İçtihad Risalesi
Beş altı sene mukaddem, Arabi bir risalede içtihada dair yazdığım bir mesele, iki kardeşimin arzularıyla, o meseleye dair haddinden tecavüz edenin haddini bildirmek için, şu Söz, o mesele-i içtihadiyeye dair yazıldı.
وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَاِلٰۤى اُولِى اْلاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ
İÇTİHAD kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye Altı Mani vardır.
BİRİNCİSİ
Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kar-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak, gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve adat-ı ecanibin istilası anında ve bidaların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengamında, içtihad namıyla, kasr-ı İslamiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslamiyete cinayettir.
İKİNCİSİ
Dinin zaruriyatı ki, içtihad onlara giremez; çünkü kati ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sarf etmek lazım gelirken, İslamiyetin nazariyat kısmında ve selefin içtihadat-ı safiyane ve halisanesiyle, bütün zamanların hacatına dar gelmeyen efkarları olduğu halde, onları bırakıp, heveskarane yeni içtihadlar yapmak, bidakarane bir hıyanettir.
ÜÇÜNCÜSÜ
Nasıl ki, çarşıda, mevsimlere göre birer meta mergub oluyor, vakit be vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, alem meşherinde, içtimaiyat-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer meta mergub olup revaç buluyor. Sukunda, yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celb oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Mesela, şu zamanda siyaset metaı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi.
Ve Selef-i Salihin asrında ve o zamanın çarşısında en mergub meta, Halık-ı Semavat ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelamından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kuran ile, kapatılmayacak derecede açılan ahret alemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesailini elde etmek idi.
İşte, o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle Yerler ve Gökler Rabbinin marziyatını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır, o zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad-ı ihzari telkin ediyordu. Hatta o derece şu fıtri ders tenvir ediyordu ki, yakin idi ki kisbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana… İşte, şu tarzda fıtri bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nurun ala nur sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.
Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupanın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkar ve kulub dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kuranı hıfz edip alimlerle mübahase eden Süfyan ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekasında bulunsa, Süfyanın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan on senede içtihadı tahsil etmişse, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü, Süfyanın iptida-yı tahsil-i fıtrisi, sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun naziri, şu zamanda, çünkü zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hazırada tevağğulü derecesinde, istidadı içtihad-ı şeri kabiliyetinden uzaklaşmış; ve ulum-u arziyede tefennünü derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, “Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyorum?” diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.
DÖRDÜNCÜSÜ
Nasıl ki, bir cisimde, neşvünema için tevessü meyli bulunur. O meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir. Öyle de, İslamiyetin dairesine Selef-i Salihin gibi takva-yı kamile kapısıyla ve zaruriyat-ı diniyenin imtisali tarikiyle dahil olanlarda meylüt-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa, o kemaldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyatı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile alude olanlardan olan o meylüt-tevsi ve irade-i içtihad, vücud-u İslamiyeyi tahrip ve boynundaki şeri zincirini çıkarmaya vesiledir.
BEŞİNCİSİ
Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını arziye yapar, semavilikten çıkarıyor. Halbuki, şeriat semaviyedir; ve içtihadat-ı şeriye dahi, onun ahkam-ı mesturesini izhar ettiğinden, semaviyedirler.
Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir; icaba, icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Mesela seferde namaz kasredilir, iki rekat kılınır. Şu ruhsat-ı şeriyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte, şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semavi değildir.
İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvela ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkamları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise, evvela ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar; ikinci derecede, ahirete vesile olmak dolayısıyla, dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı, ruh-u şeriattan yabanidir. Öyle ise şeriat namına içtihad edemez.
Üçüncüsü: اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yani, “Zaruret haramı helal derecesine getirir.” İşte, şu kaide ise, külli değil. Zaruret, eğer haram yoluyla olmamışsa, haramı helal etmeye sebebiyet verir. Yoksa, su-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeplerle zaruret olmuşsa, haramı helal edemez, ruhsatlı ahkamlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Mesela, bir adam, su-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufatı, ulema-i şeriatçe aleyhinde caridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talakı vaki olur. Bir cinayet etse, ceza görür. Fakat su-i ihtiyarıyla olmazsa talak vaki olmaz, ceza da görmez. Hem mesela, bir içki müptelası, zaruret derecesinde müptela olsa da diyemez ki, “Zarurettir, bana helaldir.”
İşte, şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptela eden, bir beliyye-i amme suretine giren çok umurlar vardır ki, su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüt ettiklerinden, ruhsatlı ahkamlara medar olup haramı helal etmeye medar olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkam-ı şeriyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesidir, felsefidir; semavi olamaz, şeri değil. Halbuki, semavat ve arzın Halıkının ahkam-ı İlahiyesinde tasarruf ve ibadının ibadatına müdahale o Halıkın izn-i manevisi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur.
Mesela, bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeair-i İslamiyeyi Arabiden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar.
Birincisi: “Ta siyaset-i hazıra avam-ı Müslimine de o suretle tefhim edilsin.” Halbuki, siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyatin hükmüne geçmiştir. Halbuki, minber vahy-i İlahinin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı aliye çıkabilsin.
İkinci sebep: “Hutbe, bazı suver-i Kuraniyenin nasihatleri anlaşılmak içindir.” Evet, eğer millet-i İslam, İslamiyetin zaruriyatı ve müsellematı ve malum olan ahkamını, ekseriyet itibarıyla imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyat-ı şeriye ve mesail-i dakika ve nesayih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisanla hutbe okunması ve suver-i Kuraniyenin—eğer mümkün olsaydı—tercümesi belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekat, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malum olan ahkam-ı katiye-i İslamiye mühmel kalıyor. Avam-ı nas, onların vücubunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki, teşvik ve ihtar ile o ahkam-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslamiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle, imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki, bir ami, ne kadar cahil dahi olsa, Kurandan ve hutbe-i Arabiyeden şu meal-i icmaliyeyi anlar ki, “Herkese ve bana malum olan imanın rükünlerini ve İslamiyetin umdelerini, hatip ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor” der, kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kainatta hangi tabirat var ki, Arş-ı azamdan gelen Kuran-ı Hakimin icazkarane, müfehhimane ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?
ALTINCISI
Selef-i Salihinin müctehidin-i izamı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı Sahabeye yakın olduklarından, safi bir nur alıp halis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vazıh bir harfini de zorla görebilirler.
Eğer desen: Sahabeler de insandırlar; hatadan, hilaftan hali olmazlar. Halbuki, içtihadatın ve ahkam-ı şeriatin medarı, Sahabelerin adaleti ve sıdkıdır ki, hatta ümmet “Sahabeler umumen adildirler, doğru söylerler” diye ittifak etmişler.
Elcevap: Evet, Sahabeler ekseriyet-i mutlaka itibarıyla hakka aşık, sıdka müştak, adalete hahişgerdirler. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe, Arştan ferşe kadar açılmış, esfel-i safilindeki Müseylime-i Kezzabın derekesinden, ala-yı illiyyinde olan Peygamber aleyhissalatü vesselamın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür.
Evet, Müseylimeyi esfel-i safiline düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedül-Emin aleyhissalatü vesselamı ala-yı illiyyine çıkaran sıdktır ve doğruluktur. İşte, hissiyat-ı ulviyeyi taşıyan ve mehasin-i ahlakiyeye perestiş eden ve şems-i Nübüvvetin ziya-yı sohbetiyle nurlanan Sahabeler, o derece çirkin ve sukuta sebep ve Müseylimenin maskara-alud muzahrafat dükkanındaki kizbe, ihtiyarıyla ellerini uzatmamak; ve küfürden çekindikleri gibi, küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri; ve o derece güzel ve medar-ı fahr ve mübahat ve mirac-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risaletin hazine-i aliyesinden en revaçlı bulunan ve şaşaa-i cemaliyle içtimaat-ı insaniyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka—ve bilhassa ahkam-ı şeriye rivayetinde ve tebliğinde—elbette ellerinden geldiği kadar talip ve muvafık ve aşık olmaları katidir, zaruridir, şüphesizdir.
Halbuki, şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek, pek kolay gidiliyor. Hatta, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkanda, bir fiyatla satılsa, elbette pek ali olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkancının marifetine ve sözüne itimad edip körü körüne alınmaz.
Hatime
ASIRLARA GÖRE şeriatler değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatler, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hatemül-Enbiyadan sonra, şeriat-i kübrası her asırda her kavme kafi geldiğinden, muhtelif şeriatlere ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.
Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilaçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatler değişir; milletlerin istidadına göre ahkam tahavvül eder. Çünkü, ahkam-ı şeriyenin teferruat kısmı, ahval-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilaç olur.
Enbiya-yı salife zamanında tabakat-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkarca iptidai ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatler, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hatta bir kıtada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şeriatler bulunurmuş. Sonra, ahirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya iptidai derecesinden idadiye derecesine terakki ettiğinden, çok inkılabat ve ihtilatatla akvam-ı beşeriye birtek ders alacak, birtek muallimi dinleyecek, birtek şeriatle amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriate ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir. Fakat tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyede gitmediğinden, mezhepler taaddüt etmiştir. Eğer, beşerin ekseriyet-i mutlakası, bir mekteb-i alinin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhepler tevhid edilebilir. Fakat bu hal-i alem o hale müsaade etmediği gibi, mezahib de bir olmaz.
Eğer desen: Hak bir olur. Nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelif ahkamları hak olabilir?
Elcevap: Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır. Şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su ilaçtır; tıbben vaciptir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarardır, ne menfaattir; afiyetle içsin, tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüt etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki, “Su yalnız ilaçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur”?
İşte bunun gibi, ahkam-ı İlahiye, mezheplere hikmet-i İlahiyenin sevkiyle ittiba edenlere göre değişir. Hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur. Mesela, hikmet-i İlahiyenin tensibiyle İmam-ı Şafiiye ittiba eden, ekseriyet itibarıyla Hanefilere nisbeten köylülüğe ve bedeviliğe daha yakın olup, cemaati birtek vücut hükmüne getiren hayat-ı içtimaiyede nakıs olduğundan, herbiri bizzat dergah-ı Kàdıul-Hacatta kendi derdini söylemek ve hususi matlubunu istemek için, imam arkasında Fatihayı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmam-ı azama ittiba edenler, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla, İslami hükumetlerin ekserisi o mezhebi iltizam etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimaiyeye müstaid olduğundan, bir cemaat bir şahıs hükmüne girip, birtek adam umum namına söyler; umum, kalben onu tasdik ve rapt-ı kalb edip, onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefi mezhebine göre imam arkasında Fatiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.
Hem mesela, madem şeriat, tabiatın tecavüzatına sed çekmekle onu tadil edip nefs-i emmareyi terbiye eder. Elbette, ekser etbaı köylü ve nim-bedevi ve amelelikle meşgul olan Şafii mezhebine göre, kadına temasla abdest bozulur, az bir necaset zarar verir. Ekseriyet itibarıyla hayat-ı içtimaiyeye giren, nim-medeni şeklini alan insanlar ittiba ettikleri mezheb-i Hanefiye göre, mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necasete fetva var.
İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı mAyşet itibarıyla, ecnebi kadınlarla ihtilata, temasa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya müptela olduğundan, sanat ve mAyşet itibarıyla tabiat ve nefs-i emmaresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için, şeriat onların hakkında o tecavüzata sed çekmek için, “Abdest bozulur, temas etme. Namazını iptal eder, bulaşma” manevi kulağında bir sada-yı semavi çınlattırır. Amma o efendi, namuslu olmak şartıyla, adat-ı içtimaiyesi itibarıyla, ahlak-ı umumiye namına, ecnebi kadınlara temasa müptela değil; mülevves şeylerle, nezafet-i medeniye namına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için, şeriat, mezheb-i Hanefi namıyla ona şiddet ve azimet göstermemiş, ruhsat tarafını gösterip hafifleştirmiştir. “Elin dokunmuşsa abdestin bozulmaz; hicab edip kalabalık içinde suyla istinca etmemenin zararı yoktur; bir dirhem kadar fetva vardır” der, onu vesveseden kurtarır.
İşte, denizden iki katre, sana misal… Onlara kıyas et. Mizan-ı Şarani mizanıyla, şeriat mizanlarını bu suretle muvazene edebilirsen et.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ تَمَثَّلَ فِيهِ اَنْوَارُ مَحَبَّتِكَ لِجَمَالِ صِفَاتِكَ وَاَسْمَۤائِكَ، بِكَوْنِهِ مِرْاٰةً جَامِعَةً لِتَجَلِّيَاتِ اَسْمَۤائِكَ الْحُسْنٰى، وَمَنْ تَمَرْكَزَ فِيهِ شُعَاعَاتُ مَحَبَّتِكَ لِصَنْعَتِكَ فِى مَصْنُوعَاتِكَ بِكَوْنِهِ اَكْمَلَ وَاَبْدَعَ مَصْنُوعَاتِكَ، وَصَيْرُورَتِهِ اَنْمُوذَجَ كَمَالاَتِ صَنْعَتِكَ، وَفِهْرِسْتَةَ مَحَاسِنِ نُقُوشِكَ. وَمَنْ تَظَاهَرَ فِيهِ لَطَۤائِفُ مَحَبَّتِكَ وَرَغْبَتِكَ ِلاِسْتِحْسَانِ صَنْعَتِكَ بِكَوْنِهِ اَعْلٰى دَلاَّلِ مَحَاسِنِ صَنْعَتِكَ وَاَرْفَعَ الْمُسْتَحْسِنِينَ صَوْتًا فِى اِعْلاَنِ حُسْنِ نُقُوشِكَ وَاَبْدَعَهُمْ نَعْتًا لِكَمَالاَتِ صَنْعَتِكَ. وَمَنْ تَجَمَّعَ فِيهِ اَقْسَامُ
مَحَبَّتِكَ وَاِسْتِحْسَانِكَ لِمَحَاسِنِ اَخْلاَقِ مَخْلُوقَاتِكَ وَلطَۤائِفِ اَوْصَافِ مَصْنُوعَاتِكَ، بِكَوْنِهِ جَامِعًا لِمَحَاسِنِ اْلاَخْلاَقِ كَۤافَّةً بِاِحْسَانِكَ وَلطَۤائِفِ اْلاَوْصَافِ قَاطِبَةً بِفَضْلِكَ. وَمَنْ صَارَ مِصْدَاقًا صَادِقًا وَمِقْيَاسًا فَۤائِقًا لِجَمِيعِ مَنْ ذَكَرْتَ فِى فُرْقَانِكَ اِنَّكَ تُحِبُّهُمْ مِنَ الْمُحْسِنِينَ وَالصَّابِرِينَ وَالْمُؤْمِنِينَ وَالْمُتَّقِينَ وَالتَّوَّابِينَ وَاْلاَوَّابِينَ وَجَمِيعِ اْلاَصْنَافِ الَّذِينَ اَحْبَبْتَهُمْ وَشَرَّفْتَهُمْ بِمَحَبَّتِكَ، فِى فُرْقَانِكَ حَتَّى صَارَ اِمَامَ الْحَبِيبِينَ لَكَ، وَسَيِّدَ الْمَحْبُوبِينَ لَكَ وَرَئِيسَ اَوِدَّۤائِكَ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ وَاِخْوَانِهِ اَجْمَعِينَ اٰ مِينَ بِرَحْمَتِكَ يَۤا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
Yirmi Yedinci Sözün Zeyli
Sahabeler hakkındadır
Mevlana Caminin dediği gibi derim:
يَا رَسُولَ ا للهَ چِه بَاشَدْ چُونْ سَگِ اَصْحَابِ كَهْف
دَاخِلِ جَنّتْ شَوَمْ دَرْ زُمْرَۂِ اَصْحَابِ تُو؟
اُو رَوَدْ دَرْجَنَّتْ مَنْ دَرْ جَهَنَّمَ كَىْ رَوَاسْت
اُو سَگِ اَصْحَابِ كَهْف مَنْ سَگِ اَصْحاَبْ تُو؟
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِه ِ
مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ وَالَّذِينَ مَعَهُۤ اَشِدَّۤاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَۤاءُ بَيْنَهُمْ
ila ahir-i aye.
Sual ediyorsunuz: Bazı rivayetlerde vardır ki, “Bidaların revacı hengamında ehl-i iman ve takvadan bir kısım suleha, Sahabe derecesinde veya daha ziyade efdal olabilir” diye rivayetler vardır. Bu rivayetler sahih midir? Sahih ise hakikatleri nedir?
Elcevap: Enbiyadan sonra nev-i beşerin en efdali Sahabe olduğu,Ehl-i Sünnet ve Cemaatin icmaı bir hüccet-i kàtıadır ki, o rivayetlerin sahih kısmı fazilet-i cüziye hakkındadır. Çünkü cüzi fazilette ve hususi bir kemalde, mercuh, racihe tereccuh edebilir. Yoksa, Sure-i Fethin ahirinde sitayişkarane tavsifat-ı Rabbaniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kuranın medih ve senasına mazhar olan Sahabelere, fazilet-i külliye nokta-i nazarında yetişilemez. Şu hakikatın pek çok esbab ve hikmetlerinden, şimdilik üç sebebi tazammun eden üç hikmeti beyan edeceğiz.
BİRİNCİ HİKMET
Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr ü süluka mukabil hakikatin envarına mazhar olur. Çünkü, sohbette insibağ ve inikas vardır. Malumdur ki, inikas ve tebaiyetle, o nur-u azam-ı nübüvvetle beraber en azim bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki, bir sultanın hizmetkarı ve onun tebaiyetiyle öyle bir mevkie çıkar ki, bir şah çıkamaz.
İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler Sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hatta Celaleddin-i Süyuti gibi, uyanıkken çok defa sohbet-i nebeviyeye mazhar olan veliler, Resulallah (a.s.m.) ile yakazaten görüşseler ve şu alemde sohbetine müşerref olsalar, yine Sahabeye yetişemiyorlar. Çünkü, Sahabelerin sohbeti, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) nuruyla, yani nebi olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyalar ise, vefat-ı nebeviden sonra Resulallah aleyhissalatü vesselamı görmeleri, velayet-i Ahmediye nuruyla sohbettir. Demek, Resulallah aleyhissalatü vesselamın, onların nazarlarına temessül ve tezahür etmesi, velayet-i Ahmediye cihetindedir, nübüvvet itibarıyla değil. Madem öyledir; nübüvvet derecesi velayet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefavüt etmek lazım gelir.
Sohbet-i nebeviye ne derece bir iksir-i nurani olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevi adam, kızını sağ olarak defnedecek bir kasavet-i vahşiyanede bulunduğu halde, gelip bir saat sohbet-i nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahimaneyi kesb ederdi. Hem cahil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i nebeviyeye mazhar olur, sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i kemalat olurdu.
İKİNCİ SEBEP
Yirmi Yedinci Sözdeki içtihad bahsinde beyan ve ispat edildiği gibi, Sahabeler, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla, kemalat-ı insaniyenin en ala derecesindedirler. Çünkü, o zamanda, o inkılab-ı azim-i İslamide, hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve batıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk mabeyninde öyle bir mesafe açılmıştı ki, küfür ve iman kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaştı. Kizb ve şer ve batılın dellalı ve nümunesi olan Müseylime-i Kezzab ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hissiyat-ı ulviye sahibi ve maali-i ahlaka meftun ve izzet ve mübahate meyyal olan Sahabeler, elbette ihtiyarlarıyla kizb ve şerre ellerini uzatıp Müseylime derekesine düşmemişler. Sıdk ve hayır ve hakkın dellalı ve nümunesi olan Habibullahın (a.s.m.) ala-yı illiyyin-i kemalatındaki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle o tarafa koşmak, mukteza-yı seciyeleridir.
Mesela, nasıl ki zaman oluyor, medeniyet-i beşeriye çarşısında ve hayat-ı içtimaiye-i insaniye dükkanında, bazı şeylerin verdiği müthiş neticeleri ve çirkin eserleri, zehr-i katil gibi, herkes onu satın almak değil, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar. Ve bazı şeylerin ve manevi metaların verdikleri güzel neticeler ve kıymettar eserler, bir tiryak-ı nafi ve bir pırlanta gibi, herkesin nazar-ı rağbetini kendine celb eder. Herkes elinden geldiği kadar onları satın almaya çalışır. Öyle de, Asr-ı Saadette, hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin çarşısında, kizb ve şer ve küfür gibi maddeler, şekavet-i ebediye gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzab gibi süfli maskaraları tevlit ettiğinden, secaya-yı aliye ve hubb-u maaliye meftun olan Sahabelerin, zehr-i katilden kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etmeleri bedihidir. Ve saadet-i ebediye gibi netice veren ve Resulallah aleyhissalatü vesselam gibi nurani meyveler gösteren, sıdk ve hakka ve imana en nafi bir tiryak, en kıymettar bir elmas gibi, o fıtratları safiye ve seciyeleri samiye olan Sahabeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyat ve letaifleriyle onlara müşteri ve müştak olması zaruridir.
Halbuki, o zamandan sonra, git gide ve gele gele, sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala, omuz omuza geldi. Bir dükkanda ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlak-ı içtimaiye bozuldu. Propaganda-i siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, Sahabenin adalet ve sıdk ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metanetlerine, takvalarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin?
Geçen meseleyi bir derece tenvir edecek, başıma gelmiş bir halimi beyan ediyorum. Şöyle ki:
Bir zaman kalbime geldi: Niçin Muhyiddin-i Arabi gibi harika zatlar Sahabelere yetişemiyorlar? Sonra, namaz içinde سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلٰى derken, şu kelimenin manası inkişaf etti. Tam manasıyla değil, fakat bir parça hakikati göründü. Kalben dedim: “Keşke birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadetten daha iyiydi.” Namazdan sonra anladım ki, o hatıra ve o hal, Sahabelerin ibadetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır.
Evet, Kuran-ı Hakimin envarıyla hasıl olan o inkılab-ı azim-i içtimaide ezdad birbirinden çıkıp ayrılırken, şerler bütün tevabiiyle, zulümatıyla ve teferruatıyla; ve hayır ve kemalat bütün envarıyla ve netaiciyle karşı karşıya gelip, bir vaziyette, müheyyiç bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün manasının tabakatını turfanda ve taravetli ve taze ve genç bir surette ifade ettiği gibi, o inkılab-ı azimin tarrakası altında olan insanların bütün hissiyatını, letaif-i maneviyesini uyandırmış. Hatta, vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir surette, o zikir, o tesbihlerdeki müteaddit manaları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte, şu hikmete binaen, bütün hissiyatları uyanık ve letaifleri hüşyar olan Sahabeler, envar-ı imaniye ve tesbihiyeyi cami olan kelimat-ı mübarekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün manasıyla söyler ve bütün letaifiyle hisse alırlardı.
Halbuki, o infilak ve inkılaptan sonra, git gide letaif uykuya ve havas o hakaik noktasında gaflete düşüp, o kelimat-ı mübareke, meyveler gibi, git gide ülfet perdesiyle letafetini ve taravetini kaybeder. Adeta, sathilik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki, kuvvetli, tefekküri bir ameliyatla ancak evvelki hali iade edilebilir. İşte, bundandır ki, kırk dakikada bir Sahabenin kazandığı fazilete ve makama kırk günde, hatta kırk senede başkası ancak yetişebilir.
ÜÇÜNCÜ SEBEP
On İkinci ve Yirmi Dördüncü ve Yirmi Beşinci Sözlerde ispat edildiği gibi, nübüvvetin velayete nisbeti, güneşin ayn-ı zatı ile, ayinelerde görülen güneşin misali gibidir. İşte, daire-i nübüvvet, daire-i velayetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan Sahabeler dahi, daire-i velayetteki sulehaya o derece tefevvuku olmak lazım geliyor. Hatta, velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet—ki Sahabelerin velayetidir—bir veli kazansa, yine saff-ı evvel olan Sahabelerin makamına yetişmez. Şu Üçüncü Sebebin müteaddit vücuhundan Üç Vechini beyan ederiz.
BİRİNCİ VECİH: İçtihadda, yani istinbat-ı ahkamda, yani Cenab-ı Hakkın marziyatını kelamından anlamakta, Sahabelere yetişilmez. Çünkü, o zamandaki o büyük inkılab-ı İlahi, marziyat-ı Rabbaniyeyi ve ahkam-ı İlahiyeyi anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, istinbat-ı ahkama müteveccihti. Bütün kalbler, “Rabbimizin bizden istediği nedir?” diye merak ederdi. Ahval-i zaman, bu hali işmam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan ediyordu. Muhaverat, bu manaları tazammun ederek vuku buluyordu.
İşte, bunun için, herşey ve her hal ve muhavereler ve sohbetler ve hikayeler, bütün o manaları bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden, Sahabenin istidadını tekmil ve fikirlerini tenvir ettiğinden, içtihad ve istinbatta istidadı, kibrit derecesinde nurlanmaya hazır olduğundan, bir günde veya bir ayda kazandığı mertebe-i istinbat ve içtihadı, o Sahabenin derece-i zekavetinde ve istidadında olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktır. Çünkü, şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medar-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksatlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i mAyşet ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden, beşerin muhit-i içtimaisi, o şahsın zihnine ve istidadına, içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor. Yirmi Yedinci Sözün içtihad bahsinde, Süfyan ibni Uyeyne ile onun zekaveti derecesinde birinin muvazenesinde ispat etmişiz ki, Süfyanın on senede kazandığını, öteki yüz senede kazanamıyor.
İKİNCİ VECİH: Sahabelerin kurbiyet-i İlahiye noktasındaki makamlarına velayet ayağıyla yetişilmez. Çünkü Cenab-ı Hak bize akrebdir ve herşeyden daha ziyade yakındır; biz ise Ondan nihayetsiz uzağız. Onun kurbiyetini kazanmak iki suretle olur:
Birisi: Akrebiyetin inkişafıyladır ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle Sahabeler o sırra mazhardırlar.
İkinci suret: Budiyetimiz noktasında kat-ı meratip edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr ü süluk-u velayet ona göre ve seyr-i enfüsi ve seyr-i afaki bu suretle cereyan ediyor.
İşte, birinci suret sırf vehbidir, kisbi değil. İncizabdır, cezb-i Rahmanidir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok halistir ve gölgesizdir. Diğeri kisbidir, uzundur, gölgelidir. Acaip harikaları çok ise de, kıymetçe, kurbiyetçe evvelkisine yetişemez.
Mesela, nasıl ki dünkü güne bugün yetişmek için iki yol var: Birincisi, zamanın cereyanına tabi olmayarak, bir kuvvet-i kudsiye ile, fevkazzaman çıkıp, dünü bugün gibi hazır görmektir. İkincisi, bir sene kat-ı mesafe edip, dönüp dolaşıp düne gelmektir. Fakat yine dünü elde tutamıyor; onu bırakıp gidiyor.
Öyle de, zahirden hakikate geçmek iki suretledir: Biri, doğrudan doğruya hakikatin incizabına kapılıp, tarikat berzahına girmeden, hakikati ayn-ı zahir içinde bulmaktır. İkincisi, çok meratipten seyr ü süluk suretiyle geçmektir. Ehl-i ve-layet, çendan fena-i nefse muvaffak olurlar, nefs-i emmareyi öldürürler; yine Sahabeye yetişemiyorlar. Çünkü Sahabelerin nefisleri tezkiye ve tathir edildiğinden, nefsin mahiyetindeki cihazat-ı kesire ile ubudiyetin envaına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhardırlar. Fena-i nefisten sonra ubudiyet-i evliya besatet peyda eder.
ÜÇÜNCÜ VECİH: Fazilet-i amal ve sevab-ı efal ve fazilet-i uhreviye cihetinde Sahabelere yetişilmez. Çünkü, nasıl bir asker bazı şerait dahilinde, mühim ve mahuf bir mevkide, bir saat nöbette bir sene ibadet kadar bir fazilet kazanabilir; ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall kırk günde ancak kazanılacak velayet derecesi gibi bir makama çıkıyor. Öyle de, Sahabelerin tesis-i İslamiyette ve neşr-i ahkam-ı Kuraniyede hizmetleri ve İslamiyet için bütün dünyaya ilan-ı harp etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasına, başkaları bir senede yetişemez. Hatta, denilebilir ki, bütün dakikaları, o hizmet-i kudsiyede, o şehid olan neferin dakikası gibidir. Bütün saatleri, müthiş bir makamda bir saat nöbet tutan fedakar bir neferin nöbeti gibidir ki, amel az, ücreti çok, kıymeti yüksektir.
Evet, Sahabeler madem İslamiyetin tesisinde ve envar-ı Kuraniyenin neşrinde, saff-ı evvel teşkil ediyorlar. Es-sebebü kel-fail sırrınca, bütün ümmetin hasenatından onlara hisse çıkar. Ümmetin اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَاَصْحَابِهِ demesiyle, Sahabelerin, bütün ümmetinin hasenatından hissedarlıklarını gösteriyor.
Hem, nasıl ki bir ağacın kökündeki küçük bir meziyet, ağacın dallarında büyük bir suret alır, büyük bir daldan daha büyüktür. Hem nasıl ki mebdede küçük bir irtifa, gittikçe bir yekun teşkil eder. Hem nasıl ki nokta-i merkeziyeye yakın bir iğne ucu kadar bir ziyadelik, daire-i muhitada bazan bir metre kadar ziyadeye mukabil geliyor. Aynen şu dört misal gibi, Sahabeler, İslamiyetin şecere-i nuraniyesinin köklerinden, esaslarından oldukları, hem bina-yı İslamiyetin hutut-u nuraniyesinin mebdeinde, hem cemaat-i İslamiyenin imamlarından ve adedlerinin evvellerinde, hem şems-i nübüvvet ve sirac-ı hakikatin merkezine yakın olduklarından, az amelleri çoktur, küçük hizmetleri büyüktür. Onlara yetişmek için, hakiki Sahabe olmak lazım geliyor.
﴾ اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الَّذِى قَالَ: ﴿ اَصْحَابىِ كَالنُّجُومِ بِأَيِّهِمْ اِقْتَدَيْتُمْ اِهْتَدَيْتُمْ
وَ ﴿ خَيْرُ الْقُرُونِ قَرْنِى ﴾ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلِّمْ
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Sual: Deniliyor ki: Sahabeler Resulallah aleyhissalatü vesselamı gördüler, sonra iman ettiler. Biz ise görmeden iman ettik. Öyle ise imanımız daha kavidir. Hem kuvvet-i imanımıza delalet eden rivayet var.
Elcevap: Sahabeler, o zamanda, efkar-ı amme-i alem hakaik-ı İslamiyeye muarız ve muhalif iken, Sahabeler yalnız suret-i insaniyede Resulallah aleyhissalatü vesselamı görüp, bazan mucizesiz olarak, öyle bir iman getirmişler ki, bütün efkar-ı amme-i alem, onların imanlarını sarsmıyordu. Şüphe değil, bazısına vesvese de vermezdi.
Sizler iseniz, kendi imanınızı, Sahabelerin imanlarıyla muvazene ediyorsunuz. Bütün efkar-ı amme-i İslamiye imanınıza kuvvet ve senet olduğu halde, Resulallah aleyhissalatü vesselamın, şecere-i tuba-i nübüvvetinin çekirdeği olan beşeriyeti ve suret-i cismaniyesini değil, belki umum envar-ı İslamiye ve hakaik-ı Kuraniye ile nurani, muhteşem şahs-ı manevisini, bin mucizatla muhat olarak akıl gözüyle gördüğünüz halde, bir Avrupa feylesofunun sözüyle vesveseye ve şüpheye düşen imanınız nerede? Bütün alem-i küfrün ve Nasara ve Yehudun ve feylesofların hücumlarına karşı sarsılmayan sahabelerin imanları nerede? Hem Sahabelerin kuvvet-i imanlarını gösteren ve imanlarının tereşşuhatı olan şiddet-i takvaları ve kemal-i salahatleri nerede? Ey müddei, senin, şiddet-i zaafından, feraizi tamamıyla senden göstermeyen sönük imanın nerede?
Amma, hadiste varid olan ki, “ahirzamanda beni görmeyen ve iman getiren, daha ziyade makbuldür” mealindeki rivayet, hususi fazilete dairdir, has bazı eşhas hakkındadır. Bahsimiz ise, fazilet-i külliye ve ekseriyet itibarıyladır.
İkinci sual: Diyorlar ki: Ehl-i velayet ve ashab-ı kemalat, dünyayı terk etmişler. Hatta hadiste var ki, “Dünya muhabbeti bütün hataların başıdır.” Halbuki Sahabeler dünyaya pek çok girmişler. Terk-i dünya değil, belki bir kısım Sahabe, o zamanın ehl-i medeniyetinden daha ileri gitmişler. Nasıl oluyor ki, böyle Sahabelerin en ednasına, en büyük bir veli kadar kıymeti var diyorsunuz?
Elcevap: Otuz İkinci Sözün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında gayet kati ispat edilmiştir ki, dünyanın ahirete bakan yüzüyle, esma-i İlahiyeye mukabil olan yüzünü sevmek sebeb-i noksaniyet değil, belki medar-ı kemaldir. Ve o iki yüzde ne kadar ileri gitse, daha ziyade ibadet ve marifetullahta ileri gider. Sahabelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir. Dünyayı ahiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcudatı, esma-i İlahiyenin ayinesi görüp, müştakane temaşa edip bakmışlar. Fena-i dünya ise, fani yüzüdür ki, insanın hevesatına bakar.
Üçüncü sual: Tarikatler hakikatlerin yollarıdır. Tarikatlerin içerisinde en meşhur ve en yüksek ve cadde-i kübra iddia olunan tarik-i Nakşibendi hakkında, o tarikatin kahramanlarından ve imamlarından bazıları, esasını böyle tarif etmişler, demişler ki:
دَرْ طَرِيقِ نَقْشِبَنْدِى لاَزِمْ اٰمَدْ چَارِ تَرْك: تَرْكِ دُنْيَا، تَرْكِ عُقْبٰى، تَرْكِ هَسْتِى، تَرْكِ تَرْكْ
Yani, “Tarik-i Nakşide dört şeyi bırakmak lazım: Hem dünyayı, hem nefis hesabına ahireti dahi maksud-u hakiki yapmamak, hem vücudunu unutmak, hem ucbe, fahre girmemek için bu terkleri düşünmemektir. Demek hakiki marifetullah ve kemalat-ı insaniye terk-i masiva ile olur.
Elcevap: Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı, bütün masivayı terk, hatta esma ve sıfatı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakkın zatına rapt-ı kalb etmek lazım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi, pek çok vazifedar letaifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kamil odur ki, bütün o letaifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-i ubudiyette hakikat canibine sevk etmekle, Sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa, kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır.
Dördüncü sual: Sahabelere karşı iddia-yı rüçhan nereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu zamanda bu meseleyi medar-ı bahs etmek nedendir? Hem müçtehidin-i izama karşı müsavat dava etmek neden ileri geliyor?
Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır.
Bir kısmı, safi ehl-i diyanet ve ehl-i ilimdir ki, bazı ehadisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takva ve salahati teşvik ve terğib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zaten onlar azdırlar; çabuk da intibaha gelirler.
Diğer kısım ise, gayet müthiş, mağrur insanlardır ki, mezhepsizliklerini, müçtehidin-i izama müsavat davası altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini, Sahabeye karşı müsavat davası altında icra etmek istiyorlar. Çünkü, evvelen, o ehl-i dalalet, sefahete girmiş, sefahete tiryaki olmuş. Sefahete mani olan tekalif-i şeriyeyi yapamıyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki:
“Şu mesail, içtihadiyedirler. O mesailde mezhepler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardır; hata edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tabi olmaya ne mecburiyetimiz var?”
İşte, bu bedbahtlar, bu desise-i şeytaniye ile başlarını mezahibin zincirinden çıkarıyorlar. Bunların şu davaları ne kadar çürük, ne kadar esassız olduğu Yirmi Yedinci Sözde kati bir surette gösterildiğinden, ona havale ederiz.
Saniyen: O kısım ehl-i dalalet baktılar ki, müçtehidinlerle iş bitmiyor. Onların omuzlarındaki, yalnız nazariyat-ı diniyedir. Halbuki, bu kısım ehl-i dalalet, zaruriyat-ı diniyeyi terk ve tağyir etmek istiyorlar. “Onlardan daha iyiyiz” deseler, meseleleri tamam olmuyor. Çünkü, müçtehidin, nazariyata ve kati olmayan teferruata karışabilirler. Halbuki, bu mezhepsiz ehl-i dalalet, zaruriyat-ı diniyede dahi fikirlerini karıştırmak ve kabil-i tebdil olmayan mesaili tebdil etmek ve kati erkan-ı İslamiyeye karşı gelmek istediklerinden, elbette, zaruriyat-ı diniyenin hameleleri ve direkleri olan Sahabelere ilişecekler.
Heyhat! Değil bunlar gibi insan suretindeki hayvanlar, belki hakiki insanlar ve hakiki insanların en kamilleri olan evliyanın büyükleri, Sahabenin küçüklerine karşı müsavat davasını kazanamadıkları, gayet kati bir surette Yirmi Yedinci Sözde ispat edilmiştir.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى رَسُولِكَ الَّذِى قَالَ: ﴿ لاَ تَسُبُّوا اَصْحَابىِ، لَوْ اَنْفَقَ اَحَدُكُمْ مِثْلَ اُحُدٍ ذَهَبًا مَا بَلَغَ نِصْفَ مُدٍّ مِنْ اَصْحَابىِ ﴾ صَدَقَ رَسُولُ اللهِ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