بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Yine o halis talebesine gönderdiği mektubun bir parçasıdır.
SANİYEN: Neşr-i envar-ı Kuraniyedeki muvaffakiyetin ve gayretin ve şevkin, bir ikram-ı İlahidir, belki bir keramet-i Kuraniyedir, bir inayet-i Rabbaniyedir. Sizi tebrik ediyorum. Keramet ve ikram ve inayetin bahsi geldiği münasebetiyle, keramet ve ikramın bir farkını söyleyeceğim. Şöyle ki:
Kerametin izharı, zaruret olmadan zarardır. İkramın izharı ise, bir tahdis-i nimettir. Eğer kerametle müşerref olan bir şahıs, bilerek harika bir emre mazhar olursa, o halde eğer nefs-i emmaresi baki ise, kendine güvenmek ve nefsine ve keşfine itimad etmek ve gurura düşmek cihetinde istidraç olabilir. Eğer bilmeyerek harika bir emre mazhar olursa: Mesela, birisinin kalbinde bir sual var. İntak-ı bilhak nevinden ona muvafık bir cevap verir; sonra anlar. Anladıktan sonra kendi nefsine değil, belki kendi Rabbisine itimadı ziyadeleşir ve “Beni benden ziyade terbiye eden bir Hafizim vardır” der, tevekkülünü ziyadeleştirir. Bu kısım, hatarsız bir keramettir; ihfasına mükellef değil. Fakat fahr için, kasten izharına çalışmamalı. Çünkü, onda zahiren insanın kisbinin bir medhali bulunduğundan, nefsine nisbet edebilir.
Amma ikram ise, o, kerametin selametli olan ikinci nevinden daha selametli, bence daha alidir. İzharı, tahdis-i nimettir. Kisbin medhali yoktur; nefsi onu kendine isnad etmez.
İşte, kardeşim, hem senin hakkında, hem benim hakkımda, bahusus Kuran hakkındaki hizmetimizde eskiden beri gördüğüm ve yazdığım ihsanat-ı İlahiye bir ikramdır; izharı, tahdis-i nimettir. Onun için sana karşı, tahdis-i nimet nevinden, ikimizin hizmetimize ait muvaffakiyatı yazıyorum. Biliyordum ki, sende fahr değil, şükür damarını tahrik ediyor.
SALİSEN: Görüyorum ki, şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki, dünyayı bir misafirhane-i askeri telakki etsin ve öyle de izan etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telakki ile, en büyük mertebe olan mertebe-i rızayı çabuk elde edebilir. Kırılacak şişe pahasına daimi bir elmasın fiyatını vermez; istikamet ve lezzetle hayatını geçirir.
Evet, dünyaya ait işler, kırılmaya mahkum şişeler hükmündedir.
Baki umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.
İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı talep ve hakeza şedit hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir.
O hissiyatı şiddetli bir surette fani umur-u dünyeviyeye tevcih etmek, fani ve kırılacak şişelere baki elmas fiyatlarını vermek demektir.
Şu münasebetle bir nokta hatıra gelmiş; söyleyeceğim. Şöyle ki:
Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fani mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimi bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazi mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, baki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazi, aşk-ı hakikiye inkılap eder.
İşte, insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin, aşk gibi, iki mertebesi var: biri mecazi, biri hakiki. Mesela, endişe-i istikbal hissi herkeste var. Şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok. Hem rızık cihetinde bir taahhüt altında ve kısa olan bir istikbal, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakiki ve uzun ve gafiller hakkında taahhüt altına alınmamış bir istikbale teveccüh eder.
Hem mala ve caha karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki, muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fani mal ve afetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan cah, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakiki cah olan meratib-i maneviyeye ve derecat-ı kurbiyeye ve zad-ı ahirete ve hakiki mal olan amal-i salihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazi ise, ali bir haslet olan hırs-ı hakikiye inkılap eder.
Hem mesela, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zail, fani umurlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli birşeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münafidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zaileye vermeyip, ali ve baki olan hakaik-i imaniyeye ve esasat-ı İslamiyeye ve hidemat-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazi, güzel ve ali bir haslet olan hakiki inada, yani hakta şiddetli sebata inkılap eder.
İşte, şu üç misal gibi, insanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedi kalacak gibi gafilane davransa, ahlak-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarf etse, ahlak-ı hamideye menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dareyne medar olur.
İşte, tahmin ederim ki, nasihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlaksız insanlara derler, “Haset etme, hırs gösterme, adavet etme, inat etme, dünyayı sevme.” Yani, “Fıtratını değiştir” gibi, zahiren onlarca malayutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz”; hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.
RABİAN: Ulema-i İslam ortasında “İslam” ve “iman”ın farkları çok medar-ı bahsolmuş. Bir kısmı “İkisi birdir,” diğer kısmı “İkisi bir değil, fakat biri birisiz olmaz” demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki:
İslamiyet iltizamdır; iman izandır. Tabir-i diğerle, İslamiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir.
Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkam-ı Kuraniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslamiyete mazhardı; “dinsiz bir Müslüman” denilirdi. Sonra bazı müminleri gördüm ki, ahkam-ı Kuraniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; “gayr-ı müslim bir mümin” tabirine mazhar oluyorlar.
Acaba İslamiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?
Elcevap: İmansız İslamiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslamiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz. Felillahil-hamdü vel-minnetü Kuranın icaz-ı manevisinin feyziyle, Risale-i Nur mizanları, din-i İslamın ve hakaik-i Kuraniyenin meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki, dinsiz dahi onları anlasa, taraftar olmamak kàbil değil. Hem iman ve İslamın delil ve burhanlarını o derece kuvvetli göstermişlerdir ki, gayr-ı müslim dahi anlasa, herhalde tasdik edecektir; gayr-ı müslim kaldığı halde iman eder.
Evet, Sözler, tuba-i Cennetin meyveleri gibi tatlı ve güzel olan iman ve İslamiyetin meyvelerini ve saadet-i dareynin mehasini gibi hoş ve şirin öyle neticelerini göstermişler ki, görenlere ve tanıyanlara nihayetsiz bir tarafgirlik ve iltizam ve teslim hissini verir. Ve silsile-i mevcudat gibi kuvvetli ve zerrat gibi kesretli iman ve İslamın burhanlarını göstermişler ki, nihayetsiz bir izan ve kuvvet-i iman verirler. Hatta, bazı defa Evrad-ı Şah-ı Nakşibendide şehadet getirdiğim vakit, عَلٰى ذٰلِكَ نَحْيٰى وَعَلَيْهِ نَمُوتُ وَعَلَيْهِ نُبْعَثُ غَدًا dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse, bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elim geliyor. Bütün dünya benim olsa, birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bila tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor.
وَاٰمَنَّا بِمَۤا اَرْسَلْتَ مِنْ رَسُولٍ وَاٰمَنَّا بِمَۤا اَنْزَلْتَ مِنْ كِتَابٍ وَصَدَّقْنَا
dediğim vakit, nihayetsiz bir kuvvet-i iman hissediyorum. Hakaik-i imaniyenin herbirisinin aksini aklen muhal telakki ediyorum. Ehl-i dalaleti nihayetsiz ebleh ve divane görüyorum.
Senin valideynine pek çok selam ve arz-ı hürmet ederim. Onlar da bana dua etsinler. Sen benim kardeşim olduğun için, onlar da benim peder ve validem hükmündedirler. Hem köyünüze, hususan senden Sözleri işitenlere umumen selam ediyorum.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursi