahiye açtı. ahiret kapısında bulunan bir adama, dünyanın karma karışık usul ve adatı ona nasıl teklif edilir? Ne vakit beni serbest bırakıp, memleketime iade edip hukukumu verdiniz; o vakit usulünüzün tatbikini isteyebilirsiniz.
İKİNCİ MESELE: Ehl-i dünya diyorlar ki: “Bize ahkam-ı diniyeyi ve hakaik-i İslamiyeyi talim edecek resmi bir dairemiz var. Sen ne salahiyetle neşriyat-ı diniye yapıyorsun? Sen madem nefye mahkumsun; bu işlere karışmaya hakkın yok.”
Elcevap: Hak ve hakikat inhisar altına alınmaz. İman ve Kuran nasıl inhisar altına alınabilir? Siz dünyanızın usulünü, kanununu inhisar altına alabilirsiniz. Fakat hakaik-i imaniye ve esasat-ı Kuraniye, resmi bir şekilde ve ücret mukàbilinde, dünya muamelatı suretine sokulmaz. Belki, bir mevhibe-i İlahiye olan o esrar, halis bir niyetle ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.
Hem de sizin o resmi daireniz dahi, memleketteyken beni vaiz kabul etti, tayin etti. Ben o vaizliği kabul ettim, fakat maaşını terk ettim. Elimde vesikam var. Vaizlik, imamlık vesikasıyla her yerde amel edebilirim. Çünkü benim nefyim haksız olmuştur. Hem menfiler madem iade edildi; eski vesikalarımın hükmü bakidir.
Saniyen: Yazdığım hakaik-i imaniyeyi doğrudan doğruya nefsime hitap etmişim. Herkesi davet etmiyorum. Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-i Kuraniyeyi arayıp buluyorlar. Yalnız, medar-ı mAyşetim için, yeni huruf çıkmadan evvel, haşre dair bir risalemi tab ettirdim. Bunu da, bana karşı insafsız eski vali, o risaleyi tetkik edip, tenkit edecek bir cihet bulamadığı için ilişemedi.
ÜÇÜNCÜ MESELE: Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şüpheli baktıkları için, ehl-i dünyaya hoş görünmek için benden zahiren teberri ediyorlar, belki tenkit ediyorlar. Halbuki, kurnaz ehl-i dünya, bunların teberrisini ve bana karşı içtinaplarını, o ehl-i dünyaya sadakate değil, belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.
Ben de derim: Ey ahiret dostlarım! Benim Kurana hizmetkarlığımdan teberri edip kaçmayınız. Çünkü, inşaallah benden size zarar gelmez. Eğer faraza musibet gelse veya bana zulmedilse, siz benden teberriyle kurtulamazsınız. O hal ile, musibete ve tokada daha ziyade istihkak kesb edersiniz. Hem ne var ki evhama düşüyorsunuz?
DÖRDÜNCÜ MESELE: Şu nefiy zamanında görüyorum ki, hodfuruş ve siyaset bataklığına düşmüş bazı insanlar, bana tarafgirane, rakibane bir nazarla bakıyorlar. Güya ben de onlar gibi dünya cereyanlarıyla alakadarım!
Hey efendiler! Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var. Başka cereyanlarla alakam yok. O adamlardan ücret mukàbilinde iş görenler, belki kendilerini bir derece mazur görüyor. Fakat ücretsiz, hamiyet namına bana karşı tarafgirane, rakibane vaziyet almak ve ilişmek ve eziyet etmek, gayet fena bir hatadır. Çünkü, sabıkan ispat edildiği gibi, siyaset-i dünya ile hiç alakadar değilim. Yalnız, bütün vaktimi ve hayatımı hakaik-i imaniye ve Kuraniyeye hasr ve vakfetmişim. Madem böyledir; bana eziyet verip rakibane ilişen adam düşünsün ki, o muamelesi zındıka ve imansızlık namına imana ilişmek hükmüne geçer.
BEŞİNCİ MESELE: Dünya madem fanidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakim ve Kerim bir müdebbiri var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem لاَ يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا اِلاَّ وُسْعَهَا sırrınca teklif-i malayutak yoktur. Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır. Hem madem dünyevi dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.
Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için ahireti unutmasın, ahiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selametle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.
On Altıncı Mektubun Zeyli
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Ehl-i dünya, sebepsiz, benim gibi aciz, garip bir adamdan tevehhüm edip, binler adam kuvvetinde tahayyül ederek beni çok kayıtlar altına almışlar. Barlanın bir mahallesi olan Bedrede ve Barlanın bir dağında bir iki gece kalmaklığıma müsaade etmemişler. İşittim ki, diyorlar: “Said elli bin nefer kuvvetindedir; onun için serbest bırakmıyoruz.”
Ben de derim ki: Ey bedbaht ehl-i dünya! Bütün kuvvetinizle dünyaya çalıştığınız halde, neden dünyanın işini dahi bilmiyorsunuz, divane gibi hükmediyorsunuz? Eğer korkunuz şahsımdan ise, elli bin nefer değil, belki bir nefer elli defa benden ziyade işler görebilir. Yani, odamın kapısında durup bana “Çıkmayacaksın” diyebilir.
Eğer korkunuz mesleğimden ve Kurana ait dellallığımdan ve kuvve-i maneviye-i imaniyeden ise, elli bin nefer değil, yanlışsınız, meslek itibarıyla elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun! Çünkü, Kuran-ı Hakimin kuvvetiyle, sizin dinsizleriniz dahil olduğu halde bütün Avrupaya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim envar-ı imaniye ile, onların fünun-u müsbete ve tabiat dedikleri muhkem kalalarını zirüzeber etmişim. Onların en büyük dinsiz feylesoflarını hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa, Allahın tevfikiyle, beni o mesleğimin bir meselesinden geri çeviremezler, inşaallah mağlup edemezler.
Madem böyledir; ben sizin dünyanıza karışmıyorum, siz de benim ahiretime karışmayınız. Karışsanız da beyhudedir!
Takdir-i Hüda kuvve-i bazu ile dönmez,
Bir şema ki Mevla yaka, üflemekle sönmez!
Benim hakkımda, müstesna bir surette, pek ziyade ehl-i dünya tevehhüm edip adeta korkuyorlar. Bende bulunmayan ve bulunsa dahi siyasi bir kusur teşkil etmeyen ve ittihama medar olmayan şeyhlik, büyüklük, hanedan, aşiret sahibi, nüfuzlu, etbaı çok, hemşehrileriyle görüşmek, dünya ahvaliyle alakadar olmak, hatta siyasete girmek, hatta muhalif olmak gibi, bende bulunmayan emirleri tahayyül ederek evhama düşmüşler. Hatta hapiste ve hariçteki, yani kendilerince kàbil-i af olmayanların dahi aflarını müzakere ettikleri sırada, beni adeta herşeyden men ettiler.
Fena ve fani bir adamın, güzel ve baki şöyle bir sözü var:
Zulmün topu var, güllesi var, kalası varsa,
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.
Ben de derim:
Ehl-i dünyanın hükmü var, şevketi var, kuvveti varsa,
Kuranın feyziyle, hadiminde de
Şaşırmaz ilmi, susmaz sözü vardır,
Yanılmaz kalbi, sönmez nuru vardır.
Çok dostlarla beraber, bana nezaret eden bir kumandan, mükerreren sual ettiler: “Neden vesika için müracaat etmiyorsun, istida vermiyorsun?”
Elcevap: Beş altı sebep için müracaat etmiyorum ve edemiyorum:
Birincisi: Ben ehl-i dünyanın dünyasına karışmadım ki, onların mahkumu olayım, onlara müracaat edeyim. Ben kader-i İlahinin mahkumuyum ve ona karşı kusurum var; ona müracaat ediyorum.
İkincisi: Bu dünya çabuk tebeddül eder bir misafirhane olduğunu yakinen iman edip bildim. Onun için, hakiki vatan değil, her yer birdir. Madem vatanımda baki kalmayacağım; beyhude ona karşı çabalamak, oraya gitmek bir şeye yaramıyor. Madem her yer misafirhanedir; eğer misafirhane sahibinin rahmeti yar ise, herkes yardır, her yer yarar. Eğer yar değilse, her yer kalbe bardır ve herkes düşmandır.
Üçüncüsü: Müracaat kanun dairesinde olur. Halbuki bu altı senedir bana karşı muamele keyfi ve fevkalkanundur. Menfiler kanunuyla bana muamele edilmedi. Hukuk-u medeniyetten ve belki hukuk-u dünyeviyeden iskat edilmiş bir tarzda bana baktılar. Bu fevkalkanun muamele edenlere kanun namına müracaat manasız olur.
Dördüncüsü: Bu sene, buranın müdürü, benim namıma, Barlanın bir mahallesi hükmünde olan Bedre karyesinde tebdil-i hava için birkaç gün kalmaya dair müracaat etti; müsaade etmediler. Böyle ehemmiyetsiz bir ihtiyacıma cevab-ı red verenlere nasıl müracaat edilir? Müracaat edilse, zillet içinde faidesiz bir tezellül olur.
Beşincisi: Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dava etmek ve onlara müracaat etmek bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir. Ben bu haksızlığı ve hakka karşı hürmetsizliği irtikap etmek istemem vesselam.
Altıncı sebep: Bana karşı ehl-i dünyanın verdiği sıkıntı, siyaset için değil. Çünkü onlar da bilirler ki siyasete karışmıyorum, siyasetten kaçıyorum. Belki, bilerek veya bilmeyerek, zındıka hesabına, benim dine merbutiyetimden beni tazip ediyorlar. Öyle ise, onlara müracaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zındıkayı okşamak demektir.
Hem ben onlara müracaat ve dehalet ettikçe; adil olan kader-i İlahi, beni onların zalim eliyle tazip edecektir. Çünkü onlar diyanete merbutiyetimden beni sıkıyorlar; kader ise, benim diyanette ve ihlasta noksaniyetim var, ara sıra ehl-i dünyaya riyakarlıklarımdan için beni sıkıyor. Öyle ise, şimdilik şu sıkıntıdan kurtuluşum yok. Eğer ehl-i dünyaya müracaat etsem, kader der: “Ey riyakar, bu müracaatın cezasını çek.” Eğer müracaat etmezsem, ehl-i dünya der: “Bizi tanımıyorsun, sıkıntıda kal.”
Yedinci sebep: Malumdur ki, bir memurun vazifesi, heyet-i içtimaiyeye muzır eşhasa meydan vermemek ve nafilere yardım etmektir. Halbuki, beni nezaret altına alan memur, kabir kapısına gelen, misafir bir ihtiyar adama, لاٰۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ taki, imanın latif bir zevkini izah ettiğim vakit, bir cürm-ü meşhut halinde beni yakalamak gibi, çok zaman yanıma gelmediği halde, o vakit güya bir kabahat işliyorum gibi yanıma geldi. İhlasla dinleyen o biçareyi de mahrum bıraktı, beni de hiddete getirdi. Halbuki, burada bazı adamlar vardı; o onlara ehemmiyet vermiyordu. Sonra, edepsizliklerde ve köydeki hayat-ı içtimaiyeye zehir verecek surette bulundukları vakit, onlara iltifat etmeye ve takdir etmeye başladı.
Hem malumdur ki, zindanda yüz cinayeti bulunan bir adam, nezarete memur zabit olsun, nefer olsun, her zaman onlarla görüşebilir. Halbuki bir senedir, hem amir, hem nezarete memur hükumet-i milliyece iki mühim zat, kaç defa odamın yanından geçtikleri halde, kata ve asla ne benimle görüştüler ve ne de halimi sordular. Ben evvel zannettim ki, adavetlerinden yanaşmıyorlar. Sonra tahakkuk etti ki, evhamlarından, güya ben onları yutacağım gibi kaçıyorlar!
