"Enter"a basıp içeriğe geçin
Filter by Kategoriler
Kuran-ı Kerim
Hadisler
Alevilik
İncil
Tevrat
Avesta
İslam Tarihi - İbnül Esir
Mesnevi Şerif - Mevlana
Peygamberler Tarihi
Tabakat - İbn Sad
Mitoloji
Diğer Kitaplar

On Beşinci Mektup

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
AZİZ kardeşim,

SENİN BİRİNCİ SUALİN ki, “Sahabeler nazar-ı velayetle müfsitleri neden keşfedemediler? Ta, Hulefa-yı Raşidinin üçünün şehadetini netice verdi. Halbuki, küçük Sahabelere, büyük velilerden daha büyük deniliyor.”
Elcevap: Bunda iki makam var.

Birinci Makam
Dakik bir sırr-ı velayetin beyanıyla sual halledilir. Şöyle ki:

Sahabelerin velayeti, velayet-i kübra denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarikine uğramayarak, doğrudan doğruya zahirden hakikate geçip akrebiyet-i İlahiyenin inkişafına bakan bir velayettir ki, o velayet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Harikaları az, fakat meziyatı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür.

Hem evliyanın kerametleri ise, ekserisi ihtiyari değil. Ummadığı yerden, ikram-ı İlahi olarak bir harika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de, seyr ü süluk zamanında tarikat berzahından geçtikleri vakit, adi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilaf-ı adet halata mazhar olurlar.

Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin inikasıyla ve incizabıyla ve iksiriyle, tarikatteki seyr ü süluk daire-i aziminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette, zahirden hakikate geçebilirler. Mesela, nasıl ki dün geceki Leyle-i Kadre ulaşmak için iki yol var:

Biri, bir sene gezip dolaşıp ta o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti kazanmak için bir sene mesafeyi tayyetmek lazım gelir. Şu ise, ehl-i sülukün mesleğidir ki, ehl-i tarikatin çoğu bununla gider.

İkincisi, zamanla mukayyet olan cism-i maddi gılafından sıyrılıp tecerrüdle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadri öbür gün leyle-i iyd ile beraber, bugünkü gibi hazır görmektir. Çünkü ruh zamanla mukayyet değil. Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir; başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir.

İşte bu temsile göre, dün geceki Leyle-i Kadre geçmek için, mertebe-i ruha çıkıp maziyi hazır derecesinde görmektir. Şu sırr-ı gàmızın esası, akrebiyet-i İlahiyenin inkişafıdır. Mesela, güneş bize yakındır; çünkü ziyası, harareti ve misali ayinemizde ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. Eğer biz nuraniyet noktasında onun akrebiyetini hissetsek, ayinemizdeki misali olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vasıtayla onu tanısak; ziyası, harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve yakınımızda onu tanıyıp münasebettar oluruz. Eğer biz budiyetimiz nokta-i nazarından ona yakınlaşmak ve tanımak istesek, pek çok seyr-i fikriye ve süluk-u akliye mecbur oluruz ki, kavanin-i fenniye ile fikren semavata çıkıp semadaki güneşi tasavvur ederek, sonra mahiyetindeki ziya ve harareti ve ziyasındaki elvan-ı sebayı uzun uzadıya tetkikat-ı fenniye ile anladıktan sonra, birinci adamın kendi ayinesinde az bir tefekkürle elde ettiği kurbiyet-i maneviyeyi ancak elde edebiliriz.

İşte şu temsil gibi, nübüvvet ve veraset-i nübüvvetteki velayet, sırr-ı akrebiyetin inkişafına bakar. Velayet-i saire ise, ekseri kurbiyet esası üzerine gider, birçok meratipte seyr ü süluke mecbur olur.

İkinci Makam
O hadisata sebebiyet veren ve fesadı çeviren birkaç Yahudiden ibaret değildir ki, onları keşfetmekle fesadın önü alınsın. Çünkü, pek çok muhtelif milletlerin İslamiyete girmeleriyle, birbirine zıt ve muhalif çok cereyanlar ve efkar karıştı. Bahusus, bazıların gurur-u millileri Ömerin darbeleriyle dehşetli yaralandığından, seciyeten intikama fırsat beklerlerdi. Çünkü, onların hem eski dini iptal edilmiş, hem medar-ı şerefi olan eski hükumeti ve saltanatı tahrip edilmiş. İntikamını, bilerek veya bilmeyerek hakimiyet-i İslamiyeden almaya hissen taraftar bir suret almış. Onun için, Yahudi gibi zeki ve dessas bir kısım münafıklar, o halet-i içtimaiyeden istifade ettiler denilmiş. Demek, o hadisatın önünü almak, o vakitteki hayat-ı içtimaiyeyi ve muhtelif efkarı ıslahla olurdu. Yoksa, bir iki müfsidin keşfedilmesiyle olmazdı.

Eğer denilse: “Hazret-i Ömerin minber üstünde, bir aylık mesafede bulunan Sariye namındaki bir kumandanına, يَاسَارِيَةُ اَلْجَبَلَ اَلْجَبَلَ deyip, Sariyeye işittirip, sevkülceyş noktasından zaferine sebebiyet veren kerametkarane kumandası ne derece keskin nazarlı olduğunu gösterdiği halde, neden yanındaki kàtili Firuzu o keskin nazar-ı velayetiyle görmedi?”

Elcevap: Yakup ın verdiği cevapla cevap veririz.

Yani, Yakuptan sorulmuş ki, “Niçin Mısırdan gelen gömleğinin kokusunu işittin de, yakınında bulunan Kenan Kuyusundaki Yusufu görmedin?” Cevaben demiş ki:

“Bizim halimiz şimşekler gibidir; bazan görünür, bazan saklanır. Bazı vakit olur ki, en yüksek mevkide oturup her tarafı görüyoruz gibi oluruz. Bazı vakitte de ayağımızın üstünü göremiyoruz.”

Elhasıl, insan her ne kadar fail-i muhtar ise de, fakat وَمَا تَشَۤاؤُنَ اِلاَّۤ اَنْ يَشَۤاءَ اللهُ sırrınca, meşiet-i İlahiye asıldır, kader hakimdir. Meşiet-i İlahiye, meşiet-i insaniyeyi geri verir, اِذَا جَۤاءَ الْقَدَرُ عَمِىَ الْبَصَرُ hükmünü icra eder. Kader söylese, iktidar-ı beşer konuşmaz, ihtiyar-ı cüzi susar.

İKİNCİ SUaLİNİZİN MEaLİ: Ali zamanında başlayan muharebelerin mahiyeti nedir? Muhariplere ve o harpte ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz?

Elcevap: Cemel Vakası denilen Ali ile Talha ve Zübeyr veAyşe(rıdvanullahi teala aleyhim ecmain) arasında olan muharebe, adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki:

Hazret-i Ali, adalet-i mahzayı esas edip Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muarızları ise, Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslamiye adalet-i mahzaya müsait idi; fakat mürur-u zamanla İslamiyetleri zayıf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeye girdikleri için, adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkül olduğundan, “ehvenüşşerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için muharebeyi intac etmiştir.

Madem sırf lillah için ve İslamiyetin menafii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüt etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Alinin içtihadı musib ve mukàbilindekilerin hata ise de, yine azaba müstehak değiller. Çünkü, içtihad eden, hakkı bulsa iki sevap var; bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır, hatasından mazurdur. Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zat-ı muhakkik, Kürtçe demiş ki:

ژِى شَرِّ صَحَابَانْ مَكَه قَالُ وقِيلْ لَوْرَا جَنَّتِينَه قَاتِلُ وهَمْ قَتِيلْ

Yani: “Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kàl etme. Çünkü hem kàtil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler.”

Adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki
مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى اْلاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا

ayetin mana-yı işarisiyle, bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir fert dahi, umumun selameti için feda edilmez. Cenab-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selameti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla olsa, o başka meseledir.

Adalet-i izafiye ise, küllün selameti için cüzü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahza kàbil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez. Gidilse zulümdür.

İşte, İmam-ı Ali , adalet-i mahzayı Şeyheyn zamanındaki gibi kàbil-i tatbiktir deyip, hilafet-i İslamiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukàbilleri ve muarızları ise, “Kàbil-i tatbik değil; çok müşkülatı var diye, adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakiki sebep değiller, bahanelerdir.

Eğer desen: “Hilafet-i İslamiye noktasında İmam-ı Alinin fevkalade iktidarı, harikulade zekası ve yüksek liyakatiyle beraber, seleflerine nisbeten muvaffakiyetsizliği nedendir?”

Elcevap: O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere layıktı. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, Şah-ı Velayet ünvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki, zahiri ve siyasi hilafetin pek çok fevkinde manevi bir saltanat kazandı ve üstad-ı küll hükmüne geçti, hatta kıyamete kadar saltanat-ı manevisi baki kaldı.

Amma İmam-ı Alinin Vaka-i Sıffinde Muaviyenin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani, İmam-ı Ali, ahkam-ı dini ve hakaik-i İslamiyeyi ve ahireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeyi saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset aleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.

Amma Hasan ve Hüseyinin Emevilere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emeviler, devlet-i İslamiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslamiyeti rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.

Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.
Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver bir hakim, millettaşını tercih eder, adalet edemez.

اَلْاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ لاَ فَرْقَ بَيْنَ عَبْدٍ حَبَشِىٍّ وَسَيِّدٍ قُرَيْشِىٍّ اِذَۤا اَسْلَمَا

ferman-ı katisiyle, rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez. Edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider.

İşte, Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, ta makam-ı şehadeti ihraz etmiş.

Eğer denilse: “Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlahi ve rahmet-i İlahiye onların feci bir akıbete uğramasına müsaade etmiş?”

Elcevap: Hüseyinin yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması, Hüseyin ve taraftarlarının safi ve parlak mesleklerine halel verip mağlubiyetlerine sebep olmuş.

Amma kader nokta-i nazarında feci akıbetin hikmeti ise:

Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevi bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile manevi saltanatın cemi gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi—ta, kalben dünyaya karşı alakaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve suri bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimi bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler. adi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.

ÜÇÜNCÜ SUALİNİZ: “O mübarek zatların başına gelen o feci, gaddarane muamelenin hikmeti nedir?” diyorsunuz.

Elcevap: Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, Hüseyinin muarızları olan Emeviler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardı:

Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan, “Hükumetin selameti ve asayişin devamı için eşhas feda edilir.”

İkincisi: Onların saltanatı unsuriyet ve milliyete istinad ettiği için, milliyetin gaddarane bir düsturu olan, “Milletin selameti için herşey feda edilir.”

Üçüncüsü: Emevilerin Haşimilere karşı ananesindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarında bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre kàbiliyet göstermişti.

Dördüncü bir sebep de, Hüseyinin taraftarlarında bulunuyordu ki, Emevilerin, Arap milliyetini esas tutup sair milletlerin efradına “memalik” tabir ederek köle nazarıyla bakmaları ve gurur-u milliyelerini kırmaları yüzünden, milel-i saire Hüseyinin cemaatine intikamkarane ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden, Emevilerin asabiyet-i milliyelerine fazla dokunmuş, gayet gaddarane ve merhametsizcesine, meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir.

Mezkur dört esbab, zahiridir. Kader noktasından bakıldığı vakit, Hüseyin ve akrabasına, o facia sebebiyle hasıl olan netaic-i uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyat-ı maneviye o kadar kıymettardır ki, o facia ile çektikleri zahmet gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehid edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona sorulabilse, “Az birşeyle pek çok şeyler kazandım” diyecektir.

DÖRDÜNCÜ SUALİNİZİN MEaLİ: ahirzamanda İsa Deccalı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki, rivayetlerde gelmiştir ki, “Yeryüzünde Allahallah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz.”

Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?

Elcevap: Hadis-i sahihte rivayet edilen, “Hazret-i İsa ın geleceğini ve şeriat-i İslamiye ile amel edeceğini, Deccalı öldüreceğini”imanı zayıf olanlar istibad ediyorlar. Onun hakikati izah edilse, hiç istibad yeri kalmaz. Şöyle ki:

O hadisin ve Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadislerin ifade ettikleri mana budur ki:

ahirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:

Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkar edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslamiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, al-i Beyt-i Nebevinin silsile-i nuranisine bağlanan ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek, al-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zat-ı nurani, o Süfyanın şahs-ı manevisi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.

İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe ahirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Uluhiyeti inkar edecek bir dereceye gelir. Nasıl bir padişahı tanımayan ve ordudaki zabitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmeyen vahşi bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir guna hakimiyet verir. Öyle de, Allahı inkar eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrut hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispritizma ve manyetizmanın hadisatı nevinden müthiş harikalara mazhar olan Deccal ise, daha ileri gidip, cebbarane suri hükumetini bir nevi rububiyet tasavvur edip uluhiyetini ilan eder. Bir sineğe mağlup olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen aciz bir insanın uluhiyet dava etmesi ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malumdur.

İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, İsa ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakiki İsevilik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek, halihazır hristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslamiye ile birleşecek, manen hristiyanlık bir nevi İslamiyete inkılap edecektir. Ve Kurana iktida ederek, o İsevilik şahs-ı manevisi tabi ve İslamiyet metbu makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azim bir kuvvet bulacaktır.

Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlup olan İsevilik ve İslamiyet, ittihad neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, alem-i semavatta cism-i beşerisiyle bulunan şahs-ı İsa , o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şeyin vaadine istinad ederek haber vermiştir.Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadir-i Külli Şey vaad etmiş, elbette yapacaktır.

Evet, her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz eden (Hazret-i Cibrilin Dıhye suretine girmesi gibi) ve ruhanileri alem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hatta ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakim-i Zülcelal, İsa ı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hatimesi için, değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan İsa, belki alem-i ahiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azime için ona yeniden ceset giydirip dünyaya göndermek, o Hakimin hikmetinden uzak değil. Belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için vaad etmiş ve vaad ettiği için elbette gönderecek.

Hazret-i İsa geldiği vakit, herkes onun hakiki İsa olduğunu bilmek lazım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u imanla onu tanır. Yoksa, bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır.

Sual: Rivayetlerde gelmiş ki, “Deccalın bir yalancı cenneti var; kendine tabi olanları ona atar. Hem yalancı bir cehennemi var; tabi olmayanları ona atar. Hatta o kendi merkebinin de bir kulağını cennet gibi, bir kulağını da cehennem gibi yapmış. Azamet-i bedeniyesi bu kadardır, şu kadardır”diye tarifat var.

Elcevap: Deccalın şahs-ı surisi insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allahı unutmuş olduğundan, suri, cebbarane olan hakimiyetine uluhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı manevisi olan dinsizlik cereyan-ı azimi pek cesimdir. Rivayetlerde Deccala ait tavsifat-ı müthişe ona işaret eder. Bir vakit Japonyanın Başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhitte, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Arthur Kalasında tasvir edilmiş; o küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı manevisi gösterilmiş.

Amma Deccalın yalancı cenneti ise, medeniyetin cazibedar lehviyatı ve fantaziyeleridir. Merkebi ise, şimendifer gibi bir vasıtadır ki, bir başında ateş ocağı bulunur; kendine tabi olmayanları bazan ateşe atar. O merkebin bir kulağı, yani diğer başı cennet gibi tefriş edilmiş; tabi olanları oraya oturtur. Zaten sefih ve gaddar medeniyetin mühim bir merkebi olan şimendifer, ehl-i sefahet ve dünya için yalancı bir cennet getirir; biçare ehl-i diyanet ve ehl-i İslam için, medeniyet elinde cehennem zebanisi gibi tehlike getirir, esaret ve sefalet altına atar.

İşte, İseviliğin din-i hakikisi zuhur ile ve İslamiyete inkılap etmesiyle, çendan alemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat, yine kıyamet kopmasına yakın, tekrar bir dinsizlik cereyanı başgösterir, galebe eder ve “El-hükmü lil-ekser” kaidesince, yeryüzünde Allahallah diyecek kalmayacak;yani, ehemmiyetli bir cemaat küre-i arzda mühim bir mevkie sahip olacak bir surette Allahallah denilmeyecek demektir. Yoksa, ekalliyette kalan veyahut mağlup düşen ehl-i hak kıyamete kadar baki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı anında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kafirlerin başına kopacaktır.

BEŞİNCİ SUALİNİZİN MEaLİ: Kıyametin hadisatından ervah-ı bakiye müteessir olacaklar mı?

Elcevap: Derecatlarına göre müteessir olacaklar. Melaikelerin tecelliyat-ı kahriyede kendilerine göre müteessir oldukları gibi müteessir olurlar. Nasıl ki bir insan, sıcak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde titreyenleri görse, akıl ve vicdan itibarıyla müteessir olur. Öyle de, zişuur olan ervah-ı bakiye, kainatla alakadar oldukları için, kainatın hadisat-ı azimesinden, derecelerine göre müteessir olmalarını; ehl-i azap ise elemkarane, ehl-i saadet ise hayretkarane, istiğrabkarane, belki bir cihette istibşarkarane teessüratları bulunmasını, işarat-ı Kuraniye gösteriyor. Zira, Kuran-ı Hakim, her zaman kıyametin acaibini tehdit suretinde zikrediyor, “Göreceksiniz” diyor. Halbuki, cism-i insani ile onu görenler, kıyamete yetişenlerdir. Demek, kabirde cesetleri çürüyen ervahların da o tehdid-i Kuraniyeden hisseleri var.

ALTINCI SUALİNİZİN MEaLİ: كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ Bu ayetin ahirete, Cennete, Cehenneme ve ehillerine şümulü var mı, yok mu?

Elcevap: Şu mesele, pek çok ehl-i tahkik ve ehl-i keşif ve ehl-i velayetin medar-ı bahsi olmuş. Şu meselede söz onlarındır. Hem de şu ayetin çok genişliği ve çok meratibi var.

Ehl-i tahkikin bir kısm-ı ekseri demişler ki: “alem-i bekàya şümulü yok.” Diğer kısmı ise: “ani olarak onlar da az bir zamanda bir nevi helakete mazhar olurlar. O kadar az bir zamanda oluyor ki, fenaya gidip gelmiş hissetmeyecekler.”

Amma, bazı müfrit fikirli ehl-i keşfin hükmettikleri fena-yı mutlak ise, hakikat değildir. Çünkü, Zat-ı Akdes-i İlahi madem sermedi ve daimidir; elbette sıfatı ve esması dahi sermedi ve daimidirler. Madem sıfatı ve esması daimi ve sermedidirler; elbette onların ayineleri ve cilveleri ve nakışları ve mazharları olan alem-i bekàdaki bakiyat ve ehl-i bekà, fena-yı mutlaka, bizzarure, gidemez.

Kuran-ı Hakimin feyzinden şimdilik iki nokta hatıra gelmiş; icmalen yazacağız.

Birincisi: Cenab-ı Hak öyle bir Kadir-i Mutlaktır ki, adem ve vücut, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibi, gayet kolay bir surette oraya gönderir ve getirir. İsterse bir günde, isterse bir anda oradan çevirir.

Hem adem-i mutlak zaten yoktur. Çünkü bir ilm-i muhit var. Hem daire-i ilm-i İlahinin harici yok ki, birşey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricidir ve vücud-u ilmiye perde olmuş bir ünvandır. Hatta, bu mevcudat-ı ilmiyeye, bazı ehl-i tahkik “ayan-ı sabite” tabir etmişler. Öyle ise, fenaya gitmek, muvakkaten harici libasını çıkarıp, vücud-u maneviye ve ilmiye girmektir. Yani, halik ve fani olanlar, vücud-u hariciyi bırakıp, mahiyetleri bir vücud-u manevi giyer, daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girer.

İkincisi: Çok Sözlerde izah ettiğimiz gibi, herşey, mana-yı ismiyle ve kendine bakan vecihte hiçtir; kendi zatında müstakil ve bizatihi sabit bir vücudu yok. Ve yalnız kendi başıyla kaim bir hakikati yok. Fakat Cenab-ı Hakka bakan vecihte ise, yani mana-yı harfiyle olsa, hiç değil. Çünkü onda cilvesi görünen esma-i bakiye var. Madum değil; çünkü sermedi bir vücudun gölgesini taşıyor. Hakikati vardır, sabittir, hem yüksektir. Çünkü mazhar olduğu baki bir ismin sabit bir nevi gölgesidir.

Hem كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ insanın elini masivadan kesmek için bir kılıçtır ki, o da, Cenab-ı Hakkın hesabına olmayan fani dünyada, fani şeylere karşı alakaları kesmek için, hükmü, dünyadaki faniyata bakar. Demek, Allah hesabına olsa, mana-yı harfiyle olsa, livechillah olsa, masivaya girmez ki, كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ kılıcıyla başı kesilsin.

Elhasıl: Eğer Allah için olsa, Allahı bulsa, gayr kalmaz ki başı kesilsin. Eğer Allahı bulmazsa ve hesabıyla bakmazsa, herşey gayrdır.

كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ kılıcını istimal etmeli, perdeyi yırtmalı, ta Onu bulmalı.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Said Nursi