Mucizat-ı Kuraniye Risalesi
Elde Kuran gibi bir mucize-i baki varken,
Başka burhan aramak aklıma zaid görünür.
Elde Kuran gibi bir burhan-ı hakikat varken,
Münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?
İHTAR: Şu Sözün başında Beş Şuleyi yazmak niyet ettik. Fakat Birinci Şulenin ahirlerinde, eski hurufatla tab etmek için gayet süratle yazmaya mecbur olduk. Hatta bazı gün yirmi otuz sahifeyi iki üç saat içinde yazıyorduk. Onun için, Üç Şuleyi ihtisaren, icmalen yazarak, İki Şuleyi de şimdilik terk ettik. Bana ait kusurlar ve noksaniyetler ve işkal ve hatalara nazar-ı insaf ve müsamaha ile bakmalarını, ihvanlarımızdan bekleriz.
Bu Mucizat-ı Kuraniye Risalesindeki ekser ayetlerin herbiri, ya mülhidler tarafından medar-ı tenkit olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinni ve insi şeytanların vesvese ve şüphelerine maruz olmuş ayetlerdir. İşte, bu Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda o ayetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyan etmiş ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar icazın lemeatı ve belağat-i Kuraniyenin kemalatının menşeleri olduğu, ilmi kaideleriyle ispat edilmiş. Bulantı vermemek için, onların şüpheleri zikredilmeden cevab-ı kati verilmiş.
وَالشَّمْسُ تَجْرِي وَالْجِبَالَ اَوْتاَدًا gibi, yalnız Yirminci Sözün Birinci Makamında üç dört ayette şüpheleri söylenmiş.
Hem bu Mucizat-ı Kuraniye Risalesi gerçi gayet muhtasar ve acele yazılmış ise de, fakat ilm-i belağat ve ulum-u Arabiye noktasında, alimlere hayret verecek derecede alimane ve derin ve kuvvetli bir tarzda beyan edilmiş. Gerçi her bahsini her ehl-i dikkat tam anlamaz, istifade etmez. Fakat o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var. Pek acele ve müşevveş haletler içinde telif edildiğinden ifade ve ibaresinde kusur var olmasıyla beraber, ilim noktasında çok ehemmiyetli meselelerin hakikatini beyan etmiş.
Said Nursi
Mucizat-ı Kuraniye Risalesi
قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا
Mahzen-i mucizat ve mucize-i kübra-yı Ahmediye (a.s.m.) olan Kuran-ı Hakim-i Mucizül-Beyanın hadsiz vücuh-u icazından kırka yakın vücuh-u icaziyeyi Arabi risalelerimde ve Arabi Risale-i Nurda ve İşaratül-İcaz namındaki tefsirimde ve geçen şu yirmi dört Sözlerde işaretler etmişiz. Şimdi, onlardan yalnız beş vechini bir derece beyan ve sair vücuhu içlerinde icmalen derc ederek ve bir mukaddime ile onun tarif ve mahiyetine işaret edeceğiz.
Mukaddime
Üç cüzdür.
BİRİNCİ CÜZ: Kuran nedir, tarifi nasıldır?
Elcevap: On Dokuzuncu Sözde beyan edildiği ve sair Sözlerde ispat edildiği gibi,
Kuran,
· şu kitab-ı kebir-i kainatın bir tercüme-i ezeliyesi,
· ve ayat-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedisi,
· ve şu alem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri,
· ve zeminde ve gökte gizli esma-i İlahiyenin manevi hazinelerinin keşşafı,
· ve sutur-u hadisatın altında muzmer hakaikin miftahı,
· ve alem-i şehadette alem-i gaybın lisanı,
· ve şu alem-i şehadet perdesi arkasında olan alem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi,
· ve şu İslamiyet alem-i manevisinin güneşi, temeli, hendesesi,
· ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası,
· ve Zat ve sıfat ve esma ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şarihi, tefsir-i vazıhı, burhan-ı kàtıı, tercüman-ı satıı,
· ve şu alem-i insaniyetin mürebbisi,
· ve insaniyet-i kübra olan İslamiyetin ma ve ziyası,
· ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi,
· ve insaniyeti saadete sevk eden hakiki mürşidi ve hadisi,
· ve insana hem bir kitab-ı şeriat,
· hem bir kitab-ı dua,
· hem bir kitab-ı hikmet,
· hem bir kitab-ı ubudiyet,
· hem bir kitab-ı emir ve davet,
· hem bir kitab-ı zikir,
· hem bir kitab-ı fikir,
· hem bütün insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, cami bir kitab-ı mukaddestir.
· Hem bütün evliya ve sıddıkin ve urefa ve muhakkıkinin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezakına layık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesakına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semavidir.
İKİNCİ CÜZ VE TETİMME-İ TARİF: Kuran Arş-ı azamdan, İsm-i azamdan, her ismin mertebe-i azamından geldiği için, On İkinci Sözde beyan ve ispat edildiği gibi,
Kuran,
· bütün alemlerin Rabbi itibarıyla Allahın kelamıdır;
· hem bütün mevcudatın İlahı ünvanıyla Allahın fermanıdır;
· hem bütün semavat ve arzın Halıkı namına bir hitaptır;
· hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükalemedir;
· hem saltanat-ı amme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir;
· hem rahmet-i vasia-i muhita nokta-i nazarında bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir;
· hem Uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır;
· hem İsm-i azamın muhitinden nüzul ile Arş-ı azamın bütün muhatına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir.
Ve şu sırdandır ki, “Kelamullah” ünvanı, kemal-i liyakatle Kurana verilmiş ve daima da veriliyor. Kurandan sonra sair enbiyanın kütüp ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimat-ı İlahiyenin ise, bir kısmı dahi has bir itibarla, cüzi bir ünvanla, hususi bir tecelliyle, cüzi bir isimle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususi bir rahmetle zahir olan ilhamat suretinde bir mükalemedir. Melek ve beşer ve hayvanatın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir.
ÜÇÜNCÜ CÜZ:
Kuran,
· asırları muhtelif bütün enbiyanın kütüplerini ve meşrepleri muhtelif bütün evliyanın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyanın eserlerini icmalen tazammun eden,
· ve cihat-ı sittesi parlak ve evham ve şübehatın zulümatından musaffa,
· ve nokta-i istinadı, bilyakin, vahy-i semavi ve kelam-ı ezeli,
· ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede, saadet-i ebediye,
· içi, bilbedahe, halis hidayet,
· üstü, bizzarure, envar-ı iman,
· altı, biilmilyakin, delil ve burhan,
· sağı, bittecrübe, teslim-i kalb ve vicdan,
· solu, biaynilyakin, teshir-i akıl ve izan,
· meyvesi, bihakkılyakin, rahmet-i Rahman ve dar-ı cinan,
· makamı ve revacı, bilhads-i sadık, makbul-ü melek ve ins ü can bir kitab-ı semavidir.
Kuranın tarifine dair üç cüzündeki sıfatların herbiri başka yerlerde kati ispat edilmiş veya ispat edilecektir. Davamız mücerret değil, herbirisi burhan-ı kati ile müberhendir.
Birinci Şule
Bu Şulenin Üç Şuası var.
BİRİNCİ ŞUA
Derece-i icazda belağat-i Kuraniyedir. O belağat ise, nazmın cezaletinden ve hüsn-ü metanetinden ve üsluplarının bedaatinden, garip ve müstahsenliğinden ve beyanının beraatinden, faik ve safvetinden ve maanisinin kuvvet ve hakkaniyetinden ve lafzının fesahatinden, selasetinden tevellüd eden bir belağat-i harikuladedir ki, beni ademin en dahi ediplerini, en harika hatiplerini, en mütebahhir ulemasını muarazaya davet edip bin üç yüz senedir meydan okuyor. Onların damarlarına şiddetle dokunuyor. Muarazaya davet ettiği halde, kibir ve gururlarından başını semavata vuran o dahiler, ona muaraza için ağız açamayıp, kemal-i zilletle boyun eğdiler.
İşte, belağatindeki vech-i icazı iki suretle işaret ederiz.
BİRİNCİ SURET: İcazı vardır ve mevcuttur. Çünkü, Ceziretül-Arap ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibarıyla ümmi idi. Ümmilikleri için, mefahirlerini ve vukuat-ı tarihiyelerini ve mehasin-i ahlaka yardım edecek durub-u emsallerini, kitabet yerine şiir ve belağat kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Manidar bir kelam, şiir ve belağat cazibesiyle eslaftan ahlafa hafızalarda kalıp gidiyordu. İşte, şu ihtiyac-ı fıtri neticesi olarak, o kavmin manevi çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revaç bulan, fesahat ve belağat metaı idi. Hatta bir kabilenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millisi gibiydi. En ziyade onunla iftihar ediyorlardı. İşte, İslamiyetten sonra alemi zekalarıyla idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medar-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belağatte akvam-ı alemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belağat o kadar kıymettardı ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musalaha ediyorlardı. Hatta, onların içinde, “Muallakat-ı Seba” namıyla, yedi edibin yedi kasidesini altınla Kabenin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı.
İşte böyle bir zamanda, belağat en revaçlı olduğu bir anda, Kuran-ı Mucizül-Beyan nüzul etti. Nasıl ki zaman-ı Musa da sihir ve zaman-ı İsa da tıp revaçta idi; mucizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte, o vakit, bülega-yı Arabı, en kısa bir suresine mukabeleye davet etti
وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ
fermanıyla onlara meydan okuyor. Hem der ki: “İman getirmezseniz melunsunuz, Cehenneme gireceksiniz.” Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidayeten idam-ı ebedi ile ve sonra da Cehennemde idam-ı ebedi ile beraber dünyevi idamla da mahkum ediyor. Der: “Ya muaraza ediniz, yahut can ve malınız helakettedir.”
İşte, eğer muaraza mümkün olsaydı, acaba hiç mümkün müydü ki, bir iki satırla muaraza edip davasını iptal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkülatlı muharebe tariki ihtiyar edilsin? Evet, o zeki kavim, o siyasi millet ki, bir zaman alemi siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terk etsin, en tehlikeli ve bütün mal ve canını belaya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir? Çünkü edipleri birkaç hurufatla muaraza edebilseydi, Kuran davasından vazgeçerdi, onlar da maddi ve manevi helaketten kurtulurlardı. Halbuki muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek muaraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bissüyufa mecbur oldular.
Hem Kuranı tanzir etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebep vardı.
Birisi düşmanın hırs-ı muarazası, diğeri dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki saik-i şedid altında milyonlar Arabi kitaplar yazılmış ki, hiçbirisi ona benzemez. alim olsun, ami olsun, her kim ona ve onlara baksa, katiyen diyecek ki, “Kuran bunlara benzemez; hiçbirisi onu tanzir edemez.” Şu halde, ya Kuran bütününün altındadır—bu ise bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, muhaldir—veya Kuran, o yazılan umum kitapların fevkindedir.
Eğer desen: “Nasıl biliyoruz ki, kimse muarazaya teşebbüs etmedi? Kimse kendine güvenemedi mi ki meydana çıksın? Birbirinin yardımı da mı faide etmedi?”
Elcevap: Eğer muaraza mümkün olsaydı, alaküllihal kati teşebbüs edilecekti. Çünkü izzet ve namus meselesi, can ve mal tehlikesi vardı. Eğer teşebbüs edilseydi, alaküllihal, kati taraftar pek çok bulunacaktı. Çünkü hakka muarız ve muannit daima kesretli idi. Eğer taraftar bulsaydı, alaküllihal iştihar bulacaktı. Çünkü, küçük bir mücadele, beşerin nazar-ı istiğrabını celb edip destanlarda iştihar eder. Şöyle acip bir mücadele ve vukuat ise gizli kalamaz. İslamiyet aleyhinde ta en çirkin ve en şeni şeylere kadar nakledilir, meşhur olur. Halbuki, muarazaya dair, Müseylime-i Kezzabın bir iki fıkrasından başka nakledilmemiş. O Müseylimede çendan belağat varmış. Fakat hadsiz bir hüsn-ü cemale malik olan beyan-ı Kurana nisbet edildiği için, onun sözleri hezeyan suretinde tarihlere geçmiştir. İşte, Kuranın belağatindeki icaz, katiyen, iki kere iki dört eder gibi mevcuttur ki, iş böyle oluyor.
İKİNCİ SURET: Belağatindeki icaz-ı Kuraninin hikmetini Beş Noktada beyan edeceğiz.
BİRİNCİ NOKTA: Kuranın nazmında bir cezalet-i harika var. O nazımdaki cezalet ve metaneti, İşaratül-İcaz baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi beyan eder. Saatin saniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizamını tekmil eden ne ise, Kuran-ı Hakimin herbir cümledeki, heyatındaki nazım ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine karşı münasebatındaki intizamı öyle bir tarzda İşaratül-İcazda ahirine kadar beyan edilmiştir. Kim isterse ona bakabilir ve bu nazımdaki cezalet-i harikayı bu surette görebilir. Yalnız bir iki misal, bir cümlenin heyatındaki nazmı göstermek için zikredeceğiz.
Mesela وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ bu cümlede, azabı dehşetli göstermek için, en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklili ifade edecek; cümlenin bütün heyetleri de bu taklile bakıp ona kuvvet verecek. İşte, لَئِنْ lafzı, teşkiktir. Şek kıllete bakar. مَسَّ lafzı, azıcık dokunmaktır; yine kılleti ifade eder. نَفْحَةٌ lafzı, maddesi bir kokucuk olup kılleti ifade ettiği gibi, sigası bire delalet eder. Masdar-ı merre tabir-i sarfiyesinde “biricik” demektir, kılleti ifade eder. نَفْحَةٌ deki tenvin-i tenkiri, taklili içindir ki, “O kadar küçük ki, bilinemiyor” demektir. مِنْ lafzı, tebiz içindir, “bir parça” demektir; kılleti ifade eder. عَذَابِ lafzı, nekal, ikaba nisbeten hafif bir nevi cezadır ki, kıllete işaret eder. رَبِّكَ lafzı, Kahhar, Cebbar, Müntakime bedel yine şefkati ihsas etmekle
kılleti işaret ediyor. İşte, bu kadar kılletteki bir parça azap böyle tesirli ise, ikab-ı İlahi ne kadar dehşetli olur, kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksad-ı külliyi, herbiri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misal bir derece lafız ve maksada bakar.
İkinci misal: وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ Şu cümlenin heyatı, sadakanın şerait-i kabulünün beşine işaret eder.
Birinci şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, وَمِمَّا lafzındaki مِنْ i tebiz ile o şartı ifade eder.
İkinci şart: Aliden alıp Veliye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı رَزَقْنَاهُمْ lafzı ifade ediyor. “Size rızık olandan veriniz” demektir.
Üçüncü şart: Minnet etmemektir. Şu şarta رَزَقْنَا daki نَا lafzı işaret eder. Yani, “Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan Benim abdime vermekte minnetiniz yoktur.”
Dördüncü şart: Öyle adama veresin ki, nafakasına sarf etsin. Yoksa sefahete sarf edenlere sadaka makbul olmaz. Şu şarta يُنْفِقُونَ lafzı işaret ediyor.
Beşinci şart: Allah namına vermektir ki, رَزَقْنَاهُمْ ifade ediyor. Yani, “Mal Benimdir; Benim namımla vermelisiniz.”
Şu şartlarla beraber, tevsi de var. Yani, sadaka nasıl mal ile olur; ilim ile dahi olur, kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. İşte şu aksama مِمَّا lafzındaki مَا umumiyetiyle işaret ediyor. Hem şu cümle de bizzat işaret ediyor; çünkü mutlaktır, umumu ifade eder.
İşte, sadakayı ifade eden şu kısacık cümlede, beş şartla beraber geniş bir dairesini akla ihsan ediyor, heyetiyle ihsas ediyor.
İşte, heyette böyle pek çok nazımlar var. Kelimatın dahi, birbirine karşı aynen, geniş, böyle bir daire-i nazmiyesi var. Sonra kelamların da, mesela
قُلْ هُوَ اللهُ أَحَدٌ de altı cümle var: üçü müsbet, üçü menfi. Altı mertebe-i tevhidi ispat etmekle beraber, şirkin altı envaını reddeder. Herbir cümlesi, öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünkü herbir cümlenin iki manası var. Bir mana ile netice olur, bir mana ile de delil olur. Demek, Sure-i İhlasta otuz Sure-i İhlas kadar, muntazam, birbirini ispat eder delillerden mürekkep sureler vardır. Mesela, قُلْ هُوَ اللهُ: ِلاَنَّهُ اَحَدٌ ِلاَنَّهُ صَمَدٌ ِلاَنَّهُ لَمْ يَلِدْ ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ ِلاَنَّهُ لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ hem وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ: ِلاَنَّهُ لَمْ يُولَدْ ِلاَنَّهُ لَمْ يَلِدْ ِلاَنَّهُ صَمَدٌ ِلاَنَّهُ اَحَدٌ ِلاَنَّهُ هُوَ اللهُ hem
هُوَ اللهُ فَهُوَ اَحَدٌ فَهُوَ صَمَدٌ فَاِذًا لَمْ يَلِدْ فَاِذًا لَمْ يُولَدْ فَاِذًا لَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ
Daha sen buna göre kıyas et. Mesela, الۤمۤ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Şu dört cümlenin herbirisinin iki manası var. Bir mana ile öteki cümlelere delildir; diğer mana ile onlara neticedir. On altı münasebet hatlarından bir nakş-ı nazmi-i icazi hasıl olur. İşaratül-İcazda öyle bir tarzda beyan edilmiş ki, bir nakş-ı nazmi-i icazi teşkil eder. On Üçüncü Sözde beyan edildiği gibi, güya ekser ayat-ı Kuraniyenin herbirisi, ekser ayatın herbirisine bakar bir gözü ve nazır bir yüzü vardır ki, onlara münasebatın hutut-u maneviyesini uzatıyor, birer nakş-ı icazi nescediyor. İşte, İşaratül-İcaz baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi şerh etmiştir.
İKİNCİ NOKTA: Manasındaki belağat-i harikadır. On Üçüncü Sözde beyan olunan şu misale bak. Mesela, سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ ayetindeki belağat-i maneviyeyi zevk etmek istersen, kendini nur-u Kurandan evvel asr-ı cahiliyette, sahra-yı bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında, perde-i cumud-u tabiata sarılmış olduğu bir anda, Kuranın lisan-ı semavisinden سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ veyahut تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ gibi ayetleri işit, bak. Nasıl ki, o ölmüş veya yatmış olan mevcudat-ı alem, سَبَّحَ , تُسَبِّحُ sadasıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, huşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Ve o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerde perişan mahlukat, تُسَبِّحُ sayhasıyla ve nuruyla, işitenin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnüma ve birer nur-u hakikat-eda; ve küre-i arz bir baş ve berr ve bahr birer lisan ve bütün hayvanlar ve nebatlar birer kelime-i tesbihfeşan suretinde arz-ı didar eder.
Mesela, On Beşinci Sözde ispat edilen şu misale bak: يَامَعْشَرَ الْجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ فَانْفُذُوا لاَ تَنْفُذُونَ اِلاَّ بِسُلْطَانٍ فَبِاَىِّ اٰلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِنْ نَارٍ وَنُحَاسٌ فَلاَ تَنْتَصِرَانِ فَبِاَىِّ اٰلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَۤاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ ayetlerini dinle, bak ki ne diyor?
Diyor ki: “Ey acz ve hakareti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi, elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız! Nasıl cesaret edersiniz ki, öyle bir Sultanın emirlerine karşı gelirsiniz; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler. Hem tuğyanınızla öyle bir Hakim-i Zülcelale karşı mübareze ediyorsunuz ki, öyle azametli muti askerleri var, faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recmedebilirler. Hem küfranınızla öyle bir Malik-i Zülcelalin memleketinde isyan ediyorsunuz ki, cünudundan öyleleri var, değil sizin gibi küçük, aciz mahluklar, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kafir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri size atabilirler, sizi dağıtırlar. Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, onunla öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi, küreler misillü yıldızları üstünüze Allahın izniyle yağdırabilirler.”
Daha sair ayatın manalarındaki kuvvet ve belağati ve ulviyet-i ifadesini bunlara kıyas et.
ÜÇÜNCÜ NOKTA: Üslubundaki bedaat-i harikadır. Evet, Kuranın üslupları hem gariptir, hem bedidir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üsluplar taravetini, gençliğini, garabetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.
Ezcümle, bir kısım surelerin başlarında şifre-misal الۤمۤ, الۤرٰ, طٰهٰ, يٰسۤ, حٰمۤ عۤسۤقۤ gibi mukattaat hurufundaki üslub-u bediisi, beş altı lema-i icazı tazammun ettiğini, İşaratül-İcazda yazmışız. Ezcümle:
Surelerin başında mezkur olan huruf, hurufatın aksam-ı malumesi olan mechure, mehmuse, şedide, rahve, zelaka, kalkale gibi aksam-ı kesiresinden, herbir kısmından nısfını almıştır. Kabil-i taksim olmayan hafifinden nısf-ı ekser, sakilinden nısf-ı ekall olarak, bütün aksamını tansif etmiştir. Şu mütedahil ve birbiri içindeki kısımları ve iki yüz ihtimal içinde mütereddit, yalnız gizli ve fikren bilinmeyecek birtek yolla umumunu tansif etmek kabil olduğu halde, o yolda, o geniş mesafede sevk-i kelam etmek, fikr-i beşerin işi olamaz. Tesadüf hiç karışamaz.
İşte, bir şifre-i İlahiye olan surelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş altı lema-i icaziyeyi gösterdikleriyle beraber, ilm-i esrar-ı huruf ulemasıyla evliyanın muhakkikleri şu mukattaattan çok esrar istihraç etmişler ve öyle hakaik bulmuşlar ki, onlarca şu mukattaat kendi başıyla gayet parlak bir mucizedir. Onların esrarına ehil olmadığımız, hem umum göz görecek derecede ispat edemediğimiz için, o kapıyı açamayız. Yalnız, İşaratül-İcazda şunlara dair beyan olunan beş altı lema-i icaza havale etmekle iktifa ediyoruz.
Şimdi, esalib-i Kuraniyeye, sure itibarıyla, maksat itibarıyla, ayat ve kelam ve kelime itibarıyla birer işaret edeceğiz.
Mesela, Sure-i Ammeye dikkat edilse, öyle bir üslub-u bedi ile ahireti, haşri, Cennet ve Cehennemin ahvalini öyle bir tarzda gösteriyor ki, şu dünyadaki efal-i İlahiyeyi, asar-ı Rabbaniyeyi o ahval-i uhreviyeye birer birer bakar, ispat eder gibi kalbi ikna eder. Şu suredeki üslubun izahı uzun olduğundan, yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Şöyle ki:
Şu surenin başında, kıyamet gününü ispat için der: “Size zemini güzel serilmiş bir beşik, dağları hanenize ve hayatınıza defineli direk, hazineli kazık, sizi birbirini sever, ünsiyet eder çift, geceyi hab-ı rahatınıza örtü, gündüzü meydan-ı mAyşet, güneşi ışık verici, ısındırıcı bir lamba, bulutları ab-ı hayat çeşmesi gibi ondan suyu akıttım. Basit bir sudan bütün erzakınızı taşıyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda icad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan kıyamet sizi bekliyor. O günü getirmek Bize ağır gelemez.”
İşte, bundan sonra, kıyamette dağların dağılması, semavatın parçalanması, Cehennemin hazırlanması ve Cennet ehline bağ ve bostan vermesini, gizli bir surette ispatlarına işaret eder. Manen der: “Madem gözünüz önünde dağ ve zeminde şu işleri yapar. ahirette dahi bunlara benzer işleri yapar.” Demek, surenin başındaki “dağ” kıyametteki dağların haline bakar; ve “bağ” ise ahirde ve ahiretteki hadikaya ve bağa bakar.
İşte, sair noktaları buna kıyas et, ne kadar güzel ve ali bir üslubu var, gör.
Mesela, قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَۤاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَۤاءُ ila ahir. Öyle bir üslub-u alide, beni beşerdeki şuunat-ı İlahiyeyi ve gece ve gündüzün deveranındaki tecelliyat-ı İlahiyeyi ve senenin mevsimlerinde olan tasarrufat-ı Rabbaniyeyi ve yeryüzünde hayat, memat, haşir ve neşr-i dünyeviyedeki icraat-ı Rabbaniyeyi öyle bir ulvi üslupla beyan eder ki, ehl-i dikkatin akıllarını teshir eder. Parlak ve ulvi, geniş üslubu az dikkatle göründüğü için, şimdilik o hazineyi açmayacağız.
Mesela, اِذاَ السَّمَۤاءُ انْشَقَّتْ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ وَاِذَا اْلاَرْضُ مُدَّتْ وَاَلْقَتْ مَا فِيهَا وَتَخَلَّتْ وَاَذِنَتْ لِرَبِّهَا وَحُقَّتْ
Gök ve zeminin, Cenab-ı Hakkın emrine karşı derece-i inkıyad ve itaatlerini şöyle ali bir üslupla beyan eder ki: Nasıl bir kumandan-ı azam, mücahede ve manevra ve ahz-ı asker şubeleri gibi, mücahedeye lazım işler için iki daireyi teşkil edip açmış. O mücahede, o muamele işi bittikten sonra, o iki daireyi başka işlerde kullanmak ve tebdil ederek istimal etmek için, o kumandan-ı azam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisanıyla veya nutka gelip kendi lisanıyla der ki:
“Ey kumandanım, bir parça mühlet ver ki, eski işlerin ufak tefeklerini, pırtı mırtılarını temizleyip dışarı atayım, sonra teşrif ediniz. İşte, atıp senin emrine hazır duruyoruz. Buyurun, ne yaparsanız yapınız. Senin emrine münkadız. Senin yaptığın işler bütün hak, güzel, maslahattır.”
Öyle de, semavat ve arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açılmıştır. Müddet bittikten sonra, semavat ve arz, daire-i teklife ait eşyayı emr-i İlahi ile bertaraf eder, derler: “Ya Rabbena! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et. Hakkımız Sana itaattir. Her yaptığın şey de haktır.”
İşte, cümlelerindeki üslubun haşmetine bak, dikkat et.
Hem mesela, يَۤا اَرْضُ ابْلَعِى مَۤاءَكِ وَيَا سَمَۤاءُ اَقْلِعِى وَغِيضَ الْمَۤاءُ وَقُضِىَ اْلاَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِىِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
İşte şu ayetin bahr-i belağatinden bir katreye işaret için, bir üslubunu bir temsil ayinesinde göstereceğiz.
Nasıl bir harb-i umumide bir kumandan, zaferden sonra, ateş eden bir ordusuna “Ateş kes!” ve hücum eden diğer bir ordusuna “Dur!” der, emreder; o anda ateş kesilir, hücum durur. “İş bitti, istila ettik, bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfelüs-safiline giden o edepsiz zalimler cezalarını buldular” der.
Aynen öyle de, Padişah-ı Bimisal, kavm-i Nuhun mahvı için semavat ve arza emir vermiş. Vazifelerini yaptıktan sonra, ferman ediyor: “Ey arz, suyunu yut. Ey sema, dur, işin bitti.” Su çekildi. Dağın başında memur-u İlahinin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarını buldular.
İşte şu üslubun ulviyetine bak. “Zemin ve gök, iki muti asker gibi emir dinler, itaat ederler” diyor. İşte şu üslup işaret eder ki, insanın isyanından kainat kızıyor, semavat ve arz hiddete geliyorlar. Ve şu işaretle der ki: “Yer ve gök iki muti asker gibi emirlerine bakan bir Zata isyan edilmez, edilmemeli.” Dehşetli bir zecri ifade eder.
İşte, tufan gibi bir hadise-i umumiyeyi bütün netaiciyle, hakaikiyle, birkaç cümlede, icazlı, icazlı, cemalli, icmalli bir tarzda beyan eder. Şu denizin sair katrelerini şu katreye kıyas et.
Şimdi, kelimelerin penceresiyle gösterdiği üsluba bak. Mesela, وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ deki كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ kelimesine bak, ne kadar latif bir üslubu gösteriyor. Şöyle ki:
Kamerin bir menzili var ki, Süreyya yıldızlarının dairesidir. Kameri, hilal vaktinde, hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder. Şu teşbihle, semanın yeşil perdesi arkasında güya bir ağaç bulunuyor gibi, beyaz, sivri, nurani bir dalı, perdeyi yırtıp, başını çıkarıp, Süreyya o dalın bir salkımı gibi ve sair yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak, işitenin hayali olan gözüne göstermekle, medar-ı mAyşetlerinin en mühimmi hurma ağacı olan sahranişinlerin nazarında ne kadar münasip, güzel, latif, ulvi bir üslub-u ifade olduğunu, zevkin varsa anlarsın.
Mesela, On Dokuzuncu Sözün ahirinde ispat edildiği gibi, وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا deki tecri kelimesi şöyle bir üslub-u aliye pencere açar. Şöyle ki: Tecri lafzıyla, yani “Güneş döner” tabiriyle, kış ve yaz, gece ve gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı kudret-i İlahiyeyi ihtarla, Saniin azametini ifham eder ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdığı mektubat-ı Samedaniyeye nazarı çevirir, Halık-ı Zülcelalin hikmetini ilam eder.
وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا Yani, “lamba” tabiriyle şöyle bir üsluba pencere açar ki: Şu alem bir saray; ve içinde olan eşya ise, insana ve zihayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve matumat ve levazımat olduğunu; ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtarla Saniin haşmetini ve Halıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak mabud zannettikleri güneş, musahhar bir lamba, camid bir mahluktur. Demek, sirac tabirinde, Halıkın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder; rahmetin vüsatindeki ihsanını ifham eder; ve o ifhamda, saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder; ve bu ihsasta, vahdaniyeti ilam eder ve manen der ki: “Camid bir sirac-ı musahhar, hiçbir cihette ibadete layık olamaz.”
Hem cereyan-ı tecri tabirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufat-ı muntazama-i acibeyi ihtar eder ve o ihtarda, rububiyetinde münferid bir Saniin azamet-i kudretini ifham eder. Demek, şems ve kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sahifelerine çevirir ve o sahifelerde yazılan hadisatın satırlarına nazar-ı dikkati celb eder.
Evet, Kuran güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki, onu ışıklandıran Zat için bahsediyor. Hem güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki, sanat-ı Rabbaniyenin intizamına bir zemberek ve hilkat-i Rabbaniyenin nizamına bir merkez, hem Nakkaş-ı Ezelinin gece-gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki sanat-ı Rabbaniyenin insicamına bir mekik vazifesini yapıyor.
Daha sair kelimat-ı Kuraniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Adeta basit, meluf birer kelime iken, latif manaların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor.
İşte, ekseriyetle üslub-u Kuranın geçen tarzlarda ulvi ve parlak olduğundandır ki, bazan bir bedevi Arap, birtek kelama meftun olur, Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevi فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ kelamını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: “Müslüman mı oldun?” “Yok,” dedi. “Ben şu kelamın belağatine secde ediyorum.”
DÖRDÜNCÜ NOKTA: Lafzındaki fesahat-i harikasıdır. Evet, Kuran manen, üslub-u beyan cihetiyle fevkalade beliğ olduğu gibi, lafzında gayet selis bir fesahati vardır. Fesahatin kati vücuduna, usandırmaması delildir. Ve fesahatin hikmetine, fenn-i beyan ve maaninin dahi ulemasının şehadetleri bir burhan-ı bahirdir.
Evet, binler defa tekrar edilse usandırmıyor. Belki lezzet veriyor. Küçük, basit bir çocuğun hafızasına ağır gelmiyor; hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzi olan bir kulağa nahoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekeratta olanın damağına şerbet gibi oluyor. Zemzeme-i Kuran, onun kulağında ve dimağında, aynen ağzında ve damağında ma-i zemzem gibi leziz geliyor.
Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kuran, kulube kut ve gıda ve ukule kuvvet ve gına ve ruha ma ve ziya ve nüfusa deva ve şifa olduğundan usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız. Fakat en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek, Kuran hak ve hakikat ve sıdk ve hidayet ve harika bir fesahat olduğundandır ki, usandırmıyor. Daima gençliğini muhafaza ettiği gibi, taravetini, halavetini de muhafaza ediyor. Hatta Kureyşin rüesasından müdakkik bir beliğ, müşrikler tarafından, Kuranı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: “Şu kelamın öyle bir halaveti ve taraveti var ki, kelam-ı beşere benzemez. Ben şairleri, kahinleri biliyorum. Bu onların hiç sözlerine benzemez. Olsa olsa, etbaımızı kandırmak için sihir demeliyiz.” İşte, Kuran-ı Hakimin en muannid düşmanları bile fesahatinden hayran oluyorlar.
Kuran-ı Hakimin ayetlerinde, kelamlarında, cümlelerinde fesahatin esbabını izah çok uzun gider. Onun için sözü kısa kesip yalnız nümune olarak bir ayetteki huruf-u hecaiyenin vaziyetiyle hasıl olan bir selaset ve fesahat-i lafziyeyi ve o vaziyetten parlayan bir lema-i icazı göstereceğiz. İşte,
ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا يَغْشٰى طَۤائِفَةً مِنْكُمْ
ila ahir. İşte şu ayette bütün huruf-u heca mevcuttur. Bak ki, sakil, ağır bütün aksam-ı huruf beraber olduğu halde selasetini bozmamış. Belki bir revnak ve muhtelif tellerden mütenasip, mütesanit bir nağme-i fesahat katmış. Hem şu lema-i icaza dikkat et ki, huruf-u hecadan ى ile ا en hafif ve birbirine kalb olduğu için, iki kardeş gibi, herbirisi yirmi bir kere tekrarı var. م ile ن birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine geçtiği için, herbirisi otuz üçer defa zikredilmiştir. ص , س, ش mahreççe, sıfatça, savtça kardeş oldukları için her biri üç defa ع , غ kardeş oldukları halde, ع daha hafif altı defa, غ sıkleti için yarısı olarak üç defa zikredilmiştir. ط , ظ, ذ, ز mahreççe, sıfatça, sesçe kardeş oldukları için herbirisi ikişer defa, ل ve ا ile beraber ikisi لا suretinde ittihad ettikleri ve ا لا , suretinde hissesi ل ın yarısıdır; onun için ل kırk iki defa, ا onun yarısı olarak yirmi bir defa zikredilmiştir. ﻫ , ء ile mahreççe kardeş oldukları için ء on üç, ﻫ bir derece daha hafif olduğu için on dört defa ق , ف, ك kardeş oldukları için, ق ın bir noktası fazla olduğu için ق on, ف dokuz, ك dokuz, ب dokuz, ت on iki— ت nin derecesi üç olduğu için on iki—defa zikredilmiştir. ل , ر ın kardeşidir; fakat ebced hesabıyla ر iki yüz, ل otuzdur. Altı derece yukarı çıktığı için altı derece aşağı düşmüştür. Hem ر telaffuzca tekerrür ettiğinden sakil olup yalnız altı defa zikredilmiştir. خ , ح, ث, ض sıkletleri ve bazı cihat-ı münasebat için birer defa zikredilmiştir. ح , و dan ve ء den daha hafif ve ى den ve ا ten daha sakil olduğu için on yedi defa, sakil ء den dört derece yukarı, hafif ا ten dört derece aşağı zikredilmiştir.
İşte şu hurufun bu zikrinde harikulade bu vaziyet-i muntazama ile ve o münasebet-i hafiye ile ve o güzel intizam ve o dakik ve ince nazım ve insicam ile iki kere iki dört eder derecede gösterir ki, beşer fikrinin haddi değil ki şunu yapabilsin. Tesadüf ise, muhaldir ki ona karışsın. İşte şu vaziyet-i huruftaki intizam-ı acip ve nizam-ı garip, selaset ve fesahat-i lafziyeye medar olduğu gibi, daha gizli çok hikmetleri bulunabilir. Madem hurufatında böyle intizam gözetilmiş. Elbette kelimelerinde, cümlelerinde, manalarında öyle esrarlı bir intizam, öyle envarlı bir insicam gözetilmiş ki, göz görse “Maşaallah,” akıl anlasa “Barekallah” diyecek.
BEŞİNCİ NOKTA: Beyanındaki beraattir; yani, tefevvuk ve metanet ve haşmettir. Nasıl ki nazmında cezalet, lafzında fesahat, manasında belağat, üslubunda bedaat var. Beyanında dahi faik bir beraat vardır. Evet, tergib ve terhib, medih ve zem, ispat ve irşad, ifham ve ifham gibi bütün aksam-ı kelamiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyanat-ı Kuraniye en yüksek mertebededir. Mesela:
Makam-ı tergib ve teşvikte hadsiz misallerinden, mesela Sure-i هَلْ اَتٰى عَلَى اْلاِنْسَانِ de beyanatı, ab-ı kevser gibi hoş, selsebil çeşmesi gibi selasetle akar, Cennet meyveleri gibi tatlı, huri libası gibi güzeldir.
Makam-ı terhib ve tehditte pek çok misallerinden, mesela هَلْ اَتٰيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ suresinin başında, beyanat-ı Kuraniye ehl-i dalaletin simahında kaynayan rasas gibi, dimağında yakan ateş gibi, damağında yanan zakkum gibi, yüzünde saldıran Cehennem gibi, midesinde acı, dikenli dari gibi tesir eder. Evet, bir zatın tehdidini gösteren Cehennem gibi bir azap memuru, öfkesinden ve gayzından parçalanmak vaziyetini alması ve تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ söylemesi, söyletmesi, o zatın terhibi ne derece dehşetli olduğunu gösterir.
Makam-ı medhin binler misallerinden, başında Elhamdü lillah olan beş surede beyanat-ı Kuraniye güneş gibi parlak,yıldız gibi ziynetli, semavat ve zemin gibi haşmetli, melekler gibi sevimli, dünyada yavrulara rahmet gibi şefkatli, ahirette Cennet gibi güzeldir.
Makam-ı zem ve zecirde binler misallerinden, mesela اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا ayetinde zemmi altı derece zemmeder, gıybetten altı derece şiddetle zecreder. Şöyle ki: Malumdur, ayetin başındaki hemze, sormak, “aya” manasındadır. O sormak manası, su gibi, ayetin bütün kelimelerine girer.
İşte, birinci hemze ile der: aya, sual ve cevap mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin birşeyi anlamıyor?
İkincisi: يُحِبُّ lafzıyla der: aya, sevmek, nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?
Üçüncüsü: اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?
Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelamıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşını dişle parçalamayı yapıyorsunuz?
Beşincisi: اَخِيهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevisini insafsızca dişliyorsunuz? Hiç aklınız yok mu ki, kendi azanızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?
Altıncısı: مَيْتًا kelamıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşine karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir iş yapılıyor?
Demek, zem ve gıybet, aklen, kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. İşte, bak, nasıl ki şu ayet icazkarane altı mertebe zemmi zemmetmekle, icazkarane altı derece o cürümden zecreder.
Makam-ı ispatta binler misallerinden, mesela فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
de, haşri ispat ve istibadı izale için öyle bir tarzda beyan eder ki, fevkinde ispat olamaz. Şöyle ki:
Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinde, Yirmi İkinci Sözün Altıncı Lemasında ispat ve izah edildiği gibi, her bahar mevsiminde, ihya-yı arz keyfiyetinde, üç yüz bin tarzda haşrin nümunelerini nihayet derecede girift, birbirine karıştırdığı halde nihayet derecede intizam ve temyizle nazar-ı beşere gösteriyor ki, bunları böyle yapan Zata, haşir ve kıyamet ağır olamaz, der. Hem zeminin sahifesinde yüz binler envaı beraber, birbiri içinde, kalem-i kudretiyle hatasız, kusursuz yazmak birtek Vahid-i Ehadin sikkesi olduğundan, şu ayetle güneş gibi vahdaniyeti ispat etmekle beraber, güneşin tulu ve gurubu gibi kolay ve kati, kıyamet ve haşri gösterir. İşte, كَيْفَ lafzındaki keyfiyet noktasında şu hakikati gösterdiği gibi, çok surelerde tafsille zikreder. Mesela, Sure-i قۤ وَالْقُرْاٰنِ الْمَجِيدِ de öyle parlak ve güzel ve şirin ve yüksek bir beyanla haşri ispat eder ki, baharın gelmesi gibi kati bir surette kanaat verir.
İşte, bak: Kafirlerin, çürümüş kemiklerin dirilmesini inkar ederek “Bu aciptir, olamaz” demelerine cevaben
اَفَلَمْ يَنْظُرُۤوا اِلَى السَّمَۤاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا وَمَالَهَا مِنْ فُرُوجٍ
ila ahir, كَذٰلِكَ الْخُرُوجُa kadar ferman ediyor. Beyanı su gibi akıyor, yıldızlar gibi parlıyor. Kalbe hurma gibi hem lezzet, hem zevk veriyor, hem rızık oluyor.
Hem makam-ı ispatın en latif misallerinden,
يٰسۤ وَالْقُرْاٰنِ الْحَكِيمِ اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ der. Yani,
“Hikmetli Kurana kasem ederim, sen resullerdensin.” Şu kasem işaret eder ki, risaletin hücceti o derece yakini ve haktır ki, hakkaniyette makam-ı tazim ve hürmete çıkmış ki onunla kasem ediliyor. İşte şu işaretle der: “Sen resulsün. Çünkü senin elinde Kuran var. Kuran ise haktır ve Hakkın kelamıdır. Çünkü içinde hakiki hikmet, üstünde sikke-i icaz var.”
Hem makam-ı ispatın icazlı ve icazlı misallerinden, şu:
قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِۤى اَنْشَأَهَۤا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ
Yani, “İnsan der: Çürümüş kemikleri kim diriltecek? Sen de: Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermişse O diriltecek.” Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinin üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi, bir zat, göz önünde, bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, “Şu zat, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizamı altına getirebilir.” Sen, ey insan, desen, “İnanmam”; ne kadar divanece bir inkar olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi, hiçten, yeniden, ordu-misal bütün hayvanat ve sair zihayatın tabur-misal cesetlerini kemal-i intizamla ve mizan-ı hikmetle o bedenlerin zerratını ve letaifini emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile kaydedip yerleştiren ve her karnda, hatta her baharda ru-yi zeminde yüz binler ordu-misal zevilhayat envalarını, taifelerini icad eden bir Zat-ı Kadir-i Alim, tabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrat-ı esasiye ve ecza-yı asliyeyi bir sayha ile, sur-u İsrafilin borusuyla nasıl toplayabilir, istibad suretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divaneliktir.
Makam-ı irşadda beyanat-ı Kuraniye o derece müessir ve rakiktir ve o derece munis ve şefiktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi, aklı merakla ve gözü yaşla doldurur. Binler misallerinden yalnız şu
ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ فَهِىَ كَالْحِجَارَةِ اَوْ اَشَدُّ قَسْوَةً
ila ahir. Yirminci Sözün Birinci Makamında, üçüncü ayet mebhasinde ispat ve izah edildiği gibi, Beni İsraile der: “Musa ın asası gibi bir mucizesine karşı sert taş, on iki gözünden çeşme gibi yaş akıttığı halde, size ne olmuş ki, Musa ın bütün mucizatına karşı lakayt kalıp gözünüz kuru, yaşsız, kalbiniz katı, ateşsiz duruyor?” O Sözde şu mana-yı irşadi izah edildiği için, oraya havale ederek burada kısa kesiyorum.
Makam-ı ifham ve ilzamda binler misallerinden yalnız şu iki misale bak.
Birinci misal:
وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَۤاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
Yani, “Eğer bir şüpheniz varsa, size yardım edecek, şehadet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarınızı çağırınız, birtek suresine bir nazire yapınız.” İşaratül-İcazda izah ve ispat edildiği için, burada yalnız icmaline işaret ederiz. Şöyle ki:
Kuran-ı Mucizül-Beyan diyor:
Ey ins ve cin! Eğer Kuran kelam-ı İlahi olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelamı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedül-Emin dediğiniz zat gibi okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmiden bu Kuran gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız.
Bunu yapamazsanız, haydi, ümmi olmasın, en meşhur bir edip, bir alim olsun.
Bunu da yapamazsanız, haydi, birtek olmasın, bütün büleganız, hutebanız, belki bütün geçmiş beliğlerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediplerin yardımlarını ve ilahlarınızın himmetlerini beraber alınız, bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kurana bir nazire yapınız.
Bunu da yapamazsanız, haydi, kabil-i taklit olmayan hakaik-i Kuraniyeden ve manevi çok mucizatından kat-ı nazar, yalnız nazmındaki belağatine nazire olarak bir eser yapınız.
فَاْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ ilzamıyla der: Haydi, sizden mananın doğruluğunu istemiyorum. Müftereyat ve yalanlar ve batıl hikayeler olsun.
Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, bütün Kuran kadar olmasın, yalnız
بِعَشْرِ سُوَرٍ on suresine nazire getiriniz.
Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, birtek suresine nazire getiriniz.
Bu da çoktur. Haydi, kısa bir suresine bir nazire ibraz ediniz.
Hatta, madem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Hem bu kadar muhtaç olduğunuz halde—çünkü haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve ahiretiniz buna nazire getirmekle kurtulabilir. Yoksa dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde, can ve malınız helakette mahvolup ve ahirette فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِى وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ işaretiyle, Cehennemde haps-i ebedi ile mahkum ve sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz.
Hem madem sekiz mertebe aczinizi anladınız. Elbette sekiz defa, Kuran dahi mucize olduğunu bilmekliğiniz gerektir. Ya imana geliniz veyahut susunuz, Cehenneme gidiniz!
İşte, Kuran-ı Mucizül-Beyanın makam-ı ifhamdaki ilzamına bak ve de: لَيْسَ بَعْدَ بَيَانِ الْقُرْاٰنِ بَياَنٌ Evet, beyan-ı Kurandan sonra beyan olamaz ve hacet kalmaz.
İkinci misal:
فَذَكِّرْ فَمَۤا اَنْتَ بِنِعْمَتِ رَبِّكَ بِكَاهِنٍ وَلاَ مَجْنُونٍ أَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ الْمَنُونِ قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنِّى مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّصِينَ أَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهٰذَا اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ فَلْيَاْتُوا بِحَدِيثٍ مِثْلِهِ اِنْ كَانُوا صَادِقِينَ اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَىْءٍ اَمْ هُمُ الْخَالِقُونَ اَمْ خَلَقُوا السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَيُوقِنُونَ اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَۤائِنُ رَبِّكَ اَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَ اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَأْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ اَمْ تَسْئَلُهُمْ اَجْرًا
فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ اَمْ عِنْدَهُمُ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ اَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ الْمَكِيدُونَ اَمْ لَهُمْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللهِ سُبْحَانَ اللهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ
İşte, şu ayatın binler hakikatlerinden yalnız beyan-ı ifhamiyeye misal için bir hakikatini beyan ederiz. Şöyle ki: اَمْ ، اَمْ
lafzıyla on beş tabaka istifham-ı inkari-i taaccübi ile ehl-i dalaletin bütün aksamını susturur ve şübehatın bütün menşelerini kapatır. Ehl-i dalalet için, içine girip saklanacak şeytani bir delik bırakmıyor, kapatıyor. Altına girip gizlenecek bir perde-i dalalet bırakmıyor, yırtıyor. Yalanlarından hiçbir yalanı bırakmıyor, başını eziyor. Herbir fıkrada, bir taifenin hülasa-i fikr-i küfrilerini ya bir kısa tabirle iptal eder, ya butlanı zahir olduğundan sükutla butlanını bedahete havale eder, veya başka ayetlerde tafsilen reddedildiği için burada mücmelen işaret eder.
Mesela, birinci fıkra وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ ayetine işaret eder. On beşinci fıkra ise لَوْ كَانَ فِيهِمَۤاۤ اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا ayetine remzeder. Daha sair fıkraları buna kıyas et. Şöyle ki:
Başta diyor: Ahkam-ı İlahiyeyi tebliğ et. Sen kahin değilsin. Zira kahinin sözleri karışık ve tahminidir; seninki hak ve yakinidir. Mecnun olamazsın; düşmanın dahi senin kemal-i aklına şehadet eder.
اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ الْمَنُونِ aya, acaba muhakemesiz, ami kafirler gibi, sana şair mi diyorlar? Senin helaketini mi bekliyorlar? Sen de: “Bekleyiniz, ben de bekliyorum.” Senin parlak, büyük hakikatlerin şiirin hayalatından münezzeh ve tezyinatından müstağnidir.
اَمْ تَاْمُرُهُمْ اَحْلاَمُهُمْ بِهٰذَا Yahut, acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, “Aklımız bize yeter” deyip sana ittibadan istinkaf mı ederler? Halbuki, akıl ise sana ittibaı emreder. Çünkü bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez.
اَمْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ Yahut inkarlarına sebep, taği zalimler gibi, Hakka serfuru etmemeleri midir? Halbuki, mütecebbir zalimlerin rüesaları olan Firavunların, Nemrutların akıbetleri malumdur.
اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُ بَلْ لاَ يُؤْمِنُونَ Veyahut yalancı, vicdansız münafıklar gibi, “Kuran senin sözlerindir” diye seni itham mı ediyorlar? Halbuki, ta şimdiye kadar Muhammedül-Emin diyerek, içlerinde seni en doğru sözlü biliyorlardı. Demek onların imana niyetleri yoktur. Yoksa Kuranın asar-ı beşeriye içinde bir nazirini bulsunlar.
اَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَىْءٍ Veyahut, kainatı abes ve gayesiz itikad eden felasife-i abesiyyun gibi, kendilerini başıboş, hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, halıksız mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kainat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gayelerle müsmirdir ve mevcudat, zerrelerden güneşlere kadar vazifelerle muvazzaftır ve evamir-i İlahiyeye musahharlardır.
اَمْ هُمُ الْخَالِقُونَ Veyahut, firavunlaşmış maddiyyun gibi, “kendi kendine oluyorlar, kendi kendini besliyorlar, kendilerine lazım olan herşeyi yaratıyorlar” mı tahayyül ediyorlar ki, imandan, ubudiyetten istinkaf ederler? Demek kendilerini birer halık zannederler. Halbuki, birtek şeyin halıkı, herbir şeyin halıkı olmak lazım gelir. Demek kibir ve gururları onları nihayet derecede ahmaklaştırmış ki, bir sineğe, bir mikroba karşı mağlup bir aciz-i mutlakı, bir kadir-i mutlak zannederler. Madem bu derece akıldan, insaniyetten sukut etmişler. Hayvandan, belki cemadattan daha aşağıdırlar. Öyle ise bunların inkarlarından müteessir olma. Bunları dahi bir nevi muzır hayvan ve pis maddeler sırasına say. Bakma, ehemmiyet verme.
اَمْ خَلَقُوا السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ بَلْ لاَيُوقِنُونَ Veyahut, Halıkı inkar eden fikirsiz, sersem muattıla gibi, Allahı inkar mı ediyorlar ki Kuranı dinlemiyorlar? Öyle ise, semavat ve arzın vücutlarını inkar etsinler; veyahut “Biz halk ettik” desinler, bütün bütün aklın zıvanasından çıkıp divaneliğin hezeyanına girsinler. Çünkü, semada yıldızları kadar, zeminde çiçekleri kadar berahin-i tevhid görünüyor, okunuyor. Demek yakine ve hakka niyetleri yoktur. Yoksa bir harf katipsiz olmaz bildikleri halde, nasıl bir harfinde bir kitap yazılan şu kainat kitabını katipsiz zannediyorlar?
اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَۤائِنُ رَبِّكَ Veyahut, Cenab-ı Hakkın ihtiyarını nefyeden bir kısım hükema-yı dalle gibi ve Berahime gibi, asl-ı nübüvveti mi inkar ediyorlar, sana iman getirmiyorlar? Öyle ise, bütün mevcudatta görünen ve ihtiyar ve iradeyi gösteren bütün asar-ı hikmeti ve gayatı ve intizamatı ve semeratı ve asar-ı rahmet ve inayatı ve bütün enbiyanın bütün mucizatlarını inkar etsinler. Veya “Mahlukata verilen ihsanatın hazineleri yanımızda ve elimizdedir” desinler, kabil-i hitap olmadıklarını göstersinler. Sen de onların inkarından müteellim olma; “Allahın akılsız hayvanları çoktur” de.
اَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَ Veyahut, aklı hakim yapan mütehakkim Mutezile gibi, kendilerini Halıkın işlerine rakib ve müfettiş tahayyül edip Halık-ı Zülcelali mesul tutmak mı istiyorlar? Sakın fütur getirme. Öyle hodbinlerin inkarlarından birşey çıkmaz. Sen de aldırma.
اَمْ لَهُمْ سُلَّمٌ يَسْتَمِعُونَ فِيهِ فَلْيَأْتِ مُسْتَمِعُهُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ Veyahut, cin ve şeytana uyup kehanetfuruşlar, ispritizmacılar gibi, alem-i gayba başka bir yol mu bulunmuş zannederler? Öyle ise, şeytanlarına kapanan semavata, onunla çıkılacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki, senin semavi haberlerini tekzip ederler? Böyle şarlatanların inkarları, hiç hükmündedir.
اَمْ لَهُ الْبَنَاتُ وَلَكُمُ الْبَنُونَ Veyahut, ukul-ü aşere ve erbabül-enva namıyla şerikleri itikad eden müşrik felasife gibi ve yıldızlara ve melaikelere bir nevi uluhiyet isnad eden Sabiiyyun gibi, Cenab-ı Hakka veled nisbet eden mülhid ve dallinler gibi, Zat-ı Ehad ve Samedin vücub-u vücuduna, vahdetine, samediyetine, istiğna-yı mutlakına zıt olan veledi nisbet ve melaikenin ubudiyetine ve ismetine ve cinsiyetine münafi olan ünuseti isnad mı ederler? Kendilerine şefaatçi mi zannederler ki, sana tabi olmuyorlar? İnsan gibi mümkin, fani, bekà-yı nevine muhtaç ve cismani ve mütecezzi, tekessüre kabil ve aciz, dünyaperest, yardımcı bir varise muhtaç ve müştak mahluklar için vasıta-i tekessür ve teavün ve rabıta-i hayat ve bekà olan tenasül, elbette ve elbette vücudu vacip ve daim, bekàsı ezeli ve ebedi, zatı cismaniyetten mücerred ve mualla ve mahiyeti, tecezzi ve tekessürden münezzeh ve müberra ve kudreti aczden mukaddes ve bihemta olan Zat-ı Zülcelale evlat isnad etmek; hem o aciz, mümkin, miskin insanlar dahi beğenmedikleri ve izzet-i mağruranesine yakıştıramadıkları bir nevi evlat, yani hadsiz kızları isnad etmek öyle bir safsatadır ve öyle bir divanelik hezeyanıdır ki, o fikirde olan heriflerin tekzipleri, inkarları hiçtir. Aldırmamalısın. Herbir sersemin safsatasına, her divanenin hezeyanına kulak verilmez.
اَمْ تَسْئَلُهُمْ اَجْرًا فَهُمْ مِنْ مَغْرَمٍ مُثْقَلُونَ Veyahut, hırsa, hıssete alışmış taği, baği dünyaperestler gibi, senin tekalifini ağır mı buluyorlar ki senden kaçıyorlar? Ve bilmiyorlar mı ki, sen ecrini, ücretini yalnız Allahtan istiyorsun? Ve onlara Cenab-ı Hak tarafından verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin haset ve beddualarından kurtulmak için, ya ondan veya kırktan birisini kendi fakirlerine vermek ağır birşey midir ki, emr-i zekatı ağır görüp İslamiyetten çekiniyorlar? Bunların tekzipleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları tokattır, cevap vermek değil!
اَمْ عِنْدَهُمُ الْغَيْبُ فَهُمْ يَكْتُبُونَ Veyahut, gayb-aşinalık dava eden Budeiler gibi ve umur-u gaybiyeye dair tahminlerini yakin tahayyül eden akılfuruşlar gibi, senin gaybi haberlerini beğenmiyorlar mı? Gaybi kitapları mı var ki senin gaybi kitabını kabul etmiyorlar? Öyle ise, vahye mazhar resullerden başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan alem-i gayb kendi yanlarında hazır, açık tahayyül edip ondan malumat alarak yazıyorlar hülyasında bulunuyorlar. Böyle haddinden hadsiz tecavüz etmiş mağrur hodfuruşların tekzipleri sana fütur vermesin. Zira az bir zamanda senin hakikatlerin onların hülyalarını zir ü zeber edecek.
اَمْ يُرِيدُونَ كَيْدًا فَالَّذِينَ كَفَرُوا هُمُ الْمَكِيدُونَ Veyahut, fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münafıklar, dessas zındıklar gibi, ellerine geçmeyen hidayetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kah kahin, kah mecnun, kah sahir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar? Böyle hilebaz şarlatanları insan sayıp desiselerinden, inkarlarından müteessir olarak fütur getirme. Belki daha ziyade gayret et. Çünkü onlar kendi nefislerine hile ederler, kendilerine zarar ederler. Ve onların fenalıkta muvaffakiyetleri muvakkattir ve istidraçtır, bir mekr-i İlahidir.
اَمْ لَهُمْ اِلٰهٌ غَيْرُ اللهِ سُبْحَانَ اللهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ Veyahut, halık-ı hayır ve halık-ı şer namıyla ayrı ayrı iki ilah tevehhüm eden Mecusiler gibi ve ayrı ayrı esbaba bir nevi uluhiyet veren ve onları kendilerine birer nokta-i istinad tahayyül eden esbabperestler, sanemperestler gibi, başka ilahlara dayanıp sana muaraza mı ederler? Senden istiğna mı ediyorlar? Demek لَوْ كَانَ فِيهِمَۤا اٰلِهَةٌ اِلاَّ اللهُ لَفَسَدَتَا hükmünce, şu bütün kainatta gündüz gibi görünen bu intizam-ı ekmeli, bu insicam-ı ecmeli, kör olup görmüyorlar. Halbuki bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa, intizam zir ü zeber olur ve insicam herc ü merce düşer. Halbuki, sinek kanadından, ta semavat kandillerine kadar, o derece ince bir intizam gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış. Madem bunlar bu derece hilaf-ı akıl ve hikmet ve münafi-i his ve bedahet hareket ediyorlar; onların tekzipleri seni tezkirden vazgeçirmesin.
İşte, silsile-i hakaik olan şu ayatın yüzer cevherlerinden, yalnız ifham ve ilzama dair birtek cevher-i beyanisini icmalen beyan ettik. Eğer iktidarım olsaydı, birkaç cevherlerini daha gösterseydim, “Şu ayetler tek başıyla bir mucizedir” sen dahi diyecektin.
Amma ifham ve talimdeki beyanat-ı Kuraniye o kadar harikadır, o derece letafetli ve selasetlidir; en basit bir ami, en derin bir hakikati onun beyanından kolayca tefehhüm eder. Evet, Kuran-ı Mucizül-Beyan çok hakaik-i gàmızayı, nazar-ı umumiyi okşayacak, hiss-i ammeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir surette, basitane ve zahirane söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla konuşulsa, çocukça tabirat istimal edilir. Öyle de, تَنَزُّلاٰتٌ اِلٰهِيَّةٌ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen mütekellim üslubunda muhatabın derecesine sözüyle nüzul edip öyle konuşan esalib-i Kuraniye, en mütebahhir hükemanın fikirleriyle yetişemediği hakaik-i gàmıza-ı İlahiye ve esrar-ı Rabbaniyeyi müteşabihat suretinde bir kısım teşbihat ve temsilatla en ümmi bir amiye ifham eder. Mesela اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوٰى bir temsil ile, rububiyet-i İlahiyeyi saltanat misalinde; ve alemin tedbirinde mertebe-i rububiyetini, bir sultanın taht-ı saltanatında durup icra-yı hükumet ettiği gibi bir misalde gösteriyor.
Evet, Kuran, bu kainat Halık-ı Zülcelalinin kelamı olarak rububiyetinin mertebe-i azamından çıkarak, umum mertebeler üstüne gelerek, o mertebelere çıkanları irşad ederek, yetmiş bin perdelerden geçerek, o perdelere bakıp tenvir ederek, fehim ve zekaca muhtelif binler tabaka muhataplara feyzini dağıtıp ve nurunu neşrederek, kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar üzerinde yaşamış ve bu kadar mebzuliyetle manalarını ortaya saçmış olduğu halde, kemal-i şebabetinden, gençliğinden zerre kadar zayi etmeyerek, gayet taravette, nihayet letafette kalarak, gayet suhuletli bir tarzda, sehl-i mümteni bir surette, her amiye anlayışlı ders verdiği gibi, aynı derste, aynı sözlerle, fehimleri muhtelif ve dereceleri mütebayin pek çok tabakalara dahi ders verip ikna eden, işba eden bir kitab-ı muciznümanın hangi tarafına dikkat edilse, elbette bir lema-i icaz görülebilir.
Elhasıl: Nasıl Elhamdü lillah gibi bir lafz-ı Kurani okunduğu zaman, dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi, aynı lafız, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir. Aynen öyle de, Kuranın manaları, dağ gibi akılları işba ettiği gibi, sinek gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle talim eder, tatmin eder. Zira Kuran bütün ins ve cinnin bütün tabakalarını imana davet eder. Hem umumuna imanın ulumunu talim eder, ispat eder. Öyle ise, avamın en ümmisi, havassın en ehassına omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kuraniyi dinleyip istifade edecekler. Demek Kuran-ı Kerim öyle bir maide-i semaviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkar ve ukul ve kulub ve ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyatını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hatta pek çok kapıları kapalı kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır.
Şu makama misal istersen, bütün Kuran baştan nihayete kadar bu makamın misalleridir. Evet, bütün müçtehidin ve sıddıkin ve hükema-i İslamiye ve muhakkıkin ve ulema-i usulül-fıkıh ve mütekellimin ve evliya-i arifin ve aktab-ı aşıkin ve müdakkikin-i ulema ve avam-ı Müslimin gibi Kuranın tilmizleri ve dersini dinleyenleri müttefikan diyorlar ki, “Dersimizi güzelce anlıyoruz.” Elhasıl, sair makamlar gibi, ifham ve talim makamında dahi Kuranın lemeat-ı icazı parlıyor.
İKİNCİ ŞUA
Kuranın camiiyet-i harikuladesidir. Şu Şuanın Beş Leması var.
BİRİNCİ LEMA: Lafzındaki camiiyettir. Elbette, evvelki Sözlerde, hem bu Sözde zikrolunan ayetlerden, şu camiiyet aşikare görünüyor. Evet,
﴾ لِكُلِّ اٰيَةٍ ظَهْرٌ وَبَطْنٌ وَحَدٌّ وَمُطَّلَعٌ ﴿
وَلِكُلٍّ شُجُونٌ وَغُصُونٌ وَفُنُونٌ
olan hadisin işaret ettiği gibi, elfaz-ı Kuraniye öyle bir tarzda vaz edilmiş ki, herbir kelamın, hatta herbir kelimenin, hatta herbir harfin, hatta bazan bir sükutun çok vücuhu bulunuyor, herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.
Mesela وَالْجِبَالَ اَوْتاَدًا yani “Dağları zemininize kazık ve direk yaptım” bir kelamdır.
Bir aminin şu kelamdan hissesi: Zahiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menafiini ve nimetlerini düşünür, Halıkına şükreder.
Bir şairin bu kelamdan hissesi: Zemin, bir taban; ve kubbe-i sema, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lambalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır; ufki bir daire suretinde ve semanın etekleri başında görünen dağları, o çadırın kazıkları misalinde tahayyül eder, Sani-i Zülcelaline hayretkarane perestiş eder.
Hayme-nişin bir edibin bu kelamdan nasibi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahra, dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevi çadırları gibi, güya tabaka-i türabiye yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i türabiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar, pek çok muhtelif mahlukatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, azametli mahlukları böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fatır-ı Zülcelaline karşı secde-i hayret eder.
Coğrafyacı bir edibin o kelamdan kısmeti: Küre-i zemin, bahr-i muhit-i havaide veya esiride yüzen bir sefine; ve dağları, o sefinenin üstünde tesbit ve muvazene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini muntazam bir gemi gibi yapıp, bizleri içine koyup aktar-ı alemde gezdiren Kadir-i Zülkemale karşı سُبْحَانَكَ مَۤا اَعْظَمَ شَانَكَ der.
Medeniyet ve heyet-i içtimaiyenin mütehassıs bir hakiminin bu kelamdan hissesi: Zemini bir hane; ve o hane hayatının direği, hayat-ı hayvaniye; ve hayat-ı hayvaniye direği, şerait-i hayat olan su, hava ve topraktır. Su ve hava ve toprağın direği ve kazığı dağlardır. Zira dağlar suyun mahzeni, havanın tarağı (gazat-ı muzırrayı tersip edip havayı tasfiye eder) ve toprağın hamisi (bataklıktan ve denizin istilasından muhafaza eder) ve sair levazımat-ı hayat-ı insaniyenin hazinesi olarak fehmeder. Şu koca dağları şu suretle hane-i hayatımız olan zemine direk yapan ve mAyşetimize hazinedar tayin eden Sani-i Zül-Celal vel-İkrama, kemal-i tazimle hamd ü sena eder.
Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelamdan nasibi şudur ki: Küre-i zeminin karnında bazı inkılabat ve imtizacatın neticesi olarak hasıl olan zelzele ve ihtizazatı, dağların zuhuruyla sükunet bulduğunu ve medar ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticacıyla medar-ı senevisinden çıkmamasına sebep, dağların hurucu olduğunu ve zeminin hiddeti ve gazabı, dağların menafiziyle teneffüs etmekle sükunet ettiğini fehmeder, tamamen imana gelir, “Elhikmetü lillah” der.
Mesela اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا daki رَتْقًا kelimesi, tetkikat-ı felsefe ile alude olmayan bir alime, o kelime şöyle ifham eder ki: Sema berrak, bulutsuz, zemin kuru ve hayatsız, tevellüde gayr-ı kabil bir halde iken semayı yağmurla, zemini hazravatla fethedip, bir nevi izdivaç ve telkih suretinde bütün zihayatları o sudan halk etmek, öyle bir Kadir-i Zülcelalin işidir ki, ru-yi zemin Onun küçük bir bostanı ve semanın yüz örtüsü olan bulutlar Onun bostanında bir süngerdir anlar, azamet-i kudretine secde eder.
Ve muhakkik bir hakime, o kelime şöyle ifham eder ki: Bidayet-i hilkatte sema ve arz şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz, mahlukatsız, toplu birer madde iken, Fatır-ı Hakim onları fetih ve bast edip güzel bir şekil, menfaattar birer suret, ziynetli ve kesretli mahlukata menşe etmiştir anlar, vüsat-i hikmetine karşı hayran olur.
Yeni zamanın feylesofuna şu kelime şöyle ifham eder ki: Manzume-i şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sair seyyareler, bidayette güneşle mümteziç olarak, açılmamış bir hamur şeklinde iken, Kadir-i Kayyum o hamuru açıp, o seyyareleri birer birer yerlerine yerleştirerek, güneşi orada bırakıp zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, sema canibinden yağmur yağdırarak, güneşten ziya serptirerek dünyayı şenlendirip bizleri içine koymuştur anlar, başını tabiat bataklığından çıkarır, “amentü Billahil-Vahidil-Ehad”der.
Mesela, وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا daki lam, hem kendi manasını, hem fi manasını, hem ila manasını ifade eder. İşte, لِمُسْتَقَرٍّ in lamı, avam o lamı ila manasında görüp fehmeder ki, size nisbeten ışık verici, ısındırıcı, müteharrik bir lamba olan güneş, elbette birgün seyri bitecek, mahall-i kararına yetişecek, size faidesi dokunmayacak bir suret alacaktır anlar. O da, Halık-ı Zülcelalin güneşe bağladığı büyük nimetleri düşünerek, “Sübhanallah, Elhamdü lillah” der.
Ve alime dahi, o lamı ila manasında gösterir. Fakat güneşi yalnız bir lamba değil, belki bahar ve yaz destgahında dokunan mensucat-ı Rabbaniyenin bir mekiği, gece gündüz sahifelerinde yazılan mektubat-ı Samedaniyenin mürekkebi, nur bir hokkası suretinde tasavvur ederek, güneşin cereyan-ı surisi, alamet olduğu ve işaret ettiği intizamat-ı alemi düşündürerek Sani-i Hakimin sanatına “Maşaallah” ve hikmetine “Barekallah” diyerek secdeye kapanır.
Ve kozmoğrafyacı bir feylesofa, lamı fi manasında şöyle ifham eder ki: Güneş, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zemberekvari bir cereyanla manzumesini emr-i İlahi ile tanzim edip tahrik eder. Şöyle bir saat-i kübrayı halk edip tanzim eden Sani-i Zülcelaline karşı kemal-i hayret ve istihsanla “El-azametü lillah vel-kudretü lillah” der, felsefeyi atar, hikmet-i Kuraniyeye girer.
Ve dikkatli bir hakime, şu lamı, hem illet manasında, hem zarfiyet manasında tutturup şöyle ifham eder ki: Sani-i Hakim, işlerine esbab-ı zahiriyeyi perde ettiğinden, cazibe-i umumiye namında bir kanun-u İlahisiyle, sapan taşları gibi, seyyareleri güneşle bağlamış; ve o cazibeyle muhtelif, fakat muntazam hareketle o seyyareleri daire-i hikmetinde döndürüyor; ve o cazibeyi tevlit için, güneşin kendi merkezinde hareketini zahiri bir sebep etmiş. Demek, لِمُسْتَقَرٍّ manası, فِى مُسْتَقَرٍّ لَهَا ِلاِسْتِقْرَارِ مَنْظُومَتِهَا yani, kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizamı için hareket ediyor. Çünkü, hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zahiren tevlit eder gibi bir adet-i İlahiye, bir kanun-u Rabbanidir. İşte, şu hakim, böyle bir hikmeti Kuranın bir harfinden fehmettiği zaman, “Elhamdü lillah, Kurandadır hak, hikmet; felsefeyi beş paraya saymam” der.
Ve şairane bir fikir ve kalb sahibine, şu lamdan ve istikrardan şöyle bir mana fehmine gelir ki: Güneş nurani bir ağaçtır, seyyareler onun müteharrik meyveleri. Ağaçların hilafına olarak, güneş silkinir, ta o meyveler düşmesin. Eğer silkinmezse düşüp dağılacaklar. Hem tahayyül edebilir ki, şems meczup bir serzakirdir. Halka-i zikrin merkezinde cezbeli bir zikreder ve ettirir. Bir risalede şu manaya dair şöyle demiştim:
Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, ta düşmesin seyyar olan yemişleri.
Eğer sükutuyla sükunet eylese cezbe, kaçar, ağlar fezada muntazam meczupları.
Hem mesela, اُولٰۤئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ da bir sükut var, bir ıtlak var. Neye zafer bulacaklarını tayin etmemiş, ta herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, ta uzun olsun. Çünkü, bir kısım muhatabın maksadı ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı yalnız Cenneti düşünür. Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kısım, yalnız rıza-i İlahiyi rica eder. Bir kısım, rüyet-i İlahiyeyi gaye-i emel bilir. Ve hakeza, bunun gibi pek çok yerlerde, Kuran sözü mutlak bırakır, ta amm olsun. Hazf eder, ta çok manaları ifade etsin. Kısa keser, ta herkesin hissesi bulunsun. İşte, اَلْمُفْلِحُونَ der, neye felah bulacaklarını tayin etmiyor. Güya o sükutla der: “Ey Müslümanlar, müjde size! Ey müttaki, sen Cehennemden felah bulursun. Ey salih, sen Cennete felah bulursun. Ey arif, sen rıza-i İlahiye nail olursun. Ey aşık, sen rüyete mazhar olursun.” Ve hakeza…
İşte, Kuran, camiiyet-i lafziye cihetiyle, kelamdan, kelimeden, huruftan ve sükuttan, herbirisinin binler misallerinden yalnız nümune olarak birer misal getirdik. ayeti ve kıssatı bunlara kıyas edersin.
Hem mesela, فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ ayeti, o kadar vücuhu var ve o derece meratibi var ki, bütün tabakat-ı evliya, bütün süluklerinde ve mertebelerinde şu ayete ihtiyaçlarını görüp, ondan kendi mertebesine layık bir gıda-yı manevi, bir taze mana almışlar. Çünkü Allah bir ism-i cami olduğundan, Esma-i Hüsna adedince tevhidler, içinde bulunur.
اَىْ لاَ رَزَّاقَ اِلاَّ هُوَ لاَ خَالِقَ اِلاَّ هُوَ لاَ رَحْمٰنَ اِلاَّ هُوَ ve hakeza.
Hem mesela, kasas-ı Kuraniyeden kıssa-i Musa , adeta Asa-yı Musa gibi, binler faideleri var. O kıssada, hem Peygamber aleyhissalatü vesselamı teskin ve teselli, hem küffarı tehdit, hem münafıkları takbih, hem Yahudileri tevbih gibi çok makàsıdı, pek çok vücuhu vardır. Onun için surelerde tekrar edilmiştir. Her yerde bütün maksatları ifade ile beraber, yalnız birisi maksud-u bizzat olur, diğerleri ona tabi kalırlar.
Eğer desen: “Geçmiş misallerdeki bütün manaları, nasıl bileceğiz ki Kuran onları irade etmiş ve işaret ediyor?”
Elcevap: Madem Kuran bir hutbe-i ezeliyedir. Hem muhtelif, tabaka tabaka olarak, asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün beni ademe hitap ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif efhama göre müteaddit manaları derc edip irade edecektir ve iradesine emareleri vaz edecektir.
Evet, İşaratül-İcazda, şuradaki manalar misillü kelimat-ı Kuraniyenin müteaddit manalarını ilm-i sarf ve nahvin kaideleriyle ve ilm-i beyan ve fenn-i maaninin düsturlarıyla, fenn-i belağatin kanunlarıyla ispat edilmiştir. Bununla beraber, ulum-u Arabiyece sahih ve usul-ü diniyece hak olmak şartıyla ve fenn-i maanice makbul ve ilm-i beyanca münasip ve belağatçe müstahsen olan bütün vücuh ve maani, ehl-i içtihad ve ehl-i tefsir ve ehl-i usulüd-din ve ehl-i usulül-fıkhın icmaıyla ve ihtilaflarının şehadetiyle, Kuranın manalarındandırlar. O manalara, derecelerine göre birer emare vaz etmiştir: ya lafziyedir, ya maneviyedir. O maneviye ise, ya siyak veya sibak-ı kelamdan veya başka ayetten birer emare, o manaya işaret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hatta seksen cilt olarak muhakkikler tarafından yazılan yüz binler tefsirler, Kuranın camiiyet ve harikiyet-i lafziyesine kati bir burhan-ı bahirdir. Her ne ise, biz şu Sözde herbir manaya delalet eden emareyi kanunuyla, kaidesiyle göstersek söz çok uzanır. Onun için kısa kesip kısmen İşaratül-İcaza havale ederiz.
İKİNCİ LEMA: Manasındaki camiiyet-i harikadır. Evet, Kuran, bütün müçtehidlerin mehazlarını, bütün ariflerin mezaklarını, bütün vasılların meşreplerini, bütün kamillerin mesleklerini, bütün muhakkiklerin mezheplerini, manasının hazinesinden ihsan etmekle beraber, daima onlara rehber ve terakkiyatlarında her vakit onlara mürşid olup, o tükenmez hazinesinden onların yollarına neşr-i envar ettiği bütün onlarca musaddaktır ve müttefekun aleyhtir.
ÜÇÜNCÜ LEMA: İlmindeki camiiyet-i harikadır. Evet, Kuran, şeriatin müteaddit ve çok ilimlerini, hakikatin mütenevvi ve kesretli ilimlerini, tarikatin muhtelif ve hadsiz ilimlerini, kendi ilminin denizinden akıttığı gibi, daire-i mümkinatın hakiki hikmetini ve daire-i vücubun ulum-u hakikiyesini ve daire-i ahiretin maarif-i gàmızasını, o denizinden muntazaman ve kesretle akıtıyor. Şu Lemaya misal getirilse bir cilt yazmak lazım gelir. Öyle ise, yalnız nümune olarak şu yirmi beş adet Sözleri gösteriyoruz. Evet, bütün yirmi beş adet Sözlerin doğru hakikatleri, Kuranın bahr-i ilminden ancak yirmi beş katredir. O Sözlerde kusur varsa, benim fehm-i kàsırıma aittir.
DÖRDÜNCÜ LEMA: Mebahisindeki camiiyet-i harikadır. Evet, insan ve insanın vazifesi, kainat ve Halık-ı Kainatın, arz ve semavatın, dünya ve ahiretin, mazi ve müstakbelin, ezel ve ebedin mebahis-i külliyelerini cem etmekle beraber, nutfeden halk etmek, ta kabre girinceye kadar; yemek, yatmak adabından tut, ta kaza ve kader mebhaslerine kadar; altı gün hilkat-i alemden tut, ta وَالْمُرْسَلاَتِ، وَالذَّارِيَاتِ kasemleriyle işaret olunan rüzgarların esmesindeki vazifelerine kadar;
وَمَا تَشَۤاؤُنَ اِلاَّۤ اَنْ يَشَۤاءَ اللهُ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ
işaratıyla, insanın kalbine ve iradesine müdahalesinden tut, ta وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ yani bütün semavatı bir kabzasında tutmasına kadar; وَجَعَلْنَا فِيهَا جَنَّاتٍ مِنْ نَخِيلٍ وَاَعْنَابٍ zeminin çiçek ve üzüm ve hurmasından tut, ta اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا ile ifade ettiği hakikat-i acibeye kadar; ve semanın ثُمَّ اسْتَوٰۤى اِلَى السَّمَۤاءِ وَهِىَ دُخَانٌ haletindeki vaziyetinden tut, ta duhanla inşikakına ve yıldızlarının düşüp hadsiz fezada dağılmasına kadar; ve dünyanın imtihan için açılmasından, ta kapanmasına kadar; ve ahiretin birinci menzili olan kabirden, sonra berzahtan, haşirden, köprüden tut, ta Cennete, ta saadet-i ebediyeye kadar; mazi zamanının vukuatından, ademin hilkat-i cesedinden, iki oğlunun kavgasından ta tufana, ta kavm-i Firavunun garkına, ta ekser enbiyanın mühim hadisatına kadar; ve اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ işaret ettiği hadise-i ezeliyeden tut, ta وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ اِلٰى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ ifade ettiği vakıa-i ebediyeye kadar bütün mebahis-i esasiyeyi ve mühimmeyi öyle bir tarzda beyan eder ki, o beyan, bütün kainatı bir saray gibi idare eden; ve dünyayı ve ahireti iki oda gibi açıp kapayan; ve zemin bir bahçe, ve sema, misbahlarıyla süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden; ve mazi ve müstakbel, bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sahife hükmünde temaşa eden; ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuunatın iki tarafı birleşmiş, ittisal peyda etmiş bir surette, bir zaman-ı hazır gibi onlara bakan bir Zat-ı Zülcelale yakışır bir tarz-ı beyandır.
Nasıl bir usta, bina ettiği ve idare ettiği iki haneden bahseder, programını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar. Kuran dahi, şu kainatı yapan ve idare eden ve işlerinin listesini ve fihristesini, tabir caizse programını yazan, gösteren bir Zatın beyanına yakışır bir tarzdadır. Hiçbir cihetle eser-i tasannu ve tekellüf görünmüyor. Hiçbir şaibe-i taklit veya başkasının hesabına ve onun yerinde kendini farz edip konuşmuş gibi bir hudanın emaresi olmadığı gibi, bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulusuyla, safi, berrak, parlak beyanı, nasıl gündüzün ziyası “Güneşten geldim” der, Kuran dahi “Ben Halık-ı alemin beyanıyım ve kelamıyım” der.
Evet, şu dünyayı antika sanatlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve sanatperverane ve nimetperverane, şu derece sanatının acibeleriyle, şu derece kıymettar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıravari tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sani, bir Münimden başka, şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ve şükranla dünyayı dolduran ve zemini bir zikirhane, bir mescit, bir temaşagah-ı sanat-ı İlahiyeye çeviren Kuran-ı Mucizül-Beyan kime yakışır ve kimin kelamı olabilir? Ondan başka kim ona sahip çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziya, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kainatı keşfedip alemi ışıklandıran beyan-ı Kuran, Şems-i Ezeliden başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki ona nazire getirsin, onun taklidini yapsın?
Evet, bu dünyayı sanatlarıyla ziynetlendiren bir Sanatkarın, sanatını istihsan eden insanla konuşmaması muhaldir. Madem ki yapar ve bilir; elbette konuşur. Madem konuşur; elbette konuşmasına yakışan Kurandır. Bir çiçeğin tanziminden lakayt kalmayan bir Malikül-Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelama karşı nasıl lakayt kalır? Hiç başkasına mal edip hiçe indirir mi?
BEŞİNCİ LEMA: Kuranın üslup ve icazındaki camiiyet-i harikadır. Bunda Beş Işık var.
BİRİNCİ IŞIK: Üslub-u Kuranın o kadar acip bir cemiyeti var ki, birtek sure, kainatı içine alan bahr-i muhit-i Kuraniyi içine alır. Birtek ayet, o surenin hazinesini içine alır. ayetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sure; surelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kurandır.
İşte şu icazkarane icazdan, büyük bir lütf-u irşaddır ve güzel bir teshildir. Çünkü herkes, her vakit Kurana muhtaç olduğu halde, ya gabavetinden veya başka esbaba binaen, her vakit bütün Kuranı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar Kurandan mahrum kalmamak için, herbir sure birer küçük Kuran hükmüne, hatta herbir uzun ayet birer kısa sure makamına geçer. Hatta Kuran Fatihada, Fatiha dahi Besmelede münderiç olduğuna ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate burhan ise, ehl-i tahkikin icmaıdır.
İKİNCİ IŞIK: ayat-ı Kuraniye, emir ve nehiy, vaad ve vaid, tergib ve terhib, zecir ve irşad, kasas ve emsal, ahkam ve maarif-i İlahiye ve ulum-u kevniye ve kavanin ve şerait-i hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye ve hayat-ı kalbiye ve hayat-ı maneviye ve hayat-ı uhreviye gibi umum tabakat-ı kelamiye ve maarif-i hakikiye ve hacat-ı beşeriyeye delalatıyla, işaratıyla cami olmakla beraber
خُذْ مَا شِئْتَ لِمَا شِئْتَ yani, “İstediğin herşey için, Kurandan her ne istersen al” ifade ettiği mana, o derece doğruluğuyla makbul olmuş ki, ehl-i hakikat mabeyninde durub-u emsal sırasına geçmiştir. ayat-ı Kuraniyede öyle bir camiiyet var ki, her derde deva, her hacete gıda olabilir. Evet, öyle olmak lazım gelir. Çünkü, daima terakkiyatta kat-ı meratip eden bütün tabakat-ı ehl-i kemalin rehber-i mutlakı, elbette şu hasiyete malik olması elzemdir.
ÜÇÜNCÜ IŞIK: Kuranın icazkarane icazıdır. Kah olur ki, uzun bir silsilenin iki tarafını öyle bir tarzda zikreder ki, güzelce silsileyi gösterir. Hem kah olur ki, bir kelimenin içine sarihan, işareten, remzen, imaen bir davanın çok burhanlarını derc eder.
Mesela,
وَمِنْ اٰيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَاَلْوَانِكُمْ
de, ayat ve delail-i vahdaniyet silsilesini teşkil eden silsile-i hilkat-i kainatın mebde ve müntehasını zikirle o ikinci silsileyi gösterir, birinci silsileyi okutturuyor.
Evet, bir Sani-i Hakime şehadet eden sahaif-i alemin birinci derecesi, semavat ve arzın asl-ı hilkatleridir. Sonra gökleri yıldızlarla tezyin ile zeminin zihayatlarla şenlendirilmesi, sonra güneş ve ayın teshiriyle mevsimlerin değişmesi, sonra gece ve gündüzün ihtilaf ve deveranı içindeki silsile-i şuunattır. Daha gele gele, ta kesretin en ziyade intişar ettiği mahal olan simaların ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarına ve teşahhuslarına kadar… Madem ki en ziyade intizamdan uzak ve tesadüfün karışmasına maruz olan fertlerin simalarındaki teşahhusatta hayret verici bir intizam-ı hakimane bulunsa, üzerinde gayet sanatkar bir Hakimin kalemi işlediği gösterilse, elbette intizamları zahir olan sair sahifeler kendi kendine anlaşılır, Nakkaşını gösterir. Hem madem koca semavat ve arzın asl-ı hilkatinde eser-i sanat ve hikmet görünüyor. Elbette kainat sarayının binasında temel taşı olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Saniin, sair eczalarında eser-i sanatı, nakş-ı hikmeti pek çok zahirdir. İşte şu ayet, hafiyi izhar, zahiriyi ihfa ederek gayet güzel bir icaz yapmış.
Elhak, فَسُبْحَانَ اللهِ حِينَ تُمْسُونَ den tut, ta
وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
e kadar altı defa وَمِنْ اٰيَاتِهِ، وَمِنْ اٰيَاتِهِ ile başlayan silsile-i berahin, bir silsile-i cevahirdir, bir silsile-i nurdur, bir silsile-i icazdır, bir silsile-i icaz-ı icazidir. Kalb istiyor ki, şu definelerde gizli olan elmasları göstereyim. Fakat, ne yapayım, makam kaldırmıyor. Başka vakte talik edip o kapıyı şimdi açmıyorum.
Hem mesela, فَاَرْسِلُونِ يُوسُفُ اَيُّهَاالصِّدِّيقُ
فَاَرْسِلُونِ kelamıyla يُوسُفُ kelimesi ortalarında şunlar var:
اِلٰى يُوسُفَ لاَسْتَعْبَرَ مِنْهُ الرُّؤْيَا فَاَرْسَلُوهُ فَذَهَبَ اِلَى السِّجْنِ وَقَالَ يُوسُفُ
Demek beş cümleyi bir cümlede icmal edip icaz ettiği halde vuzuhu ihlal etmemiş, fehmi işkal etmemiş.
Hem mesela اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا insan-ı asi “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye meydan okur gibi inkarına karşı Kuran der: “Kim bidayeten yaratmışsa O diriltecek. O yaratan Zat ise, herbir şeyi herbir keyfiyette bilir. Hem size yeşil ağaçtan ateş çıkaran bir Zat, çürümüş kemiğe hayat verebilir.”
İşte şu kelam, diriltmek davasına müteaddit cihetlerle bakar, ispat eder.
Evvela, insana karşı ettiği silsile-i ihsanatı şu kelamıyla başlar, tahrik eder, hatıra getirir. Başka ayetlerde tafsil ettiği için kısa keser, akla havale eder. Yani, size ağaçtan meyveyi ve ateşi ve ottan erzakı ve hububu ve topraktan hububatı ve nebatatı verdiği gibi, zemini size hoş, herbir erzakınız içinde konulmuş bir beşik ve alemi güzel ve bütün levazımatınız içinde bulunur bir saray yapan bir Zattan kaçıp, başıboş kalıp, ademe gidip saklanılmaz. Vazifesiz olup, kabre girip uyandırılmamak üzere rahat yatamazsınız.
Sonra, o davanın bir deliline işaret eder. اَلشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا kelimesiyle remzen der: Ey haşri inkar eden adam! Ağaçlara bak. Kışta ölmüş kemikler gibi hadsiz ağaçları baharda dirilten, yeşillendiren, hatta herbir ağaçta yaprak ve çiçek ve meyve cihetiyle üç haşrin nümunelerini gösteren bir Zata karşı inkar ile, istibad ile kudretine meydan okunmaz.
Sonra bir delile daha işaret eder, der: Size ağaç gibi kesif, sakil, karanlıklı bir maddeden ateş gibi latif, hafif, nurani bir maddeyi çıkaran bir Zattan, odun gibi kemiklere ateş gibi bir hayat ve nur gibi bir şuur vermeyi nasıl istibad ediyorsunuz?
Sonra bir delile daha tasrih eder, der ki: Bedeviler için kibrit yerine ateş çıkaran meşhur ağacın, yeşilken iki dalı birbirine sürüldüğü vakit ateşi yaratan ve rutubetiyle yeşil ve hararetiyle kuru gibi iki zıt tabiatı cem edip onu buna menşe etmekle herbir şey, hatta anasır-ı asliye ve tabayi-i esasiye Onun emrine bakar, Onun kuvvetiyle hareket eder, hiçbirisi başıboş olup tabiatıyla hareket etmediğini gösteren bir Zattan, topraktan yapılan ve sonra toprağa dönen insanı topraktan yeniden çıkarması istibad edilmez. İsyan ile Ona meydan okunmaz.
Sonra, Musa ın şecere-i meşhuresini hatıra getirmekle, “Şu dava-yı Ahmediye aleyhissalatü vesselam, Musa ın dahi davasıdır,” enbiyanın ittifakına hafi bir ima edip şu kelimenin icazına bir letafet daha katar.
DÖRDÜNCÜ IŞIK: Îcaz-ı Kurani o derece cami ve harıktır, dikkat edilse görünüyor ki, bazan bir denizi bir ibrikte gösteriyor gibi pek geniş ve çok uzun ve külli düsturları ve umumi kanunları, basit ve ami fehimlere merhameten, basit bir cüzüyle, hususi bir hadise ile gösteriyor. Binler misallerinden yalnız iki misaline işaret ederiz.
Birinci misal: Yirminci Sözün Birinci Makamında tafsilen beyan olunan üç ayettir ki, şahs-ı ademe talim-i esma ünvanıyla, nev-i beni ademe ilham olunan bütün ulum ve fünunun talimini ifade eder. Ve ademe melaikenin secde etmesi ve şeytanın etmemesi hadisesiyle, nev-i insana semekten meleğe kadar ekser mevcudat musahhar olduğu gibi, yılandan şeytana kadar muzır mahlukatın dahi ona itaat etmeyip düşmanlık ettiğini ifade ediyor.
Hem kavm-i Musa (a.s.) bir bakarayı, bir ineği kesmekle Mısır bakarperestli-ğinden alınan ve “icl” hadisesinde tesirini gösteren bir bakarperestlik mefkure-sinin Musa ın bıçağıyla kesildiğini ifade ediyor.
Hem taştan su çıkması, çay akması ve dağılıp yuvarlanması ünvanıyla, tabaka-i türabiye altında olan taş tabakası, su damarlarına hazinedarlık ve toprağa analık ettiğini ifade ediyor.
İkinci misal: Kuranda çok tekrar edilen kıssa-i Musa ın cümleleri ve cüzleridir ki, herbir cümlesi, hatta herbir cüzü, bir düstur-u küllinin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor.
Mesela, يَا هَامَانُ ابْنِ لِى صَرْحًا Firavun vezirine emreder ki, “Bana yüksek bir kule yap; semavatın halini rasat edip bakacağım: Semanın gidişatından, acaba Musanın dava ettiği gibi semada tasarruf eden bir ilah var mıdır?” İşte, صَرْحًا kelimesiyle ve şu cüzi hadiseyle, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Halıkı tanımadığından tabiatperest olup rububiyet dava eden ve asar-ı ceberutlarını göstermekle ibkà-yı nam eden, şöhretperest olup dağ-misal meşhur ehramları bina eden ve sihir ve tenasuha kail olup cenazelerini mumya edip dağ misillü mezarlarda muhafaza eden Mısır Firavunlarının ananesinde hükümferma bir düstur-u acibi ifade eder.
Mesela, فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ gark olan Firavuna der: “Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim” ünvanıyla, umum Firavunların, tenasuh fikrine binaen, cenazelerini mumyalamakla maziden alıp müstakbeldeki ensal-i atiyenin temaşagahına göndermek olan mevt-alud, ibretnüma bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı ahirde, o gark olan Firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sahiline atılacağını, mucizane bir işaret-i gaybiyyeyi bir lema-i İcazı ve bu tek kelime bir mucize olduğunu ifade eder.
Mesela, يُذَبِّحُونَ اَبْنَۤاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَۤاءَكُمْ Beni İsrailin oğullarının kesilip kadın ve kızlarını hayatta bırakmak, bir Firavun zamanında yapılan bir hadise ünvanıyla, Yahudi milletinin ekser memleketlerde her asırda maruz olduğu müteaddit katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefihanede oynadık-ları rolü ifade eder.
وَلَتَجِدَنَّهُمْ اَحْرَصَ النَّاسِ عَلٰى حَيٰوةٍ وَتَرٰى كَثِيرًا مِنْهُمْ يُسَارِعُونَ فِى اْلاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاَكْلِهِمُ السُّحْتَ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ وَيَسْعَوْنَ فِى اْلاَرْضِ فَسَادًا وَاللهُ لاَ يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ وَقَضَيْنَۤا اِلٰى بَنِۤى اِسْرَۤائِيلَ فِى الْكِتَابِ لَتُفْسِدُنَّ فِى اْلاَرْضِ مَرَّتَيْنِ وَلاَتَعْثَوْا فِى اْلاَرْضِ مُفْسِدِينَ
Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kurani, o milletin hayat-ı içtimaiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müthiş düstur-u umumiyi tazammun eder ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve say-u ameli, sermaye ile mübareze ettirip fukarayı zenginlerle çarpıştıran muzaaf riba yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve huda ile cem-i mal eden o millet olduğu gibi; mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükumetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilale parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor.
Mesela, فَتَمَنَّوُا الْمَوْتَ “Eğer doğru iseniz mevti isteyiniz. Hiç istemeyeceksiniz.” İşte, meclis-i Nebevide, küçük bir cemaatin, cüzi bir hadise ünvanıyla, milel-i insaniye içinde hırs-ı hayat ve havf-ı mematla en meşhur olan millet-i Yehudun ta kıyamete kadar lisan-ı halleri mevti istemeyeceğini ve hayat hırsını bırakmayacağını ifade eder.
Mesela, وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ şu ünvanla, o milletin mukadderat-ı istikbaliyesini umumi bir surette ifade eder. İşte, şu milletin seciyelerinde ve mukadderatında münderiç olan şöyle müthiş desatir içindir ki, Kuran onlara karşı pek şiddetli davranıyor, dehşetli sille-i tedip vuruyor.
İşte, şu misallerden, kıssa-i Musa ve Beni İsrailin sair cüzlerini ve sair kıssalarını bu kıssaya kıyas et. Şimdi şu Dördüncü Işıktaki icazi lema-i icaz gibi, Kuranın basit kelimatlarının ve cüzi mebhaslarının arkalarında pek çok lemeat-ı icaziye vardır. arife işaret yeter.
BEŞİNCİ IŞIK: Kuranın makàsıd ve mesail, maani ve esalib ve letaif ve mehasin cihetiyle camiiyet-i harikasıdır. Evet, Kuran-ı Mucizül-Beyanın surelerine ve ayetlerine ve hususan surelerin fatihalarına, ayetlerin mebde ve maktalarına dikkat edilse görünüyor ki, belağatlerin bütün envaını, fezail-i kelamiyenin bütün aksamını, ulvi üslupların bütün esnafını, mehasin-i ahlakiyenin bütün efradını, ulum-u kevniyenin bütün fezlekelerini, maarif-i İlahiyenin bütün fihristelerini, hayat-ı şahsiye ve içtimaiye-i beşeriyenin bütün nafi düsturlarını ve hikmet-i aliye-i kainatın bütün nurani kanunlarını cem etmekle beraber, hiçbir müşevveşiyet eseri görünmüyor. Elhak, o kadar ecnas-ı muhtelifeyi bir yerde toplayıp bir münakaşa, bir karışık çıkmamak, kahhar bir nizam-ı icazinin işi olabilir.
Elhak, bütün bu camiiyet içinde şu intizamla beraber, geçmiş yirmi dört adet Sözlerde izah ve ispat edildiği gibi, cehl-i mürekkebin menşei olan adiyat perdelerini keskin beyanatıyla yırtmak, adet perdeleri altında gizli olan harikuladeleri çıkarıp göstermek ve dalaletin menbaı olan tabiat tağutunu burhanın elmas kılıcıyla parçalamak ve gaflet uykusunun kalın tabakalarını rad-misal sayhalarıyla dağıtmak ve felsefe-i beşeriyeyi ve hikmet-i insaniyeyi aciz bırakan kainatın tılsım-ı muğlakını ve hilkat-i alemin muamma-yı acibesini fetih ve keşfetmek, elbette hakikat-bin ve gayb-aşina ve hidayet-bahş ve haknüma olan Kuran gibi bir mucizekarın harikulade işleridir.
Evet, Kuranın ayetlerine insafla dikkat edilse görünüyor ki, sair kitaplar gibi bir iki maksadı takip eden tedrici bir fikrin silsilesine benzemiyor. Belki, defi ve ani bir tavrı var. Ve ilka olunuyor bir gidişatı var. Ve beraber gelen herbir taifesi, müstakil olarak uzak bir yerden ve gayet ciddi ve ehemmiyetli bir muhaberenin tek tek, kısa kısa bir surette geldiğinin nişanı var. Evet, kainatın Halıkından başka kim var ki, bu derece kainat ve Halık-ı Kainatla ciddi alakadar bir muhabereyi yapabilsin? Hadsiz derece haddinden çıkıp Halık-ı Zülcelali kendi keyfiyle söyleştirsin, kainatı doğru olarak konuştursun?
Evet, Kuranda Kainat Saniinin pek ciddi ve hakiki ve ulvi ve hak olarak konuşması ve konuşturması görünüyor; taklidi ima edecek hiçbir emare bulunmuyor. O söyler ve söylettirir. Farz-ı muhal olarak, Müseylime gibi hadsiz derece haddinden çıkıp taklitkarane o izzet ve ceberut sahibi olan Halık-ı Zülcelalini kendi fikriyle konuşturup ve kainatı onunla konuştursa, elbette binler taklit emareleri ve binler sahtekarlık alametleri bulunacaktır. Çünkü en pest bir halinde en yüksek tavrı takınanların her haleti taklitçiliğini gösterir.
İşte şu hakikati kasemle ilan eden
وَالنَّجْمِ اِذَا هَوٰى مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوٰى وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰى اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى
ya bak, dikkat et.
ÜÇÜNCÜ ŞUA
Kuran-ı Mucizül-Beyanın ihbarat-ı gaybiyesi ve her asırda şebabiyetini muhafaza etmesi ve her tabaka insana muvafık gelmesiyle hasıl olan icazdır. Şu Şuaın Üç Cilvesi var.
BİRİNCİ CİLVE: İhbarat-ı gaybiyesidir. Şu Cilvenin Üç Şavkı var.
BİRİNCİ ŞAVK: Maziye ait ihbarat-ı gaybiyesidir. Evet, Kuran-ı Hakim, bilittifak, ümmi ve emin bir zatın lisanıyla, zaman-ı ademden ta Asr-ı Saadete kadar, enbiyaların mühim halatını ve ehemmiyetli vukuatını öyle bir tarzda zikrediyor ki, Tevrat ve İncil gibi kitapların tasdiki altında gayet kuvvet ve ciddiyetle ihbar ediyor. Kütüb-ü salifenin ittifak ettikleri noktalarda muvafakat etmiştir. İhtilaf ettikleri bahislerde, musahhihane, hakikat-i vakıayı faslediyor. Demek, Kuranın nazar-ı gayb-binisi, o kütüb-ü salifenin umumunun fevkinde ahval-i maziyeyi görüyor ki, ittifaki meselelerde musaddıkane onları tezkiye ediyor, ihtilafi meselelerde musahhihane onlara faysal oluyor. Halbuki, Kuranın vukuat ve ahval-i maziyeye dair ihbaratı akli bir iş değil ki akılla ihbar edilsin. Belki semaa mütevakkıf nakildir. Nakil ise, kıraat ve kitabet ehline mahsustur. Dost ve düşmanın ittifakıyla kıraatsiz, kitabetsiz, emanetle maruf, ümmi lakabıyla mevsuf bir zata nüzul ediyor.
Hem o ahval-i maziyeyi öyle bir surette ihbar eder ki, bütün o ahvali görür gibi bahseder. Çünkü, uzun bir hadisenin ukde-i hayatiyesini ve ruhunu alır, maksadına mukaddime yapar. Demek, Kurandaki fezlekeler, hülasalar gösteriyor ki, bu hülasa ve fezlekeyi gösteren, bütün maziyi bütün ahvaliyle görüyor. Zira bir zatın bir fende veya bir sanatta mütehassıs olduğu, hülasalı bir sözle, fezlekeli bir sanatçıkla, o şahısların maharet ve melekelerini gösterdiği gibi, Kuranda zikrolunan vukuatın hülasaları ve ruhları gösteriyor ki, onları söyleyen, bütün vukuatı ihata etmiş, görüyor, tabiri caizse bir maharet-i fevkalade ile ihbar ediyor.
İKİNCİ ŞAVK: İstikbale ait ihbarat-ı gaybiyesidir. Şu kısım ihbaratın çok envaı var. Birinci kısım hususidir. Bir kısım, ehl-i keşif ve velayete mahsustur. Mesela, Muhyiddin-i Arabi الۤمۤ غُلِبَتِ الرُّومُ Suresinde pek çok ihbarat-ı gaybiyeyi bulmuştur. İmam-ı Rabbani, surelerin başındaki mukattaat-ı hurufla çok muamelat-ı gaybiyenin işaretlerini ve ihbaratını görmüştür ve hakeza… Ulema-yı batın için, Kuran baştan başa ihbarat-ı gaybiye nevindendir. Biz ise, umuma ait olacak bir kısmına işaret edeceğiz. Bunun da pek çok tabakatı var; yalnız bir tabakadan bahsedeceğiz. İşte, Kuran-ı Hakim, Resulallah aleyhissalatü vesselama der:
فَاصْبِرْ اِنَّ وَعْدَ اللهِ حَقٌ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ اِنْ شَۤاءَ اللهُ اٰمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُؤُسَكُمْ وَمُقَصِّرِينَ لاَ تَخَافُونَ… هُوَ الَّذِۤى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ فِى بِضْعِ سِنِينَ لِلّٰهِ اْلاَمْرُ فَسَتُبْصِرُ وَيُبْصِرُونَ بِأَيِّكُمُ الْمَفْتُونُ اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ الْمَنُونِ قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنِّى مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّصِين َ وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ فَاِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا وَلَنْ يَتَمَنَّوْهُ اَبَدًا سَنُرِيهِمْ اٰيَاتِنَا فِى اْلاٰفَاقِ وَفِۤى اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّ قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا يَاْتِى اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ
وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِى سَبِيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لاَئِمٍ وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ سَيُرِيكُمْ اٰيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا قُلْ هُوَ الرَّحْمٰنُ اٰمَنَّا بِهِ وَعَلَيْهِ تَوَكَّلْنَا فَسَتَعْلَمُونَ مَنْ هُوَ فِى ضَلاَلٍ مُبِينٍ وَعَدَ اللهُ الَّذِينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِى اْلاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكّنَنَّ لَهُمْ دِيَنهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْنًا
gibi çok ayatın ifade ettiği ihbarat-ı gaybiyedir ki, aynen doğru olarak çıkmıştır. İşte, pek çok itirazat ve tenkidata maruz ve en küçük bir hatasından dolayı davasını kaybedecek bir zatın lisanından böyle tereddütsüz, kemal-i ciddiyet ve emniyetle ve kuvvetli bir vüsuku ihsas eden bir tarzda böyle ihbarat-ı gaybiye, katiyen gösterir ki, o zat, Üstad-ı Ezelisinden ders alıyor, sonra söylüyor.
ÜÇÜNCÜ ŞAVK: Hakaik-ı İlahiyeye ve hakaik-ı kevniyeye ve umur-u uhreviyeye dair ihbarat-ı gaybiyesidir. Evet, Kuranın hakaik-ı İlahiyeye dair beyanatı ve tılsım-ı kainatı fethedip ve hilkat-i alemin muammasını açan beyanat-ı kevniyesi, ihbarat-ı gaybiyenin en mühimmidir. Çünkü, o hakaik-ı gaybiyeyi, hadsiz dalalet yolları içinde istikametle onları gidip bulmak, akl-ı beşerin karı değildir ve olamaz. Beşerin en dahi hükemaları o mesailin en küçüğüne akıllarıyla yetişmediği malumdur.
Hem Kuran gösterdiği o hakaik-ı İlahiye ve o hakaik-ı kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukulü “Sadakte” deyip o hakaikı kabul eder, Kurana “Barekallah” der. Bu kısmın, kısmen On Birinci Sözde izah ve ispatı geçmiştir; tekrara hacet kalmamıştır.
Amma ahval-i uhreviye ve berzahiye ise, çendan akl-ı beşer kendi başıyla yetişemiyor, göremiyor. Fakat, Kuranın gösterdiği yollarla, onları görmek derecesinde ispat ediyor. Onuncu Sözde, Kuranın şu ihbarat-ı gaybiyesi ne derece doğru ve hak olduğu izah ve ispat edilmiştir. Ona müracaat et.
İKİNCİ CİLVE: Kuranın şebabetidir. Her asırda taze nazil oluyor gibi, tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor. Evet, Kuran, bir hutbe-i ezeliye olarak, umum asırlardaki umum tabakat-ı beşeriyeye birden hitap ettiği için, öyle daimi bir şebabeti bulunmak lazımdır. Hem de öyle görülmüş ve görünüyor. Hatta, efkarca muhtelif ve istidatça mütebayin asırlardan, her asra göre, güya o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir.
Beşerin asar ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kuranın hükümleri ve kanunları o kadar sabit ve rasihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kuranın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitap insanları, Kuranın يَۤا اَهْلَ الْكِتَابِ يَاۤ اَهْلَ الْكِتَابِ hitab-ı mürşidanesine o kadar muhtaçtır ki, güya o hitap doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve يَۤا اَهْلَ الْكِتَابِ lafzı, “Ya ehlel-mekteb” manasını dahi tazammun eder; bütün şiddetiyle, bütün tazeliğiyle, bütün şebabetiyle, يَۤا اَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلٰى كَلِمَةٍ سَوَۤاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ sayhasını alemin aktarına savuruyor.
Mesela, şahıslar, cemaatler muarazasından aciz kaldıkları Kurana karşı, bütün nev-i beşerin ve belki cinnilerin de netice-i efkarları olan medeniyet-i hazıra, Kurana karşı muaraza vaziyetini almıştır; icaz-ı Kurana karşı, sihirleriyle muaraza ediyor. Şimdi, şu müthiş yeni muarazacıya karşı, icaz-ı Kuranı, قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ ayetinin davasını ispat etmek için, medeniyetin muaraza suretiyle vaz ettiği esasatı ve desatirini, esasat-ı Kuraniye ile karşılaştıracağız.
Birinci derecede: Birinci Sözden ta Yirmi Beşinci Söze kadar olan muvazeneler ve mizanlar ve o Sözlerin hakikatleri ve başları olan ayetler, iki kere iki dört eder derecesinde, medeniyete karşı Kuranın icazını ve galebesini ispat eder.
İkinci derecede: On İkinci Sözde ispat edildiği gibi, bir kısım düsturlarını hülasa etmektir.
İşte, medeniyet-i hazıra, felsefesiyle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede nokta-i istinadı “kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını “unsuriyet ve menfi milliyet” bilir. Gayesi, hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid etmek için bazı “lehviyattır.”
Halbuki, kuvvetin şeni, tecavüzdür. Menfaatin şeni, her arzuya kafi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidalin şeni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şeni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte, şu medeniyetin şu düsturlarındandır ki, bütün mehasiniyle beraber, beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi suri saadet verip seksenini rahatsızlığa, sefalete atmıştır.
Amma hikmet-i Kuraniye ise, nokta-i istinadı, kuvvet yerine “hakkı” kabul eder. Gayede, menfaat yerine “fazilet ve rıza-i İlahiyi” kabul eder. Hayatta, düstur-u cidal yerine, “”düstur-u teavünü” esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine, “rabıta-i dini ve sınıfi ve vatani” kabul eder. Gayatı, hevesat-ı nefsaniyenin nameşru tecavüzatına sed çekip ruhu maaliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemalat-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir.
Hakkın şeni ise ittifaktır. Faziletin şeni, tesanüddür. Teavünün şeni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şeni, uhuvvettir, incizaptır. Nefs-i emmareyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalata kamçılamakla serbest bırakmanın şeni, saadet-i dareyndir. İşte, medeniyet-i hazıra, edyan-ı sabıka-i semaviyeden, bahusus Kuranın irşadatından aldığı mehasinle beraber, Kurana karşı böyle hakikat nazarında mağlup düşmüştür.
Üçüncü derece: Binler mesailinden, yalnız nümune olarak üç dört meseleyi göstereceğiz. Evet, Kuranın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden, ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkum değildir. Daima gençtir, kuvvetlidir.
Mesela, medeniyetin bütün cemiyat-ı hayriyeleriyle, bütün cebbarane şedit inzibat ve nizamatlarıyla, bütün ahlaki terbiyegahlarıyla, Kuran-ı Hakimin iki meselesine karşı muaraza edemeyip mağlup düşmüşlerdir.
Mesela وَاَقِيمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكٰوةَ وَاَحَلَّ اللهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰوا Kuranın bu galebe-i icazkaranesini bir mukaddime ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:
İşaratül-İcazda ispat edildiği gibi, bütün ihtilalat-ı beşeriyenin madeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlak-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir.
Birinci kelime: “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!”
İkinci kelime: “Sen çalış, ben yiyeyim.”
Evet, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler, muvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O muvazenenin esası ise, havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir. Şimdi, birinci kelime havas tabakasını zulme, ahlaksızlığa, merhametsizliğe sevk etmiştir. İkinci kelime avamı kine, hasede, mübarezeye sevk edip rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selbettiği gibi, şu asırda say, sermaye ile mübareze neticesi, herkesçe malum olan Avrupa hadisat-ı azimesi meydana geldi.
İşte, medeniyet, bütün cemiyat-ı hayriye ile ve ahlaki mektepleriyle ve şedit inzibat ve nizamatıyla beşerin o iki tabakasını musalaha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müthiş yarasını tedavi edememiştir. Kuran, birinci kelimeyi, esasından “vücub-u zekat” ile kal eder, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını “hurmet-i riba” ile kal edip tedavi eder. Evet, ayet-i Kuraniye alem kapısında durup ribaya “Yasaktır” der. “Kavga kapısını kapamak için banka (riba) kapısını kapayınız” diyerek insanlara ferman eder, şakirtlerine “Girmeyiniz” emreder.
İkinci esas: Medeniyet, taaddüd-ü ezvacı kabul etmiyor; Kuranın o hükmünü, kendine muhalif-i hikmet ve maslahat-ı beşeriyeye münafi telakki eder.
Evet, eğer izdivaçtaki hikmet, yalnız kaza-yı şehvet olsa, taaddüt bilakis, olmalı. Halbuki, hatta bütün hayvanatın şehadetiyle ve izdivac eden nebatatın tasdikiyle sabittir ki, izdivacın hikmeti ve gayesi, tenasüldür. Kaza-yı şehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüziyedir. Madem hikmeten, hakikaten, izdivaç nesil içindir, nevin bekàsı içindir. Elbette, bir senede yalnız bir defa tevellüde kabil ve ayın yalnız yarısında kabil-i telakkuh olan ve elli senede yese düşen bir kadın, ekseri vakitte ta yüz seneye kadar kabil-i telkih bir erkeğe kafi gelmediğinden, medeniyet pek çok fahişehaneleri kabul etmeye mecburdur.
Üçüncü esas: Muhakemesiz medeniyet, Kuran kadına sülüs verdiği için ayeti tenkit eder. Halbuki, hayat-ı içtimaiyede ekser ahkam ekseriyet itibarıyla olduğundan, ekseriyet itibarıyla bir kadın, kendini himaye edecek birisini bulur. Erkek ise, ona yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur. İşte, bu surette, bir kadın pederinden yarısını alsa, kocası noksaniyetini temin eder. Erkek pederinden iki parça alsa, bir parçasını tezevvüç ettiği kadının idaresine verecek; kızkardeşine müsavi gelir. İşte adalet-i Kuraniye böyle iktiza eder, böyle hükmetmiştir.
Dördüncü esas: Sanemperestliği şiddetle Kuran men ettiği gibi, sanemperestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men eder. Medeniyet ise, suretleri kendi mehasininden sayıp Kurana muaraza etmek istemiş. Halbuki, gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riya-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi kamçılayıp teşvik eder.
Hem Kuran, merhameten, kadınların hürmetini muhafaza için, haya perdesini takmasını emreder-ta hevesat-ı rezilenin ayağı altında, o şefkat madenleri zillet çekmesinler; alet-i hevesat, ehemmiyetsiz bir meta hükmüne geçmesinler. Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki, aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık saçıklık, samimi hürmet ve muhabbeti izale edip ailevi hayatı zehirlemiştir. Hususan suretperestlik, ahlakı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır:
Nasıl ki, merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlakı tahrip eder. Öyle de, ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine hevesperverane bakmak, derinden derine hissiyat-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder.
İşte, şu üç misal gibi binler mesail-i Kuraniyenin herbirisi, saadet-i beşeriyeyi dünyada temine hizmet etmekle beraber, hayat-ı ebediyesine de hizmet eder. Sair meseleleri, mezkur meselelere kıyas edebilirsin.
Nasıl medeniyet-i hazıra Kuranın hayat-ı içtimaiye-i beşere ait olan düsturlarına karşı mağlup olup Kuranın icaz-ı manevisine karşı hakikat noktasında iflas eder. Öyle de, medeniyetin ruhu olan felsefe-i Avrupa ve hikmet-i beşeriyeyi, hikmet-i Kuranla yirmi beş adet Sözlerde mizanlarla iki hikmetin muvazenesinde, hikmet-i felsefiye acize ve hikmet-i Kuraniyenin mucize olduğu katiyetle ispat edilmiştir. Nasıl ki, On Birinci ve On İkinci Sözlerde hikmet-i felsefiyenin aczi ve iflası ve hikmet-i Kuraniyenin icazı ve gınası ispat edilmiştir; müracaat edebilirsin.
Hem nasıl medeniyet-i hazıra, hikmet-i Kuranın ilmi ve ameli icazına karşı mağlup oluyor. Öyle de, medeniyetin edebiyat ve belağati de, Kuranın edep ve belağatine karşı nisbeti, öksüz bir yetimin muzlim bir hüzünle ümitsiz ağlayışı, hem süfli bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınasının (şarkı demektir) nisbeti ile, ulvi bir aşığın muvakkat bir iftiraktan müştakane, ümitkarane bir hüzünle gınası (şarkısı), hem zafer veya harbe ve ulvi fedakarlıklara sevk etmek için teşvikkarane kasaid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünkü edeb ve belağat, tesir-i üslup itibarıyla ya hüzün verir, ya neşe verir.
Hüzün ise iki kısımdır: Ya fakdül-ahbaptan gelir, yani ahbapsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dalalet-alud, tabiatperest, gaflet-pişe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün firakul-ahbaptan gelir; yani ahbap var, firakında müştakane bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidayet-eda, nurefşan Kuranın verdiği hüzündür.
Amma neşe ise, o da iki kısımdır: Birisi nefsi hevesatına teşvik eder. O da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şenidir. İkinci neşe, nefsi susturup ruhu, kalbi, aklı, sırrı maaliyata, vatan-ı aslilerine, makarr-ı ebedilerine, ahbab-ı uhrevilerine yetişmek için latif ve edebli, masumane bir teşviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rüyet-i cemalullaha beşeri sevk eden ve şevke getiren Kuran-ı Mucizül-Beyanın verdiği neşedir.
İşte,
قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى اَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا
ifade ettiği azim mana ve büyük hakikat, kasırul-fehim olanlarca ve dikkatsizlikle, mübalağalı bir belağat için muhal bir suret zannediliyor. Haşa! Mübalağa değil, muhal bir suret değil, ayn-ı hakikat bir belağat ve mümkün ve vaki bir surettedir.
O suretin bir vechi şudur ki: Yani, Kurandan tereşşuh etmeyen ve Kuranın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kuranı tanzir edemez demektir. Hem edememiş ki, gösterilmiyor.
İkinci vecih şudur ki: Cin ve insin, hatta şeytanların netice-i efkarları ve muhassala-i mesaileri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kuranın ahkam ve hikmet ve belağatine karşı aciz derekesindedirler demektir. Nasıl da nümunesini gösterdik.
ÜÇÜNCÜ CİLVE: Kuran-ı Hakim, her asırdaki tabakat-ı beşerin herbir tabakasına, güya doğrudan doğruya o tabakaya hususi müteveccihtir, hitap ediyor. Evet, bütün beni ademe bütün tabakatıyla en yüksek ve en dakik ilim olan imana ve en geniş ve nurani fen olan marifetullaha ve en ehemmiyetli ve mütenevvi maarif olan ahkam-ı İslamiyeye davet eden, ders veren Kuran ise, her neve, her taifeye muvafık gelecek bir ders vermek elzemdir. Halbuki ders birdir, ayrı ayrı değil. Öyle ise, aynı derste tabakat bulunmak lazımdır. Derecata göre, herbiri Kuranın perdelerinden bir perdeden hisse-i dersini alır. Şu hakikatin çok nümunelerini zikretmişiz; onlara müracaat edilebilir. Yalnız burada bir iki cüzünün, hem yalnız bir iki tabakasının hisse-i fehmine işaret ederiz.
Mesela, لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ Kesretli tabaka olan avam tabakasının şundan hisse-i fehmi: Cenab-ı Hak peder ve veledden ve akrandan ve zevceden münezzehtir.
Daha mutavassıt bir tabaka, şundan, İsa ın ve melaikelerin ve tevellüde mazhar şeylerin uluhiyetini nefyetmektir. Çünkü muhal bir şeyi nefyetmek zahiren faidesiz olduğundan, belağatte medar-ı faide olacak bir lazım-ı hüküm murad olunur. İşte, cismaniyete mahsus veled ve validi nefyetmekten murat ise, veled ve validi ve küfvü bulunanların nefy-i uluhiyetleridir ve mabud olmaya layık olmadıklarını göstermektir. Şu sırdandır ki, Sure-i İhlas, herkese, hem her vakit faida verebilir.
Daha bir parça ileri bir tabakanın hisse-i fehmi: Cenab-ı Hak, mevcudata karşı, tevlid ve tevellüdü işmam edecek bütün rabıtalardan münezzehtir. Şerik ve muinden ve hemcinsten müberradır. Belki mevcudata karşı nisbeti, hallakıyettir. Emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile, irade-i ezeliyesiyle, ihtiyarıyla icad eder. İcabi ve ıztırari ve sudur-u gayr-ı ihtiyari gibi münafi-i kemal herbir rabıtadan münezzehtir.
Daha yüksek bir tabakanın hisse-i fehmi: Cenab-ı Hak ezelidir, ebedidir, evvel ve ahirdir. Hiçbir cihette ne zatında, ne sıfatında, ne efalinde naziri, küfvü, şebihi, misli, misali, mesili yoktur. Yalnız, efalinde, şuununda, teşbihi ifade eden mesel var. وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى
Bu tabakata arifin tabakası, ehl-i aşk tabakası, sıddıkin tabakası gibi ayrı ayrı hisse sahiplerini kıyas edebilirsin.
İkinci misal: Mesela, مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَۤا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ Tabaka-i ulanın şundan hisse-i fehmi şudur ki: Resulallah aleyhissalatü vesselamın hizmetkarı ve “veledim” hitabına mazhar olan Zeyd, izzetli zevcesini kendine küfüv bulmadığı için tatlik etmiş; Allahın emriyle, Resulallah aleyhissalatü vesselam almış.ayet der: “Peygamber size evladım dese, risalet cihetiyle söyler. Şahsiyet itibarıyla pederiniz değil ki, aldığı kadınlar ona münasip düşmesin.”
İkinci tabakanın hisse-i fehmi şudur ki: Bir büyük amir, raiyetine pederane şefkatle bakar. Eğer o amir, zahir ve batın bir padişah-ı ruhani olsa, o vakit merhameti pederin yüz defa şefkatinden ileri gittiğinden, o raiyetin efradı, onun hakiki evladı gibi, ona peder nazarıyla bakarlar. Peder nazarı zevc nazarına inkılab edemediğinden, kız nazarı da zevce nazarına kolayca değişmediğinden, efkar-ı ammede Peygamber (a.s.m.) müminlerin kızlarını alması şu sırra uygun gelmediğinden, Kuran der: “Peygamber (a.s.m.) merhamet-i İlahiye nazarıyla size şefkat eder, pederane muamele yapar. Risalet namına siz onun evladı gibisiniz. Fakat şahsiyet-i insaniyet itibarıyla pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münasip düşmesin.”
Üçüncü kısım şöyle fehmeder ki: Peygambere (a.s.m.) intisap edip onun kemalatına istinad ederek onun pederane şefkatine itimad edip kusur ve hatiat etmemelisiniz demektir. Evet, çoklar var ki, büyüklerine ve mürşidlerine itimad edip tembellik eder. Hatta bazan “Namazımız kılınmış” der (bir kısım Aleviler gibi).
Dördüncü nükte: Bir kısım, şu ayetten şöyle bir işaret-i gaybiye fehmeder ki: Peygamberin (a.s.m.) evlad-ı zükuru rical derecesinde kalmayıp, rical olarak nesli, bir hikmete binaen kalmayacaktır. Yalnız, “rical” tabirinin ifadesiyle, nisanın pederi olduğunu işaret ettiğinden, nisa olarak nesli devam edecektir. Felillahilhamd, Fatımanın nesl-i mübareki, Hasan ve Hüseyin gibi iki nurani silsilenin bedr-i münevveri, şems-i nübüvvetin manevi ve maddi neslini idame ediyorlar.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ
Birinci Şule, Üç Şua ile hitama erdi.
İkinci Şule
İkinci Şulenin Üç Nuru var.
BİRİNCİ NUR
Kuran-ı Mucizül-Beyanın heyet-i mecmuasında raik bir selaset, faik bir selamet, metin bir tesanüd, muhkem bir tenasüp, cümleleri ve heyetleri mabeyninde kavi bir teavün ve ayetler ve maksatları mabeyninde ulvi bir tecavüb olduğunu, ilm-i beyan ve fenn-i maani ve beyaninin Zemahşeri, Sekkaki, Abdülkahir-i Cürcani gibi binlerle dahi imamların şehadetiyle sabit olduğu halde, o tecavüb ve teavün ve tesanüdü ve selaset ve selameti kıracak, bozacak sekiz dokuz mühim esbab bulunurken; o esbab, bozmaya değil, belki selasetine, selametine, tesanüdüne kuvvet vermiştir.
Yalnız, o esbab bir derece hükmünü icra edip başlarını perde-i nizam ve selasetten çıkarmışlar. Fakat nasıl ki yeknesak, düz bir ağacın gövdesinden bir kısım çıkıntılar, sivricikler çıkar. Lakin ağacın tenasübünü bozmak için çıkmıyorlar; belki o ağacın ziynetli tekemmülüne ve cemaline medar olan meyveleri vermek için çıkıyorlar. Aynen bunun gibi, şu esbab dahi, Kuranın selaset-i nazmına kıymettar manaları ifade için sivri başlarını çıkarıyorlar. İşte, o Kuran-ı Mübin, yirmi senede, hacetlerin mevkileri itibarıyla necim necim olarak, müteferrik, parça parça nüzul ettiği halde, öyle bir kemal-i tenasübü vardır ki, güya bir defada nazil olmuş gibi bir münasebet gösteriyor.
Hem o Kuran, yirmi senede, hem muhtelif, mütebayin esbab-ı nüzule göre geldiği halde, tesanüdün kemalini öyle gösteriyor; güya bir sebeb-i vahidle nüzul etmiştir.
Hem o Kuran, mütefavit ve mükerrer suallerin cevabı olarak geldiği halde, nihayet imtizac ve ittihadı gösteriyor. Güya bir sual-i vahidin cevabıdır.
Hem Kuran, mütegayir, müteaddit hadisatın ahkamını beyan için geldiği halde, öyle bir kemal-i intizamı gösteriyor ki, güya bir hadise-i vahidin beyanıdır.
Hem Kuran, mütehalif, mütenevvi halette, hadsiz muhatapların fehimlerine münasip üsluplarda tenezzülat-ı kelamiye ile nazil olduğu halde, öyle bir hüsn-ü temasül ve güzel bir selaset gösteriyor ki, güya halet birdir, bir derece-i fehimdir, su gibi akar bir selaset gösteriyor.
Hem o Kuran, mütebaid, müteaddit muhatabin esnafına müteveccihen mütekellim olduğu halde, öyle bir suhulet-i beyanı, bir cezalet-i nizamı, bir vuzuh-u ifhamı var ki, güya muhatabı bir sınıftır. Hatta her bir sınıf zanneder ki, bilasale muhatap yalnız kendisidir.
Hem Kuran, mütefavit, mütederriç irşadi bazı gayelere isal ve hidayet etmek için nazil olduğu halde, öyle bir kemal-i istikamet, öyle bir dikkat-i muvazenet, öyle bir hüsn-ü intizam vardır ki, güya maksat birdir.
İşte, bu esbablar, müşevveşiyetin esbabı iken, Kuranın icaz-ı beyanında, selaset ve tenasübünde istihdam edilmişlerdir. Evet, kalbi sakamsız, aklı müstakim, vicdanı marazsız, zevki selim her adam Kuranın beyanında güzel bir selaset, rana bir tenasüp, hoş bir ahenk, yekta bir fesahat görür.
Hem basiresinde selim bir gözü olan görür ki, Kuranda öyle bir göz vardır ki, o göz bütün kainatı zahir ve batınıyla vazıh, göz önünde bir sahife gibi görür, istediği gibi çevirir, istediği bir tarzda o sahifenin manalarını söyler.
Şu Birinci Nurun hakikatini misallerle tavzih etsek, birkaç mücelled lazım. Öyle ise, sair risale-i Arabiyemde ve İşaratül-İcazda ve şu yirmi beş adet Sözlerde şu hakikatin ispatına dair olan izahatla iktifa edip, misal olarak mecmu-u Kuranı birden gösteriyorum.
İKİNCİ NURU
Kuran-ı Hakimin, ayetlerinin hatimelerinde gösterdiği fezlekeler ve Esma-i Hüsna cihetindeki üslub-u bediisinde olan meziyet-i icaziyeye dairdir.
İhtar: Şu İkinci Nurda çok ayetler gelecektir. O ayetler, yalnız İkinci Nurun misalleri değil, belki geçmiş mesail ve Şuaların misalleri dahi olurlar. Bunları hakkıyla izah etmek çok uzun gelir. Şimdilik ihtisar ve icmale mecburum. Onun için, gayet muhtasar bir tarzda, şu sırr-ı azim-i icazın misallerinden olan ayetlere birer işaret edip, tafsilatını başka vakte talik ettik.
İşte, Kuran-ı Mucizül-Beyan, ayetlerin hatimelerinde galiben bazı fezlekeleri zikreder ki, o fezlekeler, ya Esma-i Hüsnayı veya manalarını tazammun ediyor; veyahut, aklı tefekküre sevk etmek için akla havale eder, veyahut makàsıd-ı Kuraniyeden bir kaide-i külliyeyi tazammun eder ki, ayetin tekid ve teyidi için fezlekeler yapar. İşte o fezlekelerde Kuranın hikmet-i ulviyesinden bazı işarat ve hidayet-i İlahiyenin ab-ı hayatından bazı reşaşat, icaz-ı Kuranın berklerinden bazı şerarat vardır. Şimdi, pek çok o işarattan yalnız on tanesini icmalen zikrederiz. Hem pek çok misallerinden birer misal ve herbir misalin pek çok hakaikından yalnız herbirinde bir hakikatin meal-i icmalisine işaret ederiz. Bu on işaretin ekserisi, ekser ayetlerde müctemian beraber bulunup hakiki bir nakş-ı icazi teşkil ederler. Hem misal olarak getirdiğimiz ayetlerin ekserisi, ekser işarata misaldir. Biz yalnız her ayetten bir işaret göstereceğiz. Misal getireceğimiz ayetlerden, eski Sözlerde bahsi geçenlerin yalnız mealine bir hafif işaret ederiz.
BİRİNCİ MEZİYET-İ CEZaLET: Kuran-ı Hakim, icazkar beyanatıyla Sani-i Zülcelalin efal ve eserlerini nazara karşı serer, bast eder. Sonra, o asar ve efalinde esma-i İlahiyeyi istihraç eder; veya haşir ve tevhid gibi bir makàsıd-ı asliye-i Kuraniyeyi ispat ediyor.
Birinci mananın misallerinden, mesela
هُوَ الَّذِى خَلَقَ لَكُمْ مَا فِى اْلاَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ اسْتَوٰۤى اِلَى السَّمَۤاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ
İkinci şıkkın misallerinden, mesela اَلَمْ نَجْعَلِ اْلاَرْضَ مِهَادًا وَالْجِبَالَ اَوْتَادًا وَخَلَقْنَاكُمْ اَزْوَاجًا ila ahir اِنَّ يَوْمَ الْفَصْلِ كَانَ مِيقَاتًا e kadar…
Birinci ayette asarı bast edip, bir neticenin, bir mühim maksudun mukaddematı gibi, ilim ve kudrete gayat ve nizamatıyla şehadet eden en azim eserleri serd eder, Alim ismini istihraç eder. İkinci ayette, Birinci Şulenin Birinci Şuaının Üçüncü Noktasında bir derece izah olunduğu gibi, Cenab-ı Hakkın büyük efalini, azim asarını zikrederek, neticesinde, yevm-i fasl olan haşri, netice olarak zikrediyor.
İKİNCİ NÜKTE-İ BELaĞAT: Kuran, beşerin nazarına sanat-ı İlahiyenin mensucatını açar, gösterir. Sonra, fezlekede o mensucatı esma içinde tayyeder; veyahut akla havale eder.
Birincinin misallerinden, mesela قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَۤاءِ وَاْلاَرْضِ اَمَّنْ يَمْلِكُ السَّمْعَ وَاْلاَبْصَارَ وَمَنْ يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَمَنْ يُدَّبِّرُ اْلاَمْرَ فَسَيَقُولُونَ اللهُ فَقُلْ اَفَلاَ تَتَّقُونَ فَذٰلِكُمُ اللهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ
İşte, başta der: Sema ve zemini, rızkınıza iki hazine gibi müheyya edip oradan yağmuru, buradan hububatı çıkaran kimdir? Allahtan başka, koca sema ve zemini iki muti hazinedar hükmüne kimse getirebilir mi? Öyle ise şükür Ona münhasırdır.
İkinci fıkrada der ki: Sizin azalarınız içinde en kıymettar göz ve kulaklarınızın maliki kimdir? Hangi destgah ve dükkandan aldınız? Bu latif, kıymettar göz ve kulağı verecek ancak Rabbinizdir. Sizi icad edip terbiye eden Odur ki; bunları size vermiştir. Öyle ise yalnız Rab Odur. Mabud da O olabilir.
Üçüncü fıkrada der: Ölmüş yeri ihya edip yüz binler ölmüş taifeleri ihya eden kimdir? Haktan başka ve bütün kainatın Halıkından başka şu işi kim yapabilir? Elbette O yapar, O ihya eder. Madem Haktır; hukuku zayi etmeyecektir. Sizi bir mahkeme-i kübraya gönderecektir. Yeri ihya ettiği gibi, sizi de ihya edecektir.
Dördüncü fıkrada der: Bu azim kainatı bir saray gibi, bir şehir gibi, kemal-i intizamla idare edip tedbirini gören, Allahtan başka kim olabilir? Madem Allahtan başka olamaz. Koca kainatı bütün ecramıyla gayet kolay idare eden kudret o derece kusursuz, nihayetsizdir ki, hiçbir şerik ve iştirake ve muavenet ve yardıma ihtiyacı olamaz. Koca kainatı idare eden, küçük mahlukatı başka ellere bırakmaz. Demek, ister istemez “Allah” diyeceksiniz.
İşte, birinci ve dördüncü fıkra Allah der, ikinci fıkra Rab der, üçüncü fıkra el-Hak der. فَذٰلِكُمُ اللهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ ne kadar mucizane düştüğünü anla. İşte, Cenab-ı Hakkın azim tasarrufatını, kudretinin mühim mensucatını zikreder. Sonra da, o azim asarın, mensucatın destgahı, فَذٰلِكُمُ اللهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ yani Hak, Rab, Allah isimlerini zikretmekle, o tasarrufat-ı azimenin menbaını gösterir.
İkincinin misallerinden:
اِنَّ فِى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتى تَجْرِى فِى الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَاۤ اَنْزَلَ اللهُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ مَۤاءٍ فَاَحْيَا بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَۤابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاۤءِ وَاْلاَرْضِ لاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
İşte bu ayet Cenab-ı Hakkın kemal-i kudretini ve azamet-i rububiyetini gösteren ve vahdaniyetine şehadet eden, semavat ve arzın hilkatindeki tecelli-i saltanat-ı uluhiyet; ve gece gündüzün ihtilafındaki tecelli-i rububiyet; ve hayat-ı içtimaiye-i insana en büyük bir vasıta olan gemiyi denizde teshir ile tecelli-i rahmet; ve semadan ab-ı hayatı ölmüş zemine gönderip zemini yüz bin taifeleriyle ihya edip bir mahşer-i acaip suretine getirmekteki tecelli-i azamet-i kudret; ve zeminde hadsiz, muhtelif hayvanatı basit bir topraktan halk etmekteki tecelli-i rahmet ve kudret; ve rüzgarları, nebatat ve hayvanatın teneffüs ve telkihlerine hizmet gibi vezaif-i azime ile tavzif edip tedbir ve teneffüse salih vaziyete getirmek için tahrik ve idaresindeki tecelli-i rahmet ve hikmet; ve zemin ve asüman ortasında, vasıta-i rahmet olan bulutları bir mahşer-i acaip gibi muallakta toplayıp dağıtmak, bir ordu gibi istirahat ettirip vazife başına davet etmek gibi teshirindeki tecelli-i rububiyet gibi mensucat-ı sanatı tadat ettikten sonra, aklı, onların hakaikına ve tafsiline sevk edip tefekkür ettirmek için لاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ der, onunla ukulü ikaz için akla havale eder.
ÜÇÜNCÜ MEZİYET-İ CEZaLET: Bazan Kuran Cenab-ı Hakkın fiillerini tafsil ediyor; sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir; icmalle hıfzettirir, bağlar. Mesela,
وَكَذٰلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَأْوِيلِ اْلاَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلٰۤى اٰلِ يَعْقُوبَ كَمَۤا اَتَمَّهَا عَلٰۤى اَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ اِبْرٰهِيمَ وَاِسْحٰقَ اِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
İşte, Yusuf ve ecdadına edilen nimetleri şu ayetle işaret eder. Der ki:
Sizi bütün insanlar içinde makam-ı nübüvvetle serfiraz, bütün silsile-i enbiyayı silsilenize raptedip silsilenizi nev-i beşer içinde bütün silsilelerin serdarı, hanedanınızı ulum-u İlahiye ve hikmet-i Rabbaniyeye bir hücre-i talim ve hidayet suretine getirip, o ilim ve hikmetle dünyanın saadetkarane saltanatını, ahiretin saadet-i ebediyesiyle sizde birleştirmek, seni ilim ve hikmetle Mısıra hem aziz bir reis, hem ali bir nebi, hem hakim bir mürşid etmek olan niamat-ı İlahiyeyi zikir ve tadat edip, ilim ve hikmetle onu, aba ve ecdadını mümtaz ettiğini zikrediyor. Sonra, “Senin Rabbin Alim ve Hakimdir,” der. “Onun rububiyeti ve hikmeti iktiza eder ki, seni ve aba ve ecdadını Alim, Hakim ismine mazhar etsin.” İşte, o mufassal nimetleri şu fezleke ile icmal eder.
Hem mesela, قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَۤاءُ İşte şu ayet, Cenab-ı Hakkın, nev-i beşerin hayat-ı içtimaiyesindeki tasarrufatını şöyle gösteriyor ki:
İzzet ve zillet, fakr ve servet, doğrudan doğruya Cenab-ı Hakkın meşietine ve iradesine bağlıdır. Demek, kesret-i tabakatın en dağınık tasarrufatına kadar, meşiet ve takdir-i İlahi ye iledir, tesadüf karışamaz. Şu hükmü verdikten sonra, insaniyet hayatında en mühim iş, onun rızkıdır. Şu ayet, beşerin rızkını doğrudan doğruya Rezzak-ı Hakikinin hazine-i rahmetinden gönderdiğini bir iki mukaddime ile ispat eder. Şöyle ki:
Der: Rızkınız yerin hayatına bağlıdır. Yerin dirilmesi ise, bahara bakar. Bahar ise, şems ve kameri teshir eden, gece ve gündüzü çeviren Zatın elindedir. Öyle ise, bir elmayı bir adama hakiki rızık olarak vermek, bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dolduran o Zat verebilir. Ve O, ona hakiki Rezzak olur. Sonra da وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَۤاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ der. Bu cümlede o tafsilatlı fiilleri icmal ve ispat eder. Yani, size hesapsız rızık veren Odur ki, bu fiilleri yapar.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE-İ BELaĞAT: Kuran kah olur, mahlukat-ı İlahiyeyi bir tertiple zikreder; sonra o mahlukat içinde bir nizam, bir mizan olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle, güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki, sonra o ayine-misal tertibinden cilvesi bulunan esma-i İlahiyeyi gösteriyor. Güya o mahlukat-ı mezkure elfazdır; şu esma onun manaları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hülasalarıdırlar. Mesela,
وَلَقَدْخَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ مِنْ سُلاَلَةٍ مِنْ طِينٍ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِى قَرَارٍ مَكِينٍ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ اَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَ فَتَبَارَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
İşte, Kuran, hilkat-i insan ın o acip, garip, bedi, muntazam, mevzun etvarını öyle ayine-misal bir tarzda zikredip tertip ediyor ki, فَتَبَارَكَ اللهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ içinde kendi kendine görünüyor ve kendini dedirttiriyor. Hatta, vahyin bir katibi, şu ayeti yazarken, daha şu kelime gelmezden evvel şu kelimeyi söylemiştir. “Acaba bana da mı vahiy gelmiş?” zannında bulunmuş. Halbuki, evvelki kelamın kemal-i nizam ve şeffafiyetidir ve insicamıdır ki, o kelam gelmeden kendini göstermiştir.
Hem mesela,
اِنَّ رَبَّكُمُ اللهُ الَّذِى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ اَلاَ لَهُ الْخَلْقُ وَاْلاَمْرُ تَبَارَكَ اللهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ
İşte, Kuran şu ayette, azamet-i kudret-i İlahiye ve saltanat-ı rububiyeti öyle bir tarzda gösteriyor ki, güneş, ay, yıldızlar emirber neferleri gibi emrine müheyya, gece ve gündüzü beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki şerit gibi birbiri arkasında döndürüp ayat-ı rububiyetini kainat sahifelerinde yazan ve Arş-ı Rububiyetinde duran bir Kadir-i Zülcelali gösterdiğinden, her ruh işitse, “Barekallah, maşaallah, fetebarekallahü Rabbül-alemin” demeye hahişger olur. Demek, تَبَارَكَ اللهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ sabıkın hülasası, çekirdeği, meyvesi ve ab-ı hayatı hükmüne geçer.
BEŞİNCİ MEZİYET-İ CEZaLET: Kuran, bazan tagayyüre maruz ve muhtelif keyfiyata medar maddi cüziyatı zikreder. Onları hakaik-ı sabite suretine çevirmek için sabit, nurani, külli esma ile icmal eder, bağlar. Veyahut tefekküre ve ibrete teşvik eder bir fezleke ile hatime verir.
Birinci mananın misallerinden, mesela
وَعَلَّمَ اٰدَمَ اْلاَسْمَۤاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰۤئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُنِى بِاَسْمَۤاءِ هٰۤؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ قَالُوا سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
İşte, şu ayet, evvela “Hazret-i ademin hilafet meselesinde melaikelere rüçhaniyetine medar, ilmi olduğu” olan bir hadise-i cüziyeyi zikreder. Sonra, o hadisede, melaikelerin ademe karşı ilim noktasında hadise-i mağlubiyetlerini zikreder. Sonra bu iki hadiseyi, iki ism-i külli ile icmal ediyor-yani اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ Yani, “Alim ve Hakim Sen olduğun için ademi talim ettin, bize galip oldu. Hakim olduğun için bize istidadımıza göre veriyorsun, onun istidadına göre rüçhaniyet veriyorsun.”
İkinci mananın misallerinden, mesela,
وَاِنَّ لَكُمْ فِى اْلاَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقِيكُمْ مِمَّا فِى بُطُونِهِ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا
خَالِصًا سَۤائِغًا لِلشَّارِبِينَ ila ahir .
فِيهِ شِفَۤاءٌ لِلنَّاسِ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
İşte şu ayetler, Cenab-ı Hakkın koyun, keçi, inek, manda, deve gibi mahluklarını insanlara halis, safi, leziz bir süt çeşmesi; üzüm ve hurma gibi masnuları da insanlara latif, leziz, tatlı birer nimet tablaları ve kazanları; ve arı gibi küçük mucizat-ı kudretini şifalı ve tatlı, güzel bir şerbetçi yaptığını ayet şöylece gösterdikten sonra, tefekküre, ibrete başka şeyleri de kıyas etmeye teşvik için اِنَّ فِى ذٰلِكَ لاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ der, hatime verir.
ALTINCI NÜKTE-İ BELaĞAT: Kah oluyor ki, ayet, geniş bir kesrete ahkam-ı rububiyeti serer, sonra birlik ciheti hükmünde bir rabıta-i vahdetle birleştirir, veyahut bir kaide-i külliye içinde yerleştirir. Mesela,
وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ وَلاَ يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظِيمُ
İşte, ayetül-Kürside on cümle ile on tabaka-i tevhidi ayrı ayrı renklerde ispat etmekle beraber مَنْ ذَا الَّذِى يَشْفَعُ عِنْدَهُۤ اِلاَّ بِاِذْنِهِ cümlesiyle, gayet keskin bir şiddetle şirki ve gayrın müdahalesini keser, atar. Hem şu ayet İsm-i azamın mazharı olduğundan, hakaik-ı İlahiyeye ait manaları azami derecededir ki, azamiyet derecesinde bir tasarruf-u rububiyeti gösteriyor. Hem umum semavat ve arza birden müteveccih tedbir-i uluhiyeti en azami bir derecede, umuma şamil bir hafiziyeti zikrettikten sonra, bir rabıta-i vahdet ve birlik ciheti, o azami tecelliyatlarının menbalarını وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظِيمُ ile hülasa eder.
Hem mesela,
اَللهُ الَّذِى خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ وَاَنْزَلَ مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْفُلْكَ لِتَجْرِي فِى الْبَحْرِ بِاَمْرِهِ وَسَخَّرَ لَكُمُ اْلاَنْهَارَ وَسَخَّرَ لَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ دَۤائِبَيْنِ وَسَخَّرَ لَكُمُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَاٰتٰيكُمْ مِنْ
كُلِّ مَاسَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللهِ لاَ تُحْصُوهَا
İşte şu ayetler, evvela Cenab-ı Hakkın insana karşı şu koca kainatı nasıl bir saray hükmünde halk edip, semadan zemine ab-ı hayatı gönderip, insanlara rızkı yetiştirmek için zemini ve semayı iki hizmetkar ettiği gibi, zeminin sair aktarında bulunan herbir nevi meyvelerinden herbir adama istifade imkanı vermek, hem insanlara semere-i saylerini mübadele edip her nevi medar-ı mAyşetini temin etmek için gemiyi insana musahhar etmiştir. Yani, denize, rüzgara, ağaca öyle bir vaziyet vermiş ki, rüzgar bir kamçı, gemi bir at, deniz onun ayağı altında bir çöl gibi durur. İnsanları gemi vasıtasıyla bütün zemine münasebettar etmekle beraber, ırmakları, büyük nehirleri insanın fıtri birer vesait-i nakliyesi hükmünde teshir, hem güneşle ayı seyrettirip mevsimleri ve mevsimlerde değişen Münim-i Hakikinin renk renk nimetlerini insanlara takdim etmek için iki musahhar hizmetkar ve o büyük dolabı çevirmek için iki dümenci hükmünde halk etmiş. Hem gece ve gündüzü insana musahhar, yani hab-ı rahatına geceyi örtü, gündüzü mAyşetlerine ticaretgah hükmünde teshir etmiştir. İşte bu niam-ı İlahiyeyi tadat ettikten sonra, insana verilen nimetlerin ne kadar geniş bir dairesi olduğunu gösterip, o dairede de ne derece hadsiz nimetler dolu olduğunu, şu
وَاٰتيٰكُمْ مِنْ كُلِّ مَاسَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللهِ لاَ تُحْصُوهَا
fezleke ile gösterir. Yani, istidat ve ihtiyac-ı fıtri lisanıyla insan ne istemişse, bütün verilmiş. İnsana olan nimet-i İlahiye tadat ile bitmez, tükenmez. Evet, insanın madem bir sofra-i nimeti semavat ve arz ise ve o sofradaki nimetlerden bir kısmı şems, kamer, gece, gündüz gibi şeyler ise, elbette insana müteveccih olan nimetler had ve hesaba gelmez.
YEDİNCİ SIRR-I BELaĞAT: Kah oluyor ki, ayet, zahiri sebebi icadın kabiliyetinden azletmek ve uzak göstermek için, müsebbebin gayelerini, semerelerini gösteriyor—ta anlaşılsın ki, sebep yalnız zahiri bir perdedir. Çünkü gayet hakimane gayeleri ve mühim semereleri irade etmek, gayet alim, hakim birinin işi olmak lazımdır. Sebebi ise şuursuz, camiddir.
Hem semere ve gayetini zikretmekle ayet gösteriyor ki, sebepler çendan nazar-ı zahiride ve vücutta müsebbebatla muttasıl ve bitişik görünür. Fakat hakikatte mabeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en edna bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte, sebep ve müsebbep ortasındaki uzun mesafede, esma-i İlahiye birer yıldız gibi tulu eder. Matlaları, o mesafe-i maneviyedir. Nasıl ki zahir nazarda dağların daire-i ufkunda semanın etekleri muttasıl ve mukarin görünür. Halbuki, daire-i ufk-u cibaliden semanın eteğine kadar, umum yıldızların matlaları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azime bulunduğu gibi, esbab ile müsebbebat mabeyninde öyle bir mesafe-i maneviye var ki, imanın dürbünüyle, Kuranın nuruyla görünür. Mesela,
فَلْيَنْظُرِ اْلاِنْسَانُ اِلٰى طَعَامِهِ اَنَّا صَبَبْنَا الْمَۤاءَ صَبًّا ثُمَّ شَقَقْنَا اْلاَرْضَ شَقًّا فَاَنْبَتْنَا فِيهَا حَبًّا وَعِنَبًا وَقَضْبًا وَزَيْتُونًا وَنَخْلاً وَحَدَۤائِقَ غُلْبًا وَفَاكِهَةً وَاَبًّا مَتَاعًا لَكُمْ وَ ِلاَنْعَامِكُمْ
İşte şu ayet-i kerime, mucizat-ı kudret-i İlahiyeyi bir tertib-i hikmetle zikrederek esbabı müsebbebata raptedip, en ahirde مَتَاعًا لَكُمْ lafzıyla bir gayeyi gösterir ki, o gaye, bütün o müteselsil esbab ve müsebbebat içinde o gayeyi gören ve takip eden gizli bir Mutasarrıf bulunduğunu ve o esbab Onun perdesi olduğunu ispat eder.
Evet, مَتَاعًا لَكُمْ وَِلاَنْعَامِكُمْ tabiriyle, bütün esbabı icad kabiliyetinden azleder.
Manen der: Size ve hayvanatınıza rızkı yetiştirmek için su semadan geliyor. O suda, size ve hayvanatınıza acıyıp, şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti olmadığından, su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak nebatatıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor; Birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hububatı yetiştirmekten pek çok uzak olduğundan, ayet gösteriyor ki, onlar bir Hakim-i Rahimin perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, zihayatlara uzatıyor. İşte şu beyanattan Rahim, Rezzak, Münim, Kerim gibi çok esmanın matlaları görünüyor.
Hem mesela,
اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللهَ يُزْجِى سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلاَلِهِ وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَۤاءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ فَيُصِيبُ بِهِ مَنْ يَشَۤاءُ وَيَصْرِفُهُ عَنْ مَنْ يَشَۤاءُ يَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِاْلاَبْصَارِ يُقَلِّبُ اللهُ الَّيْلَ وَالنَّهَارَ اِنَّ فِى ذٰلِكَ لَعِبْرَةً ِلاُولِى اْلاَبْصَارِ وَاللهُ خَلَقَ كُلَّ دَۤابَّةٍ مِنْ مَۤاءٍ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلٰى بَطْنِهِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلٰى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِى عَلٰۤى اَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللهُ مَا يَشَۤاءُ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
İşte, şu ayet, mucizat-ı rububiyetin en mühimlerinden ve hazine-i rahmetin en acip perdesi olan bulutların teşkilatında, yağmur yağdırmaktaki tasarrufat-ı acibeyi beyan ederken, güya bulutun eczaları cevv-i havada dağılıp saklandığı vakit, istirahate giden neferat misillü, bir boru sesiyle toplandığı gibi, emr-i İlahi ile toplanır, bulut teşkil eder. Sonra, küçük küçük taifeler bir ordu teşkil eder gibi, o parça parça bulutları telif edip, kıyamette seyyar dağlar cesamet ve şeklinde ve rutubet ve beyazlık cihetinde kar ve dolu keyfiyetinde olan o sehab parçalarından, ab-ı hayatı bütün zihayata gönderiyor. Fakat o göndermekte bir irade, bir kast görünüyor. Hacata göre geliyor; demek gönderiliyor. Cevv berrak, safi, hiçbir şey yokken, bir mahşer-i acaip gibi, dağvari parçalar kendi kendine toplanmıyor. Belki zihayatı tanıyan Birisidir ki, gönderiyor. İşte, şu mesafe-i maneviyede Kadir, Alim, Mutasarrıf, Müdebbir, Mürebbi, Mugis, Muhyi gibi esmaların matlaları görünüyor.
SEKİZİNCİ MEZİYET-İ CEZaLET: Kuran, kah oluyor ki, Cenab-ı Hakkın ahiretteki harika efallerini kalbe kabul ettirmek için ihzariye hükmünde ve zihni tasdike müheyya etmek için bir idadiye suretinde, dünyadaki acaib-i efalini zikreder. Veyahut istikbali ve uhrevi olan efal-i acibe-i İlahiyeyi öyle bir surette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazireleriyle onlara kanaatimiz gelir. Mesela, اَوَلَمْ يَرَ اْلاِنْسَانُ اَنَّاخَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَاِذَا هُوَخَصِيمٌ مُبِينٌ ta surenin ahirine kadar… İşte, şu bahiste, haşir meselesinde, Kuran-ı Hakim, haşri ispat için yedi sekiz surette, muhtelif bir tarzda ispat ediyor.
Evvela neşe-i ulayı nazara verir, der ki: Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan ta hilkat-i insaniyeye kadar olan neşetinizi görüyorsunuz. Nasıl oluyor ki neşe-i uhrayı inkar ediyorsunuz? O onun misli, belki daha ehvenidir.
Hem Cenab-ı Hak insana karşı ettiği ihsanat-ı azimeyi اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ اْلاَخْضَرِ نَارًا kelimesiyle işaret edip der: Size böyle nimet eden bir Zat sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.
Hem remzen der: Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip istibad ediyorsunuz.
Hem semavat ve arzı halk eden, semavat ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve mematından aciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhude yapar mı zannedersiniz?
Der: Haşirde sizi ihya edecek Zat öyle bir zattır ki, bütün kainat Ona emirber nefer hükmündedir; emr-i كُنْ فَيَكُونُ a karşı kemal-i inkıyadla serfuru eder. Bir baharı halketmek, bir çiçek kadar Ona ehven gelir. Bütün hayvanatı icad etmek, bir sinek icadı kadar kudretine kolay gelir bir Zattır. Öyle bir Zata karşı مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ deyip kudretine karşı tacizle meydan okunmaz.
Sonra, فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ tabiriyle, herşeyin dizgini elinde, herşeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitap sahifeleri gibi kolayca çevirir, dünya ve ahireti iki menzil gibi bunu kapar, onu açar bir Kadir-i Zülcelaldir.
Madem böyledir. Bütün delailin neticesi olarak وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ yani, kabirden sizi ihya edip, haşre getirip huzur-u kibriyasında hesabınızı görecektir.
İşte, şu ayetler, haşrin kabulüne zihni müheyya etti, kalbi de hazır etti. Çünkü nezairini dünyevi efal ile de gösterdi.
Hem kah oluyor ki, efal-i uhreviyesini öyle bir tarzda zikreder ki, dünyevi nezairlerini ihsas etsin, ta istibad ve inkara meydan kalmasın. Mesela اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ilh., ve اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ ilh., ve اِذَا السَّمَۤاۤءُ انْشَقَّتْ
İşte, şu surelerde, kıyamet ve haşirdeki inkılabat-ı azimeyi ve tasarrufat-ı rububiyeti öyle bir tarzda zikreder ki, insan onların nazirelerini dünyada, mesela güzde, baharda gördüğü için, kalbe dehşet verip akla sığmayan o inkılabatı kolayca kabul eder. Şu üç surenin meal-i icmalisine işaret dahi pek uzun olur. Onun için birtek kelimeyi nümune olarak göstereceğiz.
Mesela اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ kelimesi ifade eder ki, haşirde herkesin bütün amali bir sahife içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mesele, kendi kendine çok acaip olduğundan, akıl ona yol bulamaz. Fakat surenin işaret ettiği gibi, haşr-i baharide başka noktaların naziresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf naziresi pek zahirdir. Çünkü, her meyvedar ağacın, çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var, esma-i İlahiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmişse ubudiyetleri var. İşte, onun, bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp, başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisanıyla, gayet fasih bir surette, analarının ve asıllarının amalini zikrettiği gibi, dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle, sahife-i amalini neşreder. İşte, gözümüzün önünde bu hakimane, hafizane, müdebbirane, mürebbiyane, latifane şu işi yapan Odur ki, der: اِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ
Başka noktaları buna kıyas eyle, kuvvetin varsa istinbat et. Sana yardım için bunu da söyleyeceğiz: İşte, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ şu kelam, tekvir lafzıyla, yani “sarmak ve toplamak” manasıyla parlak bir temsile işaret ettiği gibi, nazirini dahi ima eder.
Birinci: Evet, Cenab-ı Hak tarafından adem ve esir ve sema perdelerini açıp, güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta-misal bir lambayı, hazine-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra, o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak.
İkinci: Veya, ziya metaını neşretmek ve zeminin kafasına ziyayı zulmetle münavebeten sarmakla muvazzaf bir memur olduğunu ve her akşam o memura metaını toplattırıp gizlettiği gibi, kah olur bir bulut perdesiyle alışverişini az yapar, kah olur ay onun yüzüne karşı perde olur, muamelesini bir derece çeker; metaını ve muamelat defterlerini topladığı gibi, elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisal edecektir. Hatta hiçbir sebeb-i azil bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, güneş, yerin başına izn-i İlahi ile sardığı ziyayı emr-i Rabbani ile geriye alıp, güneşin başına sarıp, “Haydi, yerde işin kalmadı,” der. “Cehenneme git, sana ibadet edip senin gibi bir memur-u musahharı sadakatsizlikle tahkir edenleri yak” der, اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ fermanını lekeli siyah yüzüyle yüzünde okur.
DOKUZUNCU NÜKTE-İ BELaĞAT: Kuran-ı Hakim, kah olur, cüzi bazı maksatları zikreder; sonra, o cüziyat vasıtasıyla külli makàsıda zihinleri sevk etmek için, o cüzi maksadı bir kaide-i külliye hükmünde olan Esma-i Hüsna ile takrir ederek tesbit eder, tahkik edip ispat eder. Mesela,
قَدْ سَمِعَ اللهُ قَوْلَ الَّتِى تُجَادِلُكَ فِى زَوْجِهَا وَتَشْتَكِۤى اِلَى اللهِ وَاللهُ يَسْمَعُ تَحَاوُرَكُمَا اِنَّ اللهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ
İşte, Kuran der: Cenab-ı Hak Semi-i Mutlaktır; herşeyi işitir. Hatta, en cüzi bir macera olan ve zevcinden teşekki eden bir zevcenin sana karşı mücadelesini Hak ismiyle işitir. Hem rahmetin en latif cilvesine mazhar ve şefkatin en fedakar bir hakikatine maden olan bir kadının haklı olarak zevcinden davasını ve Cenab-ı Hakka şekvasını, umur-u azime suretinde, Rahim ismiyle, ehemmiyetle işitir ve Hak ismiyle, ciddiyetle bakar.
İşte, bu cüzi maksadı küllileştirmek için, mahlukatın en cüzi bir hadisesini işiten, gören, kainatın daire-i imkanisinden hariç bir Zat, elbette herşeyi işitir, herşeyi görür bir zat olmak lazım gelir. Ve kainata Rab olan, kainat içinde mazlum, küçük mahlukların dertlerini görmek, feryatlarını işitmek gerektir. Dertlerini görmeyen, feryatlarını işitmeyen, Rab olamaz. Öyle ise, اِنَّ اللهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ cümlesiyle iki hakikat-i azimeyi tesbit eder.
Hem mesela,
سُبْحَانَ الَّذِۤى اَسْرٰى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ اْلاَقْصَا الَّذِى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ
İşte, Kuran, Resulallah aleyhissalatü vesselamın miracının mebdei olan, Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksaya olan seyeranını zikrettikten sonra,
اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ der. اِنَّهُ daki zamir, ya Cenab-ı Hakkadır veyahut Peygamberedir.
Peygambere göre olsa, şöyle oluyor ki: “Bu seyahat-i cüzide bir seyr-i umumi, bir uruc-u külli var ki, ta Sidretül-Müntehaya, ta Kab-ı Kavseyne kadar meratib-i külliye-i esmaiyede gözüne, kulağına tezahür eden ayat-ı Rabbaniyeyi ve acaib-i sanat-ı İlahiyeyi işitmiş, görmüştür” der. O küçük, cüzi seyahati, külli ve mahşer-i acaip bir seyahatin anahtarı hükmünde gösteriyor.
Eğer zamir Cenab-ı Hakka raci olsa şöyle oluyor ki: Bir abdini bir seyahatte huzuruna davet edip bir vazife ile tavzif etmek için Mescid-i Haramdan mecma-ı enbiya olan Mescid-i Aksaya gönderip, enbiyalarla görüştürüp, bütün enbiyaların usul-ü dinlerine varis-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, ta Kab-ı Kavseyne kadar mülk ve melekutunda gezdirdi. İşte, çendan o zat bir abddir; bir mirac-ı cüzide seyahat eder. Fakat bu abdde, bütün kainata taalluk eden bir emanet beraberdir. Hem şu kainatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, Cenab-ı Hak kendi zatını, “bütün eşyayı işitir ve görür” sıfatıyla tavsif eder—ta o emanet, o nur, o anahtarın cihanşümul hikmetlerini göstersin.
Hem mesela,
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ جَاعِلِ الْمَلٰۤئِكَةِ رُسُلاً اُولۤىِ اَجْنِحَةٍ مَثْنٰى وَثُلٰثَ وَرُبَاعَ يَزِيدُ فِى الْخَلْقِ مَا يَشَۤاءُ اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
İşte, şu surede, “Semavat ve arzın Fatır-ı Zülcelali, semavat ve arzı öyle bir tarzda tezyin edip asar-ı kemalini göstermekle, hadsiz seyircilerinden Fatırına hadsiz medh ü senalar ettiriyor. Ve öyle de hadsiz nimetlerle süslendirmiş ki, sema ve zemin bütün nimetlerin ve nimet-didelerin lisanlarıyla o Fatır-ı Rahmanına nihayetsiz hamd ve sitayiş ederler” dedikten sonra, yerin şehirleri ve memleketleri içinde Fatırın verdiği cihazat ve kanatlarıyla seyr ü seyahat eden insanlarla hayvanat ve tuyur gibi, semavi saraylar olan yıldızlar ve ulvi memleketleri olan burçlarda gezmek ve tayeran etmek için, o memleketin sekeneleri olan meleklerine kanat veren Zat-ı Zülcelal, elbette herşeye kadir olmak lazım gelir. Bir sineğe bir meyveden bir meyveye, bir serçeye bir ağaçtan bir ağaca uçmak kanadını veren, Zühreden Müşteriye, Müşteriden Zuhale uçacak kanatları O veriyor.
Hem melaikeler, sekene-i zemin gibi cüziyete münhasır değiller. Bir mekan-ı muayyen onları kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyade yıldızlarda bulunduğuna işaret, مَثْنٰى وَثُلٰثَ وَرُبَاعَ kelimeleriyle tafsil verir.
İşte, şu hadise-i cüziye olan “melaikeleri kanatlarla teçhiz etmek” tabiriyle, gayet külli ve umumi bir azamet-i kudretin destgahına işaret ederek اِنَّ اللهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ fezlekesiyle tahkik edip tesbit eder.
ONUNCU NÜKTE-İ BELaĞAT: Kah oluyor, ayet insanın isyankarane amellerini zikreder, şedit bir tehditle zecreder; sonra, şiddet-i tehdit yese ve ümitsizliğe atmamak için, rahmetine işaret eden bir kısım esma ile hatime verir, teselli eder.
Mesela,
قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُۤ اٰلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لاَبْتَغَوْا اِلٰى ذِى الْعَرْشِ سَبِيلاً سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبِيرًا تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلٰكِنْ لاَتَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
İşte şu ayet der ki: De: Eğer dediğiniz gibi mülkünde şeriki olsaydı, elbette Arş-ı Rububiyetine el uzatıp, müdahale eseri görünecek bir derecede bir intizamsızlık olacaktı. Halbuki, yedi tabaka semavattan tut ta hurdebini zihayatlara kadar herbir mahluk, külli olsun, cüzi olsun, küçük olsun, büyük olsun, mazhar olduğu bütün isimlerin cilve ve nakışları dilleriyle, o Esma-i Hüsnanın Müsemma-i Zülcelalini tesbih edip şerik ve nazirden tenzih ediyorlar.
Evet, nasıl ki sema güneşler, yıldızlar denilen nurefşan kelimatıyla, hikmet ve intizamıyla Onu takdis ediyor, vahdetine şehadet ediyor; ve cevv-i hava dahi bulutların sesiyle, berk ve raad ve katrelerin kelimatıyla Onu tesbih ve takdis ve vahdaniyetine şehadet eder. Öyle de, zemin, hayvanat ve nebatat ve mevcudat denilen hayattar kelimatıyla Halık-ı Zülcelalini tesbih ve tevhid etmekle beraber; herbir ağacı, yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimatıyla yine tesbih edip birliğine şehadet eder. Öyle de, en küçük mahluk, en cüzi bir masnu, küçüklüğü ve cüziyetiyle beraber, taşıdığı nakışlar ve keyfiyetler işaretiyle pek çok esma-i külliyeyi göstermekle Müsemma-yı Zülcelali tesbih edip vahdaniyetine şehadet eder.
İşte, bütün kainat birden, bir lisanla, müttefikan Halık-ı Zülcelalini tesbih edip vahdaniyetine şehadet ederek kendilerine göre muvazzaf oldukları vazife-i ubudiyeti kemal-i itaatle yerine getirdikleri halde, şu kainatın hülasası ve neticesi ve nazdar bir halifesi ve nazenin bir meyvesi olan insan, bütün bunların aksine, zıddına olarak ettikleri küfür ve şirkin ne kadar çirkin düşüp ne derece cezaya şayeste olduğunu ifade edip bütün bütün yese düşürmemek için, hem şunun gibi nihayetsiz bir cinayete, hadsiz çirkin bir isyana Kahhar-ı Zülcelal nasıl meydan verip kainatı başlarına harap etmediğinin hikmetini göstermek için اِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا der. O hatime ile hikmet-i imhali gösterip bir rica kapısı açık bırakır.
İşte, şu on işarat-ı icaziyeden anla ki, ayetlerin hatimelerindeki fezlekelerde, çok reşahat-ı hidayetiyle beraber çok lemeat-ı icaziye vardır ki, bülegaların en büyük dahileri, şu bedi üsluplara karşı kemal-i hayret ve istihsanlarından parmağını ısırmış, dudağını dişlemiş, “Ma haza kelamu beşer” demiş;
اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحٰى ya hakkalyakin olarak iman etmişler. Demek, bazı ayette, bütün mezkur işaratla beraber, bahsimize girmeyen çok mezaya-yı ahari de tazammun eder ki, o mezayanın icmaında öyle bir nakş-ı icaz görünür ki, kör dahi görebilir.
İKİNCİ ŞULENİN ÜÇÜNCÜ NURU
Şudur ki: Kuran, başka kelamlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünkü, kelamın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemal cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediplerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma.
Madem kelam kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır. Kuranın menbaına dikkat edilse, Kuranın derece-i belağati, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. Evet, madem kelam, mütekellime bakıyor. Eğer o kelam emir ve nehiy ise, mütekellimin derecesine göre irade ve kudreti de tazammun eder. O vakit söz mukavemetsuz olur, maddi elektrik gibi tesir eder; kelamın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezayüd eder.
Mesela يَۤا اَرْضُ ابْلَعِى مَۤاءَكِ وَيَاسَمَۤاءُ اَقْلِعِى yani “Ya arz! Vazifen bitti; suyunu yut. Ya sema! Hacet kalmadı; yağmuru kes.” Mesela فَقَالَ لَهَا وَلِلْاَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا اَوْ كَرْهًا قَالَتَۤا اَتَيْنَا طَۤائِعِينَ yani “Ya arz, ya sema! İster istemez geliniz, hikmet ve kudretime ram olunuz. Ademden çıkıp, vücutta meşhergah-ı sanatıma geliniz dedi. Onlar da: “Biz kemal-i itaatle geliyoruz. Bize gösterdiğin her vazifeyi Senin kuvvetinle göreceğiz.” İşte, kuvvet ve iradeyi tazammun eden hakiki ve nafiz şu emirlerin kuvvet ve ulviyetine bak. Sonra insanların اُسْكُنِى يَۤا اَرْضُ وَانْشَقِّى يَا سَمَۤاءُ وَقُومِۤى اَيَّتُهَا الْقِيٰمَةُ gibi suret-i emirde cemadata hezeyanvari muhaveresi, hiç o iki emre kabil-i kıyas olabilir mi? Evet, temenniden neşet eden arzular ve o arzulardan neşet eden fuzuliyane emirler nerede, hakikat-i amiriyetle muttasıf bir amirin iş başında hakikat-i emri nerede? Evet, emr-i nafiz, büyük bir amirin muti ve büyük bir ordusuna “Arş!” emri nerede? Ve şöyle bir emir, adi bir neferden işitilse, iki emir sureten bir iken, manen bir neferle bir ordu kumandanı kadar farkı var.
Mesela, اِنَّمَۤا اَمْرُهُۤ اِذَۤا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ Hem mesela, وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰۤئِكَةِ اسْجُدُوا ِلاٰدَمَ Şu iki ayette iki emrin kuvvet ve ulviyetine bak, sonra beşerin emirler nevindeki kelamına bak. Acaba yıldız böceğinin güneşe nisbeti gibi kalmıyorlar mı? Evet, hakiki bir malikin iş başındaki bir tasviri ve hakiki bir sanatkarın işlediği vakit sanatına dair verdiği beyanatı ve hakiki bir münimin ihsan başında iken beyan ettiği ihsanatı, yani, kavl ile fiili birleştirmek, kendi fiilini hem göze, hem kulağa tasvir etmek için şöyle dese: “Bakınız, işte bunu yaptım. Böyle yapıyorum. İşte bunu bunun için yaptım. Bu böyle olacak. Bunun için işte bunu böyle yapıyorum.” Mesela,
اَفَلَمْ يَنْظُرُۤوا اِلَى السَّمَۤاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا وَزَيَّنَّاهَا وَمَالَهَا مِنْ فُرُوجٍ وَاْلاَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَاَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ وَاَنْبَتْنَا فِيهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ تَبْصِرَةً وَذِكْرٰى لِكُلِّ عَبْدٍ مُنِيبٍ وَنَزَّلْنَا مِنَ السَّمَۤاءِ مَۤاءً مُبَارَكًا فَاَنْبَتْنَا بِهِ جَنَّاتٍ وَحَبَّ الْحَصِيدِ وَالنَّخْلَ بَاسِقَاتٍ لَهَا طَلْعٌ نَضِيدٌ رِزْقًا لِلْعِبَادِ وَاَحْيَيْنَا بِهِ بَلْدَةً مَيْتًا كَذٰلِكَ الْخُرُوجُ
Kuranın semasında, şu surenin burcunda parlayan yıldız-misal Cennet meyveleri gibi şu tasviratı, şu efalleri içindeki intizam-ı belağatle çok tabaka delailini zikredip, neticesi olan haşri كَذٰلِكَ الْخُرُوجُ tabiriyle ispat edip, surenin başında haşri inkar edenleri ilzam etmek nerede; insanların fuzuliyane, onlarla teması az olan efalden bahisleri nerede? Taklit suretinde çiçek resimleri, hakiki, hayattar çiçeklere nisbeti derecesinde olamaz! Şu اَفَلَمْ يَنْظُرُوا dan, ta كَذٰلِكَ الْخُرُوجُ a kadar güzelce meali söylemek çok uzun gider. Yalnız bir işaret edip geçeceğiz. Şöyle ki:
Surenin başında, küffar, haşri inkar ettiklerinden, Kuran onları haşrin kabulüne mecbur etmek için şöylece bast-ı mukaddemat eder, der: “aya, üstünüzdeki semaya bakmıyor musunuz ki, Biz ne keyfiyette, ne kadar muntazam, muhteşem bir surette bina etmişiz. Hem görmüyor musunuz ki, nasıl yıldızlarla, ay ve güneşle tezyin etmişiz, hiçbir kusur ve noksaniyet bırakmamışız. Hem görmüyor musunuz ki, zemini size ne keyfiyette sermişiz, ne kadar hikmetle tefriş etmişiz. O yerde dağları tesbit etmişiz, denizin istilasından muhafaza etmişiz. Hem görmüyor musunuz, o yerde ne kadar güzel, rengarenk herbir cinsten çift hadravatı, nebatatı halk ettik, yerin her tarafını o güzellerle güzelleştirdik. Hem görmüyor musunuz, ne keyfiyette sema canibinden bereketli bir suyu gönderiyoruz. O suyla bağ ve bostanları, hububatı, yüksek, leziz meyveli hurma gibi ağaçları halk edip ibadıma rızkı onunla gönderiyorum, yetiştiriyorum. Hem görmüyor musunuz, o suyla ölmüş memleketi ihya ediyorum, binler dünyevi haşirleri icad ediyorum. Nasıl bu nebatatı kudretimle bu ölmüş memleketten çıkarıyorum; sizin haşirdeki hurucunuz da böyledir. Kıyamette arz ölüp, siz sağ olarak çıkacaksınız.”
İşte, şu ayetin ispat-ı haşirde gösterdiği cezalet-i beyaniye—ki binden birisine ancak işaret edebildik—nerede, insanların bir dava için serd ettikleri kelimat nerede?
Şu risalenin başında, şimdiye kadar tahkik namına bitarafane muhakeme suretinde Kuranın icazını muannid bir hasma kabul ettirmek için, Kuranın çok hukukunu gizli bıraktık. O güneşi mumlar sırasına getirip muvazene ediyorduk. Şimdi tahkik, vazifesini ifa edip, parlak bir surette icazını ispat etti. Şimdi ise, tahkik namına değil, hakikat namına bir iki sözle, Kuranın muvazeneye gelmez hakiki makamına işaret edeceğiz.
Evet, sair kelamların Kuranın ayatına nisbeti, şişelerdeki görünen yıldızların küçücük akisleriyle yıldızların aynına nisbeti gibidir. Evet, herbiri birer hakikat-i sabiteyi tasvir eden, gösteren Kuranın kelimatı nerede, beşerin fikri ve duygularının ayineciklerinde kelimatıyla tersim ettikleri manalar nerede? Evet, envar-ı hidayeti ilham eden ve şems ve kamerin Halık-ı Zülcelalinin kelamı olan Kuranın melaike-misal zihayat kelimatı nerede; beşerin hevesatını uyandırmak için sehhar nefisleriyle, müzevver incelikleriyle ısırıcı kelimatı nerede? Evet, ısırıcı haşarat ve böceklerin mübarek melaike ve nurani ruhanilere nisbeti ne ise, beşerin kelimatı Kuranın kelimatına nisbeti odur. Şu hakikatleri, Yirmi Beşinci Sözle beraber, geçen yirmi dört adet Sözler ispat etmiştir. Şu davamız mücerret değil; burhanı, geçmiş neticedir. Evet, herbiri cevahir-i hidayetin birer sadefi ve hakaik-ı imaniyenin birer menbaı ve esasat-ı İslamiyenin birer madeni ve doğrudan doğruya Arşur-Rahmandan gelen ve kainatın fevkinde ve haricinde insana bakıp inen ve ilim ve kudret ve iradeyi tazammun eden ve hitab-ı ezeli olan elfaz-ı Kuraniye nerede; insanın hevai, hevaperestane, vahi, hevesperverane elfazı nerede?
Evet, Kuran, bir şecere-i tuba hükmüne geçip, şu alem-i İslamiyeyi bütün maneviyatıyla, şeair ve kemalatıyla, desatir ve ahkamıyla yapraklar suretinde neşredip, asfiya ve evliyasını birer çiçek hükmünde o ağacın ab-ı hayatıyla taze, güzel gösterip, bütün kemalat ve hakaik-ı kevniye ve İlahiyeyi semere verip, meyvelerindeki çok çekirdekleri ameli birer düstur, birer program hükmüne geçip, yine meyvedar ağaç hükmünde müteselsil hakaikı gösteren Kuran nerede; beşerin malumumuz olan kelamı nerede? Eynes-sera mines-Süreyya?
Bin üç yüz elli senedir, Kuran-ı Hakim, bütün hakaikını kainat çarşısında açıp teşhir ettiği halde, herkes, her millet, her memleket onun cevahirinden, hakaikından almıştır ve alıyorlar. Halbuki, ne o ülfet, ne o mebzuliyet, ne o mürur-u zaman, ne o büyük tahavvülatlar, onun kıymettar hakaikına, onun güzel üsluplarına halel verememiş, ihtiyarlatmamış, kurutmamış, kıymetten düşürmemiş, hüsnünü söndürmemiştir. Şu hal tek başıyla bir icazdır.
Şimdi biri çıksa, Kuranın getirdiği hakaikten bir kısmına kendi hevesince çocukça bir intizam verse, Kuranın bazı ayatına muaraza için nisbet etse, “Kurana yakın bir kelam söyledim” dese, öyle ahmakane bir sözdür ki: Mesela, taşları muhtelif cevahirden bir saray-ı muhteşemi yapan ve o taşların vaziyetinde umum sarayın nukuş-u aliyesine bakan mizanlı nakışlarla tezyin eden bir ustanın sanatıyla; o nukuş-u aliyeden fehmi kasır, o sarayın bütün cevahir ve ziynetlerinden bibehre bir adi adam, adi hanelerin bir ustası, o saraya girip, o kıymettar taşlardaki ulvi nakışları bozup, çocukça hevesine göre, adi bir hanenin vaziyetine göre bir intizam, bir suret verse ve çocukların nazarına hoş görünecek bazı boncukları taksa, sonra “Bakınız, o sarayın ustasından daha ziyade maharet ve servetim var ve kıymettar ziynetlerim var” dese, divanece bir hezeyan eden bir sahtekarın nisbet-i sanatı gibidir.
Üçüncü Şule
Üç Ziyası var.
BİRİNCİ ZİYA
Kuran-ı Mucizül-Beyanın büyük bir vech-i icazı On Üçüncü Sözde beyan edilmiştir. Kardeşleri olan sair vücuh-u icaziye sırasına girmek için bu makama alınmıştır.
İşte, Kuranın herbir ayeti, birer necm-i sakıp gibi icaz ve hidayet nurunu neşirle küfür ve gaflet zulümatını dağıttığını görmek ve zevk etmek istersen, kendini Kuranın nüzulünden evvel olan o asr-ı cahiliyette ve o sahra-yı bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında, perde-i cumud-u tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kuranın lisan-ı ulvisinden
سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ
gibi ayetleri işit, bak: O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı alem سَبَّحَ، يُسَبِّحُ sadasıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar.
Hem o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlukat تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ sayhasıyla, işitenin nazarında nasıl gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnüma, birer nur-u hakikat-eda; ve arz bir kafa, ve ber ve bahir birer lisan, ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbihfeşan suretinde arz-ı didar eder. Yoksa, bu zamandan ta o zamana bakmakla mezkur zevkin dekaikini göremezsin. Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zamanla ulum-u mütearife hükmüne geçen ve sair neyyirat-ı İslamiye ile parlayan ve Kuranın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyetle veyahut sathi ve basit bir perde-i ülfetle baksan, elbette herbir ayetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i icaz içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok enva-ı icazı içinde bu nevi icazını zevk edemezsin.
Kuran-ı Mucizül-Beyanın en yüksek derece-i icazına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki:
Gayet büyük ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç geniş bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mesturiyet içinde saklanmıştır. Malumdur ki, bir ağacın, insanın azaları gibi onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lazımdır. Herbir cüzü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir. İşte, hiç görülmeyen—ve hala görünmüyor—o ağaca dair biri çıksa, perde üstünde onun herbir azasına mukabil bir resim çekse, bir hudut çizse; daldan meyveye, meyveden yaprağa bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayet uzak mebde ve müntehasının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam bütün o gaybi ağacı gayb-aşina nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.
Aynen onun gibi, Kuran-ı Mucizül-Beyan dahi, hakikat-i mümkinata dair—ki o hakikat, dünyanın iptidasından tut, ta ahiretin en nihayetine kadar uzanmış ve Arştan ferşe, zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dair—beyanat-ı Kuraniye o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye layık bir suret vermiştir ki, bütün muhakkikler nihayet-i tahkikinde Kuranın tasvirine “Maşaallah, barekallah” deyip, “Tılsım-ı kainatı ve muamma-yı hilkati keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kuran-ı Kerim” demişler.
وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى temsilde kusur yok, esma ve sıfat-ı İlahiye ve şuun ve efal-i Rabbaniye bir şecere-i tuba-i nur hükmünde temsil edilmekle, o şecere-i nuraniyenin daire-i azameti ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyası, gayr-ı mütenahi feza-yı ıtlakta yayılıp ihata ediyor. Hudud-u icraatı يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوٰى hududundan tut, ta وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ hududuna kadar intişar etmiş o hakikat-i nuraniyeyi bütün dal ve budaklarıyla, gayat ve meyveleriyle, o kadar tenasüple, birbirine uygun, birbirine layık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir surette o hakaik-ı esma ve sıfatı ve şuun ve efali beyan eder ki, bütün ehl-i keşif ve hakikat ve daire-i melekutta cevelan eden bütün ashab-ı irfan ve hikmet, o beyanat-ı Kuraniyeye karşı “Sübhanallah” deyip “Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar layık” diyerek tasdik ediyorlar.
Mesela, bütün daire-i imkan ve daire-i vücuba bakan, hem o iki şecere-i azimenin birtek dalı hükmünde olan imanın erkan-ı sittesi ve o erkanın dal ve budaklarının en ince meyve ve çiçekleri aralarında o kadar bir tenasüp gözetilerek tasvir eder ve o derece bir muvazenet suretinde tarif eder ve o mertebe bir münasebet tarzında izhar eder ki, akl-ı beşer idrakinden aciz ve hüsnüne karşı hayran kalır. Ve o iman dalının budağı hükmünde olan İslamiyetin erkan-ı hamsesi aralarında ve o erkanın ta en ince teferruatı, en küçük adabı ve en uzak gayatı ve en derin hikemiyatı ve en cüzi semeratına varıncaya kadar, aralarında hüsn-ü tenasüp ve kemal-i münasebet ve tam bir muvazenet muhafaza ettiğine delil ise, o Kuran-ı camiin nusus ve vücuhundan ve işarat ve rümuzundan çıkan şeriat-ı kübra-yı İslamiyenin kemal-i intizamı ve muvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve rasaneti, cerh edilmez bir şahid-i adil, şüphe getirmez bir burhan-ı kàtıdır.
Demek oluyor ki, beyanat-ı Kuraniye beşerin ilm-i cüzisine, bahusus bir ümminin ilmine müstenid olamaz. Belki, bir ilm-i muhite istinad ediyor; ve cemi eşyayı birden görebilir, ezel ve ebed ortasında bütün hakaikı bir anda müşahede eder bir Zatın kelamıdır. amenna…
İKİNCİ ZİYA
Hikmet-i Kuraniyenin karşısında meydan-ı muarazaya çıkan felsefe-i beşeriyenin, hikmet-i Kurana karşı ne derece sukut ettiğini On İkinci Sözde izah ve bir temsil ile tasvir ve sair Sözlerde ispat ettiğimizden, onlara havale edip şimdilik başka bir cihette küçük bir muvazene ederiz. Şöyle ki:
Felsefe ve hikmet-i insaniye dünyaya sabit bakar; mevcudatın mahiyetlerinden, hasiyetlerinden tafsilen bahseder. Saniine karşı vazifelerinden bahsetse de, icmalen bahseder. Adeta kainat kitabının yalnız nakış ve huruflarından bahseder, manasına ehemmiyet vermez.
Kuran ise, dünyaya geçici, seyyal, aldatıcı, seyyar, kararsız, inkılapçı olarak bakar. Mevcudatın mahiyetlerinden, suri ve maddi hasiyetlerinden icmalen bahseder. Fakat Sani tarafından tavzif edilen vezaif-i ubudiyetkaranelerinden ve Saniin isimlerine ne vech ile ve nasıl delalet ettiklerini ve evamir-i tekviniye-i İlahiyeye karşı inkıyadlarını tafsilen zikreder.
İşte, felsefe-i beşeriye ile hikmet-i Kuraniyenin şu tafsil ve icmal hususundaki farklarına bakacağız ki, mahz-ı hak ve ayn-ı hakikat hangisidir, göreceğiz. İşte, nasıl elimizdeki saat, sureten sabit görünüyor; fakat içindeki çarkların harekatıyla, daimi içinde bir zelzele ve alet ve çarklarının ıztırapları vardır. Aynen onun gibi, kudret-i İlahiyenin bir saat-i kübrası olan şu dünya, zahiri sabitiyetiyle beraber, daimi zelzele ve tagayyürde, fena ve zevalde yuvarlanıyor. Evet, dünyaya zaman girdiği için, gece ve gündüz, o saat-i kübranın saniyelerini sayan iki başlı bir mil hükmündedir. Sene, o saatin dakikalarını sayan bir ibre vaziyetindedir. Asır ise, o saatin saatlerini tadat eden bir iğnedir. İşte, zaman, dünyayı emvac-ı zeval üstüne atar. Bütün mazi ve istikbali ademe verip yalnız zaman-ı hazırı vücuda bırakır.
Şimdi, zamanın dünyaya verdiği şu şekille beraber, mekan itibarıyla dahi, yine dünya zelzeleli, gayr-ı sabit bir saat hükmündedir. Çünkü cevv-i hava mekanı çabuk tagayyür ettiğinden, bir halden bir hale süraten geçtiğinden, bazı günde birkaç defa bulutlarla dolup boşalmakla, saniye sayan milin suret-i tagayyürü hükmünde bir tagayyür veriyor.
Şimdi, dünya hanesinin tabanı olan mekan-ı arz ise, yüzü, mevt ve hayatça, nebat ve hayvanca pek çabuk tebeddül ettiğinden, dakikaları sayan bir mil hükmünde, dünyanın şu ciheti geçici olduğunu gösterir. Zemin, yüzü itibarıyla böyle olduğu gibi, batnındaki inkılabat ve zelzelelerle ve onların neticesinde cibalin çıkmaları ve hasflar vuku bulması, saatleri sayan bir mil gibi, dünyanın şu ciheti ağırca mürur edicidir, gösterir.
Dünya hanesinin tavanı olan sema mekanı ise, ecramların harekatıyla, kuyruklu yıldızların zuhuruyla, küsufat ve husufatın vuku bulmasıyla, yıldızların sukut etmeleri gibi tagayyürat gösterir ki, sema dahi sabit değil; ihtiyarlığa, harabiyete gidiyor. Onun tagayyüratı, haftalık saatte günleri sayan bir mil gibi, çendan ağır ve geç oluyor, fakat herhalde geçici ve zeval ve harabiyete karşı gittiğini gösteriyor.
İşte, dünya, dünya cihetiyle şu yedi rükün üzerinde bina edilmiştir. Şu rükünler daim onu sarsıyor. Fakat şu sarsılan ve hareket eden dünya, Saniine baktığı vakit, o harekat ve tagayyürat, kalem-i kudretin mektubat-ı Samedaniyeyi yazması için o kalemin işlemesidir. O tebeddülat-ı ahval ise, esma-i İlahiyenin cilve-i şuunatını ayrı ayrı tavsifatla gösteren, tazelenen ayineleridir.
İşte, dünya, dünya itibarıyla hem fenaya gider, hem ölmeye koşar, hem zelzele içindedir. Hakikatte akarsu gibi rıhlet ettiği halde, gafletle sureten incimad etmiş, fikr-i tabiatla kesafet ve küduret peyda edip ahirete perde olmuştur. İşte, felsefe-i sakime, tetkikat-ı felsefe ile ve hikmet-i tabiiye ile ve medeniyet-i sefihenin cazibedar lehviyatıyla, sarhoşane hevesatıyla o dünyanın hem cumudetini ziyade edip gafleti kalınlaştırmış, hem küduretle bulanmasını tazif edip Sanii ve ahireti unutturuyor.
Amma Kuran ise, şu hakikatteki dünyayı, dünya cihetiyle
اَلْقَارِعَةُ مَا الْقَارِعَةُ وَالطُّورِ وَكِتَابٍ مَسْطُورٍ اِذَا وَقَعَتِ الْوَاقِعَةُ
ayatıyla pamuk gibi hallaç eder, atar.
اَوَ لَمْ يَنْظُرُوا فِى مَلَكُوتِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ اَفَلَمْ يَنْظُرُۤوا اِلَى السَّمَۤاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا اَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُۤوا اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا
gibi beyanatıyla o dünyaya şeffafiyet verir ve bulanmasını izale eder.
وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَۤا اِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ اَللهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ
gibi nurefşan neyyiratıyla camid dünyayı eritir. اِذَا السَّمَۤاءُ انْفَطَرَتْ ve
اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ve اِذَا السَّمَۤاءُ انْشَقَّتْ
وَنُفِخَ فِى الصُّورِ فَصَعِقَ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَمَنْ فِى اْلاَرْضِ اِلاَّ مَنْ شَۤاءَ اللهُ
mevt-alud tabirleriyle dünyanın ebediyet-i mevhumesini parça parça eder.
يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِى اْلاَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَۤاءِ وَمَا يَعْرُجُ فِيهَا وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَمَا كُنْتُمْ وَاللهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
وَقُلِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ سَيُرِيكُمْ اٰيَاتِهِ فَتَعْرِفُونَهَا وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Gök gürlemesi gibi sayhalarıyla, tabiat fikrini tevlid eden gafleti dağıtır.
İşte, Kuranın baştan başa, kainata müteveccih olan ayatı şu esasa göre gider.
Hakikat-i dünyayı olduğu gibi açar, gösterir. Çirkin dünyayı, ne kadar çirkin olduğunu göstermekle, beşerin yüzünü ondan çevirtir, Sanie bakan güzel dünyanın güzel yüzünü gösterir, beşerin gözünü ona diktirir. Hakiki hikmeti ders verir, kainat kitabının manalarını talim eder, hurufat ve nukuşlarına az bakar. Sarhoş felsefe gibi çirkine aşık olup, manayı unutturup, hurufatın nukuşuyla insanların vaktini malayaniyatta sarf ettirmiyor.
ÜÇÜNCÜ ZİYA
İkinci Ziyada, hikmet-i beşeriyenin hikmet-i Kuraniyeye karşı sukutuna ve hikmet-i Kuraniyenin icazına işaret ettik. Şimdi, şu Ziyada, Kuranın şakirtleri olan asfiya ve evliya ve hükemanın münevver kısmı olan hükema-yı işrakıyyunun hikmetleriyle Kuranın hikmetine karşı derecesini gösterip şu cihette Kuranın icazına muhtasar bir işaret edeceğiz.
İşte, Kuran-ı Hakimin ulviyetine en sadık bir delil ve hakkaniyetine en zahir bir burhan ve icazına en kavi bir alamet şudur ki: Kuran, bütün aksam-ı tevhidin bütün meratibini, bütün levazımatıyla muhafaza ederek beyan edip muvazenesini bozmamış, muhafaza etmiş; hem bütün hakaik-ı aliye-i İlahiyenin muvazenesini muhafaza etmiş; hem bütün Esma-i Hüsnanın iktiza ettikleri ahkamları cem etmiş, o ahkamın tenasübünü muhafaza etmiş; hem rububiyet ve uluhiyetin şuunatını kemal-i muvazene ile cem etmiştir. İşte şu muhafaza ve muvazene ve cem, bir hasiyettir; katiyen beşerin eserinde mevcut değil ve eazım-ı insaniyenin netaic-i efkarında bulunmuyor. Ne melekuta geçen evliyaların eserinde, ne umurun batınlarına geçen işrakıyyunun kitaplarında, ne alem-i gayba nüfuz eden ruhanilerin maarifinde hiç bulunmuyor. Güya bir taksimül-amal hükmünde, herbir kısmı hakikatin şecere-i uzmasından yalnız bir iki dalına yapışıyor, yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor.
Evet, hakikat-i mutlaka, mukayyet enzar ile ihata edilmez. Kuran gibi bir nazar-ı külli lazım ki ihata etsin. Kurandan başka, çendan Kurandan da ders alıyorlar, fakat hakikat-i külliyenin, cüzi zihniyle yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur. Ya ifrat veya tefritle hakaikın muvazenesini ihlal edip tenasübünü izale eder. Şu hakikat Yirmi Dördüncü Sözün İkinci Dalında acip bir temsille izah edilmiştir. Şimdi de başka bir temsille şu meseleye işaret ederiz.
Mesela, bir denizde, hesapsız cevherlerin aksamıyla dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki, bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından, başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki, o cevherler bulduğu elmasın tabileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevi bir yakut eline geçer. Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hakeza, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve muzamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevaid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakiki rengini görmek için tevilata ve tekellüfata muztar kalır. Hatta, bazan inkar ve tatile kadar giderler. Hükema-yı işrakıyyunun kitaplarını ve sünnetin mizanıyla tartmayıp keşfiyat ve meşhudatına itimad eden mutasavvıfinin kitaplarını teemmül eden, bu hükmümüzü bilaşüphe tasdik eder. Demek, hakaik-ı Kuraniyenin cinsinden ve Kuranın dersinden aldıkları halde—çünkü Kuran değiller—böyle nakıs geliyor.
Bahr-i hakaik olan Kuranın ayetleri dahi o deniz içindeki definenin bir gavvasıdır.
Lakin onların gözleri açık; defineyi ihata eder. Definede ne var, ne yok, görür. O defineyi öyle bir tenasüp ve intizam ve insicamla tavsif eder, beyan eder ki, hakiki hüsn-ü cemali gösterir.
Mesela, ayet-i
وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ
يَوْمَ نَطْوِى السَّمَۤاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ
ifade ettikleri azamet-i rububiyeti gördüğü gibi,
اِنَّ اللهَ لاَ يَخْفٰى عَلَيْهِ شَىْءٌ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ فِى السَّمَۤاءِ هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَۤاءُ مَا مِنْ دَۤابَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا وَكَأَيِّنْ مِنْ دَۤابَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ
ifade ettikleri şümul-ü rahmeti görüyor, gösteriyor. Hem
خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ
ifade ettiği vüsat-i hallakıyeti görüp gösterdiği gibi,
خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ
ifade ettiği şümul-ü tasarrufu ve ihata-i rububiyeti görüp gösterir.
يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا
ifade ettiği hakikat-i azime ile وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ
ifade ettiği hakikat-i kerimaneyi
وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ
ifade ettiği hakikat-i azime-i hakimane-i amiraneyi görür, gösterir.
اَوَلَمْ يَرَوْا اِلَى الطَّيْرِ فَوْقَهُمْ صَۤافَّاتٍ وَيَقْبِضْنَ مَايُمْسِكُهُنَّ اِلاَّ الرَّحْمَنُ اِنَّهُ بِكُلِّ شَىْءٍ بَصِيرٌ
ifade ettikleri hakikat-i rahimane-i müdebbiraneyi
وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ وَلاَ يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا
ifade ettiği hakikat-i azime ile
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
ifade ettiği hakikat-i rakibaneyi
هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ
ifade ettiği hakikat-i muhita gibi
وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِ نَفْسُهُ وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
ifade ettiği akrebiyeti
تَعْرُجُ الْمَلٰۤئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ
işaret ettiği hakikat-i ulviyeyi
اِنَّ اللهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَاْلاِحْسَانِ وَاِيتَۤائِ ذِى الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَۤاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْىِ
ifade ettiği hakikat-i camia gibi bütün uhrevi ve dünyevi, ilmi ve ameli erkan-ı sitte-i imaniyenin herbirisini tafsilen, erkan-ı hamse-i İslamiyenin herbirisini kasten ve cidden ve saadet-i dareyni temin eden bütün düsturları görür, gösterir. Muvazenesini muhafaza edip, tenasübünü idame edip, o hakaikın heyet-i mecmuasının tenasübünden hasıl olan hüsün ve cemalin menbaından, Kuranın bir icaz-ı manevisi neşet eder.
İşte şu sırr-ı azimdendir ki, ulema-i ilm-i kelam, Kuranın şakirtleri oldukları halde, bir kısmı onar cilt olarak erkan-ı imaniyeye dair binler eser yazdıkları halde, Mutezile gibi aklı nakle tercih ettikleri için, Kuranın on ayeti kadar vuzuhla ifade ve kati ispat ve ciddi ikna edememişler. Adeta onlar, uzak dağların altında lağım yapıp, borularla ta alemin nihayetine kadar silsile-i esbabla gidip orada silsileyi keser, sonra ab-ı hayat hükmünde olan marifet-i İlahiyeyi ve vücud-u Vacibül-Vücudu ispat ederler.
ayet-i kerime ise, herbirisi birer asa-yı Musa gibi, her yerde suyu çıkarabilir, herşeyden bir pencere açar, Sani-i Zülcelali tanıttırır. Kuranın bahrinden tereşşuh eden Arabi Katre risalesinde ve sair Sözlerde şu hakikat fiilen ispat edilmiş ve göstermişiz.
İşte, hem şu sırdandır ki, batın-ı umura gidip, sünnet-i seniyyeye ittiba etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden firak-ı dallenin bütün imamları, hakaikın tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bidaya, dalalete düşüp bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler. İşte bunların bütün aczleri, ayat-ı Kuraniyenin icazını gösterir.
Hatime
Kuranın lemeat-ı icazından iki lema-i icaziye On Dokuzuncu Sözün On Dördüncü Reşhasında geçmiştir ki, bir sebeb-i kusur zannedilen tekraratı ve ulum-u kevniyede icmali, herbiri birer lema-i icazın menbaıdır. Hem Kuranda, mucizat-ı enbiya yüzünde parlayan bir lema-i icaz-ı Kuran, Yirminci Sözün İkinci Makamında vazıhan gösterilmiştir. Daha bunlar gibi, sair Sözlerde ve risale-i Arabiyemde çok lemeat-ı icaziye zikredilip, onlara iktifaen yalnız şunu deriz ki:
Bir mucize-i Kuraniye daha şudur ki: Nasıl bütün mucizat-ı enbiya Kuranın bir nakş-ı icazını göstermiştir. Öyle de, Kuran, bütün mucizatıyla bir mucize-i Ahmediye (a.s.m.) olur ve bütün mucizat-ı Ahmediye (a.s.m.) dahi Kuranın bir mucizesidir ki, Kuranın Cenab-ı Hakka karşı nisbetini gösterir; ve o nisbetin zuhuruyla herbir kelimesi bir mucize olur. Çünkü, o vakit birtek kelime, bir çekirdek gibi, bir şecere-i hakaikı manen tazammun edebilir. Hem merkez-i kalb gibi, hakikat-i uzmanın bütün azasına münasebettar olabilir. Hem bir ilm-i muhite ve nihayetsiz bir iradeye istinad ettiği için, hurufuyla, heyetiyle, vaziyetiyle, mevkiiyle hadsiz eşyaya bakabilir. İşte, şu sırdandır ki, ulema-i ilm-i huruf, Kuranın bir harfinden bir sahife kadar esrar bulduklarını iddia ederler ve davalarını o fennin ehline ispat ediyorlar.
Risalenin başından şuraya kadar bütün Şuleleri, Şuaları, Lemaları, Nurları, Ziyaları nazara topla, birden bak. Baştaki dava, şimdi kati netice olarak, yani,
قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا
yı yüksek bir sada ile okuyup ilan ediyorlar.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَۤا اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
رَبَّناَ لاَ تُؤَاخِذْنَۤا اِنْ نَسِينَۤا اَوْ اَخْطَأْنَا
رَبِّ اشْرَحْ لِى صَدْرِى وَيَسِّرْ لِى اَمْرِى وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِى يَفْقَهُوا قَوْلِى
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ اَفْضَلَ وَاَجْمَلَ وَاَنْبَلَ وَاَظْهَرَ وَاَطْهَرَ وَاَحْسَنَ وَاَبَرَّ وَاَكْرَمَ وَاَعَزَّ وَاَعْظَمَ وَاَشْرَفَ وَاَعْلٰى وَاَزْكٰى وَاَبْرَكَ وَاَلْطَفَ صَلَوَاتِكَ، وَاَوْفىٰ وَاَكْثَرَ وَاَزْيَدَ وَاَرْقى ٰوَاَرْفَعَ وَاَدْوَمَ سَلاَمِكَ، صَلاَةً وَسَلاَمًا وَرَحْمَةً وَرِضْوَانًا وَعَفْوًا وَغُفْرَانًا تَمْتَدُّ وَتَزِيدُ بِوَابِلِ سَحَۤائِبِ مَوَاهِبِ جُودِكَ وَكَرَمِكَ، وَتَنْمُوا وَتَزْكُوا بِنَفَۤائِسِ شَرَۤائِفِ لَطَۤائِفِ جُودِكَ وَمِنَنِكَ، اَزَلِيَّةً بِاَزَلِيَّتِكَ لاَ تَزُولُ، اَبَدِيَّةً بِاَبَدِيَّتِكَ لاَ تَحُولُ، عَلٰى عَبْدِكَ وَحَبِيبِكَ وَرَسُولِكَ مُحَمَّدٍ خَيْرِ خَلْقِكَ، اَلنُّورِ الْبَاهِرِ اللاَّمِعِ، وَالْبُرْهَانِ الظَّاهِرِ الْقَاطِعِ، وَالْبَحْرِ الزَّاخِرِ، وَالنُّورِ الْغَامِرِ، وَالْجَمَالِ الزَّاهِرِ، وَالْجَلاَلِ الْقَاهِرِ، وَالْكَمَالِ الْفَاخِرِ،
صَلاَتَكَ الَّتِى صَلَّيْتَ بِعَظَمَةِ ذَاتِكَ عَلَيْهِ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ كَذٰلِكَ، صَلاَةً تَغْفِرُبِهَا ذُنُوبَنَا، وَتَشْرَحُ بِهَا صُدُورَنَا، وَتُطَهِّرُ بِهَا قُلُوبَنَا، وَتُرَوِّحُ بِهَا اَرْوَاحَنَا، وَتُقَدِّسُ بِهَا اَسْرَارَنَا، وَتُنَزِّهُ بِهَا خَوَاطِرَنَا وَاَفْكَارَنَا، وَتُصَفِّى بِهَا كُدُورَاتِ مَا فىِۤ اَسْرَارِنَا، وَتَشْفِى بِهَا اَمْرَاضَنَا، وَتَفْتَحُ بِهَۤا اَقْفَالَ قُلُوبِنَا
رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ
وَاٰخِرُ دَعْوٰيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
اٰمِينَ , اٰمِينَ , اٰمِينَ
Birinci Zeyl
Makam itibariyle Yirmi Beşinci Söze ilhak edilen zeyillerden Yedinci Şuanın Birinci Makamının On Yedinci Mertebesidir.
Bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz dünya seyyahı ve kainattan Rabbini soran yolcu, kendi kalbine dedi ki:
“Aradığımız zatın sözü ve kelamı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hakim; ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan okuyan Kuran-ı Mucizül-Beyan namındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor bilelim. Fakat en evvel, bu kitap bizim Halıkımızın kitabı olduğunu ispat etmek lazımdır” diye taharriye başladı.
Bu seyyah, bu zamanda bulunduğu münasebetiyle, en evvel, manevi icaz-ı Kuraniyenin lemaları olan Risale-i Nura baktı ve onun yüz otuz risaleleri, ayat-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda, her tarafa hakaik-i Kuraniyeyi mücahidane neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından ispat eder ki, onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi olan Kuran, semavidir, beşer kelamı değildir. Hatta, Risale-i Nurun yüzer hüccetlerinden birtek hüccet-i Kuraniyesi olan Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektubun ahiri, Kuranın kırk vech ile mucize olduğunu öyle ispat etmiş ki, kim görmüşse, değil tenkit ve itiraz etmek, belki ispatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok sena etmiş. Her ne ise…
Kuranın vech-i icazını ve hak kelamullah olduğunu ispat etmek cihetini Risale-i Nura havale ederek, yalnız kısa bir işaretle, büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.
Birinci Nokta: Nasıl ki Kuran, bütün mucizatıyla ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikiyle, Muhammed aleyhissalatü vesselamın bir mucizesidir. Öyle de, Muhammed aleyhissalatü vesselam da, bütün mucizatıyla ve delail-i nübüvvetiyle ve kemalat-ı ilmiyesiyle, Kuranın bir mucizesidir ve Kuran kelamullah olduğuna bir hüccet-i kàtıasıdır.
İkinci Nokta: Kuran, bu dünyada, öyle nurani ve saadetli ve hakikatli bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye ile beraber, insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde ve hem hayat-ı içtimaiyelerinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılap yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki, on dört asır müddetinde, her dakikada, altı bin altı yüz altmış altı ayetleri kemal-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor, ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, harikadır, fevkaladedir, mucizedir.
Üçüncü Nokta: Kuran, o asırdan ta şimdiye kadar öyle bir belağat göstermiş ki, Kabenin duvarında altınla yazılan en meşhur ediplerin “Muallakat-ı Seba” namıyla şöhretşiar kasidelerini o dereceye indirdi ki, Lebidin kızı, babasının kasidesini Kabeden indirirken demiş: “ayata karşı bunun kıymeti kalmadı.”
Hem bedevi bir edip فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ ayeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. Ona dediler: “Sen Müslüman mı oldun?” O dedi: “Hayır, ben bu ayetin belağatine secde ettim.”
Hem ilm-i belağatın dahilerinden Abdülkahir-i Cürcani ve Sekkaki ve Zemahşeri gibi binlerle dahi imamlar ve mütefennin edipler, icma ve ittifakla karar vermişler ki, “Kuranın belağatı takat-i beşerin fevkindedir; yetişilmez.”
Hem o zamandan beri, mütemadiyen meydan-ı muarazaya davet edip, mağrur ve enaniyetli ediplerin ve beliğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: “Ya birtek surenin mislini getiriniz, veyahut dünyada ve ahirette helaket ve zilleti kabul ediniz” diye ilan ettiği halde, o asrın muannid beliğleri birtek surenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muarazayı bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri ispat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.
Hem Kuranın dostları, Kurana benzemek ve taklit etmek şevkiyle; ve düşmanları dahi, Kurana mukabele ve tenkit etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telahuk-u efkar ile terakki eden milyonlarla Arabi kitaplar ortada geziyor. Hiçbirisinin ona yetişemediğini, hatta en ami adam dahi dinlese, elbette diyecek: “Bu Kuran, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil. Ya onların altında veya umumunun fevkinde olacak.” Umumunun altında olduğunu, dünyada hiçbir fert, hiçbir kafir, hatta hiçbir ahmak diyemez. Demek, mertebe-i belağati, umumun fevkındedir.
Hatta bir adam, سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ayetini okudu. Dedi ki: “Bu ayetin harika telakki edilen belağatını göremiyorum.”
Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.”
O da, kendini Kurandan evvel orada tahayyül ederken gördü ki, mevcudat-ı alem perişan, karanlık, camid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hali, hadsiz, hudutsuz bir fezada, kararsız fani bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kuranın lisanından bu ayeti dinlerken gördü:
Bu ayet, kainat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezeli nutuk ve bu sermedi ferman, asırlar sıralarında dizilen zişuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kainat, bir cami-i kebir hükmünde, başta semavat ve arz olarak umum mahlukatı hayattarane zikir ve tesbihte ve vazife başında cuş-u huruşla mesudane ve memnunane bir vaziyette bulunuyor, diye müşahede etti. Ve bu ayetin derece-i belağatini zevk ederek, sair ayetleri buna kıyasla, Kuranın zemzeme-i belağati arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istila ederek, haşmet-i saltanatı kemal-i ihtiramla on dört asır bilafasıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.
Dördüncü Nokta: Kuran öyle hakikatli bir halavet göstermiş ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kuranı tilavet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilaveti halavetini ziyadeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup darb-ı mesel hükmüne geçmiş.
Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebabet ve garabet göstermiş ki, on dört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nazil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Her asır, kendine hitap ediyor gibi bir gençlikte görmüş. Her taife-i ilmiye, ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarında bulundurdukları ve üslub-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde, o, üslubundaki ve tarz-ı beyanındaki garabetini aynen muhafaza ediyor.
Beşinci Nokta: Kuranın bir cenahı mazide, bir cenahı müstakbelde, kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatleri olduğu ve bu onları tasdik ve teyid ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de, evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri ve hayattar tekemmülleriyle şecere-i mübarekelerinin hayattar, feyizdar ve hakikatmedar olduğuna delalet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velayetin bütün hak tarikatleri ve İslamiyetin bütün hakikatli ilimleri, Kuranın ayn-ı hak ve mecma-i hakaik ve camiiyette misilsiz bir harika olduğuna şehadet eder.
Altıncı Nokta: Kuranın altı ciheti nuranidir, sıdk ve hakkaniyetini gösterir,
Evet, altında hüccet ve burhan direkleri, üstünde sikke-i icaz lemaları, önünde ve hedefinde saadet-i dareyn hediyeleri, arkasında nokta-i istinadı vahy-i semavi hakikatleri, sağında hadsiz ukul-ü müstakimenin delillerle tasdikleri, solunda selim kalblerin ve temiz vicdanların ciddi itminanları ve samimi incizapları ve teslimleri, Kuranın fevkalade harika, metin ve hücum edilmez bir kala-i semaviye-i arziye olduğunu ispat ettikleri gibi altı makamdan dahi, onun ayn-ı hak ve sadık olduğunu ve beşerin kelamı olmadığını ve yanlışı bulunmadığını imza eden, başta, bu kainatta daima güzelliği izhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekarları ve müfterileri imha ve izale etmek adetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kainatın Mutasarrıfı, o Kurana, alemde en makbul, en yüksek, en hakimane bir makam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakiyet vermesiyle onu tasdik ve imza ettiği gibi; İslamiyetin menbaı ve Kuranın tercümanı olan zatın (a.s.m.) herkesten ziyade ona itikad ve ihtiramı ve nüzulü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i naimanede bulunması ve sair kelamları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakiki hadisat-ı kevniyeyi gaybiyane, Kuran ile tereddütsüz ve itminan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında, hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercüman bütün kuvvetiyle, Kuranın herbir hükmünü öyle iman ve tasdik edip hiçbir şey onu sarsmaması dahi Kuranın semavi, hakkaniyetli ve kendi Halık-ı Rahiminin mübarek kelamı olduğunu imza ediyor.
Hem nev-i insanın humsu, belki kısm-ı azamı, göz önündeki o Kurana müncezibane ve dindarane irtibatı ve hakikatperestane ve müştakane kulak vermesi ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhaniler dahi tilaveti vaktinde pervane gibi etrafında hakperestane toplanmaları, Kuranın kainatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.
Hem, nev-i beşerin umum tabakaları, en gabi ve amiden tut, ta en zeki ve alime kadar herbirisi Kuranın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatleri fehmetmeleri ve yüzer fen ve ulum-u İslamiyenin ve bilhassa Şeriat-ı Kübranın büyük müçtehidleri ve usulüddin ve ilm-i kelamın dahi muhakkikleri gibi her taife, kendi ilmine ait bütün hacatını ve cevaplarını Kurandan istihraç etmeleri, Kuran menba-ı hak ve maden-i hakikat olduğuna bir imzadır.
Hem edebiyatça en ileri bulunan Arap edipleri şimdiye kadar Müslüman olmayanlar muarazaya pek çok muhtaç oldukları halde, Kuranın icazından yedi büyük vechi varken, yalnız birtek vechi olan belağatinin, tek bir surenin mislini getirmekten istinkafları; ve şimdiye kadar gelen ve muaraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhur beliğlerin ve dahi alimlerin, onun hiçbir vech-i icazına karşı çıkamamaları ve acizane sükut etmeleri, Kuran mucize ve takat-i beşerin fevkinde olduğuna bir imzadır.
Evet, bir kelam, “Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?” denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti ve belağati tezahür etmesi noktasından, Kuranın misli olamaz ve ona yetişilmez. Çünkü, Kuran, bütün alemlerin Rabbi ve bütün kainatın Halıkının hitabı ve konuşması; ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek hiçbir emare bulunmayan bir mukalemesi; ve bütün insanların, belki bütün mahlukatın namına mebus ve nev-i beşerin en meşhur ve namdar muhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüsat-i imanı koca İslamiyeti tereşşuh edip sahibini Kàb-ı Kavseyn makamına çıkararak muhatab-ı Samedaniyeye mazhariyetle nüzul eden; ve saadet-i dareyne dair ve hilkat-i kainatın neticelerine ve ondaki Rabbani maksatlara ait mesaili ve o muhatabın bütün hakaik-i İslamiyeyi taşıyan en yüksek ve en geniş olan imanını beyan ve izah eden; ve koca kainatın bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip, çevirip, onları yapan Sanatkarı tavrıyla ifade ve talim eden Kuran-ı Mucizül-Beyanın elbette misl ini getirmek mümkün değildir ve derece-i icazına yetişilmez.
Hem, Kuranı tefsir eden ve bir kısmı otuz-kırk, hatta yetmiş cilt olarak birer tefsir yazan yüksek zekalı müdakkik binlerle mütefennin ulemanın senetleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kurandaki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hasiyetleri ve sırları ve ali manaları ve umur-u gaybiyenin her nevinden kesretli, gaybi ihbarları izhar ve ispat etmeleri; ve bilhassa Risale-i Nurun yüz otuz kitabı herbiri, Kuranın bir meziyetini, bir nüktesini kati burhanlarla ispat etmesi; ve bilhassa Mucizat-ı Kuraniye Risalesi şimendifer ve tayyare gibi medeniyetin harikalarından çok şeyleri Kurandan istihraç eden Yirminci Sözün İkinci Makamı; ve Risale-i Nura ve elektriğe işaret eden ayetlerin işaratını bildiren İşarat-ı Kuraniye namındaki Birinci Şua; ve huruf-u Kuraniye ne kadar muntazam, esrarlı ve manalı olduğunu gösteren Rumuzat-ı Semaniye namındaki sekiz küçük risaleler; ve Sure-i Fethin ahirki ayeti beş vech ile ihbar-ı gaybi cihetinde mucizeliğini ispat eden küçücük bir risale gibi Risale-i Nurun herbir cüzü, Kuranın bir hakikatini, bir nurunu izhar etmesi, Kuranın misli olmadığına ve mucize ve harika olduğuna ve bu alem-i şehadette alem-i gaybın lisanı ve bir Allamül-Guyubun kelamı bulunduğuna bir imzadır.
İşte, altı noktada ve altı cihette ve altı makamda işaret edilen Kuranın mezkur meziyetleri ve hasiyetleri içindir ki, haşmetli hakimiyet-i nuraniyesi ve azametli saltanat-ı kudsiyesi, asırların yüzlerini ışıklandırarak, zemin yüzünü dahi bin üç yüz sene tenvir ederek kemal-i ihtiramla devam etmesi; hem o hasiyetleri içindir ki, Kuranın herbir harfi, hiç olmazsa on sevabı ve on haseneyi ve on meyve-i baki vermesi; hatta bir kısım ayatın ve surelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi; ve mübarek vakitlerde her bir harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması gibi kudsi imtiyazları kazanmış diye dünya seyyahı anladı ve kalbine dedi:
İşte böyle her cihetle mucizatlı bu Kuran, surelerinin icmaıyla ve ayatının ittifakıyla ve esrar ve envarının tevafukuyla ve semerat ve asarının tetabukuyla, birtek Vacibül-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfat ve esmasına, delillerle ispat suretinde öyle şehadet etmiş ki, bütün ehl-i imanın hadsiz şehadetleri, onun şehadetinden tereşşuh etmişler.
İşte, bu yolcunun, Kurandan aldığı ders-i tevhid ve imana kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın On Yedinci Mertebesinde böyle,
لاَ إِلٰهَ إِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلٰى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ: اَلْقُرْاٰنُ الْمُعْجِزُ الْبَيَانِ، اَلْمَقْبُولُ الْمَرْغُوبُ ِلاَجْنَاسِ الْمَلَكِ وَاْلاِنْسِ وَالْجَۤاۤنِّ، اَلْمَقْرُوءُ كُلُّ اٰيَاتِهِ فِى كُلِّ دَقِيقَةٍ بِكَمَالِ اْلاِحْتِرَامِ، بِأَلْسِنَةِ مِئَاۤتِ الْمَلاَيِينَ مِنْ نَوْعِ اْلاِنْسَانِ، اَلدَّاۤئِمُ سَلْطَنَتُهُ الْقُدْسِيَّةُ عَلٰۤى اَقْطَارِ اْلاَرْضِ وَاْلاَكْوَانِ، وَعَلٰى وُجُوهِ اْلاَعْصَارِ وَاْلاَزْمَانِ، وَالْجَارِى حَاكِمِيَّتُهُ الْمَعْنَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلٰى نِصْفِ اْلاَرْضِ وَخُمْسِ الْبَشَرِ فِى اَرْبَعَةَ عَشَرَ عَصْرًا بِكَمَالِ اْلاِحْتِشَامِ… وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ الْقُدْسِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ، وَبِاِتِّفَاقِ اٰيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ اْلاِلٰهِيَّةِ، وَبِتَوَافُقِ أَسْرَارِهِ وَأَنْوَارِهِ وَبِتَطَابُقِ حَقَۤائِقِهِ وَثَمَرَاتِهِ وَاٰثَارِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ denilmiştir.