İşte şu adamlar gibi eczası ve memurları bulunan bir hükumeti hükumet diyerek merci tanıyıp müracaat etmek kar-ı akıl değil, beyhude bir zillettir. Eski Said olsaydı, Antere gibi diyecekti:
مَۤاءُ الْحَيَاةِ بِذِلَّةٍ كَجَهَنَّمَ وَجَهَنَّمُ باِلْعِزِّ فَخْرُ مَنْزِلِى
Eski Said yok. Yeni Said ise, ehl-i dünya ile konuşmayı manasız görüyor. “Dünyaları başlarını yesin! Ne yaparlarsa yapsınlar; mahkeme-i kübrada onlarla muhakeme olacağız” der, sükut eder.
Adem-i müracaatımın sebeplerinden sekizincisi: “Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz bir adavet olduğu” kaidesince, adil olan kader-i İlahi, layık olmadıkları halde meylettiğim şu ehl-i dünyanın zalim eliyle beni tazip ediyor. Ben de bu azaba müstehakım deyip sükut ediyordum. Çünkü, Harb-i Umumide gönüllü alay kumandanı olarak iki sene çalıştım, çarpıştım. Ordu Kumandanı ve Enver Paşa takdiratı altında, kıymettar talebelerimi, dostlarımı feda ettim. Yaralanıp esir düştüm. Esaretten geldikten sonra, Hutuvat-ı Sitte gibi eserlerimle kendimi tehlikeye atıp, İngilizlerin İstanbula tasallutu altında, İngilizlerin başlarına vurdum. Şu beni işkenceli ve sebepsiz esaret altına alanlara yardım ettim.
İşte, onlar da bana o yardım cezasını böyle veriyorlar. Üç sene Rusyada, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Halbuki, Ruslar beni Kürt gönüllü kumandanı suretinde, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men etmediler. Arkadaşım olan doksan esir zabitlerin kısm-ı ekserisine ders veriyordum. Bir defa Rus kumandanı geldi, dinledi. Türkçe bilmediği için, siyasi ders zannetti, bir defa beni men etti; sonra yine izin verdi. Hem aynı kışlada bir odayı cami yaptık. Ben imamlık yapıyordum. Hiç müdahale etmediler, ihtilattan men etmediler, beni muhabereden kesmediler.
Halbuki, bu dostlarım, güya vatandaşlarım ve dindaşlarım ve onların menfaat-i imaniyelerine uğraştığım adamlar, hiçbir sebep yokken, siyasetten ve dünyadan alakamı kestiğimi bilirlerken, üç sene değil, belki beni altı sene sıkıntılı bir esaret altına aldılar, ihtilattan men ettiler. Vesikam olduğu halde, dersten, hatta odamda hususi dersimi de men ettiler, muhabereye sed çektiler. Hatta, vesikam olduğu halde, kendim tamir ettiğim ve dört sene imamlık ettiğim mescidimden beni men ettiler. Şimdi dahi cemaat sevabından beni mahrum etmek için—daimi cemaatim ve ahiret kardeşlerim—mahsus üç adama dahi imamet etmemi kabul etmiyorlar. Hem, istemediğim halde birisi bana iyi dese, bana nezaret eden memur kıskanarak kızıyor, nüfuzunu kırayım diye vicdansızcasına tedbirler yapıyor, amirlerinden iltifat görmek için beni taciz ediyor.
İşte, böyle vaziyette bir adam, Cenab-ı Haktan başka kime müracaat eder? Hakim, kendi müddei olsa, elbette ona şekva edilmez. Gel, sen söyle, bu hale ne diyeceğiz? Sen ne dersen de, ben derim ki: Bu dostlarım içinde çok münafıklar var. Münafık kafirden eşeddir. Onun için, kafir Rusun bana çektirmediğini çektiriyorlar.
Hey bedbahtlar! Ben size ne yaptım ve ne yapıyorum? İmanınızın kurtulmasına ve saadet-i ebediyenize hizmet ediyorum. Demek hizmetim halis, lillah için olmamış ki, aksülamel oluyor; siz, ona mukàbil her fırsatta beni incitiyorsunuz.
Elbette mahkeme-i kübrada sizinle görüşeceğiz. حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
نِعْمَ الْمَوْلٰى وَنِعْمَ النَّصِيرُ derim.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursi